Connect with us

Yazılar

Örste Tavlanan Öyküler – Mustafa Zahid Ergün

Yayınlanma:

-

Haberiniz oldu mu bilmiyorum, Ahmet Örs, Kasım 2020’de 4 (yazıyla dört) öykü kitabı birden yayınladı. 2004-2016 arası yazılmış 70 öykü, 414 sayfada toplanmış. Tasfiye Kitaplığının 2, 3, 4 ve 5. ürünleri olarak karşımıza çıkan kitapların isimleri, numara ve -hâliyle- öykülerin yazım yılı sırasına göre; Yüzümüzü Ağartan, Kar Kesilen, Kiralık Meydan ve Ferhat’ın Şemsiyeleri. Kendine ait olması mümkün değilmiş gibi kiralık meydanlarda ağarmış yüzüyle şemsiye satan Ferhat’ın üstüne yağarken kesilen kar altında bizi de üşüten öyküler bunlar.

Basit, soğuk birer gazete haberiyle geçiştirilmesine müsaade etmediği güncel şahitlikleri, kalıcı gündemler hâline getirecek şekilde mânâsını korumak adına çok da estetize etmeden, samimi, hemdert öykülerle tahkiye etmiş. Kapakta öykü yazıyor, ama iç başlıklarda hikâye tercih edilmiş. Küçük konuşma kayıtları da olabilecek bu öyküler, yerinden bildiren, durum tespiti yapan, hap gibi teşhislerden oluşuyor.

Birbirini tamamlayan cüzler hâlinde okunabilir, hepsi aynı yeri yumrukluyor çünkü. Ahmet Örs için tür de, yazı da, sanat da bir araçtan ibaret, hayatta yaptıklarını destekler mahiyette bir yardımcı. Esas olan derdini aktarabilmek için kullandığı sanatın da hakkını veriyor tabii. Harfleri silahlandırıp telaşlı bir şekilde şehrin bir ucundan koşup gelen adam olarak, mide kaldırması gereken kanlı görüntülerden sonra spor haberlerine dalan insanları uyarıyor. Elinde balyozu, ayağında demir ökçesiyle örste döve döve tava getirmeye çalışıyor.

Bir davanın, haklı bir ideolojinin savunusu, çağrısı için havaya kalkmış yumruğu inmeyen, yükselen bir öfke, edebiyat parçalamadan edebiyat dersleri de veriyor satır aralarında. Renkleri kaybolmuş, gri, puslu, dumanlı, soğuk bir havanın hâkim olduğu öykülerin hepsinde olmasa da kar, tipi geçen öyküler sebebiyle, yaşananların buz gibi gerçekliği kitap boyunca ürpertili bir üşümeyle esir alıyor insanı. En kapalı, muğlâk, kendini ele vermeyen öyküde bile kar, kasvet, muhasara, intihar, jurnal var, hissediliyor. Mutlu son yok denecek kadar az, isimsiz kahramanlar, genelde, bari sonrakilerin rahatı için canlarını, sağlıklarını terk edip cılız da olsa umut ışığını yakıyorlar. Umut hep var, ama genelde uzakta. Babalar da hep uzaklarda ve ağır işlerde, başlarına hep çok kötü şeyler gelen babalar. Evlerine ancak bir misafir gibi uğrayabilen, çocuklarının büyüdüğünü göremeyen, çocuklarının da onları unuttuğu, hep bir yabancı babalar.

Bardağın dolu tarafına bakmamızı söyleyen yüzlercesinin yanında, esasen boş tarafa bakıp çareler üretmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Şapşal şapşal sırıtanların oluşturduğu boşluğu, çukuru telafi edebilmek için kızgın, kararlı, vakarlı ve umutlu bir şekilde asıyor suratını, haklı olarak.

Diyalogların neredeyse hiç olmadığı, hep yazarın konuştuğu, birçoğu beş sayfayı geçmeyen, yazılma yılları geçtikçe uzayan öykülerin birkaçı dışında isim de yok hiç, herkesi kapsayan genel anlatımlarla konuşmuş da konuşmuş yazar. Bunun yanında karakterler akılda kalıcı; çünkü hayatımızda onlar, ya biziz ya bir yakınımız ya da şahit olduğumuz uzak birisi.

İçinde bir zulüm veya ihanet olmayan bir öykü okuduğumuzda, o günlerde Ahmet Örs’ü nispeten rahatlatacak bir olay yaşanmıştır kesin, diye düşündüm. Ya birinin elinden tutmuştur, ya birine deva olmuştur. Bunun yanında sade, tertemiz akarken her an bir yerden bir haksızlık, zulüm haberi, vurgusu, anımsatması gelecek diye bekliyor okuyucu. Bir kısmı hariç hepsinde geliyor zaten. Gelmediğinde, son kelimeyi de okuyup bu sefer başka bir düşünceye dalıyor insan. Ben mi kaçırdım acaba, alt metinde illâki vardır, diyor. Dönüp bir daha okuyor, bulamayınca şüphe artıyor, şahsen sormak için işaretleniyor öykü. Kahramanların mutlu olmak için harcamaları gereken o insanüstü emek geliyor aklınıza, bu var en azından diyorsunuz Bütün bu yaşanan tatsızlıklar, Ahmet Örs’e neşeli öyküler yazdırmaz. Öte yandan bunlar olmasaydı, zaten kalemi eline almazdı. Her şey yolunda giderken ne gerek olurdu öyküye, yazmaya.

Bu kadar sayfa metin olur da zayıf taraflar olmaz mı? Var elbette. Kötüler hep kötü, iyiler tam iyi olarak resmedilmiş. Kötülere pişmanlık duyacak bir fırsat tanınmadığı gibi, iyiler de onları düzeltme, affetme yoluna gitmiyor genelde, sınırlar keskin. Bilemiyorum, belki de mümkün değildir başka türlüsü. Zalimin güçlü, mazlumun zayıf, zulmün aralıksız olduğunu göz önüne almamız lâzım. Bunun yanında başarılı bir şekilde fikir ve duygu bazında aktardıklarının görmezden gelmemizi sağlayacağı bazı tekrarlar, tashihler de mevcut. Daha iyi bir editörlükle gözü tırmalayan bu küçük kusurlar, çapaklar da giderilebilirdi.

İlk üç kitapta Afganistan, Bosna, Çeçenistan, Irak, Filistin cepheleri derken dördüncü kitapla birlikte bunlara Suriye de ekleniyor artık. Üçüncünün sonlarına dördüncünün başlarına denk gelen 2010-2012 öyküleri nispeten “normal” insan öyküleriyken, ondan sonra bu yeni coğrafya ve olayların silsilesi olarak eklenmemesi mümkün değildi tabii.

Her türlü mekânı öykülere fon yapabilen yazar detaylarıyla köyü de bilir şehri de. Tabiatın geri dönülmez tahribatı, şehirleşmenin getirdiği yabancılaşma, sebebi ne olursa olsun toprağından koparılan tedirgin insanların ilk elde hayattan düşmeleri ve toparlanamamalarıyla ilgilenir. İmar usûlsüzlükleri, hayvancılığın ve tarımın bitirilmesi, çiftçinin ümüğüne çökülmesi, meraların ranta açılması, nesillerdir hayvan otardıkları otlakların, çift suladıkları derelerin kapalı kapılar ardına peşkeş çekilmesi sadece köyü değil, hemen birkaç sene sonrasıyla şehri de pek yakından ilgilendirir. Nüfusu azalan ve yaşlanan köyler, şehirleri obez yapar. Bir şekilde şehrin çeperlerine yığılan insanlar, sanki keyiften gelmişler gibi, bu sefer de zaten savaş sahnesini andıran gecekondu tepelerinde kentsel dönüşüm terörüne maruz kalırlar. Köy boşaltmaları deyince hep Doğu’daki köyler, yaylalar falan gelir akla. Oysa bütün Türkiye’de köyler boşaltılmıştır. Bir yanda silahlı çatışmalar, öte yanda, diğerinin ehemmiyetini azaltmamakla beraber akılda tutmamız gereken finansal, popüler kültür terörü, hayvancılığı ve tarımı öldüren politika terörü. Bir dolu çaresizlikten eli kolu bağlı köylünün bir yandan terörle, bir yandan kontrgerillayla, kan davalarıyla, rantiyeyle uğraşması; bu çoklu zulme şahit olan nesillerin hayatlarının alacağı şekil, ailesiyle, ülkesiyle çatışan bir kıvama gelir. Geçim derdiyle savrulan hayatlara insanların yanında tabiat da yardım etmez artık.

Sermayeyle de arası hoş değildir yazarın. Zenginin mide geğirtisinin bastırdığı fakirin karın gurultusunu duyurmak ister. Fakirlik, ceberutluktan hemen sonra gelir. Soğuk evlerde boş mideler, dibine kadar battıkları işsizlikten kurtulmak için en tehlikeli işlerde hayatlarını hiçe sayarak yevmiyelerini çıkarmak zorunda kalanlar, saadet getirmeyen paranın ucundan da olsa tutmaya çalışırlar. Annesinin yanında işe gitmek zorunda kalan sabiler, zorba patron, işsiz gençler; servetin kesinlikle helâl, normal olmadığını, mutlaka altında bir zulüm olduğunu, hiç değilse dağıtmadığı için mesul duruma düşüleceğini vurgular, iyice anlamamız için. Yoksul ailenin sesinin duyulması için içlerinden birinin feci bir şekilde can vermesi, adeta kendini feda etmesi gerekir illaki. İnsan cesetleri üzerinde yükselen hangi imparatorluk iyidir ki? Ucuz işgücü, vasıfsızlaştırılan, sürüleştirilen, rekorların rakamların kotaların ezdiği emekçilerden, sistemin öldüresiye ezdiği insanlardan; başkaldıran, isyan eden, protesto grev yürüyüş yapan bilinçli fertlere dönüşmelerini izleriz öyküleri sırasıyla okuduğumuzda. İsyan, evet, isyan seslerini duyarız ilerledikçe. Ezilenler, mağdurlar, madunlar; kapitalistlere, beleşçilere, komisyonculara karşı sürekli korudukları teyakkuzu hep beslerler. Ama bankaların etrafımızı sarması, dahası içimize girmesi, bir türlü karşılığı alınamayan emeği iyice değersizleştirir. Yerin yedi kat altındaki madenciler de, -10. bodrum katındaki AVM çalışanları da zemini kabartacak derin nefesler biriktirirler ciğerlerinde. Batan komşuları için ellerinden bir şey gelmeyen, kendileri de zaten zar zor geçinen küçük esnaf; kapitalizmin, “Bize bulaşmazsan kapımızda, gölgemizde sürünerek yaşayabilirsin.” ihsanıyla bir umuda kapılan yoksullarla aynı kaderi paylaşır. Vahşi kapitalizmin büyük uşakları eliyle küçük esnafı öldürmesine, esnaf arasında hatırı gözetilen, ürpertici bir saygınlıkla sözü sayılan ulu çınarlar da engel olamaz. Kendi ülkesinde turistlerce ezilen insanlar, türlü dalavereler sebebiyle parası bizimkinden on kat değerli olduğundan aramızda burnu havalarda gezip bizim yerimize de memleketin imkânlarından kâm almasına kahırlanır yabancıların. Zengin ve fakir arasındaki asla kapanmayan uçurum ve bunun dibinde “yaşıyorum” zannedenler, vahşi kapitalist düzenin ezdiği, titrettiği gencecik cılız bedenler ümitlerini ya kaybediyor, ya da uzak nesillere erteliyor.

Kitapların baskı tarihi itibariyle bitmesine yaklaşık 977 sene kalan 28 Şubat zulümleri, başörtüsü mücadeleleri, “irticaî” faaliyet kovalamacaları, alfabe ve takvim değişimi; yüz yıl önceki zulmü anlatacak bir insan kalmasa da dallarında nice cana kıyılan çınarın anlattığı olanlar ve fakat bitmeyenler. Eşya taşıma süsü verilen kamyon kasalarında dolapların içinde ders yapan ve fakat kimsenin anlatmadığı kurs çocukları ve hocaları, tahammülsüz otoritenin bütün imkânlarıyla sıkıştırdığı gayretkeşler.

Hayatta kalabilmek için ölümüne çabalar insancıklar. Tamirci çırağı ve tartıcı çocuk hep üşür, korumasız ve hamisizdirler. Kusulan ölüm, önünü görmeye engel ıslak buğulu gözler, çatallaşan ses, düğümlenen boğaz satırlardan sadırlara geçmek için vize beklemeden davranır hamlelerle. Korku, ümit, isyan hep bir aradadır. Ölümün sırasını şaşırmasının sıradanlaşmasına şaşırmamaya başlarız artık, soğuk bir yüzle aralarda dolaşmasına çabucak alışırız.

Nedendir bilinmez, otoriteye iktidara saygılı ve ürkektir anneler. Muhbir vatandaş, kötü komşu, elektrik ihbarnamesi, ceberut yöneticiler, ezilen halk; tevekkül, teslimiyet elbisesine büründürür onları. Camsız panelvanlarla işe götürülüp getirilen tekstil işçisi cılız genç kızlarını beklerler cam kenarlarında. Ailesini korumak için badirelere sabrederler güçsüz imkânlarıyla. Kendi yedikleri darbeler sebebiyle, çocuklarına sakınımlı davranan, bunu bir türlü anlamayan itirazcı çocukların korkaklıkla suçladığı anneler. Merhametli anneler, kavruk tenli ırgatlar, savaşın ve öldürücü pençesiyle yoksulluğun, talihsizliğin, bahtsızlığın dağıttığı aileler; zor da olsa harekete geçenler sayesinde biraz nefeslenebilirler, fazla değil.

Yatılı okulda bir kısırdöngüyle devam eden somurtuş, mutsuzluk, küfür ve umutsuzluk, zorbalık, göz yumma, suskunluk, yalnızlık… Haksızlıklar karşısında bir çıkış yolu olarak hayallere sığınan körpe öğrenciler.

Sonradan zalime dönüşebilir diye yardım edilmeyen mazlumlar, ezilmeleri adaleti sağlamayan madunlar, masumlar… Ayaklanmaları kötülüğü sadece bir süreliğine inkıtaa uğratır, sesini çıkaranlar bertaraf edildikten sonra her şey kaldığı yerden sıkı tedbirlerle devam eder.

Öyküler hiçbir kesimi ayırt etmeden haklarını haykırıyor. Marşta, nutukta, hamasetle, dayakla kendini hizaya sokmaya çalışan her şeye başkaldırıyor. “İtaat et, rahat et.” diyenlere inat, rahatı bozulması pahasına isyan bayrağını alıyor eline.

Hayatının önemli bir kısmını kaplayan sendikal mücadele de gerek müstakil gerekse içlerine yedirilmiş olarak öykülerde yer buluyor. Ellerinden hiçbir şey gelmeyen ırgatlardan haklarını arayan sendikacılara; neredeyse takasla hayatlarını idame ettiren köylülerden bankayla münasebeti olan esnafa eviriliyor öyküler, bir umut gibi.

Yoksulluktan, inançları veya kimlikleri yüzünden şehrin, yöneticilerin ezdiği, boğmak için abandığı insanlar. Anne karnında başlıyor, ihtiyarlığa kadar, şehrin göbeğinden en ücra köşesine, en okumuşundan en cahiline, en erkeğinden en kadınına herkes nasibini alıyor zulümlerden. Her zaman olan oluyor, kalan kalıyor. İlerleme var, evet, ama hep garibanın aleyhine. Geri gitmekte o kadar ileri gidiliyor ki, eksi yönde büyüyoruz mucizevî bir şekilde. Sonunda çaresizlerin ağzından her zaman dökülen bir feryada dönüşüyor çekilenler: Hiç mi iyi insan yok bu dünyada? Esasen herkes köle, kendini en üstte sanan da kendine köle.

Son söz: Kitap boyunca şu nidayı duyarız hep: Fekku raqabe (kölelere özgürlük). Sanayi sitesinden, madenden, tarladan, atölyeden, dükkândan, okuldan, daireden, fabrikadan, şoför mahallinden, kaldırımdan, bürodan, tezgâhlardan, evlerden, dağdan bayırdan, makamlardan, kamplardan, kışladan, tel örgülerden herkesin isyanı, özgürlük talebi buluşur sayfalarda. Öykülerin hepsinde “Direne direne kazanacağız.” nidası makes bulur. Dikkatinizi çekerim iki kere direniş bir kere kazanış var, yani hayli zorlu bir iştir kotarılmaya çalışılan ve çoğu zaman üçüncü kelime ilk ikisinden çok uzaklarda olabiliyor.

Son söz-2: Kitapları okuyup yazıya çalıştığım günlerde bilgisayarın başından kalkıp uykunun ağır basmasıyla kapanan gözlerime söz geçiremediğim bir zaman Ahmet Örs’ün öykücülüğüyle ilgili harika bir detay geldi aklıma. Şu an bile hatırlayamasam bile o anki hazzını hissediyorum. İyi bir buluş diye kendimle de övündüm arada.  Fakat üşendiğimden kalkıp not almadım bir kâğıda veya telefona. Buluşun sevinciyle uykunun tatlı kollarına teslim ettim kendimi. Bu tür durumlarda hafıza tekniklerinden birini kullanırdım, ama ona da müracaat etmedim. Öyle ya, bu kadar güzel bir fikri unutabilecek kadar ihanet içinde bir beynim yoktu benim. Kalktığımda aklımda konuyla alâkalı hiçbir şey yoktu. Zaten öyle bir konu olduğu da kalktıktan saatler sonra gelebilmişti zihnime. Cümlelere bile dökmüştüm hâlbuki uyumadan önce. Ne yapsam ne etsem gelmedi inatçı. Ama olsun, bak kurtulamadı elimden. Kendisini yazamasam da öyküsünü yazıyorum ben de. Sen kalk, bilinçaltımdan oya oya yukarılara çık, beni heveslendir, sonra ortadan kaybol. Öyle yağma yok, kendin yoksan bile dedikodunu yaparım ben de.

Ahmet Örs Sözlüğü:

·         Anlamsızlık
·         Batı hayranlığı
·         Boğucu sıcaklar
·         Çaresizlik

·         Çıkarcılık

·         Dayanışma

·         Dert
·         Direniş
·         Egemenler
·         Fakirlik

·         Fedakârlık

·         Gaddarlık
·         Gariplik
·         Gurur
·         Hak gaspları

·         Hırs

·         Hukuk

·         Hüzün
·         Istırap
·         İfsat
·         İftira
·         İntikam
·         İrtica
·         İstikbar
·         İşgal
·         Kahır

·         Kardeşlik

·         Keder
·         Kibir

·         Komşuluk

·         Kuşatma
·         Mahremiyete tecavüz
·         Mazlumlar
·         Merhamet
·         Metanet
·         Mihnet
·         Mücadele
·         Nefret
·         Neşve
·         Öfke
·         Özgürlük
·         Propaganda
·         Puslu hava
·         Sabır
·         Savaş
·         Sebat
·         Sefalet

·         Sendika

·         Sıradan hayatlar
·         Talan
·         Tedirginlik
·         Tepkiler
·         Umursamak

·         Uzun süren ölümler

·         Vahşi kapitalizm ve tutkunları
·         Yabancılaşma
·         Yağma
·         Yakıcı soğuklar
·         Yalnızlık
·         Yasaklar
·         Zalimlere lanet

 

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

İsrail’le Ticaret, Filistin’e İhanet: 10 Mart Eylemini Nasıl Gerçekleştirdim? – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

7 Ekim’den bu yana İsrail tüm dünyanın desteği ile Gazze’nin her noktasını vuruyordu, özelde kendim olmak üzere tüm İslam dünyası korkunç bir acziyet yaşıyordu, kardeşlerimiz katledilirken hiçbir şey yapamamanın çaresizliğinden yaşadığımız mütevazi hayattan utanır haldeydik.

Bir gece WhatsApp mesajlarımı kontrol ederken, “İsrail için en büyük boykot; olanca hızıyla devam eden ticareti derhâl bitirmek, İsrail’i koruyan ABD ve NATO üslerini kapatmak ve Siyonistlerle diplomatik ilişkileri kesmektir!’ demek için Türkiye’nin her yerinde ayağa kalkıyoruz! Siz de kendi bulunduğunuz il veya ilçede bize katılmak ister misiniz?” diye bir mesaj gördüm.

Hiç düşünmeden “Düzce bende kardeş!” diye cevapladım.

Hafta sonları Düzce’de bulunduğum için Düzce’de bu programı gerçekleştirecektim, o andan itibaren neler yapmam gerektiğini konusunda bir liste hazırladım. Adeta tek kişilik örgüt gibi çalışacaktım. Daha önce “başörtüsü, savaşa hayır” eylemlerine katılmıştık ama eylemi plânlamak ve gerçekleştirmek çok farklıydı; bir de yalnız olmanın tedirginliği vardı üzerimde.

Düzce’de bu konuyu paylaşabileceğim, destek olmasını isteyebileceğim bir kişi vardı. Hemen onu aradım, “10 Mart 2024 Pazar günü” Düzce’de Gazze için bir program plânladığımı, bana destek olmasını istedim.

“Ben üniversitede hocayım böyle bir eyleme katılmam ne kadar doğru olur?” dedi. Çok şaşırmıştım. Gazze’de bir tek çocuğun bir damla gözyaşı bile hangi kariyere feda edilebilirdi! Çok üzülmüştüm ama “Gazzeli kardeşlerimizin yaşadığı yalnızlığın yanında bu bir hiç mesabesindedir!” diyerek daha sıkı çalışmaya başladım.

Bu arada afişlerin görselleri hazırlanmıştı, bunları basacak bir yer aramaya başladım, buldum da! Tüm Düzce’yi, cuma gecesinden afişleyecektim. Afişleri, dövizleri ve pankartları bastırdım.

Cuma akşamı İstanbul’dan yola çıkarken içimde yalnızlığın hüznü, ilk kez eylem düzenleyecek olmanın tedirginliği vardı. Yol boyunca eylemde yapacağım konuşmayı,

Düzce’de nasıl bir tepki göreceğimi düşündüğümden yolun nasıl bittiğini bile fark etmemişim.

21:30 gibi Düzce’deydim. Yemekten ve çocuklarla biraz vakit geçirdikten sonra lise 1’e giden oğlum Yusuf Yasir’le koli bandı, makas ve afişlerimizle sokaklara vurduk kendimizi! Her otobüs durağına, her reklam panosuna afişlerimizi yapıştırdık. Gece saat 02:30 olmuştu tatlı bir yorgunlukla eve döndük.

Sabah kahvaltısından önce çıkıp afişleri kontrol ettim, yırtılmış veya sökülmüş olabilir mi diye? Hepsi yerli yerindeydi. Geriye sadece ses sistemi kalmıştı. “Megafon alırım ya da bağırarak konuşuruz.” diye düşünüyordum.

WhatsApp grubundan bir arkadaşın yönlendirmesi ile Mazlum kardeş aradı. Bir yerde buluşup tanıştık, konuştuk, istişarelerde bulunduk. Yalnız başıma böyle bir işe giriştiğime çok şaşırdılar. “Çok cesursunuz, biz birkaç arkadaş katılırız.” dedi, çok mutlu olmuştum. Ses sistemi ile ilgili bir arkadaşa yönlendirdi, kiralama yaptık hatta ücretin bir kısmını da o ödedi. Çok mahcup olmuştum.

O gece sabah olmak bilmedi! Kaç kişi gelecekti? Tek başıma kalırsam nasıl olacaktı? “Tek başıma da kalsam yapacağım!” diyordum. Gazzeli kardeşlerimizin yalnızlığını düşününce, “Hiç dert değil; sen yapman gerekeni yap, ne kaybedeceksin!” diyordum kendime.

Pazar sabah 11:00 sularında telefonum çaldı. “Kardeş, ben Nihat, Düzce’de bir Gazze programınız varmış. Kimsiniz, hangi STK adına yapıyorsunuz?” diye soruyordu.

STK yok.

Dernek?

Dernek de yok.

Parti?

Parti de yok.

Vakıf?

Vakıf da yok.

Sendika?

Sendika da yok.

“Ne var o zaman? Kimle yapıyorsun? Kimsin?” diye ısrarla sorular soruyordu.

“Ben Faruk Yeşil, tek başımayım; gelirseniz ikinci kişi siz olacaksınız!” dedim. Karşıdaki ses “Biz ailecek geleceğiz, katılacağız! Böyle bağımsız, bağlantısız olmanız çok hoşuma gitti, çok memnun oldum.” dedi. Çok sevinmiştim, artık iki aile olmuştuk.

Kızım Zeynep’i çekim için, büyük oğlum Üsame’yi ortamın güvenliği ve sükûneti sağlaması konusunda görevlendirdim. Herhangi bir şekilde bir kargaşaya izin vermemesi konusunda sıkıca tembihledim. Eylem sürecinde en büyük destekçim en küçük oğlum Yusuf’tu, basın bildirisini okumayı da son dakika o üstlendi.

Bir saat önce eylem alanındaydık. Etrafı kolaçan ettik, kimsecikler yoktu. Pankart ve dövizleri getirip namazı beklemeye koyulduk, gelip giden yoktu. Çocuklar “Baba, eylemci mi kiralasak!” diye şaka yapıyorlardı. Derken ses sistemini kiralayan arkadaş geldi, hazırlıkları yaptık. Sonra Nihat beyler ailecek gelmişti, öğle namazına geçtik.

Namaz sonrası alanda hazırlıkları yaparken çıkan cemaati “Filistin’le ilgili bir programımız var!” diye davet ettik ama camii cemaatinden bir kişinin bile katılmayışı hatta camiden kaçar gibi uzaklaşmalarını hala anlamış değilim.

Program için hazırlıklara başladık. Pankart, afiş ve dövizleri dağıtırken toplanan arkadaşlar çok gür sesle slogan atmaya başlamışlardı bile! Sloganların belirlediğim sloganlar olması için arkadaşlarla görüştüm, senkronizasyonu sağladık.

Otuz kadar katılımcı, birkaç sivil polis, iki de yerel basın temsilcisi vardı.

Çok heyecanlıydım, kısa bir konuşma yaptım. Temel olarak, “Bugün Türkiye’nin birçok şehrinde “İsrail’le Ticarete Dur De!” çağrısını yükseltmek, Türkiye’nin her yerinde eş zamanlı olarak farkındalık oluşturmak için ayağa kalkıyoruz. Düzce’den de bu çağrıya ses vermek istedik. Bu çığlığı, bu sesi büyütmek,  kirli  işbirlikçileri  ve  onları  kollayanları  ifşa  etmek  istedik.” şeklinde ilerleyen bir konuşmaydı.

Filistin mücadelesini desteklemenin belirli kişi veya zümrelerin değil; insan ve Müslüman olarak sorumluluk duygusu olan herkesin vazifesi olduğunu vurguladım.

Sonra basın açıklamasına geçtik. Yusuf da en az benim kadar heyecanlıydı ve metni vurgulayarak okudu.

Programı Nihat beyin heyecanlı, duygusal konuşması ile nihayetlendirdik.

Programı tamamladığımızda insanlar etrafımızı çevirdiler. “Bu, böyle olmaz; son anda haberimiz oldu! Önceden haberimiz olsa duyururduk!” dediler. “Bunun tekrarını yapalım, duyururuz. Afişleri önden bizimle de paylaş ki duyuralım!” diyorlardı. Telefonlarımızı paylaştık, bir yerde oturup tanıştık. Daha önce eylem yapan STK’ların sadece “Kahrol İsrail!” dediklerini söylediler. İsrail ile ticaretin kesilmesinin ilk kez dillendiriliyor olması karşılık bulmuştu. Bu konuda ısrarcı olmamız konusunda karşılıklı görüş alışverişinde bulunduk.

İlk programımızı kazasız belasız tamamlamıştık. Birçok eksiğimiz vardı. Hepsini not ettim. Bir dahaki sefere çok daha dikkatli olacaktım. Eşimden, çocuklardan ve katılımcılardan birçok eleştiri geldi. Bunlar bana verilmiş ödüldü adeta; dikkatlice dinledim, dersler çıkardım. Bir sonraki program için daha dikkatli olmamı sağladılar.

Rabbim hiç beklemediğimiz yerlerden nimetlenirmiş bereketlendirmişti. Hiçbir şeyin bizim gücümüzle kaim olmadığını bir kez daha müşahede etmiştim. Bir kez daha anlamıştım ki insan halis bir niyetle işe başlar ve sebat ederse, Allah’ın yardımı hiç ummadığı, hiç beklemediği noktalardan ulaşıyordu.

Devamını Okuyun

Haberler

The Lancet: Gazze’de En Az 186 Bin İnsan Katledildi

Yayınlanma:

-

Dünyanın en eski tıp dergilerinden The Lancet, İsrail’in Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de en az 186 bin insanı katlettiğini savunan bir makale yayımladı. Buna göre soykırım savaşının başından bu yana Gazze nüfusunun %8’i yok edildi.

Gazze’deki Ölümleri Saymak: Zor Ama Gerekli

BM İnsani İşler Koordinasyon Ofisi tarafından bildirildiği üzere, Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre 19 Haziran 2024 tarihi itibariyle, Hamas’ın saldırısı ve İsrail’in Ekim 2023’teki işgalinden bu yana Gazze Şeridi’nde 37.396 kişi öldürülmüştür. Bakanlığın rakamları İsrail istihbarat servisleri, BM ve DSÖ tarafından doğru olarak kabul edilmesine rağmen, İsrail makamları tarafından itiraz edilmiştir. Bu veriler, BM Yardım ve Çalışma Ajansı (UNRWA) personelinin ölüm sayısındaki değişiklikleri Bakanlık tarafından bildirilenlerle karşılaştıran ve veri uydurma iddialarını mantıksız bulan bağımsız analizler tarafından desteklenmektedir.

Altyapının büyük bölümünün tahrip olması nedeniyle Gazze Sağlık Bakanlığı için veri toplamak giderek zorlaşıyor. Bakanlık, hastanelerinde ölen veya ölü olarak getirilen insanlara dayanarak yaptığı olağan raporlamayı güvenilir medya kaynaklarından ve ilk müdahale ekiplerinden gelen bilgilerle yapmak zorunda kaldı. Bu değişiklik kaçınılmaz olarak daha önce kaydedilen ayrıntılı verileri bozmuştur. Sonuç olarak, Gazze Sağlık Bakanlığı artık toplam ölü sayısı içinde kimliği belirlenemeyen cesetlerin sayısını ayrı olarak bildirmektedir. 10 Mayıs 2024 itibariyle, 35 091 ölümün %30’unun kimliği tespit edilememiştir.

Bazı yetkililer ve haber ajansları, veri kalitesini artırmak için tasarlanan bu gelişmeyi, verilerin doğruluğunu zayıflatmak için kullandı ancak, bildirilen ölüm sayısı muhtemelen düşük bir rakamdır. Sivil toplum kuruluşu Airwars, Gazze Şeridi’ndeki olaylarla ilgili ayrıntılı değerlendirmeler yapmakta ve çoğu zaman kimliği tespit edilebilen kurbanların isimlerinin tamamının Bakanlığın listesinde yer almadığını tespit etmektedir. Ayrıca BM, 29 Şubat 2024 itibariyle Gazze Şeridi’ndeki binaların %35’inin yıkılmış olduğunu tahmin etmektedir. Dolayısıyla hâlen enkaz altında bulunan ceset sayısının 10.000’den fazla olduğu tahmin edilmektedir.

Silahlı çatışmalar, şiddetten kaynaklanan doğrudan zararın ötesinde dolaylı sağlık etkilerine sahiptir. Çatışma hemen sona erse bile, önümüzdeki aylarda ve yıllarda üreme, bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklar gibi nedenlerle çok sayıda dolaylı ölüm yaşanmaya devam edecektir. Çatışmanın yoğunluğu, sağlık altyapısının tahrip olması; ciddi gıda, su ve barınak sıkıntısı; halkın güvenli yerlere kaçamaması ve Gazze Şeridi’nde hâlâ aktif olan çok az sayıdaki insani yardım kuruluşundan biri olan UNRWA’nın finansman kaybı göz önüne alındığında toplam ölü sayısının çok daha fazla olması beklenmektedir.

Yakın geçmişteki çatışmalarda, bu tür dolaylı ölümler doğrudan ölümlerin üç ila 15 katı arasında değişmektedir. Rapor edilen 37.396 ölüme, her bir doğrudan ölüme dört dolaylı ölüm şeklinde ihtiyatlı bir tahmin uygulandığında, 186.000 veya daha fazla ölümün Gazze’deki mevcut çatışmayla ilişkilendirilebileceğini tahmin etmek mantıksız değildir. Gazze Şeridi’nin 2022 yılı nüfus tahmini olan 2.375.259 sayısı kullanıldığında, bu rakam Gazze Şeridi’ndeki toplam nüfusun %7-9’una tekabül etmektedir. Doğrudan ölü sayısının 28.000 olduğu 7 Şubat 2024 tarihli bir raporda, ateşkes olmaması halinde 6 Ağustos 2024’e kadar 58.260 (salgın hastalık veya tırmanma olmadan) ve 85.750 (her ikisi de gerçekleşirse) ölüm olacağı tahmin edilmiştir.

Tıbbi malzeme, gıda, temiz su ve temel insani ihtiyaçlara yönelik diğer kaynakların dağıtımını mümkün kılacak tedbirlerle birlikte Gazze Şeridi’nde derhal ve acil bir ateşkes sağlanması elzemdir. Aynı zamanda, bu çatışmada yaşanan acıların ölçeğinin ve niteliğinin de kayıt altına alınması gerekmektedir. Gerçek ölçeğin belgelenmesi, tarihsel hesap verebilirliğin sağlanması ve savaşın tüm maliyetinin kabul edilmesi açısından hayati önem taşımaktadır. Bu aynı zamanda yasal bir gerekliliktir. Uluslararası Adalet Divanı tarafından Ocak 2024’te belirlenen geçici tedbirler, İsrail’in “… Soykırım Sözleşmesi kapsamındaki eylem iddialarıyla ilgili delillerin yok edilmesini önlemek ve korunmasını sağlamak için etkili tedbirler almasını” gerektirmektedir. Gazze Sağlık Bakanlığı, ölüleri sayan tek kuruluştur. Dahası, bu veriler savaş sonrası toparlanma, altyapının yeniden kurulması ve insani yardımın plânlanması için hayati önem taşıyacaktır.

Kaynak: https://www.thelancet.com/

Devamını Okuyun

Yazılar

Sosyalist Kimlik – Cem Somel & Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

1980’den sonra neoliberalizmin yükselişi ve sosyalist ülkelerin çözülüşü, dünyada çoğu sosyalistte işçi sınıfı iktidarı inşa etme hevesini kırdı, ümidini yok etti. Sosyalistler, maneviyat bozukluğu içinde, düzeni değiştirmeye yönelen sınıfsal-siyasal bir hareket olmaktan tedricen uzaklaşarak sosyalistliği bir kimliğe dönüştürdü. Egemenler zaten 1970’li yıllardan itibaren kimlik siyasetini teşvik edegelmişti. Sosyalistler de bu söylemi benimsedi.

Günümüzde Türkiye’de sosyalist kimliği diğer kimliklerden ayırt eden başlıca ritüelleri, faaliyetleri şöyle sıralayabiliriz:

– Sosyalistlere hitap eden yazılar yazmak, yayınlar yapmak.

– Grev yapan işçileri ziyaret etmek, onlara destek beyan etmek.

– En geç 150 yıl evvel Avrupa kapitalizmini tahlil etmiş Marksist kaynaklarla eğitim yapmak.

– Başka sosyalist örgütlerle ittifaklar kurup bozmak.

– Uluslararası sosyalist toplantılara katılmak.

– Sivil toplum örgütlerinde ve sendikalarda öne çıkmaya, mümkünse bunların yönetimini ele geçirmeye çalışmak.

– 1 Mayıs mitinglerine katılmak.

– Sosyalist olmayan partilerin himmetiyle Meclis’e milletvekili sokmaya çalışmak.

Sosyalistlerin, sosyalist örgütlerin faaliyetleri esas itibariyle budur. Bu faaliyetler, emekçi kitlelerle bağ kurup onları siyasi bir harekette birleştirmeye elvermez.

Gerçi grevci işçileri desteklemek, işçilerle bağ kurmaya yönelik bir girişimdir. Ne var ki Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı grev yapamaz. İşçilerin önemli bir kısmı küçük işletmelerde çalışmaktadır. Grev yapan işçileri ziyaretlerle işçi sınıfının grev yapmayan çoğunluğuna ulaşmak zordur. Öte yandan, grev yapan işçilere yönelik destek ziyaretleri de genellikle organik bir ilişkiye dönüşmemektedir. Önderlik bir yana, dayanışmanın bile en temel vechelerinden biri emekçilerin tüm hayat kavga süreçlerinde yan yana, omuz omuza olup birbirini dönüştürmektir.

Sosyalistler bir sendika yönetimini ele geçirdiğinde, genellikle sendikayı kitle örgütü olarak büyütmek yerine, sendika yönetimini başkasına kaptırmamak için genişlememesini tercih etmektedir.

Sosyalist kimlikli örgütlerin eğitim anlayışı da, ritüel mahiyetinde olup sınıfsal bir yönelimden yoksundur. Üyelerine, sempatizanlarına, 100-150 yıl önce Avrupa kapitalizmini eleştiren kitaplar okutarak kapitalizmi anlatmaya çalışırlar. Oysa ki bizim yaşadığımız kapitalizmi anlatmak için en iyi malzeme Korkut Boratav’ın, Ümit Akçay’ın, Aziz Konukman’ın ve benzeri araştırmacıların yazıları; DİSK-AR’ın, İSİG’in ve benzer örgütlerin araştırmalarıdır. Günümüz Türkiye’sinin ekonomi politiğini bunlar anlatmaktadır. Bu yayınlar, Türkiye’de egemen sınıfın kim olduğunu, emekçilerin emeğini nasıl doğrudan ve dolaylı yollardan gasbettiğini ortaya koymaktadır.  Sınıf ilişkilerini, sınıfsal sömürüyü insanlara kendi pratiğinden, deneyiminden örneklerle anlatmak daha kolay ve mantıklı değil midir?

Sosyalist kimlik neden sorunludur?

1980’lerden beri Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı milliyetçi ve muhafazakâr partileri desteklemektedir. Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı itikat sahibidir. İşçilerin önemli bir kısmı milliyetçi, muhafazakâr veya dindar bir kimlik benimsemektedir. Bu insanlar muhafazakâr-milliyetçi söyleme güvenmekte, bu söylemde huzur bulmaktadır. Kapitalist zulmün verdiği sıkıntılara bu söylemin verdiği umutla katlanmaya çabalamaktadırlar. Aynı şey, çıkarları büyük ölçüde işçilerle örtüşen küçük esnaf, küçük sanatkâr, alt kadrolardaki memurlar için de söylenebilir.

Gerçek şu ki, 1980’lerden sonra, modernleşmenin toplumları özgürlüğe ve refaha ilerletmekte olduğuna dair iddiası inandırıcı olmaktan çıkmıştır. Onun için emekçiler bu akıl dışı adaletsiz düzende yaşantılarına modernleşmenin vaatleri dışında bir anlam vermeye çalışmaktadır.

Türkiye’de sosyalistlerin görevi, değişik eğilimlerde bulunan emekçileri ortak çıkarları etrafında egemen sınıfa karşı siyasi eylemde birleştirmeye çalışmaktır.

Ne var ki sosyalistliğe kimlik olarak sarılan kişi bu görevi yapamaz. Çünkü aydınlanmacı-modernleşmeci kimlikli kişinin, muhafazakâr-milliyetçi kimlikli işçi, esnaf ve memur ile kimlik çatışması yaşaması kaçınılmazdır.

Bu çatışma, işçiyi zihninde dinci, gerici, faşist olarak yaftalayarak ona tepeden bakmakla başlar. Selamlaşma, el sıkıp sıkmama ve kılık kıyafet gibi konularda işçileri yadırgatan davranışlarla devam eder. İşçiyi, inançlarından vazgeçirerek ‘bilinçlendirmeye’ çabalamakla ilerler.

Marksist külliyat hakkında dogmatik bir tartışmaya girmekten kaçınmakla birlikte şu husus vurgulanmalıdır: Kendilerini Marksizme nispet eden ve dinî inanç düşmanlığını Marksizm’in bir rüknü, ana sütunu olarak gören birçok sosyalist, Marx ile Engels’in “Alman İdeolojisi” başlıklı çalışmalarında materyalizmi fikir savaşlarıyla yaymaya çalışan idealist muarızlarını nasıl yerin dibine batırdıklarından habersiz görünmektedir. Marx ile Engels, din duygusunun altında yatan maddi ilişkiler değişmeden bu duygularda herhangi bir değişikliğin olmayacağını savunmuştur. Gerçi maddi ilişkilerin değişmesiyle dinî inançların tamamen ortadan kalkacağı savı ilerlemeci arızalarla maluldür. Yine de günümüz Türkiye sosyalistlerinin kaba materyalist pozisyonunun dindar kitlelerle ilişki kurabilme imkânını sunması açısından Marks ve Engels’in savunduğundan daha elverişsiz olduğu açıklıkla ifade edilebilir.

Kaldı ki bugün bölgemizde Direniş Cephesi’nin emperyalizme karşı duruşu, eşitlik ve adalet yolunda mücadelede seküler – mütedeyyin ayırımının anlamsızlığını gözler önüne sermektedir. Farklı dinlere inanan, farklı mezheplere mensup olan yahut hiçbir dine inanmayan insanlar İsrail’in işgaline ve katliamlarına karşı silahla direnmek yahut meydanlarda hükümetlerini İsrail’e karşı adım atmaya zorlamak için bir araya gelebilirken bu insanların sermayenin küresel düzeyde yaşamları kolonize edişine ve katı sömürüsüne karşı bir araya gelemeyeceğini düşünmek ancak kimlikçi savrulmalarla açıklanabilir.

Sosyalizmi kimlik olarak inşa etmek, onu toplumda bir alt-kültür hâline getirmiştir. Sosyalist alt-kültür, mekânlarıyla, literatürüyle, müziğiyle bir ‘mahalle’dir. Bu mahalle İhsan Eliaçık’ın çevresindeki Antikapitalist Müslümanları dahî sosyalist olarak görmemektedir. Kürt Hareketinin Demokratik İslam Kongresi gibi dindar Kürt emekçilerini muhatap almaya çalışan etkinliklerine Türkiye sosyalistlerinin ‘laisist’ eleştirileri de bu mahalleci bakış açısını yansıtmaktadır. Kimlikçi sosyalistler, tarih boyunca dinlerin sınıf mücadelesi alanı olduğu; egemenlerin dini baskı ve sömürüye alet ettiği kadar, tarih boyunca mazlumların da eşitsizliğe ve sömürüye karşı dinden aldıkları güç ve ilhamla isyan ve mücadele ettikleri gerçeğini görmezden gelmektedir. Sorun, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana sosyal tarih bilgimizdeki artışın ve geçen yüzyılda biriken sosyal-siyasi deneyimlerin görmezden gelinmesinden kaynaklanmaktadır. Bunun neticesinde insanlığın toplumcu-eşitlikçi tarihsel birikiminin ve bu doğrultudaki güncel arayışlarının geniş bir toplamı olan sosyalizm, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir kavram olması gerekirken muğlak bir ‘bilimsellik’ atfıyla kitabî bir Marksizm yorumuna hapsedilmektedir.

Sosyalist alt-kültürün, farklı kimlikli mazlumlara yönelik insanî görev şuuru zayıftır. Sosyalist kimlikte güçlü olan güdü, aynı kimlikli insanlarla dayanışmaktır. Böyle olunca sosyalistler Türkiye siyasi hayatında marjinal gruplardan ibaret kalmaktadır.

İşçilere ve emekçilere karşı görev duygusu olan insan, egemen sınıfın katmerli sömürüsüne maruz kalan tüm işçilere ve emekçilere kimlik/kültür/inanç ayrımı yapmadan hitap etmenin ve onları siyasi eylemde birleştirmenin yolunu arar.

Devamını Okuyun

GÜNDEM