Connect with us

Köşe Yazıları

Beyrut Limanı Soruşturması: Lübnan İçin Çıkış Yolu Yok mu?

Yayınlanma:

-

4 Ağustos 2020 tarihinde Lübnan’ın başkenti Beyrut, tarihinin en büyük felaketlerinden birini yaşadı: Limanda havai fişeklerle yan yana depolanmış 2 bin tondan fazla amonyum nitratın halen kesin olarak ortaya çıkarılamamış bir sebeple infilak etmesi sonucunda, iç savaş yılları ve İsrail saldırıları döneminde bile tek günde meydana gelmemiş derecede büyük bir yıkım gerçekleşti. 100’den fazla (muhtemelen çok daha fazla) insan hayatını kaybetti, limana kilometrelerce uzaktaki bölgelerde bile evler ve dükkanlar ağır hasar gördü, ülkenin dış dünyaya açılan en önemli kapısı olan limanın kendisi ve beraberindeki un ambarları yok oldu, milyarlarca dolarla ifade edilen maddi kayıplar meydana geldi.

4 Ağustos faciası aynı zamanda siyasi sistemin uzun süredir kilitlendiği, gitgide ağırlaşan bir ekonomik krizin yaşandığı ve çıkış yolu olabileceği düşünülen formüllerin birer birer başarısız olduğu bir bağlamda gerçekleşmişti. Patlama, bir dönemi kesin olarak kapatmış görünüyordu: Mevcut statüko ömrünü tamamlamıştı ve radikal bir dönüşümden başka bir yol yoktu. Ancak bu dönüşümün yolunun nereden geçeceği konusunda kimsenin pek bir fikri de yoktu.

Liman patlamasından bugüne kadar geçen altı buçuk aylık süre zarfında ne yazık ki sistemin reforme edilmesi yolunda da, liman patlamasının sorumlularının topluma hesap vermesi ve kalplerin teskin edilmesi yolunda da somut ve olumlu bir adım atılmış değil. Hatta gidişat, tam tersi yönde.

Bilindiği gibi 2019 yılının Ekim ayından itibaren Lübnan genelinde yaygın protesto gösterileri düzenlenmişti. “Hepsi, hepsi demektir” sloganının damga vurduğu bu gösterilerin temel talebi, on yıllardır Lübnan siyasetini tekeline almış siyasetçilerin hepsinin çekilmesi ve ülkede yeni bir düzenin başlamasıydı. Ne var ki bu hareketler somut bir programa dönüşemediği gibi, eli en kirli siyasetçilerden Samir Caca da dahil olmak üzere, çürümüşlükle özdeşleşmiş pek çok figür sokak hareketlerini kendisine yedeklemeye ve kendi siyasi amaçları için kullanmaya çalıştı.

Ekim ayı sonunda Lübnan yönetimi içindeki en zayıf halka olan Başbakan Saad Hariri istifa etti. Ancak bu istifayı kısa süre sonra sokak hareketlerini Müstakbel Partisi çizgisine çekme girişimleri izledi. Dahası, Ocak 2020’de başbakanlığa getirilen Hasan Diyab’ın başarısızlığı sonrasında Lübnan siyaseti kendi içinden bir alternatif de üretemedi ve Hariri yaklaşık bir yıl aradan sonra yeniden başbakan oldu.

Hariri’nin başbakanlığa geri dönüşünden üç ay kadar önce gerçekleşen liman patlaması, eski kolonyal güç olan Fransa’nın da aktif olarak devreye girmesine zemin oluşturdu. Limanın enkazı üzerindeki dumanlar tütmeye devam ederken Beyrut’a gelen Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Lübnanlı siyasetçilerin yeni bir toplumsal sözleşme oluşturamaması halinde kendisinin doğrudan rol oynayacağını ve 1 Eylül’de yeniden geleceğini söyledi.

Yeniden geldiği tarih olan 1 Eylül 2020, Birinci Dünya Savaşı sonrasında General Henri Gouraud tarafından Fransız himayesindeki Büyük Lübnan’ın ilan edilmesinin yüzüncü yıl dönümüydü ve Macron’un bu tarihi seçmesi kesinlikle tesadüf değildi.

İki ziyaret arasındaki süreçte elli binden fazla Lübnanlı, yönetilemez hale gelmiş ülkelerinin yeniden Fransa mandası altında girmesini talep eden bir dilekçeyi imzaladı. Ayrıca, mevcut mezhepsel temsil sistemi yeterince istikrarsızlık yaratmamış gibi, dinsel ve mezhepsel aidiyetler temelinde Lübnan’da federal bir yapının kurulmasını isteyen sesler duyulur hale geldi. Bir başka deyişle Lübnan’ın tüm sorunlarının kökenlerini teşkil eden iki olgu (Fransa hakimiyeti ve mezhepçilik) akıl almaz bir şekilde “çözüm” yolu olarak ortaya konuldu.

Birkaç ay önce Fransız haber kanalı BFM, Cumhurbaşkanı Mişel Aun’la yaptığı özel bir röportajın sonunda, Körfez rejimlerinin birbiri ardınca İsrail’le normalleşme yoluna girmesi sebebiyle Aun’a Lübnan’ın da böyle bir adım atmasının olası olup olmadığını sordu. 8 Mart ittifakı içinde yer almakla birlikte falanjist kökenli olan 85 yaşındaki Aun, “Duruma bağlı. İsrail’le sorunlarımız var. Önce onların çözülmesi gerekiyor.” yanıtını verdi. Aun’un uykusu geldiği için röportajı bitirmek amacıyla kestirip atarak böyle müphem bir cevap mı verdiği yoksa bu yönde bir politika değişikliğine gerçekten açık kapı mı bıraktığı tartışma konusu oldu.

Tüm bu siyasi gelişmeler yaşanırken, liman patlaması soruşturmasında arpa boyu kadar yol alınamadı. 18 Şubat günü ise, son umut kırıntılarını da ortadan kaldıran bir gelişme yaşandı: Soruşturma yargıcı Fadi Savvan, yapılan bir başvuru sonucunda görevinden azledildi. Azledilme gerekçesi, Savvan’ın “Hiçbir dokunulmazlık ve kırmızı çizgi beni engelleyemez!” demiş olması ve Yargıtay’a göre bu şekilde “yürürlükteki kanunlara uymayacağını belli etmiş olması”. Savvan’ın Eşrefiye’deki evinin patlamadan zarar görmüş olması sebebiyle soruşturmayı nötr ve tarafsız şekilde yürütemeyeceği iddiası da kararın gerekçeleri arasında yer alıyor. Kendisinin görevden alınmasıyla sonuçlanan süreci başlatan şey ise, Emel hareketinden iki milletvekili olan Ali Hasan Halil ve Gazi Zayter’in bu yönde başvuru yapması olmuştu. Azil talebinde bulunan bu milletvekillerinin her ikisinin de adı soruşturmada şüpheli olarak geçiyor. Keza, Fadi Savvan’ın yerine yeni bir yargıç ataması gereken Adalet Bakanı Marie-Claude Necm’in adı da…

Bu skandal kararın arkasından düzenlenen protesto gösterilerinde yer yer “intikam” ve öldürme söylemleri de duyuldu. Toplumsal fay hatlarının çatırdaması riskinin daimi olarak bulunduğu Lübnan’da herhangi bir katalizör olayın bir çatışmalar silsilesini tetiklemesi göz ardı edilebilecek bir ihtimal değil. Ayrıca başta Emel olmak üzere pek çok siyasi parti ve hareket, gerilimin artması durumunda fiziksel şiddete başvuracağını birden fazla kez belli etti.

Lübnan’ın en önemli siyasi aktörlerinden olan Hizbullah ise zor seçimlerle karşı karşıya. Sokağın yönü herhangi bir zamanda “Hizbullah’ın silahsızlandırılması” talebine yönelebilir yahut yönetim mekanizmalarında meydana gelebilecek olası bir toptan değişim, onlara bazı mevzilerini kaybettirebilir. Ancak tepeden tırnağa çürümüş bir sistemin koruyucusu konumuna düşmek de ciddi bir meşruiyet kaybına yol açabilir. Diğer yandan, mevcut ittifakın ömrü de tartışmaya açık. Tüm bu faktörlerin sonucunda Hizbullah iç siyasette bir yıldan uzun zamandır ağırlıklı olarak pasif bir duruş sergilemeyi tercih etti ancak bir süre sonra bu da sürdürülebilir olmaktan çıkabilir.

Son olarak, Ekim 2019’dan beri zaman zaman sistemin yeni baştan kurulması, mezhepsel temsilin yerine yurttaşlık temelli bir anayasa ve sistemin teşkil edilmesi talebi zaman zaman dile getiriliyor olsa da, bu şimdilik bir temenni olmaktan öteye geçemedi.

Gerçekten de Lübnan, son 30 yılın en zorlu günlerinden geçiyor ve tanımlanabilir bir gelecekte gerçekçi bir çıkış yolunun olup olmadığı fazlasıyla tartışmalı.

Siyaset Bilimi alanında doktora derecesine sahip olan ve 2016 yılından beri çeşitli vakıf üniversitelerinde ders vermekte olan Selim Sezer, ağırlıklı olarak Filistin ve Ortadoğu siyasetiyle ilgilenmektedir. Bu ilgiyi aktivizm alanına da taşıyan Sezer, BDS Türkiye gönüllüleri arasındadır. Dönemsel olarak bölgedeki siyasi gelişmeler hakkında çeşitli basın kuruluşlarına görüş ve röportajlar veren Sezer, Kasım 2020 itibariyle Yeni Pencere için yazmaya başlamıştır.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

“Siya Siyabend CD’leri”

Yayınlanma:

-

Rüyayla amel olmaz belki ama yazı yazılır. Bu yazı bir rüyayla başlıyor.

Oğuz Atay’ın şu meşhur cümlesiyle karşılaşmışsınızdır: “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”

“Korkuyu Beklerken” adlı kitabın son hikâyesinin son cümlesidir. Hikâyenin adı: “Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya”

Yazar, seyyar hikâye satıcılığı yapan üç arkadaşın hayatına davet eder okuru. Elle yazdıkları hikayeleri istasyon şefinin köhne daktilosunda çoğaltıp demiryolu yolcularına satan gençler bu yolla geçimlerini sağlamaya çalışırlar.

Dün gece rüyamda, kalabalık bir sokaktayım, uzaktan bir ses duydum: “Siya Siyabend CD’leri”

İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde çalardı Siyabend. Nevi şahsına münhasır bir gruptu. Müziklerini sokakta icra eden bu sıra dışı insanlar, Oğuz Atay’ın demiryolu hikâyecileri gibi kendi imkanlarıyla çoğalttıkları CD’leri satarak, karın tokluğuna ama inandıkları gibi, özgürlüklerinin tadına vararak yaşıyorlardı.

2006 ve takip eden yıllar olması gerek, caddenin Tünel’e yakın yerlerinde çok defa rast gelmiş, dinlemiştik kendilerini. Mevsimine, ruh hallerine göre sokakta bir yerlere kurulur, sanatlarını ortaya koyarlardı. Yüreklerini ortaya koyuyor olmalıydılar ki çevrelerinde onları pür dikkat dinleyen bir kalabalık oluşurdu her dâim. Ve alâmet-i fârikaları o ses yükselirdi gökyüzüne. Birkaç parçadan sonra gruptan biri bağırırdı: “Siya Siyabend CD’leri”

Grup, işçi çocuklarından oluşmuş. Çalacak yer bulamayınca sokak müzisyenliğine başlamışlar. Bir süre sonra kaliteleriyle ufak çaplı da olsa üne kavuşmuşlar ve piyasa şartlarını ellerinin tersiyle itip sokak müzisyenliğini benimsemişler yaşam tarzı olarak.

“Piyasa” denen ahlakı ve kuralları reddedip “ne olacaksa olsun” diyerek kendi olmakta ve kalmakta direnenlere sempati beslediğimizi inkar edecek değiliz.

Rüya çok acayip bir sır. Müziğin gücüdür belki de. Yüzünü görmediğin, görsen bile asla hatırlayamayacağın bir grup üyesinin sesi 15 yıl sonra kulaklarında çınlıyor.

Son bir ayda sokaklarda çok takıldık, eylemler yaptık; “Gazze’de çocuklar açlıktan ölüyor!” diye bağırdık diyedir belki, duydum bu sesi. Bir haykırış, bir bağırış onca ses içinde, olanca sessizlik içinde jilet gibi kesik izi bırakabiliyor insanın zihninde.

Müziğin, edebiyatın, sinemanın, daha doğrusu sanatın böyle muazzam bir etkisi var insan üzerinde.

Sanat, insanın ruhuna tohumlar serpiyor. Ne zaman, nerede, nasıl yeşerecek, bilemiyoruz. Sadece şöyle bir bakmak bile yetebiliyor bazen şiire sokulmaya.

İçinde bulunduğumuz toplumda siyaset ve ticaret almış yürümüş evet ama kulak asmayın siz sanatı küçümseyen yoz kültürün sözüne.

Hayyam adlı şarkısında dediği gibi Siyabend’in:

“Hiç, hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar. Hiç, hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar. Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar. Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler. Onlara aldırma Hayyam. Dostum.”

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizim Çılgın Yalnızlığımız

Yayınlanma:

-

Bazıları hikaye yazarlar. Bazıları ise hikayesi yazılacak hayatlar yaşarlar.

Bazen yazdığım bir hikayeyi ileride yaşar mıyım diye geçiriyorum içimden. Bazense ileride yazacağım bir hikayenin içinde bir yerlerde yaşıyor olduğum hissine kapılırım. 

İki kapılı bir handa yaşıyoruz, iki kapak arasında. Ayağımızı bastığımız yer sayfalar. Roman kahramanları ile satırlar arasında bir o yana, bir bu yana salınıp duruyoruz aslında.

Hayatı çok da ciddiye almaya gerek yok, inkara yeltensek de hepimiz çocuklarız ve çocuklar oyun oynarken dışarıdan nasıl göründüklerini umursamazlar. Yaşarlar. Yaşama katılır, dahası, dahasına kapılırlar.

24 şubat gecesi Alperen aradı.

Yarın Zorlu’nun önünde basın açıklaması yapacağım. Bir ihtimal polis müdahalesi, gözaltı filan olursa seni arayabilir miyim avukat olarak?” diye sordu.

“Filistin İçin 1000 Genç” adlı bir grup “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” pankartları açıyor, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi çağrısında bulunuyordu iktidara. Civarda kodamanlar varsa polis, göstericilere müdahale ediyor, pankartları indiriyor, ara sıra gözaltı işlemi de uyguluyordu hukuksuz olarak.

Kimlerle basın açıklaması yapacaksın, hangi konuda?” diye sordum.

“Gazze” ile ilgili olduğunu ve tek başına yapacağını söyledi.

“Tamam,” dedim, “olur. Ben de geleyim. Bir pankartın ucundan tutarım en azından.”

Onu orada yalnız bıraksam, bir itiş kakış olsun olmasın, “Niye yanında yer almadım?” diye ömür boyu vicdan azabı çekerdim. Tek şıklı bir soruydu sorduğu ve boş bırakamazdım. Ayıp diye bir şey var. 

Zorlu Grand Hotel, Trabzon’un en merkezi yerinde, Maraş Caddesi’nde.

İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırım 142. günündeydi. İsrail’de elektrik santralleri bulunan ve Gazze karanlığa gömülmüşken İsrail’e elektrik sağlamaya devam eden Zorlu Holding’i ‘evinin önü’nde protesto edecektik.

25 Şubat pazar, kimseye haber vermeden, belirlediğimiz alana gittik. Pankartları açıp açıklamamızı okumaya başladık. Karşımızda, sanki bizimle alakası yokmuş, oradan geçiyorken görmüş ve kamerayı açmış, olayı kayda alan genç bir kadın ve küçük kızı vardı.

Sloganlar da dahil olunca etrafta küçük, şaşkın bir kalabalık oluştu. İnsanlar uslu uslu dinlerken yaşlı ve paslı bir ihtiyar yavaş yavaş dibimize kadar yaklaştı. Önce bir laf attı. Sonra da Alperen’in elinden okumakta olduğu basın metnini çekip aldı, yırtıp attı.

Biz aşırı sakin bir tavırla durumu hale yola koymaya çalışırken başta kahraman kameramanımız, 3 nolu eylemci olmak üzere etrafta toplananlar, ihtiyarı derhal uzaklaştırdı ve bizi korudular.

Açıklamayı tamamladık ve başka bir olumsuzlukla karşılaşmadan oradan ayrıldık.

10 Mart’ta “Direniş Çadırı” adlı bir birliktelik içinde 30 ilde aynı anda “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” üst başlığıyla basın açıklaması gerçekleştirildi. Biz de Trabzon’da Ak Parti İl Başkanlığı önünde toplandık.

Sözü havaya, boşluğa, uzaaak diyarlarda dilimizi bilmez, bizi duyamaz olanlara değil yetki verdiğimiz iktidar sahiplerine söylemek için seçilmiş bir yerdi İl Başkanlığı önü.

Aynı gün polis defalarca kez Alperen’e ve bana telefon açtı. Basın açıklamasını başka bir yere almamız için rica etti. “Olmaz!” dedik. “Afişimizi ilan ettik, insanlara söz verdik, saat 14’te orada olacağız!” dedik.

Alana gittiğimizde yaklaşık 15 kişi gelmişti açıklama için. Bir o kadar da sivil polis vardı. Polislerin amiri bize, “Burada basın açıklaması yapmanıza izin vermeyeceğiz.” dedi. Biz de haklarımızı hatırlattık. Orası özel mülk değildi, ifade özgürlüğü vardı, gerekirse orada durur, engellenmemizi protesto ederdik.

Pazarlıklar sürerken diğer polisler hoparlörümüzü getiren arkadaşı 50 metre aşağıda durdurdular. Hoparlörü alana sokmadılar. Basın açıklaması için gelenlerin neredeyse tamamı mikrofon olmasa da açıklamayı okumamızı talep ettiler. Gerilimin daha fazla tırmanmasını istemediler. Biz açıklama alanı için direndiğimiz gibi hoparlör için de dirensek, hukuksuz engellemenin yine önüne geçerdik ama katılımcıların ve büyüklerin sözünü dinledik.

Açıklamayı okumaya başladık. Etraf kalabalıklaştı. Bildiğimiz kadarıyla 20 yıldır kimse orada bir basın açıklamasında bulunmamıştı. Kısa bir süre sonra İl Başkanlığından seçim müziğini açıp sesimizi bastırmaya çalıştılar. Biz istifimizi bozmadan devam ettik. Bu defa müziğin sesini iyice açtılar. Böyle olunca aramızdan birileri sinirlendi. Ayıbın bu kadarı da gerçekten fazlaydı. İl Başkanlığı binasına doğru döndüler ve yuhalamaya başladılar. Gerilim yükseldikçe yükseldi. Polis araya girdi, gidip sesi kestirdi.

17 Mart’ta bu defa Trabzon Meydan Parkı’nda bir araya geldik. Artık yaklaşık 30 kişilik daha kalabalık bir gruptuk. Ak Parti, seçim için meydana bir tır getirmiş ve ne hikmetse tam da bizim basın açıklamasını yapacağımız saate, 14’e program koymuş, bangır bangır müzik çalıyor, sesimizi, sözümüzü boğmaya uğraşıyordu.

Nihayet 24 Mart Pazar yine farklı bir yerdeydik. Ak Partili ‘holigan’ların sesimizi bastırmalarına fırsat vermemek için Meydan Parkı’nın uzak bir köşesini kendimize eylem alanı olarak seçtik.

Tam bir ay önceki iki kişilik çılgın yalnızlığımızdan tümüyle sıyrılmıştık artık. Çevre ilçe ve illerden gelenlerle yaklaşık 80 kişi olmuştuk. Her basın açıklamasında başka isimler öne çıktı, okudu, konuştu, slogan attı, attırdı.

Lidersiz, hiyerarşisiz, emir komuta zinciri olmaksızın büyüdük. Saygı, sevgi, samimiyet ve gayretle genişleyen bir aile olduk. Gücümüzü haklılığımızdan alıyorduk. Hukuka aykırı tek bir adım atmıyorduk.

Yerel basın, en az 5 gazete ve internet haber sitesi, birkaç istisna haber hariç “görmediler” bu dört eylemi. Gayet bilinçli ve planlı bir görmezden/duymazdan gelme ile şehrin nabzını tuttular! 

(Ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da sivil görünümlü devlet kuruluşlarına mensup “tanıdık” simalar itinayla bizden uzak durarak, gençleri de uzak tutarak tedbiri elden bir an olsun bırakmadılar! Öyle ya bizim kim olduğumuz, ne dediğimiz, ne yaptığımız belli değildi! Büyük bir kumardı bizimle yan yana gelmek. Haram olan, soykırımın seyircisi ve ortağı olmak değil; tüm bunlara bir son verme talebini dillendirmekti!)

İnsanlar bir tavır aldıklarında daha ziyade kendileriyle ilgili karar alır, ne olduklarını ve olmadıklarını ortaya koyarlar.

Biz çok basit, insani bir çağrı yapıyoruz. Sesimize ses katanlar da, sesimizi boğmaya çalışanlar da kendi durdukları yer hakkında beyanda bulunuyor, “tanık” yazılıyorlar. 

İsrail bir terör örgütü ve insanlığa karşı işlenmiş her türlü suçu işledi. 75 yıllık tarihi, tıka basa kan, gözyaşı, hırsızlık ve cinayet dolu. Son 6 aydır işgal ve katliamlarda çıtayı iyice yükseltti ve soykırım uyguluyor Gazze’de.

Mazlum Filistin halkının yanında ve Terör Örgütü İsrail’in karşısında iseniz, İsrail’le ticareti, siyaseti kesip, anlaşmaları iptal etmelisiniz. 

İsrail’le işbirliği suç ve haramdır. Bu, tartışmaya kapalı bir gerçek. İnsanlıktan nasibinizi almışsanız İsrail’i tecrit ve mahkum etmelisiniz. Kimse “Gidip savaşın, hadi savaşa girelim!” demiyor.

Filistin’in yanında duramıyorsanız hiç değilse işgalci savaş suçlusu siyonist soykırımcı İsrail’i beslemeyi, desteklemeyi bırakın. Ticareti, işbirliğini kesin. Limanları, sınırları, hava sahasını siyonizme kapatın.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Kötürümleşmeye Tuz Biber

Yayınlanma:

-

Birçok talihsiz aşamalardan geçmişti İslamcılığımız, belki kavramın kendisinden başlanarak sıralanabilir bunlar. Kolay olmadığını da kabul etmek gerekir bu sıralama faaliyetinin, kolay olan hiçbir şey yok.

Uzun asırlar boyunca kötürümleştirilmiş bir Müslüman tipolojisi ile karşı karşıya olduğumuzu unutmuyorduk aslında ama en azından tevhîdî/Kur’ânî süreçle tanışanların yaşadığı dönüşümü de tam kestirememiş olmakla suçlanabiliriz, kabul.

Halkın tabanda, dinî/manevi takviye ile mücehhez merkezî devlet/otorite güçlerine karşı örgütsüz kalmasının faturalarını modern dönem tanıkları olarak iki farklı biçimde tecrübe ettik. Dayatmacı/zorba modern süreçlerle de, nihayet önemli oranlarda onunla iç içe geçmiş sözüm ona dinî görünümlü süreçle de dindar halkın her karşılaşması bu kötürümleşmenin ürettiği düşük yoğunluklu tepkinin örneği olarak tarihe kayıtlanmıştır.

Bu ne kadar değiştirilebilir ya da değiştirilebilir mi, bundan emin değilim.

Tevhidle buluşma serüvenimizde tüm iyi niyetli çabalara rağmen Kur’an’la temasımızın tarihsel ön yargıları aşarak gerçekleştiğini söyleyemeyiz. İslam dünyasından yapılan özenli-özensiz çevirilerin de bu yetersizlikte elbette payı büyüktür.

Kur’an’ın özellikle siyasal kavram haritasının tüm gayretlere rağmen lâyıkıyla kavranılamadığını cesaretle savunmalıyız. “Salât”tan başlayarak “zekât”a, “şûrâ”dan “mescid-i haram”a, “dâru’s-selâm”dan “infak”a, “sabır”dan “teslimiyet”e uzanan ve oradan resullerin pratik örnekliğine varan çemberde sahih bir Kur’an kavrayışından mahrum kaldığımızı bugünkü tıkanıklığın sebeplerini irdelerken görebiliyoruz.

Az evvel değindiğimiz Müslüman kitlelerin kötürümleştirilme bahsine geri dönelim: Kur’an vurgusuyla yola çıkanların siyasal kavrayışlarındaki eksiklik ve zaafiyetlerle yüzleşmenin vakti çoktan gelip geçmiştir. Hem de çokça geçmiş durumdadır.

Geniş kalabalıklardaki kötürümleşmenin kalıcı olması hatta bu kötürümleşmenin güçlenerek Kur’ânî söylemi öne çıkaranları yutması karşısında en çarpıcı, can alıcı muhasebeyi yapma zorunluluğumuz var. Bunu yapmadıkça kaybetmeye devam edeceğiz.

İmparatorluklardan/ulus devlet otoriterliklerinden sıyrılabilmiş bir İslami siyasi perspektifimizin/söylemimizin olamaması, bir yandan Kur’an’ın ve resullerin örnekliğinin lâyıkıyla kavranılmadığını; diğer yandan da egemen dünya düzenini ve onu doğuran fikriyatı çözümlemede yetersiz kalındığını bize açıkça gösteriyor.

Buradaki her bir iddiayı açmak gerekecektir, bunun farkındayım. Esasen pek çok yazı ve pratikle bunun yapıldığını da savunabilirim. Kur’an ve siyerin örnek öğreticiliğini kavramaya niyet etmiş, mütekâmil bir seviyeyi tutturamamış olmakla birlikte epeyce yol almış ancak bir şekilde az ya da çok AKP ile yolunu kesiştirmiş tevhîdî çizgi mensuplarının yarattığı tahribat da bütün bu yetersizliklere tuz biber ekerek kötürümleşmeyi zirveye taşımıştır.

Zulme karşı adalet cephesinden yana olmanın ancak sağlam bir kavrayışla mümkün olabileceğini biliyoruz. Bu kavrayışın gereklerinden yeterince bahsettik. Eksik olan şey, bu kavrayışların tabii sonucu olarak boy vermesi gereken pratiktir.

Burada durup durup geri dönerek aynı soruları sorabiliriz hatta sormalıyız da!

Kötürümleştirici mezkûr süreçlerin gadrine uğramış kavramların algılanışlarını nasıl oldu da kurtaramadık; hem de onca tevhîdîlik iddialarına rağmen! Kurtarabildiklerimize ya da bizim dışımızda da seyreden fıtrî-vicdanî tecrübelere sırtımızı nasıl dönebildik!

Bu kısa yazı, 7 Ekim 2023’le başlayan Aksâ Tûfânı sürecindeki genel tutum alışlardaki zaafiyetlerin de köküne inme çabası olarak okunabilir. Belli bir yerden sonra adalet cephesinde rüzgâr/lar yaratma çağrılarına cevap vermeye tenezzül etmeyerek kötürümleşmede ısrarcı olan cenâhın yarattığı helâk aşaması da mümkün olabilir tabii; sünnetullahın tecellisi tarihsel bir bilgi değilse şayet!

 

Devamını Okuyun

GÜNDEM