Köşe Yazıları
Beyrut Limanı Soruşturması: Lübnan İçin Çıkış Yolu Yok mu?

Yayınlanma:
3 sene önce-

4 Ağustos 2020 tarihinde Lübnan’ın başkenti Beyrut, tarihinin en büyük felaketlerinden birini yaşadı: Limanda havai fişeklerle yan yana depolanmış 2 bin tondan fazla amonyum nitratın halen kesin olarak ortaya çıkarılamamış bir sebeple infilak etmesi sonucunda, iç savaş yılları ve İsrail saldırıları döneminde bile tek günde meydana gelmemiş derecede büyük bir yıkım gerçekleşti. 100’den fazla (muhtemelen çok daha fazla) insan hayatını kaybetti, limana kilometrelerce uzaktaki bölgelerde bile evler ve dükkanlar ağır hasar gördü, ülkenin dış dünyaya açılan en önemli kapısı olan limanın kendisi ve beraberindeki un ambarları yok oldu, milyarlarca dolarla ifade edilen maddi kayıplar meydana geldi.
4 Ağustos faciası aynı zamanda siyasi sistemin uzun süredir kilitlendiği, gitgide ağırlaşan bir ekonomik krizin yaşandığı ve çıkış yolu olabileceği düşünülen formüllerin birer birer başarısız olduğu bir bağlamda gerçekleşmişti. Patlama, bir dönemi kesin olarak kapatmış görünüyordu: Mevcut statüko ömrünü tamamlamıştı ve radikal bir dönüşümden başka bir yol yoktu. Ancak bu dönüşümün yolunun nereden geçeceği konusunda kimsenin pek bir fikri de yoktu.
Liman patlamasından bugüne kadar geçen altı buçuk aylık süre zarfında ne yazık ki sistemin reforme edilmesi yolunda da, liman patlamasının sorumlularının topluma hesap vermesi ve kalplerin teskin edilmesi yolunda da somut ve olumlu bir adım atılmış değil. Hatta gidişat, tam tersi yönde.
Bilindiği gibi 2019 yılının Ekim ayından itibaren Lübnan genelinde yaygın protesto gösterileri düzenlenmişti. “Hepsi, hepsi demektir” sloganının damga vurduğu bu gösterilerin temel talebi, on yıllardır Lübnan siyasetini tekeline almış siyasetçilerin hepsinin çekilmesi ve ülkede yeni bir düzenin başlamasıydı. Ne var ki bu hareketler somut bir programa dönüşemediği gibi, eli en kirli siyasetçilerden Samir Caca da dahil olmak üzere, çürümüşlükle özdeşleşmiş pek çok figür sokak hareketlerini kendisine yedeklemeye ve kendi siyasi amaçları için kullanmaya çalıştı.
Ekim ayı sonunda Lübnan yönetimi içindeki en zayıf halka olan Başbakan Saad Hariri istifa etti. Ancak bu istifayı kısa süre sonra sokak hareketlerini Müstakbel Partisi çizgisine çekme girişimleri izledi. Dahası, Ocak 2020’de başbakanlığa getirilen Hasan Diyab’ın başarısızlığı sonrasında Lübnan siyaseti kendi içinden bir alternatif de üretemedi ve Hariri yaklaşık bir yıl aradan sonra yeniden başbakan oldu.
Hariri’nin başbakanlığa geri dönüşünden üç ay kadar önce gerçekleşen liman patlaması, eski kolonyal güç olan Fransa’nın da aktif olarak devreye girmesine zemin oluşturdu. Limanın enkazı üzerindeki dumanlar tütmeye devam ederken Beyrut’a gelen Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Lübnanlı siyasetçilerin yeni bir toplumsal sözleşme oluşturamaması halinde kendisinin doğrudan rol oynayacağını ve 1 Eylül’de yeniden geleceğini söyledi.
Yeniden geldiği tarih olan 1 Eylül 2020, Birinci Dünya Savaşı sonrasında General Henri Gouraud tarafından Fransız himayesindeki Büyük Lübnan’ın ilan edilmesinin yüzüncü yıl dönümüydü ve Macron’un bu tarihi seçmesi kesinlikle tesadüf değildi.
İki ziyaret arasındaki süreçte elli binden fazla Lübnanlı, yönetilemez hale gelmiş ülkelerinin yeniden Fransa mandası altında girmesini talep eden bir dilekçeyi imzaladı. Ayrıca, mevcut mezhepsel temsil sistemi yeterince istikrarsızlık yaratmamış gibi, dinsel ve mezhepsel aidiyetler temelinde Lübnan’da federal bir yapının kurulmasını isteyen sesler duyulur hale geldi. Bir başka deyişle Lübnan’ın tüm sorunlarının kökenlerini teşkil eden iki olgu (Fransa hakimiyeti ve mezhepçilik) akıl almaz bir şekilde “çözüm” yolu olarak ortaya konuldu.
Birkaç ay önce Fransız haber kanalı BFM, Cumhurbaşkanı Mişel Aun’la yaptığı özel bir röportajın sonunda, Körfez rejimlerinin birbiri ardınca İsrail’le normalleşme yoluna girmesi sebebiyle Aun’a Lübnan’ın da böyle bir adım atmasının olası olup olmadığını sordu. 8 Mart ittifakı içinde yer almakla birlikte falanjist kökenli olan 85 yaşındaki Aun, “Duruma bağlı. İsrail’le sorunlarımız var. Önce onların çözülmesi gerekiyor.” yanıtını verdi. Aun’un uykusu geldiği için röportajı bitirmek amacıyla kestirip atarak böyle müphem bir cevap mı verdiği yoksa bu yönde bir politika değişikliğine gerçekten açık kapı mı bıraktığı tartışma konusu oldu.
Tüm bu siyasi gelişmeler yaşanırken, liman patlaması soruşturmasında arpa boyu kadar yol alınamadı. 18 Şubat günü ise, son umut kırıntılarını da ortadan kaldıran bir gelişme yaşandı: Soruşturma yargıcı Fadi Savvan, yapılan bir başvuru sonucunda görevinden azledildi. Azledilme gerekçesi, Savvan’ın “Hiçbir dokunulmazlık ve kırmızı çizgi beni engelleyemez!” demiş olması ve Yargıtay’a göre bu şekilde “yürürlükteki kanunlara uymayacağını belli etmiş olması”. Savvan’ın Eşrefiye’deki evinin patlamadan zarar görmüş olması sebebiyle soruşturmayı nötr ve tarafsız şekilde yürütemeyeceği iddiası da kararın gerekçeleri arasında yer alıyor. Kendisinin görevden alınmasıyla sonuçlanan süreci başlatan şey ise, Emel hareketinden iki milletvekili olan Ali Hasan Halil ve Gazi Zayter’in bu yönde başvuru yapması olmuştu. Azil talebinde bulunan bu milletvekillerinin her ikisinin de adı soruşturmada şüpheli olarak geçiyor. Keza, Fadi Savvan’ın yerine yeni bir yargıç ataması gereken Adalet Bakanı Marie-Claude Necm’in adı da…
Bu skandal kararın arkasından düzenlenen protesto gösterilerinde yer yer “intikam” ve öldürme söylemleri de duyuldu. Toplumsal fay hatlarının çatırdaması riskinin daimi olarak bulunduğu Lübnan’da herhangi bir katalizör olayın bir çatışmalar silsilesini tetiklemesi göz ardı edilebilecek bir ihtimal değil. Ayrıca başta Emel olmak üzere pek çok siyasi parti ve hareket, gerilimin artması durumunda fiziksel şiddete başvuracağını birden fazla kez belli etti.
Lübnan’ın en önemli siyasi aktörlerinden olan Hizbullah ise zor seçimlerle karşı karşıya. Sokağın yönü herhangi bir zamanda “Hizbullah’ın silahsızlandırılması” talebine yönelebilir yahut yönetim mekanizmalarında meydana gelebilecek olası bir toptan değişim, onlara bazı mevzilerini kaybettirebilir. Ancak tepeden tırnağa çürümüş bir sistemin koruyucusu konumuna düşmek de ciddi bir meşruiyet kaybına yol açabilir. Diğer yandan, mevcut ittifakın ömrü de tartışmaya açık. Tüm bu faktörlerin sonucunda Hizbullah iç siyasette bir yıldan uzun zamandır ağırlıklı olarak pasif bir duruş sergilemeyi tercih etti ancak bir süre sonra bu da sürdürülebilir olmaktan çıkabilir.
Son olarak, Ekim 2019’dan beri zaman zaman sistemin yeni baştan kurulması, mezhepsel temsilin yerine yurttaşlık temelli bir anayasa ve sistemin teşkil edilmesi talebi zaman zaman dile getiriliyor olsa da, bu şimdilik bir temenni olmaktan öteye geçemedi.
Gerçekten de Lübnan, son 30 yılın en zorlu günlerinden geçiyor ve tanımlanabilir bir gelecekte gerçekçi bir çıkış yolunun olup olmadığı fazlasıyla tartışmalı.
Siyaset Bilimi alanında doktora derecesine sahip olan ve 2016 yılından beri çeşitli vakıf üniversitelerinde ders vermekte olan Selim Sezer, ağırlıklı olarak Filistin ve Ortadoğu siyasetiyle ilgilenmektedir. Bu ilgiyi aktivizm alanına da taşıyan Sezer, BDS Türkiye gönüllüleri arasındadır. Dönemsel olarak bölgedeki siyasi gelişmeler hakkında çeşitli basın kuruluşlarına görüş ve röportajlar veren Sezer, Kasım 2020 itibariyle Yeni Pencere için yazmaya başlamıştır.

Yorumlayın

Asgari düzeyde bir örgütlülük olmayınca en kritik zamanlarda ne yapacağınızı bilemiyor, öyle ortada kalıyorsunuz.
“Acaba kimin eylemine katılsam? Hangi protestoya dâhil olsam? Yarınki yürüyüşe gitsem mi? Ortada kimse yok, bu nasıl bir tepkisiz toplumdur!”
Çaresiz bir hâlet-i rûhiye, Aksâ Tûfânı sürecinde olduğu gibi tarihsel kırılma anlarında pek çok insanın yakasına yapışır. Kıvrandırıp durur onu. O âna değin yapıp ettiklerini vedahî yapmayıp etmediklerini önüne seriverir. Bir muhasebeden ziyade pişmanlık ya da yazıklanma denilebilecek duygu durumuna teslim olur o kişi: Tam onaylamadığı, eksik ya da yanlış gördüğü birtakım etkinliklerle vicdan söndürür. En nihayetinde esaslı tavırlar üretemeden tarihin dışına itiliverir.
İsrail’in, Gazze’ye dönük tamamen katliam amaçlı eşi benzeri az görülür vahşi saldırısı boyunca Türkiye’deki özelde İslamcı çevrelerin, genelde bütün toplumsal-siyasal kesimlerin tepkisinin son derece düşük seviyede seyrettiğine dâir ortak bir kabul oluştu neredeyse. Elbette ben de bu kanaati paylaşıyorum. Dünyanın pek çok farklı coğrafyasında insanlığın mühim bir kısmının ayağa kalkmasının dayattığı bir utancı yaşadı aslında Türkiye’deki temiz vicdanlar. Öteden beri Filistin meselesinin ateşlediği bilinçleri taşıyan farklı ideolojik ya da toplumsal çevrelerdeki genel sönümlenme, yüzleşilmesi belki ertelenen hakikati kesin bir şekilde ortaya çıkarmış oldu.
AKP iktidarının uzun yılları boyunca açık bir şekilde tespit edileceği üzere Kürt ve sol/sosyalist çevreler sakınımsız hukuksuzluklarla, siyasal hareket alanlarının sürekli kısıtlanması ve kolluk marifetiyle alabildiğine baskılandı. İslami denilebilecek çevrelerin büyük bir kısmı da büyüyüp iyice obezleşen bir cemaat olan devlet yapısıyla bütünleştirilip üzerlerine toprak örtüldü. Böylece toplumsal muhalefetin kötürümleştirilmesi önemli ölçüde tamamlanmış oldu.
Esasen bu gibi durumlarda yeni dalgaların ortaya çıkması, yeni kadroların toplumsal muhalefet önderliğini üstlenmesi, yeni usullerin yeni aktörlerle örneklendirilmesi beklenir. Türkiye siyasallığında bu bir türlü olamıyor. Bunun kendine özgü toplumsal nedenleri var muhakkak ve tartışılmayı fazlasıyla hak ediyor.
Bu analiz derinleştirilebilir lâkin umuma dâir değerlendirmelerin bize pek bir faydası yok. Ülkedeki batmış ve çoktan bitmiş İslâmiliğe dâhil olmayan bir damar var ya da vardı; işte kılcalları birbiriyle birçok meselede çelişse de o damardan olan beklentinin karşılıksız çıkması bizi çıkmaza ve umutsuzluğa sürükleyen asıl sebeptir.
Bu damar, önceki kuşaklar özelinde sohbet halkalarını aşarak açık siyaset üretme temelinde örgütlenemedi; böylece kendi kendini kötürümleştirdi. Siyasal/dinî netliğe ulaştıran tevhîdî kavrayış nimetini lâyıkıyla değerlendiremeyen bu kuşak hemen hiçbir toplumsal ve siyasal meselede inisiyatif alamadı, açık siyasal hedefler belirleyemedi. Bu damar bünyesinde yer alan ve önceki kuşağı takip eden ve görece gençliğe tekabül eden kuşak ise akademik ilgi tarafından kötürümleştirildi, üniversite yıllarında neredeyse öğrenci kulübü faaliyetlerine denk düşen kısmî siyasallaşma/örgütlenme tecrübesini ileriye taşıyamayarak bireysel mevzilere çekildi ve bu sûretle kendini kötürümleştirdi.
Bahse mevzu önceki kuşağın, sabiteleri güçlü olduğundan siyasallaşamama kötürümlüğüne rağmen akîdevî bağlılık pozisyonunu muhafaza ettiği rahatlıkla söylenebilir ancak bu durum dertlerimize derman olmuyor. Artık Rableriyle aralarında gerçekleşeceklere terk edilmiş zamanlara ulaşmış gibiler. Diğer bölük ise ne yapacağı hususunda teslimiyetten gerçekliğe dâir yaşadığı çokça zaafın, belirsizliğe mahkûmiyetin tutsağı olduğundan, temel ilkeler alanına dâir mühim şüpheleri merkeze aldığından kıpırdayamıyor ve hakikate dâir güçlü şüphelerle neredeyse zincirlenmiş durumda; çoğunlukla da yalnız ve yol haritalarına mesafeli.
Bu iki ana hat hâlâ birbirleriyle çözümsüz ve çıkışsız müzakereler yürütüyor lâkin ufukta görünür bir kurtuluş emaresi yok. “Sıkışma” sözcüğü durumu topyekûn ifade edebilir. Buradaki zengin tarihsel birikim siyasal önderlik makamına eremediğinden ülkedeki İslamî duyarlıklı geniş toplumsal kesimleri sevk edebilmede güç ve potansiyelini de neredeyse tümüyle yitirmiş durumda. Bu durumda halk, devşirmelerin yönlendirmesiyle ilerleyip rakipsiz siyaset yapan egemenin gölgesine sığınmaktan başka bir seçenek bulamıyor.
Birincisinin tabii ve sosyolojik ömrünü neredeyse tamamlamak üzere olduğu bu tarihsel evrede yer yer sahte örgütlenme ve söylemlere savrulmuş ikinci kuşaktan bir çıkış/açılım gelebilir mi, diye baktığımızda bir şey görebilenin olacağını zannetmiyorum doğrusu.
Bu sağlam mücadele geleneği kurmanın uzağına düşmüşlüğün çaresiz ve karanlık tablosu bize başka bir şey sunacak değildi. Örgütlülüğün türlü çeşit zulümlere karşı ülke içinde ve küresel düzeyde oluşan mücadele birikimi, tecrübesi olmaksızın sokaklar, meydanlar çekip çevrilemezdi. Yapılamadı da, yapılacak gibi de değildi. Elbette yalnız bırakılmış küçük çırpınışlar bu değerlendirmelerin dışındadır.
Rafine bir tevhidî söylem üretmenin gerekli şartları vardır. Çoğu zaman imrendiğimiz festival tarzı protestoların ötesinde red ve inşayı keskin ve yakıcı bir biçimde vahyin penceresinden işaret eden kurucu söylemlerin halklar ve egemenlerle buluşma yolları vardır. Bunlar bir çemberde pişer ve kesintisiz devam eden örgütlü bir adanış ve açık mücadele sürecini zorunlu kılar.
Türkiye İslami çevrelerinin görece en kolay yapabildikleri İsrail karşıtı eylemlilikleri bile ideolojik bir netlik ve toplumsal bir genişlikte örgütleme kabiliyetinden büyük oranda uzaklaşmaları muhasebe için elbette bereketli bir zemin sunan bir nimet olarak algılanmalıdır. Böylece yakın ya da uzak bir gelecek için yeni ufuklar kendini gösterebilir.

Ağlıyoruz.
Gazze için, Filistin için, gökyüzüne bakmaktan korkan çocuklar için, kulakları tırmalayan yırtıcı mekanik seslerin yaktığı her sokak için!
Sanki dünyanın karanlık bir dönemindeyiz fakat çıkamıyor gibiyiz. Sadece günler içinde bu psikolojinin hepimizi sarıp sarmalaması ne kadar dehşet verici! Sanki Gazze şeridinde sıkışıp kalmış, çoluğunu çocuğunu nereye saklayacağını bilemeyen bir anne, baba gibi biz de bir sıkışmışlık duygusunun içinde kalakaldık. Yamultulmuş, yaralanmış; sağ kalanların ne yapacağını bilemediği, uzaktan bakanların yutkunabildiği bir hâl bu! Üstelik gerçekliği bu kadar uzaktan tam olarak anlamlandıramıyoruz da… Gerçek, enformatik bir çağda bile mesafelerle ölçülüyor hâlâ. Ne kadar uzaktaysanız, ne kadar dışındaysanız algılayıp anlamak zorlaşıyor, bozuluyor, değişiyor. Yaklaştıkça her şeyi sıkıştırıp yutmaya çalışan devasa makinenin kokusu genizlerinizi yakmaya başlıyor. Kudüs’te TOMA’lardan üzerine lağım suyu sıkılan muhabiri hatırlıyoruz değil mi? Şaşırarak nasıl koktuğunu anlatmaya çalışıyordu.
Yine de bu yazının konusu Filistin’de ateş düşen bir ‘ân’a, siyasi hesapların delirtici ruhsuzluğuna ait değil. Bu yazı Ringelblum’u hatırlatacak size. ‘Umut’ kavramının durduğu son noktayı, son kırıntısını insanın nasıl var kılabileceğini hatırlatacak. Gazze niye yenilmeyecek, bunu hatırlatacak. Büyük direniş öyküleri üzerinden değil üstelik. Doğruca kıyıcı savaş makinelerine motosikletine atlayıp dalan iki Hamas gönüllüsünün delirtici cesareti üzerinden de değil.
***
1942 yılındayız. Topluca sürülen, gettolara sıkıştırılan bir mezalim dönemi. Sadece Varşova gettosunda sıkıştırılmış 60 bin insan vardır. 60 bin kadın, çocuk, erkek. Tarihçi Ringelblum, çıkışın olmadığı, günün sonunda herkesi yok edecek büyüklükte ruhsuz ve insafsız bir savaş makinesine karşı insan olmanın son durağına sığınır: hatırlamak, hatırlanmak.
Yeniliriz, yok ediliriz; çocukların ölümünü, çocukların sarıldığı ölü baba ve annelerinin acı hatıraları hiç kimsenin umurunda olmayabilir. Fakat bir şey var ki “hatırlandığın” sürece suç ve suçlu kendini temize çıkaramayacaktır. Hatırlandığın sürece “Burada biz vardık!” sözü yanlışlanamayacak, bu sözün izi silinemeyecektir. Ringelblum, hatıraları toplamaya başlar. Arkadaşlarıyla Varşova gettosunda her gün bitebilecek bir hikayenin karalamalarını, yaşanmışlıklarını bir araya getirmeye çalışırlar. Gettonun kaldırılacağı ve herkesin toplama kamplarında nihai sonunu bekleyeceği kesinleştiğinde Ringelblum ve arkadaşları bulabildikleri her metal kutuya “Biz buradaydık!” diyen her şeyi koymaya başlarlar: kitaplar, günlükler, çizimler, fanzinler, afişler…

Ringelblum’un süt güğümlerinden çıkan çizimlerden: “Hamalın Karısının Cenazesi”
Ringelblum’un içi, bu notlarla dolu süt güğümleri savaştan sonra bulunmuş. 1946’da çamura batmış, savaş bitmiş, her şey başka bir istikamet almışken üstelik. On binlerin öldüğü, kaçamadığı, kurtulamadığı; adeta öğütüldüğü bir “delilik hâli” içinde süt güğümleri “korunmuş”tur. Bütün o notlar, çizimler ve yaşanmışlığın günlükleri katillerini hiçbir gerekçeye sığınamayacak derecede çıplak bırakacaktır. Bir başka Yahudi yazar Arendth’in dediği gibi katiller insanlara “Ne korkunç şeyler yaptım!” demek yerine “Görevimi yerine getirirken korkunç şeyler görmek zorunda kaldım!” psikolojisine kolayca sığınır. Ancak hatıralar, her bina yıkılıp toza dönse bile kalanlar, “biriktirilenler” böyle olmadığını söyleyecek, katili tutamaksız bırakacak.

Ringelblum’un süt güğümleri
Emanuel Ringelblum, biri hiç bulunamayan (belki hâlâ bir yerlerde bir zaman keşfedilecek) üç süt güğümüne doldurduğu anılarının ardından ailesiyle birlikte 1944’te idam edilir. Yahudidir, tarihin bir başka anında, insan soyunun kendini tanrının yerine geçiren müthiş egosunun altında sadece bir sayı olarak kalır. Çocukları ve komşularıyla ve diğer yüz binlerce kişi ile birlikte. Fakat o süt güğümleri “kötülüğü” ve kayboluşun izlerini öylesine hafızalara çakar ki…
Ringelblum bugün Gazze’de. Tarihin bir başka anında stratejistlerin, analistlerin, felsefecilerin hiç şans tanımadığı kapatılmış bir coğrafyada yine o süt güğümleri toplanıyor, birikiyor ve gömülüyor. Katili haklı çıkaramayacak, her şeyi ve anıları yok edemeyeceklerini öğretecek izler bırakıyor.

Toplumsal ve siyasal hayatta öyle çok büyü var ki kalpleri tesir altında tutan, gözleri kör kulakları sağır eden… “Hangi büyü bu?” diyenlere “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi” büyüsü diyelim. Anlaşılmak için baştan söylemek gerek: Bir şeyi “evrensel” yapanlar, bunun dışında tuttukları şeyleri temlik etmiş, tekel kurmuşlardır.
İnsan Hakları Evrensel Bildirisindeki büyü, “insan” ve “hakları” kelimeleri, sözleri, bunların telâffuzuyla yapıldı. Dikkatler ve idrakler bu sebeple telâffuza kilitli.
Oysa telâffuzdaki maksat ve murad, “haklar”ının tanındığı ve korunmasının gerektiği söylenen insanın “hangi insan” olduğu sorusu ve sorgusunu yapma idraksizliğini sağlayan şey bu büyü!
Yaşlı dünyanın şimdiki zamanındaki insanlık aleminde olup biten total gerçekliği anlamanın iki yolundan bahsedelim:
1. Modern çağda “Söylemle gerçek, uyumlu olmaz!” sabit kuralı. Gerçeği bulmak isteyen, söylemin büyüsüne aldanmayıp ötesine geçecek. İdeolojik iknanın, eğitimin ve propagandanın burada ne işe yaradığını kavrayacak.
2. “En büyük yalan, en büyük yalancıya söyletilir!” gerçeği. Doğruyu bulmak isteyen, yalancıların üretildiği, şöhret edildiği ve “doğrucu Davud” olarak pazarlandığı gerçeğini kavrayacak!
Bu iki kuralla ne istediğimizi çarpıcı bir metafora başvurarak açalım: “Rahipler ve rahibeler kesin olarak inanmak zorundadır. Baş rahip ve rahibeler şüphe edebilirler, Kardinaller ateist olabilir.”
Bu metafordaki rahiplerin, baş rahiplerin ve kardinallerin toplumsal yaşamda kimleri temsil ettiğini, nelere tekabül ettiğini çözebilenlerde başlıktaki büyünün tesiri bitecektir.
İnsan Hakları Evrensel Bildirisindeki söylemle büyülenenler kimlerdir, söylemin ötesindeki gerçek nedir? Her toplumda var olan bilge azınlık ve dikkatli gözlemcilere sır kalmayan ama büyük insanlık ailesini tesirinde tutan bu büyü çok etkili. Anlamaya çalışalım:
Bildirideki “insan” söylemindeki insanlar gerçekte bildiğimiz her insan değildir: “Avro-Amerikan kökenli, beyaz, erkek, seküler, burjuva, politbüro üyesi, kardinaller”dir.
Başka bir deyişle “dünyada sosyo-ekonomik ve siyasi düzeni ellerinde tutanlar, değerler sistemini mülk edinen hükümranlar”dır.
Bunu bilgi ya da tecrübe ile kavrayabilmişsek insandan sayılmayanları açığa çıkartmak kolaylaşır: “Avro-Amerikalı olmayanlar, kadını-erkeği ayırt etmeksizin siyahlar, sarı benizli çekik gözlüler; Rus steplerinde, Hind alt kıtasında Ortadoğu’da, Afrika’da yaşayanlar, Avrupa ve Amerika’da yaşayanlar dâhil işçiler-yoksullar-yaşlılar-zayıflar ve Yahudi/Hristiyan/Müslüman şeriatçılar.”
Başka bir deyişle “yeryüzünün lanetlileri, kıyıya ulaşamayanlar, aciz ve çaresiz bırakılıp köleleştirilenler, dezavantajlılar”dır.
Anlaşılması için misal sayıla: Doğru yanlış bakılmadan; geç de olsa bu büyüyü fark edenlerden “feministler”, Fransız devriminden sonra özellikle, ataerkil toplum yapısında erkek egemen kültüre ve toplumsal yaşama son vermek için, aristokrat ve elit kadınların uzun süreli ve örgütlü mücadelesi sonrası BM’de “Kadın Hakları Evrensel Bildirisi” yayımlatarak “mevzii” de olsa bir zafer kazandılar.
Kolektif hareket edemeyen her türden sosyo-siyasi zümreler ya da diğerleri, henüz büyülendiklerinin farkında olmadıkları için “insan hakları” büyüsü etkisiyle “bireysel, yerel, lokal, etnik, mezhebi ya da ulusal” var oluş ve bağımsızlık büyüsünün tesirindeler.
“Evrensel”likle propaganda edildiği için dışarıda tutulmuş ve temlik edilmiş “bildirideki insanın” dışındakiler, insandan sayılmadıkları dolayısıyla da insani hakları ve özgürlük imkanları ellerinden alındıklarının fotoğrafı yerelde ve normalde göze pek batmasa da bölgesel veya küresel çapta bir kriz anında dikkatli gözlere batırılır.
Bahse konu büyüyü gözlere sokacak en son ve en veciz biçimdeki ifadeyi İsrailli savunma bakanı dillendirdi; Filistinliler için “insanımsı hayvanlar” tanımıyla…
Son İsrail-Filistin krizi büyüyü bozabilir mi? Görüldüğü kadarıyla büyücüler daha dikkatli, büyülenenler hâlâ büyünün tesirinde. Zira şahsiyeti, ahlakı ve adaleti bozucu propagandayı sürdüren kardinallar hâlâ etkili.
Bunu şuradan da anlayabiliyoruz:
Büyünün farkında olanların bir kısmı, insani değerleri pazarlayıp ait oldukları insanlık alemini terk ederek sınıf atlama ve beyazların arasına katılma çabasıyla “baş rahip”lik pozisyonundayken farkında olmayan çoğunluk “rahipler”se bunların peşinde!