Yazılar
Yasak Meyvenin Sonu – Yusuf Şanlı
Yayınlanma:
3 yıl önce-
Hayatımızı çepeçevre saran, vazgeçilmezimiz haline gelen akıllı telefon başta olmak üzere akıllı teknoloji ürünleri hepimizi yavaş yavaş değil hızla aptallaştırıyor ve köleleştiriyor. Akıllı telefonu Apple’ın logosu ile metaforlaştırırsak, yasak meyve ısırınca nelere mal olacağından yola çıkarak gidişatı daha iyi anlamlandırabiliriz. Yasak meyveyi tadan insanlar, sonsuzluk sevdasıyla nasıl nefsinin kölesi haline gelmiş ise farklı bir formda aynı tecrübeyi yineliyoruz hep birlikte. İnsan soyunu çepeçevre saran bu sarmal nedir, ne değildir; insanlığa ne vadediyor, ne katıyor, ne alıyor, bütün boyutlarıyla getiri ve götürüleriyle araştırıp tanımlanmalıdır.
Küresel düzenin sağlayıcısı olan akıllı teknoloji ve en çok kullandığımız akıllı telefonlar yeni dünyanın zeminini oluşturacak başat unsurlardır. Hayatımızı kolaylaştırıcı, ticaretimizi hızlandırıcı, bilgilenme süreci ve iletişimimizi maksimum düzeyde sağlayan bu teknoloji farkında olmadan bizi bizden almaktadır. Bu teknolojiler, teknik olarak köleleştirme ve kontrol altında tutma aracı olarak kurgulanmıştır. İnsan soyu toplu halde yaşayan bir varlıktır ve bu yaşayışı sanal değil gerçektir, gerçek bir zemin ve veriler düzleminde hayat bulmaktadır. Duyusuz ve duygusuzlaştırılıp hissiz robotlar haline bürünmekteyiz. Birlikteyken bile birbirimizden o kadar uzağız ki başımızı kaldırıp karşımızdakinin gözlerine insani duygularla bakma yetimizi dahi kaybetmişiz. Kendi sanal âleminde embesil gibi yaşayan, ferdiyetçiliğin nirvanasına ulaşmış bir vak’a içerisindeyiz. İşin en kötü tarafı, bu vahim girdabın farkında olmayışımız…
Akıllı teknoloji insanı insan yapan özelliklerini köreltip yok etmektedir, (şahsen, bunun için kurgulandığını düşünmekteyim) bunun için kurgulanmasa dahî maruz kaldıktan sonraki sonuçlar bunu göstermektedir. İnsanı insan yapan en başat unsur olarak iradeyi baz alırsak, irademizi kullandırtmayan/anlamsızlaştıran, âdeta varlığımızı yok sayıp her an ve şartta ne yapacağımızı naif bir kadın sesiyle tatlı tatlı dayatan bir teknolojiden bahsediyoruz. Kurgunun özeti şu ki; sen yorulma/düşünme/karar verme, ben senin adına düşünüp/karar verip/fiiliyatını yönlendiririm. Özgür iradeni özgürce kullanabilmenin yanı sıra ikinci husus, insanın en mühim insani özelliklerinden biri olarak zihnini/hafızasını/belleğini kullanma yetisidir. Bu teknoloji kullanımının dozu ne kadar artarsa aynı oranda zihnini/belleğini kullanma oranı azalmaktadır. Bu kullanımsızlıkla birlikte hafıza durağanlaşmakta, kullanılmadıkça özelliklerini kaybedip yok olma evresine girmektedir. Eskiden hesap makineleri için bu denirdi; bu makineler kullanıla kullanıla zihin bu alanda çalışmaya çalışmaya tembelleşip işlevini kaybediyor diye en basit çarpma toplama işlemini bile hesap makinesinde yaparak bu yetimizi kaybetmekteydik. Geldiğimiz noktada her şeyimiz akıllı telefonda kayıt edilip her şeyimizi onun yardımı, yardımından ziyade türlü yöntemlerle yönlendirmesiyle yapar haldeyiz. Eşimizin telefon numarası dahî hafızamızda bulunmamakta, eskiden Yaradan’ın vermiş olduğu aklı ve hafızalarızı çalıştırıp işlevsel olarak kullanırdık. Şimdilerde iğneden ipliğe her şeyimizi “kendisini akıllı zanneden/zannettiğimiz” bir cihaza teslim etmiş, âdeta bir köle gibi onun talimatlarıyla hayatımız şekillenmektedir. Her ne kadar son komutu ve kararı kendimiz veriyor gibi gözükse de, zihin okuma ve yönlendirme teknikleriyle (kendimizin verdiğini zannettiğimiz kararlarla) hayatımız şekillendirilmektedir. Bu tablo ışığında varlığımızın bir anlamı kalmıyor, Allah’ın yarattığı ve üstün kıldığı insan soyunun insanlığından eser kalmıyor.
En temelde yaşanılan handikap şu ki, bu zeminde cereyan eden düşünsel, iletişimsel, ahlaki, siyasi, iktisadi, kültürel, sosyal, sanatsal, eğitsel, kişisel, ailevi vb. her alanda yaşanılan tecrübe ve seyrin zemini çarpıktır. Adı üstünde “sanal”, gerçeklikten uzak edinilen tecrübelerden olumlu bir sonuç elde etmenin imkânsız olduğu bir âlemde yaşıyoruz. Yukarıda sıraladıklarımızın her biri insaniyeti ve toplumu oluşturan başat unsurlardır, bu unsurlara hayat verebilmenin de belli kaideleri vardır. Bu bilişim cenderesi içerisinde, sosyal medya âleminde ne sağlıklı bir düşünce hayat bulabilir, ne ahlak, ne kültür, ne sanat, ne de siyasi, iktisadi, eğitsel bir gelişim; bunların olmadığı yerde kişiden de, ailevî değerlerden de, toplumdan da bahsedemeyiz. Bu unsurların hayat bulması için her birinin kendine has şartları, zeminleri, kriterleri vardır. Gerçeklikten, duyguda, histen, emekten, gözyaşından, alın terinden, selamdan uzak… Sanal âlemde bunların sadece simülasyonu olabilir, bu yanılsama içinde bilgi kirliliği ve karmaşası içerisinde toplum mühendisliğine maruz kalmaktayız sadece. Toplumdan, cemaatten, aileden, birlikten uzak kendimiz için biçilmiş dünyaya hapsolmuş robotlar haline getirilmekteyiz. Bu öyle bir tiyatro, öyle bir yanılsama, öyle bir kurgu ki, körlük içinde kendimizi hakikatin timsali zannediyoruz. Cehalet çukurunda düşünce inşacısı, ahlaksızlık içinde ahlaki değerlerin taşıyıcısı, acziyet içinde hâkim, aktif siyasetçi zannındaki piyon, kültür ve sanattan uzak bir yobaz, her türlü bilgi ayaklarına serilmiş kitap yüklü merkepler, ailemizden uzak yalnız haldeyiz!
Bu yeni dönemi ve araçlarını temelde bir iletişim/etkileşim zemini olarak tanımlarsak, durum daha da vahim! İletişim mantığına aykırı bir vakıa ile karşı karşıyayız. Beş duyu organının senkron çalışamadığı ve gerçek manada işlevsiz bırakıldığı bir atmosferde ne kadar sağlıklı iletişimde/etkileşimde bulunulacağı tartışmalıdır. Ruhsuz, mimiksiz, vurgusuz, duyusuz, hissiz tek tip bir dille iletişim olmaz. Kendi deyimleriyle internet âleminin kendine has ve vazgeçilmez bir dili var. Bu dilin ne kadar insani olup olmadığı irdelenmelidir. Medeniyeti oluşturan dildir, iletişimin de başat unsurudur. Bu noktada, kullanılan dil, medeniyeti de şekillendirir. Dil; ilk anlaşıldığı gibi Türkçe/İngilizce/Almanca gibi ses farklılıklarından müteşekkil teknik boyutundan ziyade somut-soyut birçok etkeni olan, kelimelerden ziyade kavramları da tanımlayıp anlam dünyasını yönlendiren, kültürü biçimlendiren, medeniyeti oluşturan, hayatı şekillendiren bütüncül bir unsurdur. Doğru ve insani bir dil güzel bir dünya inşa eder, yanlış ve gayri insani bir dil en fazla sahte mutluluklarla bezenmiş bir dünya kurgular ki sonu, büyüklüğü oranınca ağır ve şiddetli olur.
“Doğru kullanılırsa iyi bir şeydir!” söylemi bu çukura daha da çok çekmektedir bizleri. “Araştırma yapıyorum, verilere daha hızlı ulaşıyorum, tilavet dinliyorum, okuma yapıyorum, bilgi paylaşıyorum, örgütleniyorum, öğreniyorum vb.” söylemlerle kendimizi avutuyoruz. Bu zemindeki fiil ve söylemlerimiz, hayatımızın gerçek dokularının %10’una dahî sirayet etmemektedir. Emeksiz yapılan işin, çabasız edinilen verinin bir ehemmiyeti yoktur, olsa dahî belleğimize işlemediği için uçucudur. Eskiden bir konu hakkında araştırma yapacağımız vakit, en az altı kitabı önümüze koyardık, şerhleriyle birlikte irdeleyip bir özet çıkartırdık, bu süreç içinde okuduklarımız bir emeğin karşılığı olarak belleğimize işler ve yıllar sonra dahi ilgilî bir anda önbelleğimize gelirdi. Ya da fiilen arkadaşlarla yüz yüze oturup tartışıp görüşüp örgütlenirdik bir bedel karşılığında ve bunun da bir değeri vardı, şimdi ise sanal âlemde kendimizi avutmaktayız. Yerel ve küresel muktedirler de bundan çokça memnun olsa gerek ki, onlara en ufak bir tehdit teşkil etmiyoruz.
Zihinlerimiz yönlendirilmekte… En bilinçli olduğunu zanneden, en kontrollü kullanan kişi dahî farkında olmadan (%80 oranlarından) yönlendirilmektedir. Kendi irademizle yaptığımız tek şey kendi elimizle kendimizle ilgili verdiğimiz veriler, bu verilerle karakter analizimizi yapıp ne arzulayıp ne arzulamadığımızın haritasını çıkartıp, bu tespitler ışığında arzuladıklarımıza değil arzularımız arasından onların arzuladıklarına yönlendirilmekteyiz.[1] Bu noktada da kendimizi kandırmamızın bir âlemi yok, en farkındalığı yüksek kişi bile bu tuzağın kurbanı olup aslında ihtiyacı olmayan (sadece maddi alışveriş kalemleri değil) maddi manevi tüketim içinde kendini bulmakta… Daha da kötüsü zihni kurgulanmakta ve öncelikleri, hassasiyetleri, duyguları şekillendirilip doğru/yanlış tanımlamaları kolaylıkla istenilen doğrultuda değiştirilmektedir.
Varlık-yokluk noktasındaki bir mesele de furuâta dair kazanım/kayıpları mevzu bahis etmek yersizdir. İnsani bir yaşam alanının olmadığı, hatta kişiyi insanlıktan çıkaracak bir zeminde somut bazı kazanımlarımız veya hayatımızı kolaylaştırıcı unsurların olup olmamasının bir anlamı kalmıyor. Misal; huzurun olmadığı yerde araban olmuş, güvenin olmadığı yerde evin olmuş, iradenin olmadığı bir yerde bilgin olmuş ne olacak! Varlığının anlamsız kaldığı noktada, sanal ve sahte bir âlemde benliğinden uzak yaşayan ölüler olarak refah içinde hayat sürmüşüz ne yazar.
Ahlaki yozlaşma büyük boyutlarda… Ahlakın hayat bulmadığı/bulamadığı yerde ahlaksızlığın cirit atması kadar normal bir şey yok, anormal olan şey bunu normalleştirmektir. Özgürlük adı altında her türlü pislik makulleşmiş, normalleşmiş durumdadır. Misal; ergenlerin Tiktok uygulamasında adeta birbirleriyle yarışarak sergiledikleri iğrençlikler had safhada ve türlü sapkınlıkları yapıyor olmalarından daha vahimi bunu gönül rahatlığıyla hiç çekinmeden/utanmadan paylaşıyor olmalarıdır. Rabbim neslimizi muhafaza etsin ama korkarım hiçbirimizin çocukları bu yozluktan âzâde olamayacak. Sadece bu tür programlar değil, özgürlük şarkılarıyla bezenmiş internet âlemi faydadan ziyade büyük boyutlarda zarar peyda eden bir unsurdur.
Akıllı telefonun en bariz kullanım zemini olan sosyal medya, çok yoğun bir şekilde duygu karmaşası yaratıyor. Gerçek âlemde yaşanılan doğal duygu atmosferleri, yerini çok hızlı geçişlerle değişen yanıltıcı sahte duygulara bıraktı. Üzücü bir gelişmeye maruz kalındıktan 5 saniye sonra eğlenceli, hemen sonrasında hüzünlü, hemen ardından erotik, biraz sonra dini duyguları vurgulayan veri bombardımanı içinde insanlar yoğun bir duygu karmaşası yaşıyor. Bu karmaşa, sağlıklı bir insanın duyularını derbeder edip benliğinden uzaklaştırmaya, harap etmeye, gerçekliklerden uzaklaştırmaya fazlasıyla yeterli. Gerçeklikten uzak, sanal duygularla yönlendirilen, benliğinden ve toplumdan uzak nesiller küresel güç odakları tarafından rahatlıkla şekillendirilmekte ve istenilen mecraya sevk edilmektedir.
Gerçeklikten uzak bu yanılsama en çok kavramlarımızı tahrip etti, kavramlar yer değiştirdi, iğdiş edildi, karman çorman hale getirildi. Bu karmaşa içerisinde istediklerini yapabiliyorlar zaten; aydınlık, karanlık; karanlık, aydınlık zannında insanlar; doğru yanlışla, yanlış doğruyla yer değiştirmiş; hak, batıl; batıl, hak zannedilmekte. Öyle bir karanlık içerisindeyiz ki, zihni boşaltılmış mankurtlar haline geldik, özgürlüğün hazzını aşılayarak köleleştirmekteler.
Her birimize baş rol oynatılan bu tiyatroda kendimizi tatmin etmekten gayri bir şey yapmamaktayız. 2000’lerin başında liberalizm rüzgârıyla iliklerimize kadar işleyen ferdiyetçi ve hümanist düşünceyle bezenmiş hayat biçimi artık tahayyül dahî edilemeyecek tehlikeli evrelerde. Her şey ama her şey bireye endeksli ve öyle bir birey ki; kendinde olmayan, kendinin sonunu getirecek olan bir birey. Aileden uzak, topluma yabancı, doğadan bîhaber, hülyalar içerisinde yaşayan büyülenmiş bir zihin.
Bu sanal âlem; eşyanın tabiatına aykırı, doğanın işleyişine, düşüncenin inşasına, ahlakın hayat bulmasına, ilmin serüvenine, siyasetin yöntemine, kültürel/sosyal/sanatsal faaliyetlerin ruhuna, eğitimin mantığına, ailevî ilişkilerin özüne aykırı; yani insanı insan, toplumu toplum yapan irili ufaklı bütün dinamiklere ters, vahim ve absürt bir durum var ortada. İşin daha da vahimi, bu durumu çok hızlı içselleştirip makulleştirdik. Daha da öteye giderek vazgeçilmez, geri dönülmez, mecbur addediyoruz kendimizi!
Bu bilişim çağı tartışma, mütalaa, etkileşim süreçleri içinde olağanüstü sağlıksız bir zemin. Fikir ve bilgi alışverişi için verimsiz bir atmosfer. İnsanlar topluluk içinde sosyalleşerek öğrenir ve gelişir, sosyal medyadaki sosyalleşme sahte ilişkiler ağıyla bezenmiş gerçek dokunuşlardan uzak yapmacık bir zemin. Yol yok, yordam yok, adab yok, usul yok, üslup yok… Bu cümleyle sıraladığımız her bir madde üzerine ciltlerce aydınlatıcı metin yazılır. Mukabiliyet yok; genç de yaşlı da, bilgili de cahil de, aydın da, yobaz da, tecrübeli de, çaylak da aynı düzlemde… [(Buradan hiyerarşi karşıtlarının söylem geliştirdiğini duyar gibiyim :)] Siz isteseniz de, istemeseniz de toplum doğal bazı katmanlar üzerine kuruludur, toplumun doğasıyla savaşmanın âlemi yoktur. Misal; tartışmanın bir adabı, usulü vardır; görmüş geçirmiş yaşta biriyle oturmasını, kalkmasını nerede ne konuşacağını bilmeyen yirmi yaşındaki bir zevzek aynı düzlemde ahkâm kesmekte, konuşmakta… Zoom’dan yapılan bir toplantı esnasında kimse haddini, yerini bilmeden konuşmakta, yerine göre saygısızlık yapmakta, sadece büyüğüne karşı değil yaşıtı olan bir dostuna dahi yüz yüzeyken söylemeyeceği/söyleyemeyeceği sözler sarf edebilmektedir. Toplumun dinamiklerine aykırı olarak herkesi tek tipleştirmekte, aynileştirmektedir bu sanal zemin. Aynilik eşitlik değildir, herkesin aynileştiği bir toplulukta aslında herkes anlamsızlaşmaktadır. Yeni dünya, bilişim araçlarıyla herkesin zihnen robotlaşıp tek tipleştirildiği, insanlığın iradenin değerlerin anlamsızlaştığı bir tatmin çağıdır.
Sosyal, siyasal, toplumsal sorumluluklarımız konusunda kendimizi tatmin etme aracı olarak kullanıyoruz bu zemini. Bir acı karşısında ağlayan bir emoji bırakıyoruz köşeye, bir zulmü dillendiren paylaşımı beğenip sosyal sorumluluğumuzu yapmanın verdiği hazla basit dünyamıza geri dönüp küçük dünyamızda yaşamaya devam ediyoruz.
Dünya küçüldükçe küçülüyor. Küresel iletişim ağının yayılımıyla ulaşılabilirliğin ve haber almanın artmasıyla Dünya’nın küçüldüğü vurgulanmakta. Olumlu yanlarından ziyade olumsuz birçok yanı var bu sürecin. Takip edilmekteyiz, kontrol altına alınmaktayız, istenilen mecraya sevk edilmekteyiz… Misal; gerçek âlemde sokakta yürürken on adım gerinizde sizi takip eden, her an gözlemlemeye çalışan, girdiğiniz yere giren, gittiğiniz yere giden, her an ensenizde duran birinden rahatsız olmaz mısınız? Hatta korkmaz mısınız? Korkmalısınız, hatta bu sanal âlemdeki takip ve kontrol mekanizmasından çok daha fazla korkmalısınız!
Köleleştirilmekteyiz… “Modern köle” tanımı, kapitalist dünyanın işçileri için telaffuz edilmekteydi ve bu fiili köleliğin form değiştirilmiş haliydi ama geldiğimiz noktada bu fiziki köleliğimize bir de zihnî köleleştirme eklendi. Zihnimiz, çok derin kurgu ve yönlendirme teknikleriyle istenilen doğrultuda şekillendirilmektedir.
En basit uygulamasını değerlendirecek olursak; navigasyon uygulamasıyla yolumuzu bulduğumuzu zannederek yolumuzu kaybediyoruz. Ortanca kızımın 4 yaşlarında yaptığı bir vurguyu kısaca burada paylaşmak istiyorum; şahid olduğu navigasyon uygulamasıyla bulmaya çalıştığımız yolun bir noktasında arkadan bir ses geldi, “Baba, niye hep o ablanın dediğini yapıyorsun?” İrkildim ve düşündüm, doğru/yanlış, niye bir talimatla işimi yapıyorum, benim düşünme, yön bulma, karar verme yetimin ne anlamı kalıyor? İnsan, hâkim olmadığı şahitliklerin kuklası olmaya mahkûmdur. Her konuda edilgen olmaya alıştığımız bu çağda bu da normal geliyor olabilir ama insan denen varlık, dünyasını şekillendirmede etken ve etkin bir varlıktır. Bizleri alelâde bir beşer olmaktan, niteliksiz bir mahlûk olmaktan çıkarıp insan yapan irademizi özgürce kullanıp hayatımızı şekillendirmedikçe aklımızı kiraya vermiş bir köle olarak yaşamaya mahkûmuz.
Gelin özgürleşelim, aklımızı ve zihnimizi kullanıp varlığımıza anlam katalım, gelin insan gibi yaşayıp insan olalım! Bizleri aptal yerine koyan, kendisini akıllı zanneden bu makinenin/programın kölesi olmak zorunda değiliz. Akla kim hükmederse, aklı kim kullanırsa, aklı kim yönlendirirse irade onda demektir. Akıl, duygudan azade bir anlam ifade etmez. Akıl, duygu ve diğer duyu organlarının bütünlüğünde bir anlam ifade eder. Duyusuz ve duygusuz bir aklın hâkimiyetinde yaşıyoruz ve hızla artan bir kullanımla insanlığımızdan uzaklaşıyoruz.
Hayatımızı kolaylaştırdığını zannettiğimiz bir yol, belki de hayatımızı, hayatımız içindeki varlığımızı yok etmektedir.
Akıllı teknoloji bizleri yalnızlaştırıyor… Yaşadığımız milenyum çağında ferdiyetçiliğin geldiği nokta herkesin aynelyakîn malûmudur, bu muhteşem yalnızlıktan memnunsanız (ki memnun olanlar da memnunlaştırılmış mankurtlardır) sorun yok. İnsan soyunun gerçek dokunuşlarla toplu halde yaşayan varlıklar olduğunu düşünürsek, bu yalnızlığın sonumuz olacağı aşikârdır. İletişim çağındayız ama iletişimsizliğin dibini yaşıyoruz. Herkes kendi sanal âleminde yapayalnız, ailesinin, akrabasının, dostlarının, yoldaşlarının ne zaman, nerede, ne halde oldukları hakkında gerçek bilgilere haiz değil.
Ailevi ilişkilerimizi, iletişimimizi olağanüstü kötü etkilemektedir. Doğu toplumları komşuluk ilişkileriyle, dost meclislerinde, akraba ve aile bağıyla bağlı bir toplumdur ama internete bağlanıp telefona kapandığımız günden beri “bizden” eser kalmadı. Dayanışma, birliktelik, hasbihal yerini yalnızlığa bıraktı.
Psikolojimizi olumsuz etkilemekte; içinde debelendiğimiz yalnızlığımızla baş başa zihin dünyamız yerle yeksan oldu. Bu çaresiz ve derin yalnızlığımız da şahsi olarak güçsüz hissetmemize neden olmakta, toplumsal dayanışma ve etkileşimden uzakta intihar haberleri had safhaya ulaşmış durumdadır. Bu güçsüzlük psikolojisiyle küresel muktedirlere karşı direnme olasılığını boş verin, daha da bağlanıp onlara gebe kalmaktayız.
Akıllı teknoloji çağı full performans hayat bulursa sağlıklı bir yaşamsal ortamımız dahî olmayacak. Radyasyon ışınlarının doğurduğu olumsuz sonuçlar şimdiden gören gözler için ortada, sonraki dönemlerde 5G ve daha da ötesi aktif hale geldiğinde, yoğun kullanımla birlikte doğan sağlık sorunlarının olumsuz etkileri geri dönüşü zor evrelere ulaşmış olacak. Sadece insanlık değil hayvanlar, bitkiler, doğanın her zerresi yıpranmış ve ifsad olmuş olacak.
Teknoloji bir araçsa, amaçlarımız doğrultusunda kullanıp insan gibi yaşayacak bir dünya inşa edelim. Araçları amaçsallaştırıp zarar gördüğümüz birçok unsuru tecrübe etti insanlık. Misal; “para” amaçsallaşınca insanı ne hale soktuğu malum, “devlet” toplum için bir araçken kutsandıkça topluma zulüm doğurmakta, “İslam” dahi insanların bu dünyada en güzel bir biçimde adil/huzurlu/güven içinde yaşayabilmelerinin yolu/formülü/aracı iken amaçsallaştırıldığı vakit nasıl yanlış tablolar doğurduğu da herkesin malumu. Zararlı olan akıllı teknolojinin kendisi değil, akıllı teknolojinin hayat bulduğu zemindir. Hayat kurgumuzu tekrar yenilememiz lazım, akıllı teknolojinin kısmi kullanıldığı, doğal devinimin olduğu bir hayat kurgusu oluşturulmalıdır. Sünnetullahtan, doğadan, doğal etkileşimden koptukça kendi sonumuzu getiriyoruz.
Fayda-zarar hesabı yapalım. İnsanlar “akıllı teknolojiyi faydalı şeylerde kullanıyorum” (büyük bir yanılsama) diyerek pervasızca tüketmekte ve içinde olduğu girdaptan bîhaber yaşamaktadır. Emeksiz/bedelsiz/çok kısa sürede edinilen “faydalı” veri/bilgi/kazanç geldiği gibi uçmakta, sanal olduğu kadar gerçeklikten uzak kalmaktadır. Gerçek bir fayda elde edebilmek için doğanın kanunları vardır, zaman ayrılması icap eder, emek sarf edilmesi gerekir, ki kalıcı bir fayda elde edilsin. Yani faydalı olarak zannettiğimiz birçok şey faydasız bir kazanım halinde bize ulaşmaktadır. Tersten doğurduğu zarar, tahayyül dahi edilemeyecek kadar büyük boyutlardadır. Bu durumda durup düşünmek gerekir, ne alıyoruz ne veriyoruz, ne getiriyor bizlerden ne götürüyor? Hayatta insan her konu için bu formülasyonu uygular: getiri götürü hesabı. Faydalı addettiğimiz şeylerin birçoğu faydasızken, tersine zarar batağına sürüklenirken niye ısrarla bu cenderenin içine giriyoruz? Kontrolsüzce hayatımızı çepeçevre saran internet âlemine mahkûm değiliz, mecbur değiliz! Vazgeçilmez değil! Tersine, insan gibi yaşayabilmemiz için bu mel’anetten en kısa sürede kurtulmamız gerektiğini düşünmekteyim.
İnsani, doğal, sağlıklı bir atmosfer arıyorsak eğer, akıllı teknolojinin hâkimiyetindeki sanal âlemden uzak durmamız hayati önem arz etmektedir. Bu noktada; akılı telefon kullanımını bırakmak olasılıksız, radikal bir karar gibi gelebilir ama en kısa sürede bundan kurtulmazsak insanlığın yok olma sürecinin bir numaralı aracı haline gelecek. Bu olasılıksızlık, mahkûmiyetimizin de ölçüsünü göstermektedir. 10 yılda hepimizi robotlaşmış, modern köleler haline getirdiler. Yeni nesli anlamak mümkün ama yoğun kullanımı daha 10-15 yılı geçmeyen bir şey nasıl hayatımızın vazgeçilmezi haline geldi, gelebildi? Bir 10 yıl sonrasında nasıl bir düzlemde olacağımızı tahayyül dahî etmek istemiyorum. “İnsan” denilen varlık, hiçbir şeye mahkûm da, mecbur da değildir; eğer mahkûm ve mecbur ise o kişinin insanlığını tartışmak icap eder. İradesini özgürce kullanıp tercihlerini yapamıyorsa, insan anatomisine sahip bir beşerdir sadece. Durup düşünelim, belirttiklerimiz ve çok daha fazlası bizlere fayda mı zarar mı doğuruyor? Ve bu sonuç karşısında irademizi kullanıp tercih yapabiliyor muyuz?
Öyle bir girdap ki bu, ne kadar bilincinde ve farkında olursak olalım toplumsal düzlemde geniş ölçekte kullanımla fertleri de mecbur bırakmakta, kişiye “kullanmıyorum” deme şansı vermemekte… Şahsen eski tarz Samsung telefonlara geçmiştim geçen sene, hattın çekmeme sorunları baş gösterdi ve farklı bazı sıkıntılardan tekrar döndüm “akıllı telefona”, aklıma tüküreyim ki giden zamanın haddi hesabı yok! Her şeyi boş verin, ahir zaman gelip çattığında pervasızca tüketip geçirdiğimiz bu zamanın dahi hesabını veremeyeceğiz.
Âdem; sonsuzluğu, sonsuz bilgiyi, hayatı hakkında sonsuz hâkimiyeti arzuladı. Geldiğimiz noktada insanların arzusu da aynı minvaldedir. Anlık ve her şeyden bilgi sahibi olma arzusu insanlığı bilgi yığınına gömdü ve yok etmektedir. Rabbimiz insana kaldıramayacağı yükü yüklememişken, kişinin kendisi sırtına ve zihnine yüklediği yük altında ezilmektedir. Yapmaları gereken basit fiilleri yapmayıp, tabiri caizse kaçıp, sarı buzağı hakkında ekstra bilgi talep edip sorumluluklarını yerine getirmek yerine lafı dolandırma yoluna gidip sordukları sorular, edindikleri bilgiler içinde boğulup lanetlenen bir kavmin örneği bütün insanlığın gözü önündedir.
Bilginin sorumluluğu… Şahitlik dolayısıyla bilgi, sorumluluk doğurur. Eskiler, yerine getiremeyecekleri/hakkını veremeyecekleri şahitlikten ve bilgiden kaçınırmış ama cahil modern insan, pervasızca ve kontrolsüzce bilgi peşinde koşar halde. Edindiğinin çoğu da kirli bilgi, bu kirlilik içinde debelenerek ilahlık taslamakta. Çaresizlik ve acziyet içinde edinilen malumatın kişiye ne faydası olacak? Bir hiç! Ekstradan, bu bilginin sorumluluğunu yerine getirmediği için bedel ödeyecek. Haricen bu acziyet ve doğurduğu ıstırap içinde psikolojisi bozulup heba olacak. Kötü haberleri izleye izleye içine ata ata midesi bulanacak, zihni buğulanacak, gönlü daralacak.[2] Buradan kastımız; bilgi edinmeyelim, olanlara gözlerimizi kapayalım, keyfimize bakalım değil. Tam tersine, bu zulümleri haksızlıkları bitirebilmek için ilk başta yapmamız ve yapabilir olduğumuz şeyleri hayata geçirmeliyiz. Vahdetimizi sağlamalıyız, (sanal değil) araştırmalıyız, çalışmalıyız, fiili gayret göstermeliyiz, Rabbimizin ‘yap’ dediğini yapmalıyız, yapmamak için kıvırıp ‘rengi neydi; dişi mi, erkek miydi, yaşı neydi’[3] diye soracağımıza amele geçmeliyiz. Sosyal medyada kendimizi tatmin edecek (gerçekliği sadece klavyeye parmağımızla dokunuştan ibaret olan) sanal dokunuşlarla fiili sorumluluklarımızdan kaçıp kendimizi tatmin edecek yollara meyletmeyeceğiz. Edindiğin, edineceğin bilginin hakkını vereceksin, veremeyeceksen hazır olacağın vakte kadar o bilgiden kaçacaksın.
Suriye’de evsiz/babasız/annesiz kalan bir yavrudan haberdar olup bir şey yapmamak bedel gerektirir. Eski dönemlerde en azından acılara şahid olmuyorduk ama hâlihazırda dünyanın en ücra köşesinde yaşanan bir acıdan haberimiz/bilgimiz/şahitliğimiz var; peki bu şahitlik karşısında ne yapıyoruz? Ben söyleyeyim; gelen malumat fotosunun altına gözyaşı döken bir emoji yapıştırıp görevimizi yapmış olmanın ulvi duygusuyla bir alttaki komedi videosunu izleyip kahkaha atıyoruz!
Kuran’a göre aslolan şahit olmaktır ve de şahit kalmaktır. Peygamber sadece haberci, aracı değildi; pratiği belirleyen muhteşem bir örnekti. Cahiliyenin tüm zorbalıklarına rağmen kendini gizlememiş, vahye tanıklığını sürdürmüştür. Şimdi bizler de şayet Resul’ün örnekliğini bugüne taşıyabilirsek çığırlar açabilir, toplumsal sorumluluklarımızın altından kalkabiliriz… İslam, vahye şahitlikle yani vahiyden haberdar olmakla hayat buluyor, tabii ki haberdar olmayı, onu anlayıp hayata geçirmekle amele dökmekle eş anlamlı kullanıyoruz.
Bize düşen, sadece seyreden, dinleyen, izleyen, tartışan, konuşan, düşünen, yorumlayan olmak değil, şahit olmak yani olaylara müdahil olmak, gerektiğinde muhalif olmak, farkımızı ortaya koymak, hakikatin tercümanı olmaktır. Bilgiyi hazmetmeden ve onu amele dökmeden bir diğerinden bir diğerini sırtımıza/zihnimize yüklemeyelim. Edinilen en ufak bir bilgi hayata geçiyorsa kıymeti vardır, kitap gibi konuşmak değil, teoriyi pratikle birleştirmektir mühim olan.
Gelinen bu noktada; “Maruz kalmaktan kaçınabilir miyiz? Yerine bir şey ikame edebilir miyiz? Etmek istiyor muyuz veya zorunda mıyız? Yeni dünyada yaşamak istiyor muyuz?” sorularına cevap vermemiz icap etmektedir.
Kurgulanan yenidünyada yaşamak istiyorsak kaçınamayacağımız aşikâr ama insan kalmak ve insan gibi yaşayıp nesillerimize yaşanabilir bir dünya bırakmak istiyorsak kaçınmalıyız. Ya müdahale edip bu gidişatı bertaraf edeceğiz ya da hicret edip, onların kurgusundan soyutlanmış bir zeminde yarınlara umut ve ufuk olabilecek, yaşanabilir doğal bir dünyacık inşa edeceğiz.
“Yerine bir şey ikame edebilir miyiz?” sorusunun cevabı, çok bilinmeyenli denklem misali karmaşık ve derin. Yerine muadil bir şey ikame etmemiz yakın gelecekte mümkün gözükmüyor ki, bu kompleksin yanlışlığını dillendirirken muadili arayışına girmektense, dünyadan ihtiyaç ve beklentilerimizi tekrardan tanımlayıp bu ödevler doğrultusunda insani ilişkiler düzleminde benzerinden ziyade güzel bir dünya inşa etmeliyiz, kanısındayım. Dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yok, acı tecrübeleri tekrar tekrar yaşamaya da gerek yok. İnsan soyu tarih boyunca ilahlık iddiasıyla çıkıp dünyayı ifsad edip helak olanların örnekleriyle dolu. İçinde bulunduğumuz bu çağ, çok farklı bir formda insanın ilahlık iddiasıyla kurgulanmaya çalışılıyor. Kurguculardan ziyade maruz kalanlarda aşılanan bu ilahlık nüvelerinden memnun ve müstekbirce bir hayat sürmekte… Bu tablo içerisinde suçlu aranmamalı, suçlu ve sorumlu hepimiziz!
Tabi, yaşanan süreci yanlış olarak tanımlamayan ve doğal olarak zorunluluk bir yana, yerine bir şey ikame etmek istemeyenlerin sayısı çokça olacaktır. Yine tarih boyu gözlemlendiği gibi toplulukların çoğu köleliğe ve aşağılanmaya meyyaldirler. Ve helak olacakları o şedid güne kadar bilinçsizce yaşayacaklardır. Aklını kullanan, soru sorma yetisine ve cevaplarının arkasından cehdetme gücüne sahip, Yaradan’ının gösterdiği yolda yürüyüp iradesiyle insan gibi yaşama arzusunda olanlar bu ahvale bir hal çaresi bulmak zorundadır.
“İnsanın içindeki vahşi duygu ve ihtiraslarla şekillenecek olan yenidünyada yaşamak istiyor muyuz?” sorusunun cevabı ‘hayır’ ise, bu girdaptan kendimizi/neslimizi/çevremizi/insanlığı nasıl kurtaracağımıza dair kafa yorup zaman kaybetmeden bir şeyler yapmak zorundayız. Aksi takdirde -ki, neredeyse bu noktadayız- engelleme ve karşı durma olasılığımız dahî kalmayacak, kurbanlık koyun gibi sütümüzden, yünümüzden ve etimizden faydalanacakları ânı bekler dururuz modern ağıllarımızda! Cevabı ‘evet’ olanlar ise; akıbetlerinin sonunu bekleyecekler ki, cahillikleriyle adapte olup idraksiz bir hayat içinde ıstırap çekmeyeceklerinden dolayı daha şanslı gözükmektedirler. Cahillik güzel şey ama ahir zamanda hepimizin işi zor.
İçinde bulunduğumuz irili ufaklı bütün sorunların, modern insanın akletme mantığından, ihtiyaçlarından ve öncüllerinden kaynaklı olduğu düşüncesindeyim. Metin içerisinde kısa kısa vurguladığımız ve tespit edemediğimiz daha birçok unsurun derinlemesine irdelenmesi gerekmektedir. Bu noktada; akl-ı selim ve dertli insanlardan müteşekkil bir zemin oluşturup, içinde bulunduğumuz bu bilinmezlikleri tespit edip çareler üretmek için birlikte çalışmayı ve kafa yormayı teklif ediyorum.
İnsan gibi yaşayabileceğimiz güzel bir dünyada buluşma arzusuyla…
[1] Psikopolitika, Byung-Chul Han, Metis Yay.
[2] Yeşil Yol (The Green Mile), Frank Darabont
[3] Bakara Sûresi, 67-74
Yorumlayın
Yazılar
GASSAL: Ölümün Farkındalığının Hayatı Düzenleme Eğilimine Etkisi – Engin Yüksel
Yayınlanma:
2 hafta önce-
Ocak 5, 2025Bir daha düşündüm: Gassal kesinlikle bir başyapıt!
Çünkü…
Bir başyapıt, evrensel önermeye bağlı bir kurgunun karmaşık örgü ve buna uygun karakter derinliği ile ortaya çıkar. Gassal’da bunlar fazlasıyla var.
Eser bize, ölümün farkındalığının hayatı düzenleme eğilimine etkisi üzerinden bir pencere açıyor. Dizideki karakterleri “ölümden korkanlar” ve “yaşamın içinde savrulanlar” diye ikiye ayırabiliriz ama ölümü anlayan bir tek Gassal var. İşte bu anlama, Gassal’ı diğerlerinden farklı kılıyor.
İlk karakter, şoför. Ölümle ilgili tek fikri, korku ve kendini savunmak… Silah metaforu ile verilen şoför, diğer tüm karakterler gibi hayatın normal akışı dışında bir yaşama sahip: Kız kaçırmış ve kaçırdığı kızın ailesi tarafından öldürülüyor.
İkinci karakter, Gassal’ın yardımcısı. O da ölümden korkuyor ancak kaçmak dışında bir tavır geliştiremiyor. Ölümü anlamaktan çok uzak!
Üçüncü karakter, hemşire kız. Yaşamı kendi üzerinden okuyor ve çocuğu olmamasını kendisi kabullenmediği gibi başkasının da kabullenmeyeceğini düşünüyor. Yaşamın gerçekliği yerine kendi gerçekliğini yaşıyor.
Dördüncü ve beşinci karakterler bir çift, Ahmet ve Neslihan. Eserdeki normal algımızı inşa ediyor gibi görünen çift de aslında bir başka gerçekten kaçış hikayesi taşıyor: Kendi cennet bahçelerini oluşturmuşlar. Çitleri bile var! Ütopyaları, ışıklı havuz! Ve ölüm… Final, bu çift üzerinden kurgulanmış. Yazının sonunda yine değineceğim.
Altıncı karakter, baba. Kendisinin de dediği gibi, ondan ne koca olur ne de baba! Hayata rağmen kendi gerçekliğinin peşinde savrulan biri. Hazcı. Hedonist. Ölüm yokmuş gibi yaşıyor.
En komik karakter de şüphesiz kız kardeşleri kaçırılan köylü ve çevresindeki tipler. Bolca geleneksel doku üzerine serpiştirilmiş felsefi cümleler ve finalde konunun festivale bağlanması doğu tipi aydının çıkmaz sokağından bize sesleniyor.
Gassal’a araba ile çarpan dejenere tip ve ailesi ise günümüz ortalama insanını çok iyi sunmuş. Hiçbir çıpası olmayan bu tipler sadece kendi korkuları ile çıkarları açısından dünyayı algılıyor ve her cümleleri mantıksızlığın tutarlı mantığı olarak bizi dehşete düşürüyor!
Bir de aralara yerleştirilmiş ekonomi politiği açıklayıcı tipler var. Kasiyer kız ile hayatın gerçekliği karşısında kapitalist yanılsama, ölümüne kavga ettirilmiş. Muhteşemdi!
Filmin finali çok sertti. Cidden çok sertti. Dünyada kimse kendi küçük cennetini inşa edemez. Hayatın gerçekliğinin farkındalığı esastır ve bundan kaçış küçük cennetler üzerinden olmaz. Tamam, ben de üzüldüm en sempatik çiftin ölmesine ama konforlu alan göndermesi lazımdı da bu kadar içimizi acıtması acaba eseri anlamamıza çok mu engel oldu? Çok mu duygusal bulduk diziyi; bıçak gibi sert ve keskinken!
Ölüm, bize bir çıpa verir; kendimizi ve ötekini anlamamıza dair. “Hakkımız olan” ve “ötekinin hakkı” kavramları, ölümle anlam kazanır. Ölümün farkındalığı bizi makul olanı inşaya zorlar. O mahallede, o küçük cennet makul değildir. Sevimlidir, romantiktir özenilesidir ama makul değildir.
Gassal’ın, istemeye gittiği kız ve ailesinin analizini ise sizlere bıraktım.
Dimeşk; bu toprakların kadim hikâyelerinin yazıldığı nadir beldelerdendir. Milenyum sonrası inşa edilen yenidünya düzeninde yine kilit rolü üstlendi ve ahalisi türlü türlü ceremelere gebe kaldı. Ortadoğu’yu arzuları doğrultusunda kendilerine risk teşkil etmeyen parçalara bölüp şekillendirme evresi sonlara yaklaştı, etken değil de edilgen konumda oldukça elde ettiğimiz her bir özgürlük alanı başka bir açıdan esaretlerimizi daha da derinleştirmektedir.
Değil bu beldede veya benzer konularda, en ufak bir konuda dahî tek bir etkene göre hareket etmeme kaidesini işletip hareket etmemiz gerekmektedir. Esad dün de zalimdi, kimse Esad harika/şirin/mükemmel bir yönetici, demedi hiçbir zaman; koca bir Ortadoğu’nun kaderini şekillendirecek tavırlarımız, sadece bir etkene veya bir kişinin olumlu olumsuz varlığına göre şekillenebilir mi hiç?
Mesele, özgürleşmek değil; mesele, ne zaman ve nasıl özgürleşileceğidir. Başkasının gölgesinde edinilen özgürlük ne kadar, ne tür bir özgürlüktür? Önemli olan özgür halkların, özgünce yaptığı inkılaplardır.
Her şeyi boş verin, iki dakika durup bir düşünün “Bu insanlar ne diyor?” diye. Müslümanların, mazlumların, ezilmişlerin kötülüğünü mü istiyoruz, diktatör âşığı mıyız, işimiz gücümüz yok da dertsiz başımıza dert açan mazoşistler miyiz? Yok, başka bir şey varsa kulak verin! Esen rüzgâra, akan suya, önüne konana, zahiren gördüğüne, olmakta olana göre hareket etmek kolaydır. Mühim olan önüne konanı ve olanı sorgulamaktır; zan atında kalsan da çevrenle kötü olsan da yerel ve küresel muktedirlere terste düşsen, hakikati araştırıp bulma gayretidir.
Koca ümmetin çoğunlukla tek yaptığı şey karşılaştığı birçok vakıaya karşı duygusal refleks göstermek, etraflıca düşünüp sonucunu değerlendirmeden esen rüzgârın arkasından savrulmaktır. Ki; “Müslüman aynı delikten iki defa sokulmaz!” diye uyarmıştı son Nebi ama yanı başımızda Irak, Tunus, Libya gibi örnekler öylece durmaktayken bu tecrübelerden nasıl olur da dersler çıkartamıyoruz, anlamak mümkün değil!
Tamam, yerel diktatörden kurtulduk! Peki, küresel muktedirlerin emelleri ne olacak? “Kervan yolda düzülür.” diyorsunuz sanırım, “Muhaliflere zaman verin!” deniyor ama Gazze’nin zamanı yok, yarınlarımızın kaybedeceği bir günü dahî yok! Geldiğimiz noktada, cümbür cemaat Suriye sınavını kaybettik! Suriye, Esad hanedanından kurtuldu ama üzerinden bu topraklara ekilen karşıtlıklar daha da derinleşti ve belirsizlik kat be kat arttı.
Suriye halkının yılladır çektiği ıstırapları kıyaslamak, tercih etmek, küçük görmek kimsenin haddine değil, kastımız da bu değil zaten. Misal; Hama katliamı sırasında bombardıman emrine uymayıp hapse atılan ve “öldü” sanılan pilotun 42 yıl sonra cezaevinden çıkması üzerine tarih baştan yazılır; bir kız çocuğunun babasına kavuşması üzerine akan sular durur. Bir diğer yandan ne yazık ki üzerimize çığ devriliyor, işaret ettiklerimiz yaşanan acıların karşıtı değildir. Onlar; bize yaşatacakları acıları da yine bizim üzerimize basarak yapmaktadırlar. Bu çarkı, kısır döngüyü bugün kırmazsak yarın bunun on mislini yaşayacağız; sonraki kuşaklar ise elli mislini yaşayacak!
Suriye yönetiminin zalimlikleri, yanlışları, sorunları, bizlerin nasıl hareket etmemiz gerekliliği için tek başına yeterli olmayacağı gibi diğer taraftan Esad’a karşı mücadele edenlerin salt iyi niyetine göre de hareket edemeyiz. Küresel denklemler ve gelişmeler öyle senin benim iyi niyetimize, arzularımıza göre şekillenmiyor. Adamlar profesyonelce siyak sibakını da inşa ediyor, yönlendiriyor, manipüle ediyor.
Savaş öncesindeki Esad’ın diktatörlüğünün zalimliklerinin hanedanlığının yanlışlıklarının (yine ilk günlerde dediğimiz gibi) çözümü Amerika’nın su yolunda değil, kendi dinamiklerimizle hayat bulmalıydı. 2011 sonrasında haklı-haksız arayışı ve tanımlamaları yersizdi çünkü Suriye’de bir savaş yoktu, bir kaos vardı ve kaosta haklı haksız aranmaz. İşletilen intikam ve kan davasından, ihtiras ve taassuptan ancak zillet doğar, belirsizlik artar ve belli çevrelerin istedikleri de bundan başka bir şey değil! Son Nebi, son sözünde “Her türlü kan davası ayağımın altındadır!” dedi mi, demedi mi? Aksâ Tûfanı’nın ilk günlerinde “Suriye tecrübesinin kötü izlerini Gazze kapatır, vahdet sağlanır da bölgemizden siyonizmi ve emperyalizmi def edip özgürleşiriz!” diye umut etmiştim. Maalesef şu an, bu umudumun tam tersi olmakta…
Şahsen 2006 yılında Şam’da okuyup geldikten sonra Esad hanedanlığının oluşturduğu korku imparatorluğundan bahsedip “Bu rejim devrilmesi gerekir!” derken şimdi bizi tefe koyanlar yine o anda esen rüzgâra göre kolay olanın arkasından savrulup hiçbir rahatsızlık emaresi göstermiyorlardı. Kaosun başlarında bizler yine sunulanın ters köşesinde kaldık, şimdi de öyleyiz hamdolsun! Kimse kusura bakmasın “Cambaza bak, cambaza!” diyerek sahnelenenlere göre hareket edemeyiz.
Olayların dış yüzüne göre değil de iç yüzüne göre hareket etmek, Âdem’den kıyamete kadar kişiyi hakikate götürecek doğanın temel bir kanunudur. 2011’de “Durun, bu böyle olmaz; bu işte bir gariplik var!” diyenler, sizin gibi mezhebî taassuplarından dolayı veya hedef tahtasına konan basit bir diktatöre göre değil, İsrail’in güvenliği ve emperyal yayılmaya zemin sağlayacağı için sürece temkinli yaklaşıp uyarılarda bulundu. Hadi diyelim geçmişte meselenin iç yüzü tam görülemedi, yaşanan kötü tecrübelerden sonra gelinen noktada ve Gazze ortada dururken bu yaşananlar, artık cahillikle, öngörüsüzlükle, düşüncesizlikle açıklanamaz! Maalesef itham ettiğiniz kesim değil, tersten sizler salt ve basit bir mezhebî taassupla, ihtirasla, kan davası güderek düşünüp konum almaktasınız.
Batılı aklın bölgemizde tek bir şeye ihtiyacı var: belirsizlik! Bu belirsizlik ortamında istediği gibi at koşturabiliyorlar, istediklerini yapabiliyorlar. Ki, bir şey yapmalarına da gerek kalmıyor, kendi kendimize yapıyoruz ve onlara tehlike teşkil edecek konumda olamıyoruz. Bu püf noktanın farkındalığına varabilirsek belki önümüzü aydınlatıp yarınlarımızı kendimiz şekillendirebiliriz. Aksi takdirde bugünkü zelil hâlimizden çok daha kötü günler bizi bekliyor olacak. Bu ve benzeri temel kaidelere dikkat etmedikten sonra üçüncül, dördüncül hususlara göre reflekslerimizi şekillendirirsek sonuç hepten hezimet olacaktır.
Uyarılarımız, vurgularımız, çığlıklarımız bir varsayım veya olasılık değil, aynelyakîn yaşadığımız gerçeklerdir! Irak, 22 yıldır hâlâ ayakları üzerinde istikrarlı ve sağlam bir yapı kuramadı, Libya 10 yıldır harabeye döndü ve hâl-i hazırda bir boşlukta sürüklenmektedir. Bu tabloların kendi halkları nezdindeki kazanım ve kayıpları ayrı mesele, asıl mesele İsrail’e ve Amerika’ya tehlike teşkil etmekten çok uzak, varlık mücadelesi vermeye mahkûm ve mahrum topraklar olarak karşımızda durmaktalar. Diyeceksiniz ki, şu andaki mevzumuz olan Esad zulmünden halk nasıl kurtulacaktı? Her konu için ve her zaman dediğimiz gibi kendi ihtiyaçları, kendi dinamikleri, kendi dili, kendi belirlediği zamanda, kendi araçlarıyla özgürlüğüne kavuşmalıydı. Gelinen noktada (bizi boş verin) sahada mücadele eden tek bir kişi dahî “Biz özgünce, yukarıdaki argümanlar ile özgürlüğümüzü elde ettik!” desin, bütün sözlerimizi geri alacağız. “(Maslahat icabı da olsa) Amerikan silahlarıyla cehdetmedik, bölgesel veya küresel çıkar odaklarının parasını almadık” desinler, ömrümüz boyunca tek bir kelime dahî sarf etmeyeceğiz. Kendi ihtiyaçlarımıza binaen kendi istediğimiz zamanda kendi açtığımız yollardan yürüyüp yol aldık.” desinler, ellerini öpeceğiz.
Bu arada; uyarı ve söylemlerimizin yanlış çıkmasını ne kadar çok istiyoruz, tahayyül dahî edemezsiniz! Yanılmış olmak bizi cân-ı gönülden bahtiyar edecektir. İnşallah kısa sürede bir nizam sağlanır, inşallah iktidar mücadelelerine girip bir iç karmaşa çıkmaz, inşallah emperyalizm ve siyonizm bölgemizden kazınır, inşallah mazlumlar huzur bulur, inşallah Gazze ahalisine umut olacak hamleler yapılır. Yalnız bunlar için sadece samimiyet yeterli değildir, bunu da unutmayalım!
Geldiğimiz noktada biraz da “olan”ı irdeleyelim: Suriye, 13 yıllık sürecin sonunda, son 5 yılda öyle böyle bitmiş bir iç savaş sonunda birdenbire 5 günde tamamen çözüldü. Bu nasıl oldu, içerideki zaaf kim tarafından fısıldandı, kimler yol verdi, hangi ihtiyaca binaen ne zaman cereyan etti ve önemli soru olarak, bu kime yaradı/yaramakta/yarayacak?
Suriye’deki diktatörlüğün ve hanedanlığın bitmesi, korku ve baskı atmosferinin dağılması kendi içinde değerli ve kimsenin karşı çıktığı bir husus değil; özellikle hapishanelerdeki haksız yere duran mazlumların fiili özgürlüklerini elde etmesi paha biçilmez bir kıymet! Tek başına bunlar dahî kelimelerle ifade edilemeyecek artı değerlerdir. Yeterliyse sorun yok ama öncesi ve sonrasıyla, etki ve yansımalarıyla, yerine oluşacak olgunun “ne”liğinden kimler için ne ölçüde bir tarlaya dönüşeceğini ve doğuracağı sonuçları irdeleyip belirlemek önem arz etmektedir. Tabii ki her sonucu mutlak manada önceden öngörüp tanımlamak mümkün değildir, çoğu vakit halis niyetlere göre yolda şekillenir arzu edilenler. Ama bu kadar da âşikâr olan hususlar ve yaşanılan tecrübeler varken durup kırk kere düşünüp öyle hareket etmemiz gerekmez mi? Olan-olmayan her şeyi boş verin, Netanyahu dâhil İsrail içinde her mevkideki kişiler açık ve net bir şekilde memnuniyetlerini belirtip ısrarla Suriye’nin özgürleştiğini vurgulamaları hiçbir anlam ifade etmiyor mu sizler için!
Zamanlaması mesela, İsrail’in Hizbullah’ı bastırıp ateşkese zorlamasından henüz 24 saat (Sizce normal mi?) geçmemiş ve Gazze öylece ortada kalmışken, ABD başkanlığına gelecek deli, “20 Ocaktan sonra sizlere cehennemi yaşatacağım!” demişken…
Astana sözleşmesi bağlamında İdlib’i kontrol ve koruması altında tutan Türkiye’nin yol vermesiyle başlayan harekâtta eş zamanlı olarak bir yandan YPG kuzeyden saldıracak, bir taraftan Amerika, Irak sınırındaki unsurları bombalayacak. Bir diğer tarafta İsrail; Suriye havaalanlarını/üslerini/Lübnan sınır kapısını (sonraki saldırılar değil, aynı günlerde) vuracak; aynı zamanda Golan tepelerinden Hermon dağını tümden işgale yönelerek saldırıya geçecek, sen de bütün bu gerçekleri kendine yedirip hem de (ihtiyaçtan da olsa) Türkiye ve Amerika’dan edinilen silahlarla yol alacaksın! Genel olarak da konjonktüre göre konum alan halk kitlesiyle birlikte devrim yapacaksın, bir de üzerine İslam devleti kuracaksın öyle mi! Başka sorum yok hâkim bey!
Liberaller “Otoriter Esad gitti!” diye; Türkçüler “Halep’e Türk bayrağı asıldı!” diye; Kürtçüler “YPG güçlenip Kürdistan’ı kuracak! diye; Müslümanlar “İslam devleti kurulacak!” diye seviniyor. Şahsen sadece cezaevinden kurtulan mazlumlar için seviniyorum, yarınlarımız için üzülüyorum.
Asıl mühim olan, Dünya tarihinin en büyük soykırımı yaşanırken Gazze’nin yalnızlaşmasıdır. Gelinen noktada neredeyse Gazze üzerine konuşan dahî kalmadı! Mesele sadece Gazze’ye ulaşan direniş kanalının kesilmesi de değil, belirsizlik ortamı ve sonrasına dâir olasılıklar asli etkendir. Ümmet zaten yalnız bırakmıştı, seversin sevmezsin destek veren tek silahlı güç olan İran’ın kolu kanadı kırıldı. İsrail, Gazze’de katlettiği yüz binlerce canın üzerine bir milyon canımızı daha yaksa, yarın Mescidi Aksa’yı fiilen yıksa kim, ne yapacak; bundan sonra bir şey yapabilecek olan var mı? Düşüncesi veya sözü olan buyursun! Sonuç ne? Sonuç belirsizlik… Sürekli belirtiğimiz gibi, adamların tek ihtiyacı da buydu zaten!
Sormamız gereken soru şudur: Müslümanlar niye özgür değil? Vahdet içinde değil… Süreçleri yöneten değil, yönlendirilen… Tercih sunan değil, tercih etmek zorunda kalan… Zalimlerden zalim beğenmeye mecbur olan… Yapacağı ya da yapmayacağı şeylerin zamanını kendisi belirleyemeyen…
Özgürlükler verilmez, alınır. Verilen haklar yarın geri alınır veya iğdiş edilip kavramın içi boşaltılıp değersiz hale getirilir. Misal, başörtüsü serbestliği… Bu kaide; ulusal devletler dâhilinde ve belli bir toplumsal meselenin yanında, küresel düzlemde daha da önem arz etmektedir. Haklar ve özgürlükler kendi dinamikleri, dili, araçları, eliyle kazanılırsa kazanım olarak tanımlanabilir. Başkasının araçlarıyla, müsaade edilen, yol verilen kanallardan edinilen kazanımlar sahte özgürlük zeminleridir, yarın çok daha derin esaretlere mahkûm olunur.
Bir de aklıma şöyle bir soru geldi: Bölgemizdeki en başat diktatör ve zalim olan, Mekke’yi Medine’yi hanedanlığına kale yapmış, Kabe’yi esir etmiş Suud ailesine Amerika başta olmak üzere Avrupa niye demokrasi götürmüyor? Batıyı boş verin bizim mücahitler akıllarının ucundan geçirmişler mi Suud diktatörünü yıkmayı, kalemşörlerimiz diktatör diye tanımlayabilmiş midir? Hiç zannetmiyorum, sizce de garip değil mi? Yoksa tanımlamalarımızı, tercihlerimizi, önceliklerimizi farkında olmadan doğrudan ya da dolaylı olarak başkaları mı yönlendiriyor?
Adamlar işini çok iyi yapıyor. Bu dünya dahilinde Allah’ın kanunu ve vaadi açık, vahdetini sağlayıp çalışan ve işini iyi yapan kazanır. Yaşadığımız çağ, tamamen algı yönetimi ve toplum mühendisliğinin işletildiği bir dönem. Her zaman işleyen basit yöntemde olduğu gibi tek yapmaları gereken aramızda fitne çıkartmak; etnik olsun, mezhebi olsun, düşünsel olsun, fark etmez! Sonrası kolay; içine düştüğümüz handikapları pişirip pişirip şekillendirmek… Bu handikaplar onların üretimi değil tabii ki, gerçek olan şeyler. Misal; Esad diktatör ve devrilmesi mazlumlar için elzem bir durum ama sonrası… Sonrası muamma! Sonrasında yerine konacak şey ne; makul bir nizam, huzur, güven, adalet, özgürlük mü? Yoksa belirsizlik içinde debelendiğimiz başka bir esaret mi?
Kur’an’dan ve hayat tecrübesinden öğrendiğimiz üzere “hakikat”, toplumun çoğunun yöneldiği yerin tersine düşmektedir. Bizler hakikat yolunda çoğu zaman esen rüzgâra sırtımızı döndük, akıntının tersine kürek çektik, yalnız da kalsak, çevremizce kötü de anılsak, çileye dûçar da olsak, kalabalıkların aksine en azından akledebildiğimiz kadar bulduğumuz doğrulardan geri durmadık, durmayacağız. Şucu, bucu, oncu potasına düşme korkusuna kapılmadan, maslahat güdüp stratejik hareket edip denge siyaseti yapmadan, atmosferin akışına göre (ki hakikati örten en başat unsurlardandır) ne şiş yansın ne kebap anlayışıyla makul açıklamalarda bulunmadan, zamana bırakmadan doğru bildiğimizi bütün açıklığıyla söyleyip hakikat arayışında olmaya devam edeceğiz. “Hakikat” ya şiştedir ya kebapta… “Zaman” çoğu vakit ve konuda derde deva olurken, bu noktalarda yarayı daha da derinleştirmektedir.
Bu saatten sonra konuşmak da yersiz sanırım… Rabbim bugünlerde Gazze halkının, yarınlarda bütün mazlumların yar ve yardımcısı olsun! Rabbim neslimizin, İslam üzere ayaklarını sabit kılsın!
Yazılar
Suriye’de “Üçüncü Yolun” Kapıları Yeniden Açılırken – Arif Karaçam
Yayınlanma:
2 ay önce-
Aralık 2, 202427 Kasım 2024’te Heyet-i Tahriru’ş Şam’ın öncülüğünde başlatılan saldırılar sonucunda Esat Rejimi’nin kontrolündeki Halep şehrinin hızla el değiştirmesi herkesi şaşırttı. Muhalif güçlerin Hama’ya doğru ilerleme kaydedebilmesiyle Esat rejiminin tamamen çözüldüğüne yönelik iddialar konuşulmaya başlandı. Fakat rejim güçleri Hama kırsalında muhalif grupları durdurmayı başarmış görünüyor. Yeni statükonun sınırları tam olarak nereden çizilecek kestirebilmek zor lâkin Suriye’de çok fazla can almış iç savaşın yeniden hortladığından bahsetmek için erken değil.
Suriye halkı on üç yıldır süren bu berbat boğazlaşmadan ötürü çok büyük bir bedel ödedi. Savaşlar haddizatında insan soyunun en iğrenç pratiğidir. Her türlü haksızlığa zemin hazırlar, her türlü adaletsizliği meşrulaştırır. İç savaşlar daha da beterdir: Aynı dili konuşan, aynı yurdu paylaşan insanlarının birbirlerini boğazladığı korkunç mücadelelerdir. Eğer ortada adil ve onurlu bir çözüm olanağı varsa savaşı sürdürmek cinayetten başka bir şey değildir.
Suriye iç savaşının tarihi karmaşık ve uzun fakat şimdiye dek yaşananları şöyle özetlemek mümkün: Esat rejimi tarafından hunharca boğulmaya çalışılan Suriye halkının haklı isyanı, dış güçlerin erken askerileştirme operasyonu sonucunda silahlı çatışmalara evrildi. Fakat Türkiye, Katar ve ABD gibi güçlerin tesiriyle Suriyeli muhalifler askeri ve siyasi çatılar kurabilmişse de bu yapılar ABD’nin koşullarını sağlayacak asgari bir ahenk ve kapsayıcılığa ulaşamadı. Aşamalar içinde cihadî selefi örgütlerin mücadelede ağırlığı devralmasıyla ABD rejim değişikliğini sağlamak için aktif müdahalede bulunma iradesini göstermeyi reddetti. Suriye’deki bu boşluğu Rusya doldurdu. Neticede, önce Hür Subaylar Hareketi ve sonra ÖSO’yla temsil edilen Batı yanlısı muhalif güçler gitgide zayıfladı ve Suriye sahasını cihadî selefi gruplar domine etti. Bu durum, rejimin tüm hikâyeyi bir “terörle mücadele” meselesine indirgemesine olanak tanıdı. Neticede, son sahnede hemen tüm muhalif güçler cihadî selefiler haline gelmişti ve büyük bir hezimetin sonunda İdlib’e sıkıştırılmışlardı.
Böylece iki açıdan herhangi bir müzakerenin zemini kalmamıştı: Öncelikle bu yapı “ulusal” değil “küresel”, kapsayıcı değil tekfirci, müsamahakâr değil katı ve yasakçıydı. Üstelik dış destekleri de tartışmalıydı. Dolayısıyla rejim, kolayca meşru aktörler olmadıklarını iddia edebilirdi. İkinci olarak, İdlib’teki “Kurtuluş Hükümeti”nin herhangi bir pazarlık gücü yoktu. Zira yalnızca İdlib bölgesini kontrol ediyorlardı ve zaten bir yenilginin sonucu olarak oradaydılar. Dolayısıyla rejime göre tüm öykü artık bir terörle mücadele meselesi olarak “İdlib Sorunu”nun nasıl çözüleceğinden ibaretti.
Fakat 27 Kasım’da başlatılan saldırılar bu sahneyi alabildiğine değiştirdi. Öncelikle HTŞ bu saldırılar aracılığıyla askeri anlamda rüştünü ispatladı. Geçen yıllarda ABD yaptırımlarının etkisiyle Esat rejimi çöküşe giderken İdlib’teki yapının görece yüksek bir idari ve askeri kapasiteye ulaşmış olduğu görüldü. İkinci olarak, bu süreçte HTŞ’nin hiç de alışıldık cihadî selefi refleksleri sergilemediğini gözlemledik. Azınlık gruplarının Suriye’nin bir parçası olduğunu ilan ettiler, şehri ele geçirdiklerinde yargısız infazları ve yağmaları cezalandıracaklarını açıkladılar. Kamusal söylemlerinde de rejimden mezhebi kimliğini hiç telaffuz etmeden, “suçlu rejim” tabiriyle bahsettiler. Tam da bu iki faktörle beraber kurulan yeni sahne, Suriye’de müzakereleri yeniden mümkün kılabilir.
Kanaatimce, Suriye’deki iç savaşla ilgili dışarıdan bakan tüm tarafların kabul edebileceği iki olgusal gerçeklik mevcut. İlk olarak Esat diktatoryası adil ve sürdürülebilir değildi ve Suriye’de halk isyanında haklıydı. İkinci olarak, bugünkü koşullarda Esat diktatoryası HTŞ aracılığıyla devrilirse, İsrail’e karşı direnişin en önemli ayaklarından biri olan Hizbullah’ın ikmal hattı kesilmiş olacak. Aynen Suriye halkı gibi, Lübnan halkı da İsrail’e karşı kendini savunmakta haklı ve bu da Suriye’den geçen ikmal hattına bağlı. Üstelik Lübnan direnişinin Filistin direnişi için çok önemli olduğu da su götürmez bir gerçek.
Bu durum, Suriye’de olası bir adil çözümün unsurlarını şekillendiriyor. Esat’ın görevden el çektirildiği veya en azından geçici bir süre için sembolik bir makama razı edildiği, Suriye’deki sistemin muhalif güçleri de içine alan bir geçiş hükümetiyle esnetildiği, uluslararası gözlemcilerin takip ettiği çok partili seçimlere olanak tanıyan, Suriye halkının özgürce yurduna dönmesine ve Suriye’nin yeniden imarına imkân veren, mücadeleyi askeri boyuttan siyasi boyuta çekerek Suriye halkının ilk etapta haklarının önemli bir kısmına sahip olarak ilerleyen süreçte de dahasını temin etmenin araçlarını haiz kılındığı; öte yandan Suriye’nin hiçbir bölgesel devlete hele mezhebi sebeplerle düşman olmadığı ve bir şekilde İran ile Hizbullah arasındaki ikmal hattının da ikincil yapılar aracılığıyla varlığını sürdürebildiği bir anlaşma zeminini tartışmak gerekiyor.
Siyaset haddizatında çıkarları birleştirme ve ayırma sanatıdır. Bugün Suriye halkının haklı talepleri, ABD’nin bölgesel çıkarlarıyla aynı potada eritilmiş durumda. Bu ikisi birbirinden ayrılabildiği takdirde hem yerel hem de bölgesel açıdan adil bir çözüme ulaşmak imkânsız değil. Elbette, bölgesel devletlerin önemli bir kısmının kendi çıkarlarını da ABD’ninkilerle eşitlediği düşünülürse bu zor bir görev. Fakat Suriye’de yeniden alevlenen çatışmaların aylar süren ve Suriye halkının hayatını yeniden kâbusa çevirecek bir yıpratma savaşına dönüşme riskinin gerçekçi olduğu mevcut koşullarda Türkiye’de devlet dışı aktörlere düşen görev, elini taşın altına koymadığı bir savaşta taraflardan birini sınırsızca destekleyerek amigolaşmak yerine bu tip bir çözümün olanaklarını araştırıp otoritelere empoze etmeyi denemek olmalı.