Yazılar
Müslüman, İstikâmet, Dolaylı Yol ve Noktalar – Sait Alioğlu

Yayınlanma:
2 yıl önce-

Çoğu kez test edilmiştir ki içi su dolu bir bardak sonsuza dek dolu kalmamış, içerisindeki su bir miktar da olsa azalmıştır.
Bu fiziki gerçeklikten yola çıktığımızda sosyal alanda da hiç bir şeyin aynı kalmadığı bilinmektedir.
En küçük ve önemli bir kurum olan aileden başlamak üzere etnik, kavmi ve belli bir kültür ögesi üzerinden oluşan insan topluluklarının da bir müddet sonra birtakım sebeplerden dolayı başkalaştığını, belli bir değişine uğradığını ve giderek çehre değiştirdiğini bilmekte ve gözlemlemekteyiz.
Bu tür toplumsal değişimler dinî kümeler açsısından ele alındığında mukadder olanın, suyun bardakta olduğu gibi sabit durmadığı fiziki gerçekliği göz önüne aldığımızda kendiliğinden belirginlik kazanacağı gerçeğidir.
Vahiy kanalıyla geldiği bilinen ama zamanla içerisine insan unsurunun karışarak tevhidî özünü kaybedip bâtıl bir karakter kazanan dinlere mensup insanların/toplulukların önce mezhep, meşrep; daha sonra da indî kanaatlerin gölgesinde asıl olan istikametten saptıkları gerçeği, “ümit ve korku arasında” yaşayan biz Müslümanları da haliyle kaygılandırmaktadır.
Bundan dolayıdır ki Müslüman bir kişi, her gün beş vakit namazında Fatiha sûresi vesilesiyle “sırât-ı müstakîm”e vurgu yapar.
Bu vurguyla birlikte dosdoğru yolda kalmak, kalabilmek için şu beyân-ı ilahî, meseleyi ne güzel özetlemektedir:
Allah’a ve Peygamber’e itaat edenler, Allah’ın nimetlerini bağışladığı kimselerden olacaklardır: peygamberler, hakikatten hiç sapmamış olanlar, hakikate [hayatlarıyla] şahitlik yapanlar ve dürüst ve erdemli olanlar: işte böylelerininki ne güzel birliktelik[ler]dir! (Nisa, 69)
İstikamet belli ama bu istikamet nasıl korunacak? Bunu birçok şekilde izah etmek elbette mümkündür fakat esas olarak yukarıdaki ayetin içeriği bize pek çok ilkeyi sunmaktadır.
Her ne iş yaparsak yapalım, her ne konumda olursak olalım ve ne tür yapılar ihdas edersek edelim, temel düsturumuz ilâhî gerçeklik ışığında hareket etmek olmalıdır.
İstikamet belli, ya dolaylı yollar?
Ama dâvâmız uğrunda üstün gayret gösterenleri, Bize varan yollara mutlaka yöneltiriz: Allah, kuşkusuz, iyilik yapanlarla beraberdir. (Ankebût, 69)
Bu yolların, tevhidî gerçekliğe aykırı olması düşünülemez bile. Aksi ise, akla ziyandır!
Burada, dinin muhatabı açısından kabul edilmesi, anlaşılması ve yaşanması bağlamında hukuk, yani fıkıh açısından bir mezhebe/ekole ihtiyaç hâsıl olabilir.
Bir yapının ortaya çıkmasının önkoşullarından en önemlisinin, vâr olan mes’elenin anlaşılmasına yönelik ihtiyaçlar olduğudur.
O zaman, salt iyi niyetle düşündüğümüzde, mezheplerin de çıkış noktalarının ihtiyaç içre olduğu kendiliğinden anlam kazanacaktır.
Burada önemli olanın, anlaşılmaya yönelik ihtiyaçların tespitinin nasıl ve hangi kriterlerle belirlendiği, hangi yol ve yöntemlerle hareket edildiği olacaktır.
Olması gerekenler iyice tespit edildikten sonra, devreye içtihat olgusu girecek veya geniş erimli bir düşünce pratiği başlayacak, kendini değişen şartlar açısından yeniden var kılacak ya da düşünce pratiğine ket vurulup, kurum devam ettiği halde bir gerileme hali yaşanacak ve mevzu, kötü bir şekilde tarihe karışacaktır.
Birisi kalkıp bizim “kendi başımıza” bir mezhep oluşturacağımız zehabına kapılmasın! Öyle bir düşüncemizin olmadığını peşinen belirtmiş olalım. Niyetimiz, mezhep olayı bir tarafa, başlıkta da vurgulamaya çalıştığımız gibi oluşturulabilecek yapıların bir mutlaklık içermeyeceğini ve hakikatin yerine geçemeyeceğini izah etmektir.
Öyle ki, insanlar dünde olduğu üzere, bugünde –belki yarınlarda da- kör bir mantıkla donuklaştırıp anlaşılmaz kıldığı din ile mezhep dâhil sosyal, kültürel ve en önemlisi de siyaset kurumunu da mutlaklaştırma eğiliminde olmuştur.
Diğer din mensuplarından az buçuk sarf-ı nazar edip Müslümanların tarihine yoğunlaştığımızda Hâricîler’den tutun da Şia’ya ve Sünni paradigmaya kadar, siyaset olgusu, neredeyse, ona dinden kanıtlar bulma yoluyla şekillenmiş; elde edilen yorumlar adeta dinin aslındanmış gibi sorgulamaz bir edayla mutlaklaştırılarak kutsallaştırılmıştır.
Zaten, ilgilisince dine uygun görülen ama esas itibarıyla sakil olan bu durum günümüzde de modern olguların kullanılması sonucu başka çehrelere büründürülmüş bulunmaktadır. Sünnilikte “zalim sultan” olgusu bir açıdan muhafazakâr bir otoriterliğe, Şia’da ise Velayet-i Fakih kurumu bağlamında, heterodoks çerçevede dahî türüne özgü bir siyaset anlayışına ve diline sahip olmuştur.
Hâlbuki salt itikad/inanç açısından belirgin olan konular dışında, vâr olan tüm olgular için, esas olan yine Kur’an’da vaz edilen ilkeler bağlamında hareket edilmesi gerektiğidir.
Buradan hareketle; temeli vahyî ilkelere dayanan, başta aile kurumu olmak üzere sosyal alanda oluşturulan tüm yapılar; buna arkadaş grupları, cemaatler gibi günümüzde varlığı bilinen ama resmî bir hüviyeti bulunmayan yapılarla birlikte, yasal çerçevede duran sivil topum örgütleri de “içerisinde vahye uygunluk ve samimiyet” varsa, bizleri birçok yola ulaştırabilir ancak esas olanın yerine ikame edilmeden!
Esas ise, Hz. Peygamber’in(s) kendi sağlığında vahiy ışığında oluşturduğu İslam cemaatinin hükmî varlığının devamı olabilecek bir tek yapının yeniden var kılınabilmesidir.
Diyeceksiniz ki, “Siz de çok ve olmadık bir şey istiyorsunuz!” Evet ama “esasa bağlı kalma” şartıyla istiyoruz. Meselenin kolay olmayacağını, bilakis zorluğunu da biliyoruz ancak olması gerekenin bu olduğu da hemen her Müslümanın malumu olmalıdır.
O hâlde bugüne dek elde ettiğimiz birikime yaslanarak bizi yolumuzdan alıkoyabilecek tarihî kir ve tortulardan kendimizi arındırmamız gerekmiyor mu?
İstikamet tamam, dolaylı yollar da tamam ama bizim birikimlerimizin birer sonucu olan noktalar/kurulan yapılar bu durumda gözden geçirilmeli değil midir?
Eğer gözden ve hakikat süzgecinden geçirilmeyecekse vâr olan bunca birikim bize yük olmayacak mıdır?
O hâlde…
Yazılar
Almanya’daki Seçimler Mülteciler İçin Ne Anlama Geliyor? – Amy Dunne

Yayınlanma:
4 saat önce-
Mart 4, 2025
Yeni seçilen lider, katı sınırlara geri dönüş de dahil olmak üzere göç yasasının dramatik bir şekilde sıkılaştırılacağı sözünü verdi.
Almanya’da geçtiğimiz hafta yapılan seçimleri muhafazakârların ve aşırı sağcıların kazanması, ülkedeki göçmen ve mültecilerin geleceği konusunda belirsizlik yarattı.
Muhafazakar Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) ve tarihi kazanımlar elde ederek ikinci sıraya yerleşen göçmen karşıtı Almanya için Alternatif (AfD), kampanyalarını göç ve iltica politikası üzerine yoğunlaştırmıştı.
Partisinin sınır güvenliği ve göçmenler konusunda daha sert bir tutum benimsemesine öncülük eden CDU lideri ve müstakbel başbakan Friedrich Merz, göçmen kökenli şüpheliler tarafından gerçekleştirilen bir dizi ölümcül saldırının ardından Almanya’nın göç yasasını dramatik bir şekilde sıkılaştırma sözü verdi.
AfD ile hükümet kurmama sözü veren Merz, aşırı sağcı partinin yükselen gücünü durdurmanın tek yolunun demokratik merkezin katı sınırlara geri dönüş de dahil olmak üzere kendi sert tedbirlerini önermesi olduğunu savundu.
Bu arada, kendisini göçmen karşıtı sağa karşı bir denge unsuru olarak konumlandıran sol parti Die Linke, sosyal adalet ve göçmen haklarına odaklanan bir kampanya ile genç seçmenlere hitap etmesi sayesinde 64 sandalye kazanarak beklentileri aştı.
Yeniden seçilen Die Linke milletvekili Clara Bunger, Merz’in seçim söylemini istismarcı olarak değerlendirdi ve onu performatif siyaset yapmakla suçladı.
“Sınırların kapatılması, insanların geri itilmesi ve gözaltı merkezlerinin genişletilmesi Almanya’da hiç kimseyi daha güvenli hâle getirmeyecektir. Bu önlemler zaten savunmasız durumda olanların acılarını daha da derinleştirecektir.” dedi.
“Gerçekten ihtiyacımız olan şey bunun tam tersi: güvenli yollar, gelenlere insani ve adil muamele ve iş, sağlık ve sosyal hizmetlere tam erişim. Almanya’ya sığınmak isteyenleri dışlamak yerine onları güçlendirmemiz gerekiyor.”
Mouatasem Alrifai gibi Almanya’da yaşayan diğer bazı kişiler ise partilerin seçim sürecinde benimsediği ve giderek sertleşen göçmen karşıtı tutumun bu hareketi daha da büyüteceğinden endişe ediyor.
Bir insan hakları aktivisti ve Tamkeen Hareketi’nin kurucularından olan Alrifai, Nürnberg Belediye Meclisi’nin uyum ve göçten sorumlu seçilmiş bir üyesi ve Almanya’ya ilk olarak Suriyeli bir mülteci olarak yerleşmiş.
Alrifai, Alman siyasi partilerinin sosyal politikalar yerine “ırkçı ve popülist söylemleri” benimsediğine inanıyor.
“Bu partilerin çoğu ilkelerine ihanet etti. Birkaç yıl önce aşırı sağcı AfD’nin ırkçı ve popülist tutumlarını eleştiren aynı partiler şimdi benzer tutumları benimsiyor” dedi.
“Bu onların popülaritesini arttırmayacak, aksine aşırı sağın yükselişini körükleyecektir çünkü insanlar her zaman orijinal olanı tercih eder. Bu partiler Almanya’yı uçuruma sürüklüyor.”
Schengen’den bir mola
Ocak ayı sonunda bağlayıcı olmayan bir kararla Alman Parlamentosu, Merz tarafından önerilen ve AB hukuku kapsamında ulusal acil durum ilan edilmesini ve katı sınırlara geri dönülerek sığınmacıların çoğuna kapatılmasını içeren beş maddelik bir göç plânını kabul etti.
Plân, ayrıca daha sıkı sınır dışı etme kuralları, Almanya’ya göç etmek isteyen belgesiz kişilere giriş yasağı ve AB çapında reform talebini de içeriyor.
Sert sınırlar, şu anda açık sınır politikasını sürdüren Schengen kurallarından uzaklaşmanın sinyalini verecektir. Ulusal acil durumlar ya da Covid-19 salgını gibi olaylar dışında kapalı sınırlar genel olarak kurallara aykırı kabul ediliyor.
Beş maddelik plân, sığınma talebinde bulunan insanların eski ordu kışlalarına kapatılmasını ve tehlikeli ve çalkantılı ülkelere “günlük” sınır dışı edilmelerini öngörüyor.
Merz, ayrıca AB’nin iltica yasalarında reform yapması için lobi yapma sözü verdi. (Son Avrupa seçimlerinde aşırı sağcı milletvekillerinin sayısında artış görüldü.) Bazı üye devletler daha önce mevcut göç kurallarının verimsiz olduğundan şikâyet etmişti; bu durum, kapsamlı reformların fitilini ateşleyebilir.
Alrifai göçmenlik konusundaki sert söylemlerin sonuçlarından korkuyor.
“Benim gibi insanlar burada yeni bir hayat kurdular ve insan haklarını savundukları için karşılaştıkları ırkçılık ve baskıya rağmen bu hayatı terk edemezler.” dedi.
“Örneğin ben burada okudum ve çalıştım, ailem ve arkadaşlarımın çoğu burada yaşıyor, dolayısıyla sınır dışı edilmek acı verici bir deneyim olacaktır; belki de Suriye’den sürülmek kadar travmatik!”
Eski başkan Beşar Esad’ın devrilmesinin ardından Suriye’nin güvenli ülke olarak sınıflandırılması hâlinde vatandaşlığa geçme başvurusunun reddedilmesinden korkuyor.
“Açıkçası bu deneyimi tekrar yaşamaya hazır değilim. Bu benim ya da herhangi bir insanın katlanabileceğinin ötesinde bir şey. Bu bir suçtur!” dedi Alrifai.
Avrupa Dış İlişkiler Konseyi Orta Doğu ve Kuzey Afrika Program Yöneticisi Kelly Petillo, Merz’in plânının kabul edilmesi halinde Avrupa’daki dinamiğin değişeceğini söylüyor.
MEE’ye konuşan Petillo, “Bence bu beş maddelik plân eğer kabul edilirse Avrupa’daki dinamiği de etkileyecektir; geçen yılki seçimlerin ardından AB siyasetinin şu anda bulunduğu nokta göz önüne alındığında daha çok siyasi cephede…” dedi.
“Ancak uygulama açısından, plân muhtemelen uygulanmayacak çünkü AB yasalarını ihlal ediyor ve Avrupa ülkeleri işbirliği yapmayacaklarını söylediler.”
Önümüzdeki zorluklar
CDU liderliğindeki yeni hükümet, önerdiği sert göç politikalarını uygulamakta yasal engellerle karşılaşabilir.
AB yasalarına göre mülteciler geldikleri ülkede işleme tâbi tutulmak zorunda, bu da Merz’in önerdiği ölçekte sınır dışı edilmelerini zorlaştırıyor. Avusturya daha şimdiden Almanya’nın sınır dışı ettiği göçmenleri almayı reddedeceğini açıkladı.
“Ulusal acil durum” ilanının Avrupa Birliği’ni tatmin edecek şekilde gerekçelendirilmesi gerekecek, aksi takdirde önerilen sınır kontrolleri yasadışı sayılacak.
Şubat ayında sivil kurtarma örgütü Sea-Watch, Avrupa Adalet Divanı’nın daha önce Macaristan aleyhine verdiği bir karara dayanarak Almanya’yı Avrupa Komisyonu’na şikayet edeceğini duyurmuştu.
“Bu kontroller devlet tarafından organize edilmiş bir hukuk ihlalidir. Orantısızdır ve insan haklarına aykırıdır,” diyen Sea-Watch sözcüsü Oliver Kulikowski sözlerini şöyle sürdürdü “Daha fazla güvenlik sağlamıyor, aksine insanları yasadışılığa itiyor ve onları daha tehlikeli rotalara zorluyor.”
Merz’in beş maddelik planının uygulanabilir olup olmayacağını zaman gösterecek. Henüz bir koalisyon hükümeti kurulmadı ve göçü CDU’nun önerdiği kadar sert bir şekilde bastırmaya niyetli herhangi bir yeni hükümet önemli engellerle karşılaşabilir.
Bu arada bir Alman hükümeti, hayat pahalılığı krizine saplanmış bir nüfus, umutsuzca yatırıma ihtiyaç duyan bir altyapı ve bu gerçekliği Almanya’nın cezalandırıcı mali kurallarıyla uzlaştırmak gibi imkânsız bir görevle karşı karşıya.
Kaynak: middleeasteye.net

Uzun yıllar boyunca türlü vesile ve araçlarla egemen dünya düzeni müdahilliğinde sürdürülen Suriye’deki yıkıcı savaş, Aksâ Tûfânı süreciyle paralellikte nihayete ererken geride yepyeni bir fotoğraf bıraktı.
İsrail’in bölgedeki güvenliğini şansa bırakmak istemeyen ve bunun için neredeyse bölgedeki bütün direniş örgütlerine ev sahipliği yapmış, Arap ülkelerinin İsrail karşısında en dişlisi olagelmiş, bir yandan da dünya düzeninin şeytanlaştırdığı İran’la ittifaktan vazgeçmemiş Suriye’yi, bir an önce AKP iktidarı tarafından yönetilen Türkiye marifetiyle ikna edip ABD-İsrail cephesine transfer etmeyi arzulayan dünya düzeni, bu amaç gerçekleşmeyince artık Suriye’yi kesin olarak bertaraf etmek, Filistin’den Lübnan’a çıkarak oradan Irak üzerinden İran’a uzanan fay hattını tesirsiz hâle getirmek için fiili müdahaleye başvurmuştu.
Bu süreç, herkesin gözü önünde oldu. Yeni bir özete elbette gerek yok. Suriye’nin ve bağlı hatların beklenen sonuna paralel biçimde, plânlaması çoktan yapılan küresel enerji hatları için acımasızca kurban verileceği anlaşılan Gazze, yine paralel bir plânlamanın neticelerini yaşadı.
Yazının tam bu noktasında müslüman halkların emperyalizmle diktatörlükler arasına sıkışan varlıklarının siyasal ve özellikle psikolojik olarak nasıl bir kıskaçta ezildiğini hatırda tutmanızı isterim. İnşallah bu mevzuya döneceğim.
İsrail, egemen dünya düzeninin rızası ve desteğiyle saldırdığı Gazze’de ağır bir tahribata sebebiyet verdi. Siyonistler, Direniş’i mağlup edemese de bu tahribatın sonuçları Filistin halkı ve coğrafyası üzerinde kendini farklı neticelerle gösterecektir. Aksâ Tûfânı’na destek için savaşa dâhil olan Hizbullah’ın, İsrail’in Lübnan’a girme plânlarına engel olsa da başta lider kadrosu olmak üzere önemli kayıplar verdiği ortadadır. İran’ın hem doğrudan kendisine yapılan saldırılar hem de bölgedeki en önemli müttefiki Suriye’yi kaybetmesi nedeniyle güç duruma düştüğü açıktır.
Suriye’nin, neoliberal faşizmin “yeryüzünde talan edilmedik mıntıka bırakmama” arzusuyla kapitalizme açılması ile birlikte yürüyen İran ve direniş örgütlerinin bertaraf edilerek İsrail’in rahatlatılması plânını, hâl-i hazırda süren YPG ile HTŞ önderliğindeki yeni Suriye rejimi arasındaki pazarlıklarla ve yine o pazarlıkların Türkiye ayağına paralel seyreden Devlet Bahçeli önderliğindeki İkinci Kürt Açılımı müzakerelerini birlikte değerlendirdiğimizde o meşhur fotoğrafın, büyüyen pikselleriyle kendini özgüvenli bir şekilde herkesin nazarına sunduğunu söyleyebiliriz.
Suriye halkının savaş boyunca çektiği acılar, göç yollarında yok olan gelecekler, mülteci olarak maruz kalınan ırkçılık ve yoksulluklar elbette hiçbir hesaba sığmaz ve sadece egemen dünya düzeninin vahşiliğini, gözü dönmüşlüğünü kanıtlar. Diktatörlüklerle böyle bir hayat arasına sıkışan halklarımızın bu makus talihlerini ancak örgütlü ve hikmeti kuşanmış İslami hareketler dönüştürebilirdi lâkin onlar da entelektüel hazırlıksızlıkları nedeniyle henüz buna muvaffak olabilecek durumda değiller. Bu, pek çok defa görüldü. Şiddete çabuk eklemleniyorlar, silahı direnişin en temel ve vazgeçilmez enstrümanı olarak görüyorlar. Bu da problemleri derinleştiriyor, halklar için çok daha büyük acılar getiriyor, “silahlanma mekanizması”nın gerçek sahibi olan egemen dünya düzeninin elini güçlendiriyor. Sözün şiddetini iptal eden, hem bölge hem de dünya halklarını düşünsel/teorik bir çerçeveye yöneltemeyen hatta yakın temas hattındaki problemlerde böyle bir güce sahip olmanın avantaj ve kibriyle hareket ederek çözümsüz yeni sorunlar yaratan bu tutum, esaslı bir sorgulamaya tabi tutulmalıdır. Özellikle Müslümanların, İslami hareketlerin bu köklü muhasebe olmaksızın hem kendilerine hem bütün bir ümmete hem de dünya halklarına bir yerden sonra sunabileceği yapıcı, üretici bir öneri olamayacaktır.
Egemen dünya düzeninin otoritesini bariz bir şekilde pekiştirdiği Ortadoğu’da, Türkiye’nin yeni Kürt çözüm sürecine şaşılası bir acelecilikle başlaması, akla gelebilecek bütün tarafların siyasal ve düşünsel hazırlıksızlıklarını ibretamiz bir şekilde açığa çıkarmıştır. Sadece az evvel kendilerini değerlendirdiğimiz İslami hareketlerin değil, faklı siyasal hatların da ne kadar zayıf olduğu, egemen siyaseti okuyamadıkları gerçeği belirginlik kazanmıştır. Dünya düzeninin ortakları güçlü ve iddialı bir edayla muhatap ve muarızlarını kendi güzergâhlarına sokmakta mahirler. Yeni bir dünya vaat etmesi, bunun ufuk ve usullerini ikna edici bir şekilde anlatıp örneklemesi gereken muhalif siyasi hareketlerin bu güçlü egemen bloğa karşı nasıl bir pozisyonda bulunduklarını sebepleriyle analiz etmesi gerekmektedir.
Türkiye’nin bir NATO üyesi ve ABD müttefiki olarak Ortadoğu’da şekillenen ve emperyalist müdahaleciliğin bir ileri aşaması diyebileceğimiz yeni süreçte yerini aldığını ve ufak tefek pürüzleri gidermeye çalıştığını görüyoruz. Elbette bütün bu adımlar egemen dünya düzeni inisiyatifinde yapılan pazarlıklarla ilerliyor. Türkiye’nin Kürt meselesindeki adımının insani/vicdani/İslami/ahlâki saiklerle değil de hem Turgut Özal zamanındaki gibi “Kürtlerle büyüme” stratejisini devralması hem de tabanının öfkesini izale etmek maksadıyla yürüttüğü İsrail karşıtı popülist politikalara rağmen İran karşıtı pekişen eksende ısrar etmesi, toplumsal çok boyutlu ilkesel zaafları bir kez daha gün yüzüne çıkarmıştır. Bu süreci sorgusuzca olumlamak elbette kabul edilemez.
Suudi Arabistan’dan Afganistan’a, Türkiye’den Suriye’ye kadar dindar görünümler siyasal arenada egemen oldu ancak dindar görünümlerin küresel sisteme çok boyutlu eklemlenişleri devam ediyor. İslam’ın küresel sistem tarafından kol ve kanatlarının budanarak sözüm ona kabulünü büyük bir tehdit ve çaresizlik olarak algılayamayan İslami çevrelerin düşünsel zafiyetlerinin had safhaya çıktığı bir kez daha anlaşılmıştır. Bütün aldatıcı görünümlerin bir araya geldiği bu akıl tutulması ânında, problemlerin fevkalâde iç içe geçerek kristalleşmesi esasen ileri derecede benzersiz ve ürkütücüdür. Karşıda beliren tabloya karşı fikri kavrayış çabasıyla, ülkelerinden bölge ve dünyanın her bir tarafına uzanabilme kabiliyetine sahip örgütlenme yükümlülükleri öylece ortada durmaktadır.
ABD ile Rusya’nın Ukrayna savaşını müzakere etme biçiminin benim “egemen dünya düzeni” tanımlamamı haklı çıkaran mahiyetine dikkatinizi çekmek isterim. Modern dönemdeki emperyalist bölüşüm savaşlarının bir uzantısı olarak görülebilecek bu savaşlar, egemen düzenin bileşenleri arasındaki itiş kakışlardan öte değerlendirilemez. En nihayetinde bu bileşenler, ezilenlerin adalet taleplerine mugayir bir pozisyonda ittifak edeceklerdir. Dolayısıyla kendi öz gücüne, dünyayı/insanlığı dönüştürebilme kabiliyetine sahip olmayan taraflar, sadece tepişen fillerin ezildiği çimler olacaktır.
İslam’ın insanlığa vaat ettikleri, tâbilerine ya da muhataplarına söyledikleri, söylemek istedikleri ile söylemedikleri bugün iyice belirsizleşmiş ve güncel çekişmelerin “dünya gerçekleri”ne kurban gitmiştir. Müslümanlar, tezlerini insanlığın önüne koyup hakikate çağıran bir rolü üstlenmekten ziyade pazarlıklar aracılığıyla irili ufaklı birtakım kazanımlara odaklanmanın ötesine maalesef geçemiyorlar. Bunun, içeriden ve dışarıdan kaynaklanan pek çok sebebi var elbette. Emperyalizm tarafından kıskaca alınmış, anlık yaşamsal aciliyetlere öncelik vermek zorunda kalmış müslüman topluluklara böyle bir eleştiride bulunmayı haksızlık sayanlar çıkabilir ancak problemlerimizin kökleriyle yüzleşmedikçe yaralarımız kanamaya devam edecektir.
Suriye iç savaşı değerlendirmeleri, tebliğ-davet-mücadele usullerine dâir nebevî kriterlerin onca tartışılmışlığına karşın yetersizlik ve zafiyetleri ortaya koyan ilk trajik örnek değildi. Bu dolayımdaki örnekleri farklı aşamalarıyla değerlendirilebilecek Afganistan tecrübesinden Filistin direnişine, İran devriminden Kafkas mücadelesine kadar pek çok sahayla çoğaltabiliriz. Şimdi, Suriye merkezli olarak ortaya çıkan yeni fotoğraftan Kürt açılımı olarak Türkiye’nin payına düşen yeni duruma yaklaşımlarda da benzer bir kriz yaşamaktayız. Düzenle çoktan bütünleşmiş ana akımın bir şekilde dışında kalmış İslami çevrelerin bu hususta genel geçer taleplerin dışına çıkabilmiş esaslı bir söylem üretememiş olması, İslam ümmetinin yaşadığı genel tıkanmayla benzerliği ortaya koysa da şimdiye değin her türlü olumsuzluklara rağmen üretilmiş ilkeselliklere ters düşebilecek önerilerin beyan edilmesi ayrı bir umutsuzluk ve çaresizlik olarak değerlendirilebilir. Bütün dinamikleriyle süreci anlayıp ona karşı nebevî bir duruş/ilkesellik/pratik/örgütlülük niyet ve cesareti olmaksızın mevcut çevrimin dışına çıkılamaz ancak onun, doğal olarak da sorunun bir parçası olunur.
Egemen dünya düzeni, şu an hem teorik hem de güce dayalı zorbalıklarla kendini dayatan bir pozisyondadır. Müslümanların modern kapitalist medeniyetin argümanlarından imtina ederek resullerin pratiklerinden ve vahyî ilkeselliklerden devşirebilecekleri bir yol haritası pekâlâ mümkündür. Problemler bugünden yarına çözülemez ancak bizden miras kalan şey ilkesellikler ve onların beslediği pratikler olabilir. İşte ancak o ilkesellikler başka bir güzergâhı vâr edecektir.
Modern tasarımların bütün bağları parçaladığı; dinin, alabildiğine tepkisellikler üzerinden alan bulduğu; işgal, devlet, diktatörlük ve hikmetsizliklerle silah ve şiddete teslim olmuş Ortadoğu’nun şûralardan kopuk halklarının şimdiye kadar herhangi bir derde deva olmamış paket önerilerden ziyade mezkûr ilkesellikleri öne çıkaran yaklaşımlara ihtiyacı var. Ancak böyle bir perspektifle bu yeni durumun aşılmasına niyet edilebilir. Bu yeni durumun, egemen dünya düzeninin hemen hemen bütün unsur ve çemberleriyle İslam’dan neşet edecek bir hakikat umudu insanlığı sarıp kuşatmasın, diye abandığı Ortadoğu’ya vaziyet eden bir kuşatma olduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır.
Kürt meselesinden Suriye iç savaşına; silah ve şiddetin, direnişin anlamlarına; küresel ittifaklar ve işbirlikçi rejimlerin pozisyonlarına; İslami olanla sûret-i haktan görünen hakikat iddialarına varana dek her bir ölümcül meselemizi kavrayıp çözmeye niyet ederken yanlış iliklenen bir düğme, pek çok şeyi berbat edebilme potansiyeli taşıyacaktır.
Yazılar
İdeolojiler, İdealler, İlkeler Ölmüş – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:
2 hafta önce-
Şubat 15, 2025
“Ölmüş” diye kesin bir yargıda bulundum çünkü şahsen bunu yeni oturtabildim zihnimde. Bazen bariz olan şeyler, küçük gelişmelerle aşikâr olur insana; şimdi kaybımıza hüzünlenirken bir yandan da artık bazı değişimleri anlamlandırabildiğime seviniyorum: Çözüm yoluna girebilmek için işe, acı gerçekleri tespit edip kabullenmekle başlayabiliriz.
Son yıllarda derin bir ızdırap içindeydim: Nasıl bu kadar basit ve sığ gerçekleşebilir bütün bu olan bitenler diye! “İdeallerimize, ilkelerimize, amaçlarımıza, hayallerimize ne oldu?” diye. Meğerse onlar ölmüş! “Yaşayan ölüler” olarak bizler gibi ortada öylece durmakta; kağıtları, ekranları mısraları, dilimizi hâlâ süslemekte ama esasen iğdiş edilmiş, dönüşmüş, başkalaşmış, (tekrar hayat bulacağa vakte kadar) yokluğa gömülmüş. Bedenleri hayat dolu, benliklerini kaybetmiş bizler gibi… Benliklerimizi kaybettiğimiz için mi hayallerimiz öldü, yoksa bu olgular öldüğü için mi benliklerimiz yok oldu, bilemiyorum.
İrdelemekte olduğum ‘İnsan Sonrası’ adında bir kitaptan bir nükte aktarayım: “Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Soğuk Savaş’ın resmi olarak son bulmasının ardından, siyasi hareketler bir kenara kaldırıldı ve kuramsal çabalar da başarısız tarihi deneyimler olarak azledildi. Toplumun pek çok kesiminin yoğun karşı çıkışına rağmen serbest piyasa ekonomisinin yeni ideolojisi bütün karşıtlıkları silip süpürdü ve entelektüalizm karşıtlığını zamanımızın önde gelen özelliği olarak dayattı.”[1] Yeni dünyada, insanlığın kuramsal bir çabası, siyasi mücadelesi, hayatını kurgulayacağı bir ideali, kavuşma arzusundaki bir hayali kalmamış gibi!
Bu, sadece İslami camia için de değil, herkes ve her ideoloji için geçerlidir. Amaçlarını, ilkelerini, ideallerini, yollarını kaybetmiş bir insanlık var karşımızda. Sokakları inleten sosyalistlere ne oldu, devrimler yapan komünistler nerede, millî kodlarla kaba saba işler yapan idealist milliyetçileri dahî gözler arar oldu, insan hakları sevdalısı liberaller de ortadan kayboldu, erdem uğruna yaşadığını söyleyen hâlis nasrani’si/budist’i/zerdüşt’ü de mi öldü? İyi-kötü idealleri, ölçüsü, usulü olmayan bir toplum, yokluğa gömülmeye mahkûmdur!
Yaşadığımız bu tecrübeler yeni değil tabii ki; Adem’den kıyamete kadar benzeri süreçler, bozulmalar, anlam kaymaları yaşandı/yaşanacak ama oranı ve etki kapasitesi bu denli derin ve etkin olduğunu zannetmiyorum. “Serbest piyasa” nasıl bir şeyse sadece ekonomik değil soyut somut bütün düzlemlerde amaçsız, ilkesiz, ahlâksız; salt kazanım ve çıkara endeksli piyasanın malı olmuş zavallı bir hayat kurgulatmakta cümle âleme! Bu tablo altında ölümün ardındaki yoklukla taşlar yerine oturuyor biraz olsun, bütün olanlar anlaşılır ve anlamlandırılabiliyor kısmen.
Daha da ötesinde insani hasletlerimiz de yok oldu. Duygularımız, erdem ve ahlâka meyyal tepkilerimiz, adalete yönelik duruşumuz, zulme ve kötülüklere dâir en basit tavırlarımızdan bile eser yok maalesef! Gücü elinde bulunduranlara ya korkudan ya çıkardan ya muhafazakârlıktan boyun eğmiş, karşı duruş imkânlarını kaybetmiş bir insanlık tarihi yaşamaktayız. Yereldeki vahametler bir yana koca bir insanlık, turuncu bir delinin pervasızlıklarına dur diyecek iradeden yoksun!
Bütün bunlar, dünyalığa dâir kazandığımızı zannettiğimiz basit çıkar denklemine endeksli dünyevîleşme illetine düşmemizden kaynaklıdır. Kavramlara yüklenilen anlamların dönüşmesiyle vuku bulan bu sürecin birçok ana etkeni olmakla birlikte yaşadığımız çağda tavan yapmasını, çağımızın başat aktörü olan bilişim âleminde aramak yanlış olmayacaktır. Sanal aleme sürüklenip gerçeklikten o kadar soyutlandık ki bu dünya hayatında yaşanabilecek anlam kaymasında level atlamış olabiliriz. Hatta dünyevîleşmede o kadar ileri düzeydeyiz ki, bu illetin somut olgularından bile soyutlanıp farklı bir âlemde yaşıyoruz sanki! Sanal âlemde çok daha derin bir amaç ve bilinç yoksunluğu yaşıyor gibiyiz.
Gerçeklikten uzaklaştığımız bu düzlemde insani değerlerimizi, anlamımızı, amaçlarımızı, yolumuzu kaybediyoruz hızla. Bu düzlem ve anlam kaymaları da birçok alanda sapmalara sebebiyet veriyor. Öyle derin sapmalar ki artık insanlık, ontolojik bir mesabeye geldi ve bu boşluk girdabında kendi kendinin sonunu getirme yolundadır. Dünyayı şekillendiren, medeniyetler inşa eden, toplumlara ufuklar çizen siyasal kuramları bir kenara bırakın; sanattan aile olgusuna, ahlâktan aşka, gelecek nesillere miras bırakılacak bir fidan dikmekten bir icat yapma ihtiyacına kadar birçok öncülümüz körelip karanlığa gömülmüş. Yel değirmenlerine canhıraş hücum edecek kimsenin kalmaması bir yana, en basitinden yarınlara dâir bir ufku/umudu/hayali olan bile kimse kalmamış gibi! İlkesi/ahlâkı/değeri kalmayan insanoğlu, rahatlıkla kendi putunu da yiyebiliyormuş, değerlerini iki paraya satabiliyormuş, işin vahim noktası da hiçbir farkındalığının olmayışıdır. Şeytan var olduğundan beri kendi sûretinde gözükmez bizlere, yapıp ettiğimiz hataların neredeyse hepsini kendi değerlerimizin kisvesinde yürütmekteyiz. Devasa yanılsamalar içinde hayat sürmekteyiz. Düşünsel çarpıklıklarımıza ek olarak, sanal âlemin olası gerçek imkânlardan bizleri uzaklaştırdığını da görmemiz gerekmektedir.
Kolaylıkçı, faydacı, maslahatçı bir Makyavelist anlayış; dünyayı, fiiliyatları, plânları, zihinleri hatta öngörü ve olasılıkları dahî şekillendirmekte. Zahiren faydaya endeksli anlayış, peyderpey bütün anlamlılıkları yok edebiliyormuş. Milenyum çağının anahtar kelimelerinden biri de “kolaylaştırıcı” sanırım; kolay olan her şey, “olan”ın değerini de yok etmektedir. Kolay kazanılan para, kolay edinilen bilgi, kolay sağlanan ilişki, dava diye yürünen yoldaki kolay sonuçlar, kolay inşa edilen bina misali içi boş olduğundan kolayca çökmektedir ya da günümüzdeki gibi sadece sanal ve değersiz bir vitrinde bütün haşmetiyle sahnelenmektedir ama bilinmeli ki bu sahte tablo yokluğa gebedir.
Oysaki insanı, “insan” yapan şey; bu hayattaki amaç ve hedefleri, ideal ve ilkeleri, hayalleri ve yürüdüğü yoludur. Bu unsurlar kişiye anlam katar, onur ve şeref kazandırır. Zahiren kolayından kazanılan olgular kişinin çukurunu derinleştirmektedir sadece, maslahat icabı güttüğü dengeler kişinin terazisini bozmaktadır. Onurunu, varlık sebebini, ideallerini unutmuş olan toplum, türlü hormonlarla yeşerip sun’î gübrelerle hızla büyüyüp devasa boyutlara ulaşarak irin gibi sarmaladı benliğimizi!
Bunu belli bir güç odağı bilinçli olarak plânlayıp yapmadı belki, süreç anlamsızlaştı veya anlamsızlaştırıldı. “Nedir bu içinde sürüklendiğimiz süreç?” sorusunu sormamız gerekmektedir. Kendimizi sigaya edip, çeki düzen vermeliyiz varlığımıza. İnsana anlam kazandırıp halifelik bahşeden Yaratıcımıza hakikaten teslim olup içimizdeki gücü canlandırarak öze dönüş hareketini tekrar tekrar yeşertmeliyiz.
Kimse kendisini kandırmasın, kendimizi “kendimiz” yapan bütün değerleri üzerimizden silkip atmış vaziyetteyiz. Hatta kendisini kandırdığı yollar ve argümanlar da sahte, boş, bayağılaşmış durumdadır. Herkes bir davayı bayraklaştırmış, bir uğurda mücadele ettiği iddiasında. Yerel ve küresel sistemin bir parçası olmayı kendisine yediren herkes, durup iki dakika aynaya baksın ve sahiplendiğini iddia ettiği davanın amaçlarını, ilkelerini, metodunu, hedeflerini, yolunu geriye doğru tekrar irdelesin ve davanın neresinde olduğunu sorgulasın:
Bir: gerçek âlemde değilsiniz!
İki: Sistem sizi, sizin değerlerinizi dönüştürüp sizin argümanlarınızla kendini tasdik ettirip yolunu inşa etmektedir.
Artık düşünce, mücadele yöntemleri, duruşlarımız bile belli bir standart ve çerçevede kalmakta maalesef çünkü imkânlarımızı, dayatılan sınırlar belirlemekte. Oysa ki sınırlarımızı ve imkânlarımızı iman ettiğimiz ilahi söz belirlemiş olmalıydı.
Zaman, sırf “insanlık ders çıkartsın diye” akıp gitmektedir. Bu ânı yaşıyoruz çünkü geleceğe dâir bir ders çıkartıp yarınlarımızı aydınlatabilelim. Tarihi, yaşanılanları, şahit olduklarımızı irdeleyip sorgulayarak kendimize çeki düzen vermedikten sonra niye yaşanıyor ki yaşanılanlar!
Dünyadaki acıları, ölümleri, çığlıkları canlı izleyen insanlık adeta duygularını kaybetmiş bir hâl almış vaziyettedir. Somut ve soyutun birleşip anlam yarattığı düalist bir âlemde yaşayan bizlerin reflekslerini biçimlendiren zihin ve rûhun somut kanalları kapanınca bu hâle büründük sanırım, bilemiyorum. Elimizdeki telefonları bırakıp gerçek âlemdeki sorumluluklarımızın ucundan tutmakla başlayabiliriz belki.
Misal olarak Gazze… Gazze gösterdi ki hepimiz sanal âleme hapsolmuşuz; elimiz kolumuz bağlanmış, irade göstermekten acizmişiz. Özgürlüğümüzü az bir pahaya satmışız; hayallerimizi, onurumuzu, kardeşliğimizi kaybetmişiz. Yerel ve küresel sistemin vazgeçilmez bir parçası olan sivil toplumun büyük kesimi, kazanımlarını muhafaza etmek için nefes alan zavallı muhafazakârlara dönüşmüş. Galata köprüsü üzerinden zalime zulmünü söylemekle yetinip tatmin olunmuş, en basitinden (sayılı bir azınlık hariç) kendi mahallesinden giden desteğe dahî ses çıkartamaz olmuştur.
Son 20 yılda yaşanan devâsâ âfâki ve vahim değişim ve dönüşümler altında toplumsal düzlemde olanlar, olmayanlar, olmakta olanları; bu kalitesizliği, bilinçsizliği, dönüşümü anlamlandıramayan dertli insanlara duyurulur: Meğerse ölmüşüz! Bu “yokluk”tan bir varlık çıkartılabilir mi, bilmiyorum. Yoksa bu yokluk, mutlak bir yokluğa mı gebedir; tümden helâk olunup yeniden mi başlanılacak acaba?
Bütün bu handikapları giderebilmek için değişim ve öze dönüş yoluna girmeyi değil de hâlâ dört bir yanımızdan “konumumuzu muhafaza etme ve hayatta kalma” telkinleri yapılmaktadır. Korku salınarak idare edilen toplumların o korku zincirlerini kırıp özgürleşmeleri aciliyet kazanmıştır artık.
[1] İnsan Sonrası, Rosi Braidotti, Kolektif Kitap, s. 15