Connect with us

Yazılar

IPCC’nin 6. Değerlendirme Raporu’na Yansıyanlar – Ammar Kılıç

Yayınlanma:

-

1988 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından kurulan, amacı hem hükumetler hem de uluslararası iklim değişikliği müzakereleri için iklim politikaları geliştirmede kullanılabilecek bilimsel bilgi sağlamak olan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), geçtiğimiz Mart ayında 6. Değerlendirme Raporu’nu yayınladı. IPCC, 1990’dan bu yana birkaç yılda bir iklim değişikliğini farklı yönlerden ele alan çalışma gruplarının raporlarını yayımlıyor ve nihai olarak bu raporların birleştirilmesiyle oluşan genel değerlendirme raporları ortaya çıkıyor. Bu raporlar bin bir çeşit ülkeden yüzlerce bilim insanın katkısıyla, müştereken hazırlanıyor, altında 195 ülkenin imzası bulunuyor. Bu yüzden en eleştirel, radikal ve politik şüpheci kesimler için bile IPCC oldukça muteber bir platform sayılıyor. Hatta kurumun son raporlarında gittikçe gürleşen, küresel eşitsizlik ve sosyal adalet konusundaki umut vadeden vurgularının radikaller gözündeki güveni daha da artırdığını söyleyebiliriz.

*Farklı emisyon senaryolarına göre 2100’de küresel ısı değişimi öngörüleri.

Raporları hazırlayan 3 farklı çalışma grubunun odaklandığı başlıklar şunlar: 1) Fiziksel bilim temeli, 2) Etkiler, uyum ve kırılganlık, 3) Azaltım. İlki, atmosferdeki sera gazları; hava, kara ve okyanustaki sıcaklık değişiklikleri; hidrolojik döngü ve değişen yağış (yağmur ve kar) modelleri; aşırı hava olayları; buzullar ve buz tabakaları; okyanuslar ve deniz seviyesi gibi çeşitli fiziksel süreçlerle ilgileniyor. Yani sebepleriyle beraber iklimin ne kadar değiştiğini göstermeye çalışıyor.

İkinci başlık, hem bölgesel hem de dünya çapında bu değişimin her türden etkilerine (biyolojik, sosyolojik, ekonomik, kültürel vb.) ayrılıyor. Bu doğal ve beşeri sistemlerin iklim değişikliğine uyum sağlama ve böylece iklimle ilişkili riskleri azaltma kapasitelerini ve sınırları neler, farklı ölçeklerde azaltma ve uyum çabaları nasıl hayata geçirilebilir, sosyal açıdan adil ve entegre bir yaklaşımla herkes için sürdürülebilir bir gelecek yaratmanın imkanları neler olabilir, gibi sorularla boğuşuyor.

Son çalışma grubu ise farklı azaltım seçeneklerini ortaya seriyor ve hem hükumet ve özel sektör yöneticilerine yönelik kısa vadeli hem de üst düzey iklim politikası hedeflerine ulaşmaya yardımcı olacak uzun vadeli perspektiflere yer veriyor. Azaltım için teknik fizibilite ve maliyeti tek ölçüt olarak almaktan ziyade, önlemlerin alınmasını sağlayacak “elverişli ortam”lara da vurgu yapıyor: politika araçları, yönetişim seçenekleri ve tabi ki toplumsal kabul edilebilirlik.

Sentez raporunun tam metni uzun ve info-grafiklerle dolu olduğundan, politika yapıcılara yönelik hazırlanan 36 sayfalık özetin göze çarpan bazı noktalarına bakmakla yetineceğim:

  1. Öncelikle, IPCC yazarlarının tekraren yazmaktan bıkıp usandıklarını düşündüğüm en temel, en basit, en klişe gerçek hatırlatılıyor: Başta sera gazı emisyonları olmak üzere insani faaliyetler kesin olarak küresel ısınmaya sebep olmuş durumda ve dünyanın yüzey ısısı 2020 itibariyle 150 yıl öncesine göre 1.1 derece daha yüksek. Atmosferdeki karbondioksit yoğunlaşması en az 2 milyon yıldır hiç bu kadar yüksek olmamıştı. Son 170 yıldaki toplam karbon salınımının ise yarısına yakını (%42) son 30 yılda yapılmış. Yani iklim değişikliğiyle ilgili ilk ciddi politik hamlelerin atılmaya başlandığı 1990’lardan bu yana, geri adım atmak nedir bilinmemiş! (Onca COP’a rağmen hâlâ da bilinmediğinin göstergelerinden biri şu: 2019’daki salınımlar 2010 yılına göre %12 artmış.)
  2. 2019 itibariyle sektör bazındaki katkı oranları: %79 ile enerji, sanayi, ulaştırma ve inşaat sektörleri. %22 ile (aslında kendileri de endüstrileşmiş) ormancılık ve tarım uygulamaları.
  3. Rapor apaçık gerçeği tekrarlıyor: İklim değişikliğine, ülkeler ve bölgeler arasında (ve tabi içinde) eşit olmayan üretim ve tüketim kalıplarından kaynaklanan tarihsel ve süregelen katkılar sebep oldu. Kimilerinin gelişigüzel kullanmayı pek sevdiği o soyut ‘insan türü’ değil. Alın size güncel rakamlar: En yüksek kişi başı emisyona sahip %10’luk hane halkı grubu (zengin, imtiyazlı azınlık), küresel tüketime dayalı hane halkı sera gazı emisyonlarının %34-45’ine katkıda bulunurken, en alttaki %50’lik grup sadece %13-15’ine katkıda bulunmuş.
  4. Deniz seviyeleri 1901’den beri artıyor; daha güvenilir hesaplamaların yapıldığı 1971 sonrası ise değişim daha bariz hale geliyor, 2006 sonrasında ise dramatik artışlar var. 2006-2018 arasındaki oran, 1901-1971 arasındaki oranın neredeyse 3 katı. Sıcak hava dalgaları, yoğun yağış, kuraklık, hortum, kasırga, tropik siklonlar gibi aşırı hava olayları ve özellikle bunların insan etkisine dayandığına dönük kanıtlar, IPCC’nin (bundan önceki) beşinci raporundan bu yana daha da güçlenmiş.
  5. Rapor, küresel eşitsizliğe, tıpkı iklim değişikliğinin sebepleri açısından olduğu gibi sonuçları açısından da referans yaparak “insanların ve ekosistemlerin kırılganlığının birbirine bağlı olduğuna” işaret ediyor: Yaklaşık 3,3-3,6 milyar insan, yani dünya nüfusunun yaklaşık yarısı, iklim değişikliğine karşı oldukça hassas koşullarda yaşıyor. Artan hava ve iklim olayları, milyonlarca insanı akut gıda güvensizliğine ve su güvenliğinin azalmasına maruz bırakıyor. En büyük olumsuz etkiler Afrika, Asya, Orta ve Güney Amerika, Küçük Adalar ve Kuzey Kutbu’ndaki birçok yerde ve/veya toplulukta ve küresel olarak Yerli Halklar, küçük ölçekli gıda üreticileri ve ekonomik ve sosyal olarak marjinalize edilmiş kent sakinleri arasında görülüyor. 2010 ve 2020 yılları arasında sel, kuraklık ve fırtınalardan kaynaklanan insan ölümleri, kırılganlığı yüksek olan bölgelerde, kırılganlığı çok düşük olan bölgelere kıyasla 15 kat daha fazla olmuş.
  6. Toprakta ve sucul ortamlardaki yerel tür çeşitliliğinin kaybolmaya maruz kalması da aşırı sıcaklıkların geri döndürülemez biyolojik sonuçlarından biri. Karada ve okyanusta kaydedilen toplu ölüm olaylarının sayısı maalesef artıyor. Bazı ekosistemler üzerindeki etkiler, (örneğin buzul çözülmeleri veya kutup toprağı erimeleri gibi Kuzey Kutbu ekosistemlerindeki değişimler) geri döndürülemez hale geliyor.

Buraya kadarki sayılanlar vakıayı ortaya koymak açısından tamam. Onlarca yıllık araştırma ve mücadeleden sonra, iklim değişikliği karar alıcılarca en azından söylem düzeyinde inkar edilemiyor görünüyor (Trump gibi kalbinden geçeni diline olduğu gibi yansıtan deliler hariç). O halde ‘uyum’ çabalarında neredeyiz?

*Yüksek risklerin artık daha düşük küresel ısınma seviyelerinde ortaya çıkacağı tahmin ediliyor.

  1. Rapor, iklim risklerinin azaltılmasında uyumun etkili sonuçlar doğurduğunu söyleyerek devam ediyor. Birçok farklı bağlam ve sektörün yanı sıra, özellikle su yönetimi ve tarım konusunda etkili uyum seçeneklerine örnek olarak şunlar dillendiriliyor: çeşit iyileştirmeleri, tarla içi su yönetimi ve depolama, toprak neminin korunması, tarımsal ormancılık, toplum temelli uyum, tarımda çiftlik ve peyzaj düzeyinde çeşitlendirme, sürdürülebilir arazi yönetimi yaklaşımları, agroekolojik ilke ve uygulamaların kullanımı ve doğal süreçlerle birlikte çalışan diğer yaklaşımlar (örneğin permakültür, biyodinamik tarım veya onarıcı tarım uygulamaları). Yüksek güvenilirliğe sahip çalışmalar, kentsel yeşillendirme, sulak alanların ve yukarı havza orman ekosistemlerinin restorasyonu gibi ekosistem temelli uyum yaklaşımlarının sel risklerini ve kent ısısını azaltmada etkili olduğunu gösteriyor. Erken uyarı sistemleri ve setler gibi hem yapısal hem de yapısal olmayan önlemlerin kombinasyonu, sel durumlarında can kayıplarını azaltıyor. Afet riski yönetimi, erken uyarı sistemleri, iklim hizmetleri ve sosyal güvenlik ağları gibi adaptasyon seçenekleri de birçok sektörde geniş bir uygulama alanına sahip bulunuyor.
  2. Rapor, halihazırda gözlemlenen uyum tepkilerinin umut vadettiğini söylese de, çoğunun parçalı, sektöre özgü ve bölgeler arasında eşit olmayan bir şekilde dağılmış olduğunu hatırlatıyor. Kaydedilen ilerlemeye rağmen, sektörler ve bölgeler arasında uyum boşlukları var ve bu boşluklar mevcut uygulama seviyeleri altında büyümeye devam edecek gözüküyor; en büyük uyum boşlukları elbette yine düşük gelir grupları arasında.
  3. Uyumun önündeki temel engeller ise şöyle sıralanıyor:
  • sınırlı kaynaklar,
  • özel sektör ve vatandaş katılımının eksikliği,
  • finansmanın (araştırma dahil) yetersiz seferberliği,
  • düşük iklim okuryazarlığı,
  • siyasi taahhüt eksikliği,
  • sınırlı araştırma ve/veya uyum biliminin yavaş karşılık bulması,
  • ve düşük aciliyet duygusu.

Rapora göre adaptasyonun tahminî maliyetleri ile adaptasyona ayrılan finansman arasında genişleyen eşitsizlikler bulunuyor. Uyum finansmanı ağırlıklı olarak kamu kaynaklarından sağlanmakta. Küresel iklim finansmanının izi sürüldüğünde bunun küçük bir kısmının uyuma, büyük bir çoğunluğunun ise hâlâ azaltıma yönelik olduğu görülüyor. Bu ilk bakışta kulağa olumlu gelse de aslında sadece oransal bir durum ve azaltım çabalarının bile yeterince gösterilmediği bir vasatta uyum konusunda çok gerilerde olduğumuzun bir işareti.

Küresel iklim finansmanı IPCC’nin beşinci raporundan bu yana bir artış eğilimi göstermiş; ne var ki, kamu ve özel finans kaynakları da dahil olmak üzere uyum için mevcut küresel finansal akışlar yetersiz ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde uyum seçeneklerinin uygulanmasını kısıtlıyor. Türkiye’de örneğin, azaltım ve uyum finansmanı bir kenara, bankaların birçoğu kömür gibi fosil yakıt sektörlerine tam gaz kredi desteğini sürdürüyor. Ayrıca, olumsuz iklim etkileri, gelişme ve büyüme gibi ana akım iktisadi çerçeveler açısından düşünüldüğünde bile, ulusal ekonomileri kayıp ve zararlara uğratabilir ve zaten sınırlı mali kaynakların kullanılabilirliğini azaltabilir, böylece özellikle gelişmekte olan ve en az gelişmiş ülkelerde uyum için mali kısıtlamaları daha da artırabilir. Nitekim aşırı hava olaylarının yarattığı sürpriz maliyetler ülkemizde de (örneğin Antalya’nın tarım alanlarını vuran hortumlar, sayıları ve şiddeti artan orman yangınları, seller vb.) giderek artıyor maalesef.

*Isınmanın 1.5 ve 2 derece ile sınırlandırılması hızlı, köklü ve acil sera gazı emisyon azaltımlarını gerektiriyor.

Hülasa, IPCC raporu malumu ilam ediyor; işlerin olduğu gibi sürdürülemeyeceğini, bir eşiğin tam ucunda bulunduğumuzu hatırlatıyor. Şu noktada 2015’te vaat edilen azaltım ve uyum politikaları mükemmelen uygulanacak bile olsa gezegen ısınmaya devam edecek, mesele karar alıcıların bunu bir yıkım aşamasına getirip getirmeyeceği, onarım için hangi bedelleri ödemeyi göze alabilecekleri meselesi. Rapor, sonuç kısmında geri dönülmez bir noktada olmadığımızı ortaya koyan iyimser senaryoları da dillendiriyor ancak aksiyon alınmazsa önümüzdeki raporların daha karamsar gerçekleri ve gelecek senaryolarını içereceğini tahmin edebiliriz.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

Yazılar

Temel İhtiyaçların Giderilmesi İmkânsızlaşırken – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Beslenme/Gıda: insanların en temel ihtiyaçlarından biri gıdadır. Tarih boyunca insanlar gerek avcılıkla gerek araç gereçlerle gerekse sanayinin gelişimi ve makineleşmeyle gıda konusunda devrim niteliğinde bir süreç geçirmiştir. Gıdanın bizlere ulaşana kadar birçok yolu var. Topraktan çiftçiyle başlayan bu süreç bir gıda olarak insanın tüketimine hazırlanıyor. Tarım tarafı bu şekilde. Hayvancılıkta ise bin bir meşakkatle, hayvanın her şeyinden yararlanarak emekçilerin elleriyle insanlara sunuluyor.

Fakat burada değinilmesi gerekilen bir husus var, kim bu gıdalara ne kadar ulaşabiliyor, onları ne kadar temin edebiliyor?

Zenginler bu gıdalara, besinlere ulaşırken, fakir/yoksul halk ancak karnını doyurmak için sofraya oturuyor. Şu örnek daha açık olacak: Genel olarak sürekli karbonhidratlarla beslenen halk (ekmek, şeker vd.) sağlık açısından sadece karnının açlığını yatıştırıyordur, başka hiçbir faydası yok hatta zihni gerilettiğini bile bilimsel açıklamalarda görebilirsiniz.

Gelelim zenginin durumuna! Eti, sütü, çerezi sofrasından eksik etmeyen zenginler protein, vitamin vd. besin maddelerinden yeterince aldığından onlarda besine dayalı herhangi bir hastalık ortaya çıkmıyor. Fakir halk ise sırf yeterli beslenemediği için özellikle evlatları birçok hastalığa yakalanıyor. Şöyle bir örnek vermek gerekirse; Kırmızı et B12 vitamini açısından çok zengin bir besin kaynağı, bu besinin yeteri miktarda alınamaması psikolojik sıkıntılara ve daha birçok hastalığa sebep olabiliyor. Zenginler bunu sofrasından eksik etmezken, fakir halka bu koskoca nasipten hiçbir şey düşmüyor maalesef. Tabii bunun sonucunda besinden kaynaklı hastalıklar yoksul halkın peşini bırakmıyor ve büyük sıkıntılara yol açabiliyor.

Barınma: Türkiye’de, özellikle metropol şehirlerde barınma sorunu çok ciddi, çok kritik bir durumda. Yükselen konut fiyatları ve buna yoksul ailelerin geçim sıkıntısı ve asgarî ücret zulmü de eklenince halk gittikçe daha da yoksullaşıyor ve hayat çekilmez bir hâle geliyor. Müteahhitlerin daha büyük kârlar peşinde koşmaları ve evi olurundan çok daha yüksek fiyatlarla satışa çıkarması, geçim derdiyle uğraşan yoksul halk için bir konutun hayali dahî kurulamıyor, açlık sınırının altında bir gelire mahkûm edilen asgarî ücretli yoksullar, evinin ihtiyaçlarını dahî karşılayamazken, çocuk mu okutsun, yoksa hayal ettiği bir konut sahibi mi olsun?

Burada bir anekdotu anlatmadan geçemeyeceğim. Geçtiğimiz günlerde 52-53 yaşlarında emekçi bir abi ile bir sohbetimiz oldu. Anlattıkları gerçekten de el-insaf dedirtiyor! “Son 27 senesi aynı firmada olmak üzere tam 36 yıldır temizlik işçiliği yapıyorum. Aldığım maaş hâlen asgarî ücret ve bir de emekli maaşım var. Biri üniversite öğrencisi olmak üzere 3 öğrencim var, nereye yetişeceğimi bilemiyorum. 36 yıldır çalışıyorum ama ne bir evim var ne de bir arabam! Fakat bize iş verenler her ay kâr marjı bandında evine ev, arabasına araba katıyor, biz işçiler ise yıllardır sırf yol parası vermemek için işe ya yürüyerek ya da bisikletle gidip geliyoruz, bir daire sahibi bile olamıyoruz. Bir dairem dahî yok, yok işte!”

Sohbet ettiğimiz işçi abinin yakınması gerçekten çok acı bir gerçeği ortaya koyuyordu. Bahsini ettiğimiz abinin anlattıklarından sonra aklıma TÜİK verilerine girip konut ve motorlu araç sayılarına bakmak geldi. Sonuç mu, gelin birlikte bakalım:

Ülkede toplam konut sayısı TÜİK’in verilerine göre 2021 yılı itibariyle 25.329.833 (İş yerleri, dükkânlar hariç; sadece bir ailenin yasayacağı, barınacağı daire) Her sene ortalama en az 600 bin konut yapıldığı söyleniyor. 2025 itibariyle de 28 milyondan fazla sadece barınmak için daire var. Tabii bunlar sadece kayıtlı resmi olanlar.

Ülkenin nüfusu ise 2025 yılı itibariyle 85 milyon küsür, bu da demek oluyor ki her 3 kişiden birine bir daire düşüyor, evli çift ve hane demiyoruz, 3 kişiden birine bu ülkede 1 daire düşüyor! Peki, gerçek öyle mi? Tabii ki hayır! Nüfusun %45’i kiracı (42 milyon kişi). 3 kişiye bir daire düşen ülkede nüfusun yarısı kiracı! Peki, neden mi? Nedenini yukarıda bahsettiğimiz işçi abimiz anlattı zaten. Temel ihtiyaç olan bir daire yerine, kimine 20 daire, kimine 50 daire, kimine 100 daire düşünce durum böyle oluyor. Adil bölüşüm ve hakça paylaşımın olmadığı yerde toplumsal eşitsizlik ve felâketler başını alıp gider.

 

Sağlık: Ülkemizde sağlık konusunda özellikle randevu sistemindeki olumsuzluklar birçok hastayı mecburi bir şekilde özel hastaneye zorluyor çünkü randevular ancak 1 aya alınabiliyor hatta bazı randevular için 6 ay, bir sene bile beklemek gerekebiliyor! Bu nedenle özel hastanelere gitme mecburiyetinde bırakılan fakir halk, borçla da olsa bunu yapmak zorunda kalıyor.

Sorun sadece bu değil. Sağlık sektörü küresel kapitalizmin ve sermayenin istediği şekilde yön aldığından ilaçlarla oynamalar, sahte ilaçlar, çaresi olduğu hâlde kullandırtılmayan ilaçlar ve daha neler neler… Bu yüzden sağlık gibi bir temel hak da özellikle fakir halk için lüks olmuş durumda maalesef.

Eğitim: Ülkemiz eğitim konusunda da maalesef çok kötü bir durumda fakat bizler burada sadece bir noktaya değineceğiz yoksa eğitimle ilgili birçok sıkıntılı durum mevcut. Bizim burada değineceğimiz nokta, öğrenciler arasında “eğitimde fırsat eşitsizliği!”

Birçok öğrenci, özellikle fakir ailelerin öğrencileri eğitimde eşit anlamda fırsattan yararlanamıyor. Bunun en büyük sebebi eğitimin dershane/özel okul/kurs merkezi adları altında özelleştirilmesi, sermayeye peşkeş çekilmesi! Zengin ailelerin çocukları en iyi okullara giderken fakir halkın çocukları ancak devlet okullarına gidebiliyor.

Bir de burada özel üniversitelere değinelim. Yine bir arkadaşın dilinden bir anekdotla açıklarsak durum şöyle: “Üniversite 2. sınıf öğrencisiyim, İstanbul’da özel bir üniversitede 2 yıllık aşçılık okuyorum Yıllık 140 bin lira sadece eğitim parası veriyorum çünkü şehir dışına çıkarsam barınma masrafı, beslenme masrafı, yol masrafı vs. derken dışarıda okumamın pek bir anlamı kalmıyor. Burada çalışıyorum, en azından ailemle kalarak bir işte çalışıyor, akşam da üniversiteye gidiyorum ve benim gibi gelen on binlerce öğrenci var sadece İstanbul’da ve hepsi de fakir ailelerin çocuğudur. Onlar da benim gibi düşünüp şehir dışına çıkamıyorlar.” Bu da eğitimde özelleştirmenin hâlini göz önüne seren başka bir durum!

En azından beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlara erişim imkânsız olmamalı; kolay yoldan eşit bir şekilde herkesin bu imkânlara ulaşması gerekmektedir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Sırrı Süreyya’ya Veda – Yakup Kıyanç

Yayınlanma:

-

Siz bu ülkenin sahibi misiniz? Zillulâh-ı fi’l-âlem misiniz? Kendinizi Allah’ın yeryüzündeki gölgesi mi sayıyorsunuz? Nizamülmülk müsünüz? Nesiniz siz, milletin ekmeğiyle bu kadar oynuyorsunuz? Onların çoluk çocuklarının ne suçu var? Bir an için hepsini suçlu kabul etsek onları rızksız, nana muhtaç bir vaziyete nasıl getirirsiniz? Evinizde nasıl uyursunuz? Çocuğunuzu nasıl seversiniz?”

Sırrı Süreyya denince hepimizin hafızasında yer edinen başka bir konuşması, başka bir gülümsemesi, başka bir eylemi gelir. Sırrı Süreyya denince neredeyse bu ülkedeki her bir insana dokunmuş, her bir insanın derdi ile hemhâl olmuş bir insan evladı gelir aklımıza. İster istemez adını anınca, simasını hatırlayınca yüzümüzde bir tebessüm belirir. Sağcısı, solcusu, Kürd’ü, Türk’ü, Laz’ı, Alevi’si, Gürcü’sü… Hepimizin kimliğine bürünmüş, hepimizin ana babasının acısını hissetmiş o acıyı dile getirmiş bir insan evladı…

Kürd ve Türk çocuklarının ölmemesi, daha insanca ve adil şartlarda yaşaması için barışın postacılığını kendisine iş edinmesiydi Sırrı Süreyya’yı bu toprakların evladı kılan, Anadolu irfanının en güzel örneği yapan. Bu toprakların türkülerini ona sevdiren şey, bu topraklara duyduğu çıkarsız bağdı. Onu turna kuşu kılan da her bir santimine aşık olduğu bu topraklardı. Kana ve öfkeye doymuş olan bu topraklar.

Benim için Sırrı Süreyya, yüzyıla yakındır inkar edilen kimliğim için, dilim için yüzlerce defa mecliste, sokakta, mahkeme salonlarında canı pahasına direnen bir insan. Çıkarsızca, yürekten ötekinin acısını yüreğinde hisseden bir Sırrı Süreyya.

Ama tüm Sırrı Süreyya’ları bir kenara bıraksam, benim için en Sırrı Süreyya girişteki konuşmayı yapan kişidir. En kendinden olmayanın, kendisine en uzak olanın acısı ile acıyan, derdi ile dertlenen, kendisine düşman olan “uzak” ötekinin yaşadığı hukuksuzluğu da kendisine dert eden, bununla öfkelenen Sırrı Süreyya! Ne zordur değil mi sabah akşam seni düşmanlaştıran, dışlayan, yorgun ve hasta bedenini hapsetmek isteyen, evlatlarından, hayatından, özgürlüğünden uzaklaştırmak isteyenin hakkını ve hukukunu o yorgun kalple hissetmek, haykırmak! Zor. Kendimi onun yerine koyuyorum, bir an hıncıma teslim olabilirim gibi hissediyorum. O kişinin, grubun ya da cemaatin bana yaşattıkları beni adaletten alıkoyacak gibi hissedebilirim belki de. Ama gördük ve yaşadık ki onca hukuksuzluklara, zulümlere rağmen Sırrı Süreyya’yı adaletten alıkoymamış ona yaşatılanlar. Öfkesi onu esir almamış. Nasıl erdemli bir tavır, değil mi? Maide sûresi 8. ayette: “Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” diye emreden Rabbimizin çağrısına kulak vermiş bir kul olabilmiş Sırrı Süreyya! “Başkasının acısını duyabiliyorsan insan olabilirsin!” diyen Tolstoy da onu anlatmış sanki. Ne mutlu bize ki Sırrı Süreyya gibi erdemli, beytülmâle el uzatmayı aklından dahî geçirmemiş modern bir dervişi tanıdık dünya gözüyle. Benzerini bir daha görebilir miyiz, sahiden bu konuda umutsuzum.

Çok uzatma taraftarı değilim, Sırrı Süreyya’yı değerli ve özel kılan çok şey vardı. Şivesi, gülüşü, candan ve sahici tavırları bir yana, onu hepimize sevdiren şey insana insan olmasından ötürü duyduğu muhabbet ve adaletiydi. Koltuğun gücüyle çalıp çırpmaması, bizlerle yer sofrasında yerken, mezarlıkta ağlarken, mecliste konuşurken yalandan bizler gibi olmaya çalışmak imajı takınmamasıydı. Hakikaten bizlerle biz olabilmesi, sahiciliği, en ötekinin bile acısını tüm hakikati ile yüreğinde hissedebilmesiydi. Hukuksuzluk üreten otoriteye boyun eğmeyişi, hakkı her şartta dile getirmesi, zulme uğrayanın kimliğine bir an olsun bakmadan, mazlumun yanında bir an olsun çekinmeden durabilmesiydi Sırrı Süreyya’yı müstesna kılan.

Allah’ın rahmeti üzerine olsun Sırrı abi. Hesapsızlığını, dürüstlüğünü, mazluma yoldaş olmanı, barış elçisi olmanı, helalinden yaşamanı çok sevdik. Uğruna canından geçtiğin, özlemini bir nefes gibi çektiğin barışı en çok senin için getireceğiz bu topraklara. Üzerine atılan toprağa bir daha kardeş kanı bulaşmaması için elimizden geleni yapacağız Sırrı abi. Sana sözümüz olsun!

Allah’a ısmarladık seni!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x