Connect with us

Yazılar

IPCC’nin 6. Değerlendirme Raporu’na Yansıyanlar – Ammar Kılıç

Yayınlanma:

-

1988 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından kurulan, amacı hem hükumetler hem de uluslararası iklim değişikliği müzakereleri için iklim politikaları geliştirmede kullanılabilecek bilimsel bilgi sağlamak olan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), geçtiğimiz Mart ayında 6. Değerlendirme Raporu’nu yayınladı. IPCC, 1990’dan bu yana birkaç yılda bir iklim değişikliğini farklı yönlerden ele alan çalışma gruplarının raporlarını yayımlıyor ve nihai olarak bu raporların birleştirilmesiyle oluşan genel değerlendirme raporları ortaya çıkıyor. Bu raporlar bin bir çeşit ülkeden yüzlerce bilim insanın katkısıyla, müştereken hazırlanıyor, altında 195 ülkenin imzası bulunuyor. Bu yüzden en eleştirel, radikal ve politik şüpheci kesimler için bile IPCC oldukça muteber bir platform sayılıyor. Hatta kurumun son raporlarında gittikçe gürleşen, küresel eşitsizlik ve sosyal adalet konusundaki umut vadeden vurgularının radikaller gözündeki güveni daha da artırdığını söyleyebiliriz.

*Farklı emisyon senaryolarına göre 2100’de küresel ısı değişimi öngörüleri.

Raporları hazırlayan 3 farklı çalışma grubunun odaklandığı başlıklar şunlar: 1) Fiziksel bilim temeli, 2) Etkiler, uyum ve kırılganlık, 3) Azaltım. İlki, atmosferdeki sera gazları; hava, kara ve okyanustaki sıcaklık değişiklikleri; hidrolojik döngü ve değişen yağış (yağmur ve kar) modelleri; aşırı hava olayları; buzullar ve buz tabakaları; okyanuslar ve deniz seviyesi gibi çeşitli fiziksel süreçlerle ilgileniyor. Yani sebepleriyle beraber iklimin ne kadar değiştiğini göstermeye çalışıyor.

İkinci başlık, hem bölgesel hem de dünya çapında bu değişimin her türden etkilerine (biyolojik, sosyolojik, ekonomik, kültürel vb.) ayrılıyor. Bu doğal ve beşeri sistemlerin iklim değişikliğine uyum sağlama ve böylece iklimle ilişkili riskleri azaltma kapasitelerini ve sınırları neler, farklı ölçeklerde azaltma ve uyum çabaları nasıl hayata geçirilebilir, sosyal açıdan adil ve entegre bir yaklaşımla herkes için sürdürülebilir bir gelecek yaratmanın imkanları neler olabilir, gibi sorularla boğuşuyor.

Son çalışma grubu ise farklı azaltım seçeneklerini ortaya seriyor ve hem hükumet ve özel sektör yöneticilerine yönelik kısa vadeli hem de üst düzey iklim politikası hedeflerine ulaşmaya yardımcı olacak uzun vadeli perspektiflere yer veriyor. Azaltım için teknik fizibilite ve maliyeti tek ölçüt olarak almaktan ziyade, önlemlerin alınmasını sağlayacak “elverişli ortam”lara da vurgu yapıyor: politika araçları, yönetişim seçenekleri ve tabi ki toplumsal kabul edilebilirlik.

Sentez raporunun tam metni uzun ve info-grafiklerle dolu olduğundan, politika yapıcılara yönelik hazırlanan 36 sayfalık özetin göze çarpan bazı noktalarına bakmakla yetineceğim:

  1. Öncelikle, IPCC yazarlarının tekraren yazmaktan bıkıp usandıklarını düşündüğüm en temel, en basit, en klişe gerçek hatırlatılıyor: Başta sera gazı emisyonları olmak üzere insani faaliyetler kesin olarak küresel ısınmaya sebep olmuş durumda ve dünyanın yüzey ısısı 2020 itibariyle 150 yıl öncesine göre 1.1 derece daha yüksek. Atmosferdeki karbondioksit yoğunlaşması en az 2 milyon yıldır hiç bu kadar yüksek olmamıştı. Son 170 yıldaki toplam karbon salınımının ise yarısına yakını (%42) son 30 yılda yapılmış. Yani iklim değişikliğiyle ilgili ilk ciddi politik hamlelerin atılmaya başlandığı 1990’lardan bu yana, geri adım atmak nedir bilinmemiş! (Onca COP’a rağmen hâlâ da bilinmediğinin göstergelerinden biri şu: 2019’daki salınımlar 2010 yılına göre %12 artmış.)
  2. 2019 itibariyle sektör bazındaki katkı oranları: %79 ile enerji, sanayi, ulaştırma ve inşaat sektörleri. %22 ile (aslında kendileri de endüstrileşmiş) ormancılık ve tarım uygulamaları.
  3. Rapor apaçık gerçeği tekrarlıyor: İklim değişikliğine, ülkeler ve bölgeler arasında (ve tabi içinde) eşit olmayan üretim ve tüketim kalıplarından kaynaklanan tarihsel ve süregelen katkılar sebep oldu. Kimilerinin gelişigüzel kullanmayı pek sevdiği o soyut ‘insan türü’ değil. Alın size güncel rakamlar: En yüksek kişi başı emisyona sahip %10’luk hane halkı grubu (zengin, imtiyazlı azınlık), küresel tüketime dayalı hane halkı sera gazı emisyonlarının %34-45’ine katkıda bulunurken, en alttaki %50’lik grup sadece %13-15’ine katkıda bulunmuş.
  4. Deniz seviyeleri 1901’den beri artıyor; daha güvenilir hesaplamaların yapıldığı 1971 sonrası ise değişim daha bariz hale geliyor, 2006 sonrasında ise dramatik artışlar var. 2006-2018 arasındaki oran, 1901-1971 arasındaki oranın neredeyse 3 katı. Sıcak hava dalgaları, yoğun yağış, kuraklık, hortum, kasırga, tropik siklonlar gibi aşırı hava olayları ve özellikle bunların insan etkisine dayandığına dönük kanıtlar, IPCC’nin (bundan önceki) beşinci raporundan bu yana daha da güçlenmiş.
  5. Rapor, küresel eşitsizliğe, tıpkı iklim değişikliğinin sebepleri açısından olduğu gibi sonuçları açısından da referans yaparak “insanların ve ekosistemlerin kırılganlığının birbirine bağlı olduğuna” işaret ediyor: Yaklaşık 3,3-3,6 milyar insan, yani dünya nüfusunun yaklaşık yarısı, iklim değişikliğine karşı oldukça hassas koşullarda yaşıyor. Artan hava ve iklim olayları, milyonlarca insanı akut gıda güvensizliğine ve su güvenliğinin azalmasına maruz bırakıyor. En büyük olumsuz etkiler Afrika, Asya, Orta ve Güney Amerika, Küçük Adalar ve Kuzey Kutbu’ndaki birçok yerde ve/veya toplulukta ve küresel olarak Yerli Halklar, küçük ölçekli gıda üreticileri ve ekonomik ve sosyal olarak marjinalize edilmiş kent sakinleri arasında görülüyor. 2010 ve 2020 yılları arasında sel, kuraklık ve fırtınalardan kaynaklanan insan ölümleri, kırılganlığı yüksek olan bölgelerde, kırılganlığı çok düşük olan bölgelere kıyasla 15 kat daha fazla olmuş.
  6. Toprakta ve sucul ortamlardaki yerel tür çeşitliliğinin kaybolmaya maruz kalması da aşırı sıcaklıkların geri döndürülemez biyolojik sonuçlarından biri. Karada ve okyanusta kaydedilen toplu ölüm olaylarının sayısı maalesef artıyor. Bazı ekosistemler üzerindeki etkiler, (örneğin buzul çözülmeleri veya kutup toprağı erimeleri gibi Kuzey Kutbu ekosistemlerindeki değişimler) geri döndürülemez hale geliyor.

Buraya kadarki sayılanlar vakıayı ortaya koymak açısından tamam. Onlarca yıllık araştırma ve mücadeleden sonra, iklim değişikliği karar alıcılarca en azından söylem düzeyinde inkar edilemiyor görünüyor (Trump gibi kalbinden geçeni diline olduğu gibi yansıtan deliler hariç). O halde ‘uyum’ çabalarında neredeyiz?

*Yüksek risklerin artık daha düşük küresel ısınma seviyelerinde ortaya çıkacağı tahmin ediliyor.

  1. Rapor, iklim risklerinin azaltılmasında uyumun etkili sonuçlar doğurduğunu söyleyerek devam ediyor. Birçok farklı bağlam ve sektörün yanı sıra, özellikle su yönetimi ve tarım konusunda etkili uyum seçeneklerine örnek olarak şunlar dillendiriliyor: çeşit iyileştirmeleri, tarla içi su yönetimi ve depolama, toprak neminin korunması, tarımsal ormancılık, toplum temelli uyum, tarımda çiftlik ve peyzaj düzeyinde çeşitlendirme, sürdürülebilir arazi yönetimi yaklaşımları, agroekolojik ilke ve uygulamaların kullanımı ve doğal süreçlerle birlikte çalışan diğer yaklaşımlar (örneğin permakültür, biyodinamik tarım veya onarıcı tarım uygulamaları). Yüksek güvenilirliğe sahip çalışmalar, kentsel yeşillendirme, sulak alanların ve yukarı havza orman ekosistemlerinin restorasyonu gibi ekosistem temelli uyum yaklaşımlarının sel risklerini ve kent ısısını azaltmada etkili olduğunu gösteriyor. Erken uyarı sistemleri ve setler gibi hem yapısal hem de yapısal olmayan önlemlerin kombinasyonu, sel durumlarında can kayıplarını azaltıyor. Afet riski yönetimi, erken uyarı sistemleri, iklim hizmetleri ve sosyal güvenlik ağları gibi adaptasyon seçenekleri de birçok sektörde geniş bir uygulama alanına sahip bulunuyor.
  2. Rapor, halihazırda gözlemlenen uyum tepkilerinin umut vadettiğini söylese de, çoğunun parçalı, sektöre özgü ve bölgeler arasında eşit olmayan bir şekilde dağılmış olduğunu hatırlatıyor. Kaydedilen ilerlemeye rağmen, sektörler ve bölgeler arasında uyum boşlukları var ve bu boşluklar mevcut uygulama seviyeleri altında büyümeye devam edecek gözüküyor; en büyük uyum boşlukları elbette yine düşük gelir grupları arasında.
  3. Uyumun önündeki temel engeller ise şöyle sıralanıyor:
  • sınırlı kaynaklar,
  • özel sektör ve vatandaş katılımının eksikliği,
  • finansmanın (araştırma dahil) yetersiz seferberliği,
  • düşük iklim okuryazarlığı,
  • siyasi taahhüt eksikliği,
  • sınırlı araştırma ve/veya uyum biliminin yavaş karşılık bulması,
  • ve düşük aciliyet duygusu.

Rapora göre adaptasyonun tahminî maliyetleri ile adaptasyona ayrılan finansman arasında genişleyen eşitsizlikler bulunuyor. Uyum finansmanı ağırlıklı olarak kamu kaynaklarından sağlanmakta. Küresel iklim finansmanının izi sürüldüğünde bunun küçük bir kısmının uyuma, büyük bir çoğunluğunun ise hâlâ azaltıma yönelik olduğu görülüyor. Bu ilk bakışta kulağa olumlu gelse de aslında sadece oransal bir durum ve azaltım çabalarının bile yeterince gösterilmediği bir vasatta uyum konusunda çok gerilerde olduğumuzun bir işareti.

Küresel iklim finansmanı IPCC’nin beşinci raporundan bu yana bir artış eğilimi göstermiş; ne var ki, kamu ve özel finans kaynakları da dahil olmak üzere uyum için mevcut küresel finansal akışlar yetersiz ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde uyum seçeneklerinin uygulanmasını kısıtlıyor. Türkiye’de örneğin, azaltım ve uyum finansmanı bir kenara, bankaların birçoğu kömür gibi fosil yakıt sektörlerine tam gaz kredi desteğini sürdürüyor. Ayrıca, olumsuz iklim etkileri, gelişme ve büyüme gibi ana akım iktisadi çerçeveler açısından düşünüldüğünde bile, ulusal ekonomileri kayıp ve zararlara uğratabilir ve zaten sınırlı mali kaynakların kullanılabilirliğini azaltabilir, böylece özellikle gelişmekte olan ve en az gelişmiş ülkelerde uyum için mali kısıtlamaları daha da artırabilir. Nitekim aşırı hava olaylarının yarattığı sürpriz maliyetler ülkemizde de (örneğin Antalya’nın tarım alanlarını vuran hortumlar, sayıları ve şiddeti artan orman yangınları, seller vb.) giderek artıyor maalesef.

*Isınmanın 1.5 ve 2 derece ile sınırlandırılması hızlı, köklü ve acil sera gazı emisyon azaltımlarını gerektiriyor.

Hülasa, IPCC raporu malumu ilam ediyor; işlerin olduğu gibi sürdürülemeyeceğini, bir eşiğin tam ucunda bulunduğumuzu hatırlatıyor. Şu noktada 2015’te vaat edilen azaltım ve uyum politikaları mükemmelen uygulanacak bile olsa gezegen ısınmaya devam edecek, mesele karar alıcıların bunu bir yıkım aşamasına getirip getirmeyeceği, onarım için hangi bedelleri ödemeyi göze alabilecekleri meselesi. Rapor, sonuç kısmında geri dönülmez bir noktada olmadığımızı ortaya koyan iyimser senaryoları da dillendiriyor ancak aksiyon alınmazsa önümüzdeki raporların daha karamsar gerçekleri ve gelecek senaryolarını içereceğini tahmin edebiliriz.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

İsrail’le Ticaret, Filistin’e İhanet: 10 Mart Eylemini Nasıl Gerçekleştirdim? – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

7 Ekim’den bu yana İsrail tüm dünyanın desteği ile Gazze’nin her noktasını vuruyordu, özelde kendim olmak üzere tüm İslam dünyası korkunç bir acziyet yaşıyordu, kardeşlerimiz katledilirken hiçbir şey yapamamanın çaresizliğinden yaşadığımız mütevazi hayattan utanır haldeydik.

Bir gece WhatsApp mesajlarımı kontrol ederken, “İsrail için en büyük boykot; olanca hızıyla devam eden ticareti derhâl bitirmek, İsrail’i koruyan ABD ve NATO üslerini kapatmak ve Siyonistlerle diplomatik ilişkileri kesmektir!’ demek için Türkiye’nin her yerinde ayağa kalkıyoruz! Siz de kendi bulunduğunuz il veya ilçede bize katılmak ister misiniz?” diye bir mesaj gördüm.

Hiç düşünmeden “Düzce bende kardeş!” diye cevapladım.

Hafta sonları Düzce’de bulunduğum için Düzce’de bu programı gerçekleştirecektim, o andan itibaren neler yapmam gerektiğini konusunda bir liste hazırladım. Adeta tek kişilik örgüt gibi çalışacaktım. Daha önce “başörtüsü, savaşa hayır” eylemlerine katılmıştık ama eylemi plânlamak ve gerçekleştirmek çok farklıydı; bir de yalnız olmanın tedirginliği vardı üzerimde.

Düzce’de bu konuyu paylaşabileceğim, destek olmasını isteyebileceğim bir kişi vardı. Hemen onu aradım, “10 Mart 2024 Pazar günü” Düzce’de Gazze için bir program plânladığımı, bana destek olmasını istedim.

“Ben üniversitede hocayım böyle bir eyleme katılmam ne kadar doğru olur?” dedi. Çok şaşırmıştım. Gazze’de bir tek çocuğun bir damla gözyaşı bile hangi kariyere feda edilebilirdi! Çok üzülmüştüm ama “Gazzeli kardeşlerimizin yaşadığı yalnızlığın yanında bu bir hiç mesabesindedir!” diyerek daha sıkı çalışmaya başladım.

Bu arada afişlerin görselleri hazırlanmıştı, bunları basacak bir yer aramaya başladım, buldum da! Tüm Düzce’yi, cuma gecesinden afişleyecektim. Afişleri, dövizleri ve pankartları bastırdım.

Cuma akşamı İstanbul’dan yola çıkarken içimde yalnızlığın hüznü, ilk kez eylem düzenleyecek olmanın tedirginliği vardı. Yol boyunca eylemde yapacağım konuşmayı,

Düzce’de nasıl bir tepki göreceğimi düşündüğümden yolun nasıl bittiğini bile fark etmemişim.

21:30 gibi Düzce’deydim. Yemekten ve çocuklarla biraz vakit geçirdikten sonra lise 1’e giden oğlum Yusuf Yasir’le koli bandı, makas ve afişlerimizle sokaklara vurduk kendimizi! Her otobüs durağına, her reklam panosuna afişlerimizi yapıştırdık. Gece saat 02:30 olmuştu tatlı bir yorgunlukla eve döndük.

Sabah kahvaltısından önce çıkıp afişleri kontrol ettim, yırtılmış veya sökülmüş olabilir mi diye? Hepsi yerli yerindeydi. Geriye sadece ses sistemi kalmıştı. “Megafon alırım ya da bağırarak konuşuruz.” diye düşünüyordum.

WhatsApp grubundan bir arkadaşın yönlendirmesi ile Mazlum kardeş aradı. Bir yerde buluşup tanıştık, konuştuk, istişarelerde bulunduk. Yalnız başıma böyle bir işe giriştiğime çok şaşırdılar. “Çok cesursunuz, biz birkaç arkadaş katılırız.” dedi, çok mutlu olmuştum. Ses sistemi ile ilgili bir arkadaşa yönlendirdi, kiralama yaptık hatta ücretin bir kısmını da o ödedi. Çok mahcup olmuştum.

O gece sabah olmak bilmedi! Kaç kişi gelecekti? Tek başıma kalırsam nasıl olacaktı? “Tek başıma da kalsam yapacağım!” diyordum. Gazzeli kardeşlerimizin yalnızlığını düşününce, “Hiç dert değil; sen yapman gerekeni yap, ne kaybedeceksin!” diyordum kendime.

Pazar sabah 11:00 sularında telefonum çaldı. “Kardeş, ben Nihat, Düzce’de bir Gazze programınız varmış. Kimsiniz, hangi STK adına yapıyorsunuz?” diye soruyordu.

STK yok.

Dernek?

Dernek de yok.

Parti?

Parti de yok.

Vakıf?

Vakıf da yok.

Sendika?

Sendika da yok.

“Ne var o zaman? Kimle yapıyorsun? Kimsin?” diye ısrarla sorular soruyordu.

“Ben Faruk Yeşil, tek başımayım; gelirseniz ikinci kişi siz olacaksınız!” dedim. Karşıdaki ses “Biz ailecek geleceğiz, katılacağız! Böyle bağımsız, bağlantısız olmanız çok hoşuma gitti, çok memnun oldum.” dedi. Çok sevinmiştim, artık iki aile olmuştuk.

Kızım Zeynep’i çekim için, büyük oğlum Üsame’yi ortamın güvenliği ve sükûneti sağlaması konusunda görevlendirdim. Herhangi bir şekilde bir kargaşaya izin vermemesi konusunda sıkıca tembihledim. Eylem sürecinde en büyük destekçim en küçük oğlum Yusuf’tu, basın bildirisini okumayı da son dakika o üstlendi.

Bir saat önce eylem alanındaydık. Etrafı kolaçan ettik, kimsecikler yoktu. Pankart ve dövizleri getirip namazı beklemeye koyulduk, gelip giden yoktu. Çocuklar “Baba, eylemci mi kiralasak!” diye şaka yapıyorlardı. Derken ses sistemini kiralayan arkadaş geldi, hazırlıkları yaptık. Sonra Nihat beyler ailecek gelmişti, öğle namazına geçtik.

Namaz sonrası alanda hazırlıkları yaparken çıkan cemaati “Filistin’le ilgili bir programımız var!” diye davet ettik ama camii cemaatinden bir kişinin bile katılmayışı hatta camiden kaçar gibi uzaklaşmalarını hala anlamış değilim.

Program için hazırlıklara başladık. Pankart, afiş ve dövizleri dağıtırken toplanan arkadaşlar çok gür sesle slogan atmaya başlamışlardı bile! Sloganların belirlediğim sloganlar olması için arkadaşlarla görüştüm, senkronizasyonu sağladık.

Otuz kadar katılımcı, birkaç sivil polis, iki de yerel basın temsilcisi vardı.

Çok heyecanlıydım, kısa bir konuşma yaptım. Temel olarak, “Bugün Türkiye’nin birçok şehrinde “İsrail’le Ticarete Dur De!” çağrısını yükseltmek, Türkiye’nin her yerinde eş zamanlı olarak farkındalık oluşturmak için ayağa kalkıyoruz. Düzce’den de bu çağrıya ses vermek istedik. Bu çığlığı, bu sesi büyütmek,  kirli  işbirlikçileri  ve  onları  kollayanları  ifşa  etmek  istedik.” şeklinde ilerleyen bir konuşmaydı.

Filistin mücadelesini desteklemenin belirli kişi veya zümrelerin değil; insan ve Müslüman olarak sorumluluk duygusu olan herkesin vazifesi olduğunu vurguladım.

Sonra basın açıklamasına geçtik. Yusuf da en az benim kadar heyecanlıydı ve metni vurgulayarak okudu.

Programı Nihat beyin heyecanlı, duygusal konuşması ile nihayetlendirdik.

Programı tamamladığımızda insanlar etrafımızı çevirdiler. “Bu, böyle olmaz; son anda haberimiz oldu! Önceden haberimiz olsa duyururduk!” dediler. “Bunun tekrarını yapalım, duyururuz. Afişleri önden bizimle de paylaş ki duyuralım!” diyorlardı. Telefonlarımızı paylaştık, bir yerde oturup tanıştık. Daha önce eylem yapan STK’ların sadece “Kahrol İsrail!” dediklerini söylediler. İsrail ile ticaretin kesilmesinin ilk kez dillendiriliyor olması karşılık bulmuştu. Bu konuda ısrarcı olmamız konusunda karşılıklı görüş alışverişinde bulunduk.

İlk programımızı kazasız belasız tamamlamıştık. Birçok eksiğimiz vardı. Hepsini not ettim. Bir dahaki sefere çok daha dikkatli olacaktım. Eşimden, çocuklardan ve katılımcılardan birçok eleştiri geldi. Bunlar bana verilmiş ödüldü adeta; dikkatlice dinledim, dersler çıkardım. Bir sonraki program için daha dikkatli olmamı sağladılar.

Rabbim hiç beklemediğimiz yerlerden nimetlenirmiş bereketlendirmişti. Hiçbir şeyin bizim gücümüzle kaim olmadığını bir kez daha müşahede etmiştim. Bir kez daha anlamıştım ki insan halis bir niyetle işe başlar ve sebat ederse, Allah’ın yardımı hiç ummadığı, hiç beklemediği noktalardan ulaşıyordu.

Devamını Okuyun

Haberler

The Lancet: Gazze’de En Az 186 Bin İnsan Katledildi

Yayınlanma:

-

Dünyanın en eski tıp dergilerinden The Lancet, İsrail’in Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de en az 186 bin insanı katlettiğini savunan bir makale yayımladı. Buna göre soykırım savaşının başından bu yana Gazze nüfusunun %8’i yok edildi.

Gazze’deki Ölümleri Saymak: Zor Ama Gerekli

BM İnsani İşler Koordinasyon Ofisi tarafından bildirildiği üzere, Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre 19 Haziran 2024 tarihi itibariyle, Hamas’ın saldırısı ve İsrail’in Ekim 2023’teki işgalinden bu yana Gazze Şeridi’nde 37.396 kişi öldürülmüştür. Bakanlığın rakamları İsrail istihbarat servisleri, BM ve DSÖ tarafından doğru olarak kabul edilmesine rağmen, İsrail makamları tarafından itiraz edilmiştir. Bu veriler, BM Yardım ve Çalışma Ajansı (UNRWA) personelinin ölüm sayısındaki değişiklikleri Bakanlık tarafından bildirilenlerle karşılaştıran ve veri uydurma iddialarını mantıksız bulan bağımsız analizler tarafından desteklenmektedir.

Altyapının büyük bölümünün tahrip olması nedeniyle Gazze Sağlık Bakanlığı için veri toplamak giderek zorlaşıyor. Bakanlık, hastanelerinde ölen veya ölü olarak getirilen insanlara dayanarak yaptığı olağan raporlamayı güvenilir medya kaynaklarından ve ilk müdahale ekiplerinden gelen bilgilerle yapmak zorunda kaldı. Bu değişiklik kaçınılmaz olarak daha önce kaydedilen ayrıntılı verileri bozmuştur. Sonuç olarak, Gazze Sağlık Bakanlığı artık toplam ölü sayısı içinde kimliği belirlenemeyen cesetlerin sayısını ayrı olarak bildirmektedir. 10 Mayıs 2024 itibariyle, 35 091 ölümün %30’unun kimliği tespit edilememiştir.

Bazı yetkililer ve haber ajansları, veri kalitesini artırmak için tasarlanan bu gelişmeyi, verilerin doğruluğunu zayıflatmak için kullandı ancak, bildirilen ölüm sayısı muhtemelen düşük bir rakamdır. Sivil toplum kuruluşu Airwars, Gazze Şeridi’ndeki olaylarla ilgili ayrıntılı değerlendirmeler yapmakta ve çoğu zaman kimliği tespit edilebilen kurbanların isimlerinin tamamının Bakanlığın listesinde yer almadığını tespit etmektedir. Ayrıca BM, 29 Şubat 2024 itibariyle Gazze Şeridi’ndeki binaların %35’inin yıkılmış olduğunu tahmin etmektedir. Dolayısıyla hâlen enkaz altında bulunan ceset sayısının 10.000’den fazla olduğu tahmin edilmektedir.

Silahlı çatışmalar, şiddetten kaynaklanan doğrudan zararın ötesinde dolaylı sağlık etkilerine sahiptir. Çatışma hemen sona erse bile, önümüzdeki aylarda ve yıllarda üreme, bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklar gibi nedenlerle çok sayıda dolaylı ölüm yaşanmaya devam edecektir. Çatışmanın yoğunluğu, sağlık altyapısının tahrip olması; ciddi gıda, su ve barınak sıkıntısı; halkın güvenli yerlere kaçamaması ve Gazze Şeridi’nde hâlâ aktif olan çok az sayıdaki insani yardım kuruluşundan biri olan UNRWA’nın finansman kaybı göz önüne alındığında toplam ölü sayısının çok daha fazla olması beklenmektedir.

Yakın geçmişteki çatışmalarda, bu tür dolaylı ölümler doğrudan ölümlerin üç ila 15 katı arasında değişmektedir. Rapor edilen 37.396 ölüme, her bir doğrudan ölüme dört dolaylı ölüm şeklinde ihtiyatlı bir tahmin uygulandığında, 186.000 veya daha fazla ölümün Gazze’deki mevcut çatışmayla ilişkilendirilebileceğini tahmin etmek mantıksız değildir. Gazze Şeridi’nin 2022 yılı nüfus tahmini olan 2.375.259 sayısı kullanıldığında, bu rakam Gazze Şeridi’ndeki toplam nüfusun %7-9’una tekabül etmektedir. Doğrudan ölü sayısının 28.000 olduğu 7 Şubat 2024 tarihli bir raporda, ateşkes olmaması halinde 6 Ağustos 2024’e kadar 58.260 (salgın hastalık veya tırmanma olmadan) ve 85.750 (her ikisi de gerçekleşirse) ölüm olacağı tahmin edilmiştir.

Tıbbi malzeme, gıda, temiz su ve temel insani ihtiyaçlara yönelik diğer kaynakların dağıtımını mümkün kılacak tedbirlerle birlikte Gazze Şeridi’nde derhal ve acil bir ateşkes sağlanması elzemdir. Aynı zamanda, bu çatışmada yaşanan acıların ölçeğinin ve niteliğinin de kayıt altına alınması gerekmektedir. Gerçek ölçeğin belgelenmesi, tarihsel hesap verebilirliğin sağlanması ve savaşın tüm maliyetinin kabul edilmesi açısından hayati önem taşımaktadır. Bu aynı zamanda yasal bir gerekliliktir. Uluslararası Adalet Divanı tarafından Ocak 2024’te belirlenen geçici tedbirler, İsrail’in “… Soykırım Sözleşmesi kapsamındaki eylem iddialarıyla ilgili delillerin yok edilmesini önlemek ve korunmasını sağlamak için etkili tedbirler almasını” gerektirmektedir. Gazze Sağlık Bakanlığı, ölüleri sayan tek kuruluştur. Dahası, bu veriler savaş sonrası toparlanma, altyapının yeniden kurulması ve insani yardımın plânlanması için hayati önem taşıyacaktır.

Kaynak: https://www.thelancet.com/

Devamını Okuyun

Yazılar

Sosyalist Kimlik – Cem Somel & Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

1980’den sonra neoliberalizmin yükselişi ve sosyalist ülkelerin çözülüşü, dünyada çoğu sosyalistte işçi sınıfı iktidarı inşa etme hevesini kırdı, ümidini yok etti. Sosyalistler, maneviyat bozukluğu içinde, düzeni değiştirmeye yönelen sınıfsal-siyasal bir hareket olmaktan tedricen uzaklaşarak sosyalistliği bir kimliğe dönüştürdü. Egemenler zaten 1970’li yıllardan itibaren kimlik siyasetini teşvik edegelmişti. Sosyalistler de bu söylemi benimsedi.

Günümüzde Türkiye’de sosyalist kimliği diğer kimliklerden ayırt eden başlıca ritüelleri, faaliyetleri şöyle sıralayabiliriz:

– Sosyalistlere hitap eden yazılar yazmak, yayınlar yapmak.

– Grev yapan işçileri ziyaret etmek, onlara destek beyan etmek.

– En geç 150 yıl evvel Avrupa kapitalizmini tahlil etmiş Marksist kaynaklarla eğitim yapmak.

– Başka sosyalist örgütlerle ittifaklar kurup bozmak.

– Uluslararası sosyalist toplantılara katılmak.

– Sivil toplum örgütlerinde ve sendikalarda öne çıkmaya, mümkünse bunların yönetimini ele geçirmeye çalışmak.

– 1 Mayıs mitinglerine katılmak.

– Sosyalist olmayan partilerin himmetiyle Meclis’e milletvekili sokmaya çalışmak.

Sosyalistlerin, sosyalist örgütlerin faaliyetleri esas itibariyle budur. Bu faaliyetler, emekçi kitlelerle bağ kurup onları siyasi bir harekette birleştirmeye elvermez.

Gerçi grevci işçileri desteklemek, işçilerle bağ kurmaya yönelik bir girişimdir. Ne var ki Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı grev yapamaz. İşçilerin önemli bir kısmı küçük işletmelerde çalışmaktadır. Grev yapan işçileri ziyaretlerle işçi sınıfının grev yapmayan çoğunluğuna ulaşmak zordur. Öte yandan, grev yapan işçilere yönelik destek ziyaretleri de genellikle organik bir ilişkiye dönüşmemektedir. Önderlik bir yana, dayanışmanın bile en temel vechelerinden biri emekçilerin tüm hayat kavga süreçlerinde yan yana, omuz omuza olup birbirini dönüştürmektir.

Sosyalistler bir sendika yönetimini ele geçirdiğinde, genellikle sendikayı kitle örgütü olarak büyütmek yerine, sendika yönetimini başkasına kaptırmamak için genişlememesini tercih etmektedir.

Sosyalist kimlikli örgütlerin eğitim anlayışı da, ritüel mahiyetinde olup sınıfsal bir yönelimden yoksundur. Üyelerine, sempatizanlarına, 100-150 yıl önce Avrupa kapitalizmini eleştiren kitaplar okutarak kapitalizmi anlatmaya çalışırlar. Oysa ki bizim yaşadığımız kapitalizmi anlatmak için en iyi malzeme Korkut Boratav’ın, Ümit Akçay’ın, Aziz Konukman’ın ve benzeri araştırmacıların yazıları; DİSK-AR’ın, İSİG’in ve benzer örgütlerin araştırmalarıdır. Günümüz Türkiye’sinin ekonomi politiğini bunlar anlatmaktadır. Bu yayınlar, Türkiye’de egemen sınıfın kim olduğunu, emekçilerin emeğini nasıl doğrudan ve dolaylı yollardan gasbettiğini ortaya koymaktadır.  Sınıf ilişkilerini, sınıfsal sömürüyü insanlara kendi pratiğinden, deneyiminden örneklerle anlatmak daha kolay ve mantıklı değil midir?

Sosyalist kimlik neden sorunludur?

1980’lerden beri Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı milliyetçi ve muhafazakâr partileri desteklemektedir. Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı itikat sahibidir. İşçilerin önemli bir kısmı milliyetçi, muhafazakâr veya dindar bir kimlik benimsemektedir. Bu insanlar muhafazakâr-milliyetçi söyleme güvenmekte, bu söylemde huzur bulmaktadır. Kapitalist zulmün verdiği sıkıntılara bu söylemin verdiği umutla katlanmaya çabalamaktadırlar. Aynı şey, çıkarları büyük ölçüde işçilerle örtüşen küçük esnaf, küçük sanatkâr, alt kadrolardaki memurlar için de söylenebilir.

Gerçek şu ki, 1980’lerden sonra, modernleşmenin toplumları özgürlüğe ve refaha ilerletmekte olduğuna dair iddiası inandırıcı olmaktan çıkmıştır. Onun için emekçiler bu akıl dışı adaletsiz düzende yaşantılarına modernleşmenin vaatleri dışında bir anlam vermeye çalışmaktadır.

Türkiye’de sosyalistlerin görevi, değişik eğilimlerde bulunan emekçileri ortak çıkarları etrafında egemen sınıfa karşı siyasi eylemde birleştirmeye çalışmaktır.

Ne var ki sosyalistliğe kimlik olarak sarılan kişi bu görevi yapamaz. Çünkü aydınlanmacı-modernleşmeci kimlikli kişinin, muhafazakâr-milliyetçi kimlikli işçi, esnaf ve memur ile kimlik çatışması yaşaması kaçınılmazdır.

Bu çatışma, işçiyi zihninde dinci, gerici, faşist olarak yaftalayarak ona tepeden bakmakla başlar. Selamlaşma, el sıkıp sıkmama ve kılık kıyafet gibi konularda işçileri yadırgatan davranışlarla devam eder. İşçiyi, inançlarından vazgeçirerek ‘bilinçlendirmeye’ çabalamakla ilerler.

Marksist külliyat hakkında dogmatik bir tartışmaya girmekten kaçınmakla birlikte şu husus vurgulanmalıdır: Kendilerini Marksizme nispet eden ve dinî inanç düşmanlığını Marksizm’in bir rüknü, ana sütunu olarak gören birçok sosyalist, Marx ile Engels’in “Alman İdeolojisi” başlıklı çalışmalarında materyalizmi fikir savaşlarıyla yaymaya çalışan idealist muarızlarını nasıl yerin dibine batırdıklarından habersiz görünmektedir. Marx ile Engels, din duygusunun altında yatan maddi ilişkiler değişmeden bu duygularda herhangi bir değişikliğin olmayacağını savunmuştur. Gerçi maddi ilişkilerin değişmesiyle dinî inançların tamamen ortadan kalkacağı savı ilerlemeci arızalarla maluldür. Yine de günümüz Türkiye sosyalistlerinin kaba materyalist pozisyonunun dindar kitlelerle ilişki kurabilme imkânını sunması açısından Marks ve Engels’in savunduğundan daha elverişsiz olduğu açıklıkla ifade edilebilir.

Kaldı ki bugün bölgemizde Direniş Cephesi’nin emperyalizme karşı duruşu, eşitlik ve adalet yolunda mücadelede seküler – mütedeyyin ayırımının anlamsızlığını gözler önüne sermektedir. Farklı dinlere inanan, farklı mezheplere mensup olan yahut hiçbir dine inanmayan insanlar İsrail’in işgaline ve katliamlarına karşı silahla direnmek yahut meydanlarda hükümetlerini İsrail’e karşı adım atmaya zorlamak için bir araya gelebilirken bu insanların sermayenin küresel düzeyde yaşamları kolonize edişine ve katı sömürüsüne karşı bir araya gelemeyeceğini düşünmek ancak kimlikçi savrulmalarla açıklanabilir.

Sosyalizmi kimlik olarak inşa etmek, onu toplumda bir alt-kültür hâline getirmiştir. Sosyalist alt-kültür, mekânlarıyla, literatürüyle, müziğiyle bir ‘mahalle’dir. Bu mahalle İhsan Eliaçık’ın çevresindeki Antikapitalist Müslümanları dahî sosyalist olarak görmemektedir. Kürt Hareketinin Demokratik İslam Kongresi gibi dindar Kürt emekçilerini muhatap almaya çalışan etkinliklerine Türkiye sosyalistlerinin ‘laisist’ eleştirileri de bu mahalleci bakış açısını yansıtmaktadır. Kimlikçi sosyalistler, tarih boyunca dinlerin sınıf mücadelesi alanı olduğu; egemenlerin dini baskı ve sömürüye alet ettiği kadar, tarih boyunca mazlumların da eşitsizliğe ve sömürüye karşı dinden aldıkları güç ve ilhamla isyan ve mücadele ettikleri gerçeğini görmezden gelmektedir. Sorun, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana sosyal tarih bilgimizdeki artışın ve geçen yüzyılda biriken sosyal-siyasi deneyimlerin görmezden gelinmesinden kaynaklanmaktadır. Bunun neticesinde insanlığın toplumcu-eşitlikçi tarihsel birikiminin ve bu doğrultudaki güncel arayışlarının geniş bir toplamı olan sosyalizm, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir kavram olması gerekirken muğlak bir ‘bilimsellik’ atfıyla kitabî bir Marksizm yorumuna hapsedilmektedir.

Sosyalist alt-kültürün, farklı kimlikli mazlumlara yönelik insanî görev şuuru zayıftır. Sosyalist kimlikte güçlü olan güdü, aynı kimlikli insanlarla dayanışmaktır. Böyle olunca sosyalistler Türkiye siyasi hayatında marjinal gruplardan ibaret kalmaktadır.

İşçilere ve emekçilere karşı görev duygusu olan insan, egemen sınıfın katmerli sömürüsüne maruz kalan tüm işçilere ve emekçilere kimlik/kültür/inanç ayrımı yapmadan hitap etmenin ve onları siyasi eylemde birleştirmenin yolunu arar.

Devamını Okuyun

GÜNDEM