Yazılar
IPCC’nin 6. Değerlendirme Raporu’na Yansıyanlar – Ammar Kılıç

Yayınlanma:
1 ay önce-

1988 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından kurulan, amacı hem hükumetler hem de uluslararası iklim değişikliği müzakereleri için iklim politikaları geliştirmede kullanılabilecek bilimsel bilgi sağlamak olan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), geçtiğimiz Mart ayında 6. Değerlendirme Raporu’nu yayınladı. IPCC, 1990’dan bu yana birkaç yılda bir iklim değişikliğini farklı yönlerden ele alan çalışma gruplarının raporlarını yayımlıyor ve nihai olarak bu raporların birleştirilmesiyle oluşan genel değerlendirme raporları ortaya çıkıyor. Bu raporlar bin bir çeşit ülkeden yüzlerce bilim insanın katkısıyla, müştereken hazırlanıyor, altında 195 ülkenin imzası bulunuyor. Bu yüzden en eleştirel, radikal ve politik şüpheci kesimler için bile IPCC oldukça muteber bir platform sayılıyor. Hatta kurumun son raporlarında gittikçe gürleşen, küresel eşitsizlik ve sosyal adalet konusundaki umut vadeden vurgularının radikaller gözündeki güveni daha da artırdığını söyleyebiliriz.
*Farklı emisyon senaryolarına göre 2100’de küresel ısı değişimi öngörüleri.
Raporları hazırlayan 3 farklı çalışma grubunun odaklandığı başlıklar şunlar: 1) Fiziksel bilim temeli, 2) Etkiler, uyum ve kırılganlık, 3) Azaltım. İlki, atmosferdeki sera gazları; hava, kara ve okyanustaki sıcaklık değişiklikleri; hidrolojik döngü ve değişen yağış (yağmur ve kar) modelleri; aşırı hava olayları; buzullar ve buz tabakaları; okyanuslar ve deniz seviyesi gibi çeşitli fiziksel süreçlerle ilgileniyor. Yani sebepleriyle beraber iklimin ne kadar değiştiğini göstermeye çalışıyor.
İkinci başlık, hem bölgesel hem de dünya çapında bu değişimin her türden etkilerine (biyolojik, sosyolojik, ekonomik, kültürel vb.) ayrılıyor. Bu doğal ve beşeri sistemlerin iklim değişikliğine uyum sağlama ve böylece iklimle ilişkili riskleri azaltma kapasitelerini ve sınırları neler, farklı ölçeklerde azaltma ve uyum çabaları nasıl hayata geçirilebilir, sosyal açıdan adil ve entegre bir yaklaşımla herkes için sürdürülebilir bir gelecek yaratmanın imkanları neler olabilir, gibi sorularla boğuşuyor.
Son çalışma grubu ise farklı azaltım seçeneklerini ortaya seriyor ve hem hükumet ve özel sektör yöneticilerine yönelik kısa vadeli hem de üst düzey iklim politikası hedeflerine ulaşmaya yardımcı olacak uzun vadeli perspektiflere yer veriyor. Azaltım için teknik fizibilite ve maliyeti tek ölçüt olarak almaktan ziyade, önlemlerin alınmasını sağlayacak “elverişli ortam”lara da vurgu yapıyor: politika araçları, yönetişim seçenekleri ve tabi ki toplumsal kabul edilebilirlik.
Sentez raporunun tam metni uzun ve info-grafiklerle dolu olduğundan, politika yapıcılara yönelik hazırlanan 36 sayfalık özetin göze çarpan bazı noktalarına bakmakla yetineceğim:
- Öncelikle, IPCC yazarlarının tekraren yazmaktan bıkıp usandıklarını düşündüğüm en temel, en basit, en klişe gerçek hatırlatılıyor: Başta sera gazı emisyonları olmak üzere insani faaliyetler kesin olarak küresel ısınmaya sebep olmuş durumda ve dünyanın yüzey ısısı 2020 itibariyle 150 yıl öncesine göre 1.1 derece daha yüksek. Atmosferdeki karbondioksit yoğunlaşması en az 2 milyon yıldır hiç bu kadar yüksek olmamıştı. Son 170 yıldaki toplam karbon salınımının ise yarısına yakını (%42) son 30 yılda yapılmış. Yani iklim değişikliğiyle ilgili ilk ciddi politik hamlelerin atılmaya başlandığı 1990’lardan bu yana, geri adım atmak nedir bilinmemiş! (Onca COP’a rağmen hâlâ da bilinmediğinin göstergelerinden biri şu: 2019’daki salınımlar 2010 yılına göre %12 artmış.)
- 2019 itibariyle sektör bazındaki katkı oranları: %79 ile enerji, sanayi, ulaştırma ve inşaat sektörleri. %22 ile (aslında kendileri de endüstrileşmiş) ormancılık ve tarım uygulamaları.
- Rapor apaçık gerçeği tekrarlıyor: İklim değişikliğine, ülkeler ve bölgeler arasında (ve tabi içinde) eşit olmayan üretim ve tüketim kalıplarından kaynaklanan tarihsel ve süregelen katkılar sebep oldu. Kimilerinin gelişigüzel kullanmayı pek sevdiği o soyut ‘insan türü’ değil. Alın size güncel rakamlar: En yüksek kişi başı emisyona sahip %10’luk hane halkı grubu (zengin, imtiyazlı azınlık), küresel tüketime dayalı hane halkı sera gazı emisyonlarının %34-45’ine katkıda bulunurken, en alttaki %50’lik grup sadece %13-15’ine katkıda bulunmuş.
- Deniz seviyeleri 1901’den beri artıyor; daha güvenilir hesaplamaların yapıldığı 1971 sonrası ise değişim daha bariz hale geliyor, 2006 sonrasında ise dramatik artışlar var. 2006-2018 arasındaki oran, 1901-1971 arasındaki oranın neredeyse 3 katı. Sıcak hava dalgaları, yoğun yağış, kuraklık, hortum, kasırga, tropik siklonlar gibi aşırı hava olayları ve özellikle bunların insan etkisine dayandığına dönük kanıtlar, IPCC’nin (bundan önceki) beşinci raporundan bu yana daha da güçlenmiş.
- Rapor, küresel eşitsizliğe, tıpkı iklim değişikliğinin sebepleri açısından olduğu gibi sonuçları açısından da referans yaparak “insanların ve ekosistemlerin kırılganlığının birbirine bağlı olduğuna” işaret ediyor: Yaklaşık 3,3-3,6 milyar insan, yani dünya nüfusunun yaklaşık yarısı, iklim değişikliğine karşı oldukça hassas koşullarda yaşıyor. Artan hava ve iklim olayları, milyonlarca insanı akut gıda güvensizliğine ve su güvenliğinin azalmasına maruz bırakıyor. En büyük olumsuz etkiler Afrika, Asya, Orta ve Güney Amerika, Küçük Adalar ve Kuzey Kutbu’ndaki birçok yerde ve/veya toplulukta ve küresel olarak Yerli Halklar, küçük ölçekli gıda üreticileri ve ekonomik ve sosyal olarak marjinalize edilmiş kent sakinleri arasında görülüyor. 2010 ve 2020 yılları arasında sel, kuraklık ve fırtınalardan kaynaklanan insan ölümleri, kırılganlığı yüksek olan bölgelerde, kırılganlığı çok düşük olan bölgelere kıyasla 15 kat daha fazla olmuş.
- Toprakta ve sucul ortamlardaki yerel tür çeşitliliğinin kaybolmaya maruz kalması da aşırı sıcaklıkların geri döndürülemez biyolojik sonuçlarından biri. Karada ve okyanusta kaydedilen toplu ölüm olaylarının sayısı maalesef artıyor. Bazı ekosistemler üzerindeki etkiler, (örneğin buzul çözülmeleri veya kutup toprağı erimeleri gibi Kuzey Kutbu ekosistemlerindeki değişimler) geri döndürülemez hale geliyor.
Buraya kadarki sayılanlar vakıayı ortaya koymak açısından tamam. Onlarca yıllık araştırma ve mücadeleden sonra, iklim değişikliği karar alıcılarca en azından söylem düzeyinde inkar edilemiyor görünüyor (Trump gibi kalbinden geçeni diline olduğu gibi yansıtan deliler hariç). O halde ‘uyum’ çabalarında neredeyiz?
*Yüksek risklerin artık daha düşük küresel ısınma seviyelerinde ortaya çıkacağı tahmin ediliyor.
- Rapor, iklim risklerinin azaltılmasında uyumun etkili sonuçlar doğurduğunu söyleyerek devam ediyor. Birçok farklı bağlam ve sektörün yanı sıra, özellikle su yönetimi ve tarım konusunda etkili uyum seçeneklerine örnek olarak şunlar dillendiriliyor: çeşit iyileştirmeleri, tarla içi su yönetimi ve depolama, toprak neminin korunması, tarımsal ormancılık, toplum temelli uyum, tarımda çiftlik ve peyzaj düzeyinde çeşitlendirme, sürdürülebilir arazi yönetimi yaklaşımları, agroekolojik ilke ve uygulamaların kullanımı ve doğal süreçlerle birlikte çalışan diğer yaklaşımlar (örneğin permakültür, biyodinamik tarım veya onarıcı tarım uygulamaları). Yüksek güvenilirliğe sahip çalışmalar, kentsel yeşillendirme, sulak alanların ve yukarı havza orman ekosistemlerinin restorasyonu gibi ekosistem temelli uyum yaklaşımlarının sel risklerini ve kent ısısını azaltmada etkili olduğunu gösteriyor. Erken uyarı sistemleri ve setler gibi hem yapısal hem de yapısal olmayan önlemlerin kombinasyonu, sel durumlarında can kayıplarını azaltıyor. Afet riski yönetimi, erken uyarı sistemleri, iklim hizmetleri ve sosyal güvenlik ağları gibi adaptasyon seçenekleri de birçok sektörde geniş bir uygulama alanına sahip bulunuyor.
- Rapor, halihazırda gözlemlenen uyum tepkilerinin umut vadettiğini söylese de, çoğunun parçalı, sektöre özgü ve bölgeler arasında eşit olmayan bir şekilde dağılmış olduğunu hatırlatıyor. Kaydedilen ilerlemeye rağmen, sektörler ve bölgeler arasında uyum boşlukları var ve bu boşluklar mevcut uygulama seviyeleri altında büyümeye devam edecek gözüküyor; en büyük uyum boşlukları elbette yine düşük gelir grupları arasında.
- Uyumun önündeki temel engeller ise şöyle sıralanıyor:
- sınırlı kaynaklar,
- özel sektör ve vatandaş katılımının eksikliği,
- finansmanın (araştırma dahil) yetersiz seferberliği,
- düşük iklim okuryazarlığı,
- siyasi taahhüt eksikliği,
- sınırlı araştırma ve/veya uyum biliminin yavaş karşılık bulması,
- ve düşük aciliyet duygusu.
Rapora göre adaptasyonun tahminî maliyetleri ile adaptasyona ayrılan finansman arasında genişleyen eşitsizlikler bulunuyor. Uyum finansmanı ağırlıklı olarak kamu kaynaklarından sağlanmakta. Küresel iklim finansmanının izi sürüldüğünde bunun küçük bir kısmının uyuma, büyük bir çoğunluğunun ise hâlâ azaltıma yönelik olduğu görülüyor. Bu ilk bakışta kulağa olumlu gelse de aslında sadece oransal bir durum ve azaltım çabalarının bile yeterince gösterilmediği bir vasatta uyum konusunda çok gerilerde olduğumuzun bir işareti.
Küresel iklim finansmanı IPCC’nin beşinci raporundan bu yana bir artış eğilimi göstermiş; ne var ki, kamu ve özel finans kaynakları da dahil olmak üzere uyum için mevcut küresel finansal akışlar yetersiz ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde uyum seçeneklerinin uygulanmasını kısıtlıyor. Türkiye’de örneğin, azaltım ve uyum finansmanı bir kenara, bankaların birçoğu kömür gibi fosil yakıt sektörlerine tam gaz kredi desteğini sürdürüyor. Ayrıca, olumsuz iklim etkileri, gelişme ve büyüme gibi ana akım iktisadi çerçeveler açısından düşünüldüğünde bile, ulusal ekonomileri kayıp ve zararlara uğratabilir ve zaten sınırlı mali kaynakların kullanılabilirliğini azaltabilir, böylece özellikle gelişmekte olan ve en az gelişmiş ülkelerde uyum için mali kısıtlamaları daha da artırabilir. Nitekim aşırı hava olaylarının yarattığı sürpriz maliyetler ülkemizde de (örneğin Antalya’nın tarım alanlarını vuran hortumlar, sayıları ve şiddeti artan orman yangınları, seller vb.) giderek artıyor maalesef.
*Isınmanın 1.5 ve 2 derece ile sınırlandırılması hızlı, köklü ve acil sera gazı emisyon azaltımlarını gerektiriyor.
Hülasa, IPCC raporu malumu ilam ediyor; işlerin olduğu gibi sürdürülemeyeceğini, bir eşiğin tam ucunda bulunduğumuzu hatırlatıyor. Şu noktada 2015’te vaat edilen azaltım ve uyum politikaları mükemmelen uygulanacak bile olsa gezegen ısınmaya devam edecek, mesele karar alıcıların bunu bir yıkım aşamasına getirip getirmeyeceği, onarım için hangi bedelleri ödemeyi göze alabilecekleri meselesi. Rapor, sonuç kısmında geri dönülmez bir noktada olmadığımızı ortaya koyan iyimser senaryoları da dillendiriyor ancak aksiyon alınmazsa önümüzdeki raporların daha karamsar gerçekleri ve gelecek senaryolarını içereceğini tahmin edebiliriz.
Yorumlayın

-Yusuf kıssasından ilham alarak-
İnsan fıtratı, tarih boyunca, değişik zamanlarda ve değişik sebeplerle birçok saldırıya maruz kalmış, ama bu modern/postmodern çağda olduğu kadar yıkıcı bir durumla karşılaşmamıştır.
İnsan, Allah’ın kendisine emanet ettiği fıtratını korumak isterken şeytanın ve insan-şeytanları sinsice saldırıları sonucu mühim bir yıkıma maruz kalmıştır.
İş böyle olunca, çoğu kez asıllarla asıl olmayan olgular yer değiştirmiş, doğru-yanlış birbirine karışmış; kişinin kendi ilmine istinaden elde etmesi gereken makamların o kişiye değil de bazı sâiklerle ona layık olmayan başka kişilere tevdi edilmesi söz konusu olmuştur.
Çağdaş dönemde -o da galiba yöneticiler açısından onlara kolaylık olsun diye- birtakım konumlara çoğu kez göreve layık olmayanların getirilmesinin zıddına Yusuf’un (as) görev talebinde bulunması, o alanda var olan paradigmayı yıkması açısından önem kazanmaktadır.
Bu sorunlu paradigmanın yıkılması Kur’an’da Yusuf sûresi’nde “Yusuf kıssası” olarak geçmektedir.
Rehberimizin Kur’an olmasına rağmen, genel anlamda geçmişte olduğu üzere günümüzde de “görevin istenmeyeceği, talep dahî edilemeyeceği; olsa olsa üstteki yöneticiler (kral, padişah, devlet ve parti başkanı, amir, müdür vb.) tarafından -o da çoğu kez lütuf olarak belli bir bedel/minnet karşılığında- verilebileceği savunuluyor. Bu bedelin mahiyeti zamana, döneme ve duruma göre değişebilmektedir.
Kur’an kıssaları, kendilerine İslam’ı tebliğ eden peygamberlerin gönderildiği geçmiş dönemlerde yaşayan halkların/ümmetlerin tecrübelerine odaklanır ve bir hikmet ile olan bitenden ders alınmasını amaçlayan bir öze sahiptir.
Hikâye gibi “insani/edebi bir kurgu” değildir; bizzat yaşanmışlık üzerinden kendini ortaya koyar. Onun amacı, hikâye anlatmak değil, hadiselerden dersler ve ibretler çıkarmaktır.
Bununla birlikte, birçok din mensubuna ârız olan “dini kültürleştirme ve onu giderek foklorize etme” durumu maalesef geçmişten günümüze Müslüman çoğunluğu da etkilemiş; din yerine -hem de sözde onun adına- kültür ve folklor ön plâna çıkmıştır.
İşte bu kıssalardan birisi de Yusuf kıssasıdır.
Bu kıssa aile ve toplumsal hayat ve ona bağlı olarak kardeşler arası kıskançlık, babaya karşı yalan söyleme, aileyi bazı konularda beklenti içerisine sokma; kardeşlerin yaptığı yanlış karşısında “kuyuya layık görülen” Yusuf’un kuyudan çıkarılması, köle olarak Mısır’da satılması ve ondan sonra gelişen olaylar ve olgular şeklinde özetlenebilir.
Biz toplum olarak tüm kıssalardan dersler çıkarıp onda bir hikmet arayacağımıza, onu kültleştirdik. Foklorize ettik. Bu da yetmedi -insanî olan aşk duygusunu genele şâmil kılma yoluyla “yanlış bir iş yapan” Züleyha figürü üzerinden- doğruluğun, çalışkanlığın, işini en iyi şekilde yapma düşüncesi ile adaletin, Allah vergisi bir güzelliğin -bu, aynı zamanda bir imtihan gerekçesi idi- ve masumiyetin sembolü olan bir peygamberin de içerisinde bulunduğu ve belki de akılsızlık olarak tanımlanacak bir aşk hikâyesi olarak değerlendirip durduk!
Gelelim konuya.
Burada gayemiz Yusuf suresinin tümünü anlatmak değil; Yusuf’la (as) ilgili diye düşünülen, kurgulanan her türlü yanlış ve maksadı aşan gereksiz laf yığınına karşı, var olan hakikati ve onun Mısır melikinden bulunduğu taleple ilgilidir.
Bununla birlikte, yani ehliyet sahibi olduğunu belirtmenin yanında, işin esas mahiyetinin perdelenmesine sebep vermeden iki sevgiden bahis açılmaktadır: Bunlar, “Züleyha’nın tüketici sevgisi, Hz. Yakub’un üretici sevgisi.” (Mustafa İslamoğlu, Kur’an Surelerinin Kimliği, s. 144, 4. Baskı, 2011, Akabe Vakfı Yayınları)
“İki sevgide de sevilen kişi Yusuf’tur. Fakat Züleyha Yusuf üzerinden nefsini severken Hz. Yakub, Yusuf üzerinden mazlumiyeti ve mağduriyeti sevmektedir.” (A.g.e, s. 144)
Yusuf (as) melikten ne talebinde bulunmuş ve onu nasıl ifadelendirerek dile getirmişti?
Şimdi ona bakalım.
O dönemde hemen her coğrafyada olduğu üzere Nil nehrinin beslediği Mısır’da da ekonomi tarıma dayalıydı. Dönem dönem uzun yılları kapsayan kıtlık durumu yine gelip kapıya dayanmıştı. Yusuf peygamber, kendisi de tarımdan ziyade ekonomik durum açsısından hayvancılıkla birlikte ticaretin hâkim olduğu bir ortamda büyüdüğü ve kendisine “ilim verildiği” için, kapıda olan kıtlığa karşı alınması gereken önlemlere yönelik yöneticilik talebinde bulunmuştu:
Yusuf “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim” dedi. (Yusuf, 12/55)
Yusuf (as) bu sözü elbette “iş olsun” diye söylememiştir. Kendi çağında, dünya genelinde olduğu üzere Mısır’da da tarıma dayalı ekonomik döngü içerisinde var olan hengâmeyi aşmak için çözüm arayan Firavun’a, Allah’ın verdiği “rüyaları tabir ilmi” aracılığıyla kendini takdim ve kabul ettirme düşüncesinin ön plânda olduğu görülür.
Mısır’a nazaran tarıma dayalı bir iktisadi hayattan ziyade, şartlar gereği uğraş olarak hayvancılık ve ticaretle uğraşan bir toplumun ferdi olması ve o kültür içerisinde yetişmesi hasebiyle, ticareti bilmesi ve adalet vasfına sahip olmasının ağırlığıyla da yöneticiliği en iyi bir şekilde yapabileceğini belirtiyor.
Bu arada Yusuf’un (as) çocukluğundan itibaren Vezir’in yanında iyi bir eğitim aldığını; devlet, siyaset, ekonomi meselelerinin tartışıldığı bir atmosferde yetiştiğini de hatırda tutmak gerekir. Bu durumda karşımıza bütünleyici bir tablo çıkıyor.
Burada, tarımın dışında ama bir açıdan tarımla bağlantılı kaim bir mesleğin izine rastlıyoruz. O da çobanlıktır. Keza tüm peygamberler şehirli oldukları gibi bir kısmı da ekonomik uğraş olarak da çobanlık işiyle meşgul olmuşlardı.
Bu böyle olmakla birlikte, Firavun’a yapılan teklifin içeriğinde, insanın üstesinden gelebileceği işe talip olmak isteyebileceği ve bu arzulanan işe dair ehliyet ve liyakatin da önemli unsurlar olduğu ortaya çıkmaktadır.
Kur’an, işin ehline verilmesini ister. (Nisa, 4/58)
Bu, her şeyden önce vahiyle insanlara bildirilen bir hakikat ve ona göre hareket etmesi gereken bizler için de vaz geçilemez bir ilkedir.
Ondan dolayı liyakat ve ehliyet büyük önem arz etmektedir.
Zaten bu kurala uyulmadığında işlerin sarpa saracağı, yapılıp edilenden belli bir verim alınamayacağı ve sonuçta bir çürümenin, yıkılıp gitmenin mukadder olacağı kabul edilmelidir.
İşin ehline verilmesi meselesinin toplumdan topluma, kültürden kültüre değişiklik içereceği de malumumuzdur.
Bu farklı durumlara rağmen genelde işin, görevin belli bir makamda yöneticilik konumunda olan kişiler ile resmi sıfatı bulunan kurullar, kurumlar tarafından çoğu kez ortaklaşa alınan kararlar sonucu verildiği gözlemlenmektedir.
Bir ya da birkaç işte kendini uzman olarak gören, o işi üstlenip yürüteceğini düşünen ve bunu açıkça dile getiren bir kişinin bu isteği çoğu zaman görmezden gelinmiş ve yadırganmıştır.
Peki, çoğu kişi için “istisnai bir durum” olarak değerlendirilebilecek Yusuf’un (as) yukarıda belirttiğimiz ayette vurguladığı mevzuyu bu durumda nasıl okumalıyız?
Kur’an’ı anlayarak okuma, onu tahlil etme, ondan ders çıkarma suretiyle elde edeceğimiz ilkeler eşliğinde, günlük hayatta reel olarak kabul gören ama hakikate terslik içeren mevzulara hayatiyet kazandırmak gibi bir vakıa ile karşı karşıyayız.
Kendisine rüyaların tabir edilmesi ilmi verilen ama yönetici makamında bulunmadığı hâlde kendi bilgisine güvenen bir ehil insanların, aslında çoğu kez görevin yönetici/ler tarafından ilgili kişilere verilmesinden ziyade kendini o işe ehil gören insanların üstesinden gelebileceklerine inandıkları için Yusuf (as) örneğinde olduğu gibi birçok sorumluluğu/görevi talep edebileceğini gösterir.
“Hz. Yusuf’un ülkenin hazinelerinin başına geçme isteği, bir işe ehil olan kimsenin o işe talip olabileceğine delil getirilmiştir. Kuşkusuz, Hz. Yusuf’un bu işe talip olması makam sevgisinden kaynaklanmıyordu. Onun hedefi adaletin hâkim olması ve insanlara haksızlık yapılmamasıydı. Ayette, zalim bir yönetimde görev almanın caiz olduğuna dair de delil vardır. Yeter ki kişi o zalim yönetime alet olmasın ve adaletle davransın.” (M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, 3. cilt, s. 33, Beyan Yayınları)
Yusuf’un (as) Allah’tan kendisine verilen bir ilim verilmesi ve iktisadi olarak çobanlık ile birlikte ticaretten de anlaması üzerine kendisine istediği o görev verilmektedir.
“Yusuf bu sözleriyle (12/55) ülkenin maliyesinin başına geçmek istediğini ve bu konuda hem güvenilir biri olduğunu hem de bu işten anladığını anlatıyordu. Kralın rüyasından hareketle yedi yıl sonra ülkede kıtlık olacağını biliyordu. Buna hazırlık yapacak, açlıktan insanların telef olmalarına engel olacaktır.” (A.g.e, s. 33-34)
Buna binaen Allah’ın, Yusuf peygamberin Mısır melikinden görev talebine karşılık olarak belirttiği “Böylece Yusuf’a dilediği yerde oturmak üzere ülkede imkân ve iktidar verdik. Biz rahmetimizi istediğimize veririz ve iyi davrananların mükâfatını zayi etmeyiz.” (Yusuf, 12/56) beyanı görev talep etmeyi, her iki taraf için de açıklığa kavuşturmaktadır.
Burada öne çıkan espri, Yusuf’un (as) doğruluğu adil oluşu ile birlikte yönetilenlerle yöneticilerin aynı toplumun ferdi olmaları bir açıdan kolaylığa mebni iken, bir açıdan da ehliyetsizliğe ve liyakatsizliğe yol açan akraba kayırıcılığının (nepotizm) önüne geçmek, onu törpülemek ve -Yusuf (as) işin istisnası olmakla birlikte- katılıp yaşadığı toplumda yabancı olan ve istese de yanlış yapma lüksüne düşmeyecek insanların eğer işin ehli iseler yöneticilik yapmaları mümkün olabilir, gerçeğidir.

Otoriter rejimlerden çıkışın en önemli anahtarı olarak siyaset görülmektedir. Sistem içi muhalefet yürüten akımlarda siyasetin anahtar rolü oynaması doğal bir sonuçtur. Ancak aynı rolü, başka bir dünya arayışı olan ve/veya olması gereken Müslümanların siyasete yüklemesi tabii bir durumdan öte kolaycılığı/yetersizliği ifade etmektedir çünkü başka bir dünya hakikat, insan, toplum üzerine başka bir irade ortaya koymaktan geçmektedir. Sistemin kendi ürettiği siyasallık kendisini değiştirecek bir paradigma ya da bu iradeyi sunmayacaktır.
Modern iktidarın yapısı üzerine önemli tespitleri olan Foucault, iktidarın ikili ilişkilerde başladığını dile getirmektedir. İkili ilişkilerde kendisini görünür hale getiren ve yeniden üreten iktidar üzerine konuşmak tartışmayı derinleştirmektedir. Bu derinlik İslam açısından hâlâ bir yeterlilik sunmamaktadır. Ra’d sûresinde “Siz benliğinizde olanı değiştirmediğiniz müddetçe Allah size ikramını değiştirmez.” buyurulmaktadır. Burada ekonomik, toplumsal, siyasi vb. her türlü iktidara yönelik değişimin ikili ilişkilerden de öte insanın benliğinde başladığı görülmektedir. İslam’ın öngördüğü benliğin ikili ilişkilerle ve kamusallıkla görünür hâle gelmesi değişimin en umut vaat edeni ve tek mümkün olanıdır. Bu süreçte rehber olarak modern siyasetin liderleri değil peygamberin varisi âlimler rehber olmalıdır. Müslümanların bugün “modern dünyanın nimetlerine” çağıran siyasi liderlerle değil, Müslümanca vâr oluşun imkânları üzerine fıkheden âlimlere ihtiyacı bulunmaktadır. Siyasetçi/âlim ikileminde âlimden yana tavır göstermek, parti/medrese ikileminde de medreseden yana tavır göstermeyi gerekli kılmaktadır.
Günümüzde değişimi siyasal yollarla mümkün gören anlayışlar bazı çelişkileri açıklamakla mükelleftir. Radikal biçimde ayrışan siyasi tabanlarda dahî aynı yerden bilgi edinimi, aynı eğlence anlayışı, aynı tüketim anlayışı, aynı başarı ölçütleri görünmektedir. Örnek verecek olursak, Ayasofya’da duygusal yoğunluk yaşayan bir gençle, Anıtkabir’de duygusal yoğunluk yaşayan genç arasında saydığımız (bilgi edinimi, aynı eğlence anlayışı, aynı tüketim anlayışı, aynı başarı ölçütleri vb.) insanın benliğine işaret eden alanlarda pek bir farklılık bulunmamaktadır. Kendi tabanında dahî değişimi görünür kılamayan herhangi bir siyasi parti bize nasıl bir değişim vaat edecektir?
Konuyu ayrıca post-modern düşüncenin modern siyasete etkileri bağlamında da tartışmakta gerekmektedir. Postmodernizm, hakikati bireye indirgeyerek modernitenin herkes için geçerli olan mutlak kaidelerini yerinden etmiştir. Modern dünyanın bu kaideler üzerine inşa ettiği insan, toplum, devlet algısı da bu minvalde anlam kaybına uğramıştır. Modern siyaseti var kılan bu mefhumların anlamını kaybetmesi kendisi içinde aynı kaderi doğuracaktır. Muhatap olacağımız post-modern kültüre, anlamını kaybedecek olan modernitenin siyasal, sosyal, ekonomik araçlarıyla itiraz sunmak bizi en başta kaybetmeye mahkûm edecektir. Bizatihi bu kültüre karşı sunacağımız itiraz, İslam’ın özgün duruşunu ve insanda görünür kıldığı benliği ortaya koymakla başlamalıdır. Değişim modern siyasetin parantezinden çıkarılmalıdır.

Modern dünyanın doğrusal tarih yorumu, antik Yunan ve Hint felsefesinin döngüsel tarih yorumunu yerinden etmiştir. Ancak herhangi bir zevale uğramayan, uğramama konusunda da net bir görüntü sunan ve hepimizi yakından ilgilendiren bir döngü daha mevcuttur: modern Türkiye’nin siyasi tarihi.
Ne yazık ki Türkiye’nin siyasi tarihi, kirli vesayetler ve bu kirli vesayete karşı aynı şekilde kirli olan küresel işbirlikleriyle doludur. Türkiye siyaseti bu hâliyle bir döngü görüntüsü sunmaktadır. Bu döngü, bizi sürekli bir vesayetin ve vesayete itiraz sunan kirli işbirliklerinin içerisinde tutmaktadır. Yakın vakte kadar kendini bu döngünün dışında tutan farklı arayışlar olmakla birlikte, ne yazık ki bu arayışlar kendi toplumsallığını oluşturamamış, resmi ideoloji tarafından cezalandırılmış ve/veya topluma yabancılaştırılmıştır.
Bugünün vesayetinin ideolojisi olan Yerlilik ve Millilik (Cumhur ittifakı) bir önceki yazımızda kritik edilmişti ancak bu yazımızda bahsedilen döngünün görünür kılınması için tekrar değinilmesi gereken bölümler mevcuttur. Yerlilik ve milliliğin kurucu ideolojik partisi AKP kendi siyasallığına, bugün yine kendisinin itiraz sunduğu (gerektiğinde “anlaşan” şekilde) küresel emperyalizmle kurduğu işbirliğiyle başlamıştır. Ulusalcı vesayete karşı girdiği işbirliği, kendini Irak işgalinden Arap baharına kadar Ortadoğu’ya yapılan tüm emperyalist müdahalelerin ortağı yapmıştır. Nihâî olarak da bu süreçte kendi vesayetini kurmuştur. Gelinen nokta bize herhangi bir parti ve/veya ittifakın vesayet karşıtı olmasının oy vermek, kader birliği yapmak için yeterli olmadığını tarihsel olarak göstermektedir.
Yeni politik kültür, klasik emperyalizmin dönüşümünü de beraberinde getirmiştir. Modern dünya, yaptığı müdahalelerle yeryüzünde bakir bir coğrafya bırakmamıştır. Yeni emperyalizm bu aşamada fiziki müdahaleden daha çok, “kapalı toplum” olarak adlandırılan ve bunu besleyen düşünce yapılarına yönelmektedir. Yeni emperyalizmin bu görüntüsü, ne yazık ki antiemperyalist damara sahip İslamcılığın klasik dönemde gösterdiği tepkiyi yeniden üretememesi sonucunu doğurmuştur. Kimliği belirsizleşen yeni emperyalizm, karşıtında yüksek motivasyonun oluşmasını da engellemiştir.
Konuyu, Türkiye’nin güncel siyasal iklimine taşıdığımızda yeni politik kültüre angaje olan siyasallığa Millet ittifakının daha uygun bir model olduğunu söyleyebiliriz. Seçim sürecine Batıya yaptığı ziyaretlerle başlayan Kılıçdaroğlu, yalnızca küresel sermayeyi değil, küresel siyaseti, toplumsallığı, kimliği ve bilgi biçimlerini de Türkiye’ye çağırmış ve referans olarak kabul etmiştir. Bu referanslar “daha fazla özgürlük” temelinde sloganlaştırılmıştır. Peki, bu özgürlük toplumun hangi taleplerine karşılık gelmektedir? Kendine ait kimliği, merkeziyeti, gündemi ve müfredatı olan cemaat, tarikat vb. yapılara aynı özgürlük alanı sunulacak mıdır? Kur’an’a dayalı toplumsallıkları, kadın ve erkek rollerini, cinsiyet tanımlarını, haram ve helal ölçütlerini yapıbozumuna uğratan yeni politik kültür (neoliberalizm) itiraz sunacağımız bir emperyalizm üretmiyor mu?
Müslüman kimliğiyle bilinen birçok isim bizzat CHP aday listelerinde kendilerine yer bulabildiler. Bu kişilerin ortak noktası gerçekten Müslüman kimlikleri mi, yoksa neoliberal referansları mıydı? Millet ittifakında özgürlük, yalnızca neoliberal çerçeve içerisinde konuşmanın siyaset üretmenin özgürlüğüdür.
Bu minvalde yeni emperyalizmi gerçekleştirmede önemli bir rol de İskoçya örneğinde olduğu gibi LGBTİ’yi savunabilecek neoliberal Müslümanlara verilmiştir. “Yerli ve milli” çizginin ürettiği dini araçsallaştıran dil ve zihin burada tekrar karşımıza çıkacaktır. İnandığımız değerleri araçsallaştıran bu siyasallığa karşı seçim süreci sonrasında İslamcı camianın ilk eylemi, “yerli ve milli vesayet”le, “küreselci siyaset”e angaje olan bu iki yoldan kendisini ayırdığı bilgi, kimlik, toplum, kurumsallaşma gibi konularda yaklaşımını tekrar açığa çıkarmasıdır.
İslamcılar zemini kendilerine ait olmayan siyasallıkta kutuplaşmayı, oyalanmayı bırakıp tüm insanlığın ihtiyacı olan Rahmanî toplumsallığın arayışında birleşmelidirler.