Connect with us

Yazılar

Geri Gönderme Merkezi’nden Kurtulan Afrikalılar Anlatıyor – Ammar Kılıç

Yayınlanma:

-

İki sene önceydi. Rize’de çay hasadında tanışmıştık Gambiyalı Muhammed (“Şeyh”) ile. O vakitten beri de yüz yüze görüşememiştik. Yasir’le Mahir hocanın evindeki toplantıdan çıktıktan sonra, yakın olmayı fırsat bilip Beyoğlu’ndan Kumkapı’ya inerek Şeyh’in evine gittik. Yine Of’taki bir çay paketleme atölyesinden tanıdığımız Halewi’yi de oraya çağırdık. Şeyh bizi güler yüzle karşıladı. İki odalı, sekiz kişilik, tertipli ancak oldukça rutubetli bir evdi. Odaya geçtikten sonraki 15 dakika içinde evin diğer sakinleri de odayı doldurdu ve Senegal çayı eşliğinde muhabbet derinleşti.

Muhammed’i ve Halewi’yi ziyaret etmemizin bir sebebi, geçtiğimiz aylarda polis kontrolü sırasında yakalanmış ve Geri Gönderme Merkezi’nde (GGM) birkaç ay kalıp çıkmış olmalarıydı. Bir manada onlara “geçmiş olsun”a gelmiştik. Ancak odada sohbet ilerleyince fark ettik ki odada bir kişi hariç herkes yakın zamanlarda GGM’ye girip çıkmıştı. Bu durum, son bir yıldır sıklaşan polis kontrollerinin bir uzantısıydı. İrtibatta olduğumuz birçok Afrikalı, Afgan yahut Pakistanlı göçmenin şu bir yıl içinde deport edildiğini ya birebir duyuyor ya da haberini alıyorduk. (Hatta 2 ay önce Senegal uçağında, deport edilmek üzere getirilen 4 Gambiyalıdan birinin feryat figan olay çıkardığına ve apar topar uçaktan geri indirildiğine şahit olmuştuk.) Bu polis kontrollerinin sabit bir mantığı, denklemi olmadığı için, en fazla bunu ülkedeki göçmen karşıtı dalganın yükselmesiyle ilişkilendirebiliyoruz. Siyasette ve dolayısıyla halkın dilinde göçmenlere yönelik ayrımcı söylem arttıkça, asayiş güçlerine, bu “artık nüfusu” törpüleme ve ırkçı kaygıları dengeleme görevi biçiliyor. Ne kadar çok deport, o kadar “düzensiz göçle mücadele” skoru.

Vakıa böyle, böyle olmasına da asıl merak ettiğimiz şey, bu arkadaşların nasıl olup da deport yemeden GGM’den çıkabildikleriydi. Ve tabi GGM’lere hâkim olan koşulların nasıl olduğunu merak ediyorduk. İçeride yaşadıkları tecrübeler farklılaşıyor. İyi muamele gören de var, dayak yiyen veya dayak yiyenlere şahit olan da… Şeyh örneğin, Tuzla’ya getirildikten dört gün sonra Çanakkale’ye sevk edilmiş. Jandarmanın kendisine iyi davrandığını, sürekli “Dert etme, serbest kalacaksın!” dediğini aktarıyor. “Afrikalıları seviyorlar. Afrikalılarla bir sorunları yok. Bana iyi davrandılar.” Yine de 2 ay 10 gün boyunca sürekli stresli ve akıbetinin ne olacağını bilemeden geçirmiş. Sık sık ağlamış. “Kesin gönderileceğim, diyordum. Gönderilmem ölüm demekti.” Başka birçok Afrikalının deportunu görmüş. “Eğer sınırdan geçerken yakalandıysan, kesin deport edilirsin!” diyor. İçeride farklı milletlerden 40-50 Afrikalı varmış. Afganlara gelince bu sayı 400’e çıkıyormuş. Toplamda ise kadın erkek 800 kişi varmış. Sürekli deport olduğu (ve özellikle Afganlara vurduğu) için beraber kaldığı Afganlar sürekli sirkülasyon halindeymiş. En ciddi problemlerden biri ısınmaymış. “Çok, çok soğuktu, kışa denk gelmişti. Bazen öyle zamanlar oldu ki,” diyor, “gönderseler bile umurumda olmazdı, çünkü donuyorduk. Yatak yoktu, varsa da çok fazla kişi olduğu için birçoğuna yetmiyordu. Battaniyeleri yere serip yatıyorduk.” Yemek günde üç öğünmüş. “Bazen iyi bazen kötüydü ama günde üç öğün yiyebilmek tabi ki şanstı.” diyor.

Kâğıt imzalatmaya zorlayıp zorlamadıklarını sorduk. “İmzalayacak mısın?” diye sormuşlar ama zorlamamışlar. Eğer pasaportu yanında olsaymış deport yeme ihtimali artarmış, yanında resmî bir belge olmadığı için bir şey yapmaları zormuş. Olan da saklayabildiği ölçüde saklıyormuş. (Bunu nasıl yapabildiklerini bilemiyoruz.) Bu bilginin GGM’deki göçmenler arasında fısıltı halinde kulaktan kulağa yayılan bir bilgi olduğunu öğreniyoruz. “Herkes bunu bilir!” Burası ilginç bir noktaydı. Göçmenlerin deport yememek için kullandıkları taktiklerden biri… Fakat bu taktiğin hangi durumlarda, hangi ülke göçmenlerine, ne kadar yaradığını bilmek çok zor. Deport edilen Afganlar pasaportlarını saklayamadıkları için deport yiyor değillerdi herhalde. Belki ülkeye giren Afganların birçoğunun Afrikalıların aksine zaten pasaportsuz gelmesi bunu açıklayabilir. Allahualem. Hâsılı, tespit etmekte güçlük çektiğimiz bulanık noktalar var ya da devletin tutarsız uygulamaları…

Daha uzağa, Malatya’ya gönderilen Amadu ise 2 ay 15 gün GGM’de kalmış, depreme orada yakalanmışlar. Tuzla’da bir gün, Ordu’da bir gün, oradan da Malatya’ya gönderilmiş. Bu transferlerin mantığını anlayamıyoruz. Daha önce defalarca karşılaştığımız bir durum. Önce Ankara’ya, ardından Iğdır’a gönderilen Pakistanlı bir göçmen arkadaştan uzun süre haber alamamıştık bu düzensiz ve öngörülemeyen transferler yüzünden. Amadu, Malatya’daki koşulların beter olduğunu söylüyor. Yatak kapasitesi yetersizmiş, o da yerde yatmış. üç öğün yemek olsa da yemekler çok az ve kalitesizmiş. “Market var, almak istersen paranla alırsın.” diyor.

Para lazım olduğunda, hesap kartı olan bir Suriyelinin hesabına para gönderiliyor, o da yüzde yirmi komisyon kesip kalanını veriyormuş oradaki ATM’den. Amadu, GGM’de birçok Suriyelinin de olduğunu söyledi. Hatta biri bir buçuk yıldır akıbetini bekliyormuş. 60-70 Afrikalı varmış. “Toplamda 1500 kişi civarında kişi vardı.” diyor. Odada ise 15 kişi kalıyorlarmış. Pasaportu yanında olmadığı için onu da deport etmemişler söylediğine göre.

Jandarmalardan birinin şiddetinden de bahsetti Amadu. “Taleplerin oluyor, yemek istiyorsun fazladan, hasta olmuş birisi, durumu izah ediyorsun, sinirleniyor, vuruyor.” diyor. “Niye yaptın?” deyince de, “Burası Türkiye, burası Afrika değil!” diyormuş. “Afganları, Suriyelileri de çok dövüyorlardı.” diyor. Bu şiddetin bağlamını, ölçüsünü tespit edip doğrulamak çok zor ancak bu iddialar ilk kez şahit olduğumuz şeyler değil. GGM’ler maalesef yıllardır kötü muamele, işkence, sözel, fiziksel ve duygusal şiddet gibi hak ihlalleriyle mimlenmiş vaziyette. Göçmen davalarıyla ilgilenen avukat dostlarımız, Halim Yılmaz, Mehmet Ali Başaran, İbrahim Kibar ve diğerlerinin dilinde yıllardır tüy bitti bunları anlata anlata. Şiddetin bu kadar görünür olmadığı durumların kendisi de aslında şiddet içeriyor veya doğrudan şiddete sebep olan koşulları yaratıyor. Isıtıcılar çalışmıyor, büyük bir elektrikli ısıtıcı varmış ama çalışmadığı için insanlar hasta oluyor, tedavi için Ankara’ya yazılıyor, hastanın doktora gitmesi 4-5 günü buluyor. Tabi tedavi de parayla mümkün olabiliyor.

Para demişken, “komisyon” kesen sadece hesap kartı olan göçmenler değil gibi duruyor. Amadu, Malatya’da bazı göçmenlerin GGM’ye girerken emanete verdiği 1000 lira paranın 400’üne çıkarken jandarmanın el koyduğunu söylüyor. Kendisinin yaşadığı bir vakaya dayanmadığı için ihtiyat payı bırakıyoruz. Bu hikâyeye normal şartlarda çok daha şüpheyle yaklaşabilirdik ama daha 1 ay önce, Tuzla GGM’ye alınıp ikamet başvurusu sürecinde olduğu anlaşılınca aynı gece serbest bırakılan Sierra Leoneli bir arkadaşımızın 1500 lirası emanetlerini teslim alırken buhar olup uçmuştu.

Elbette bu gasp sorununun bir kural olduğunu iddia etmiyoruz. Örneğin yine Şeyh, Çanakkale’de bu tarz bir muameleye denk gelmediğini söyledi. Marketten bir şey alması gerektiğinde, emanete verdiği paradan harcayabildiğini, serbest bırakılırken her kuruşunu geri aldığını aktardı.

Halewi, ilk iki arkadaştan daha az şanslıydı çünkü Kayseri GGM’de 5 ay kalmıştı. 300’den fazla insan hatırlıyor. Bunların 100’den fazlası Afrikalıymış. Halewi ile birlikte 15 Afrikalıyı salmışlar. Halewi de aynı sebebi öne sürüyor: “Yanımda hiçbir belge yoktu beni aldıklarında, pasaport sordular, yanımda değildi.” O sırada lafa Şeyh karışıyor, Çanakkale’de Afganların hepsini deport ettiklerini söylüyor. Amadu da Malatya için benzer şeyleri tekrarlıyor. “Mesela bir gün 90 Suriyeliyi, Afgan’ı, Pakistanlıyı, Faslıyı deport ettiler, tek seferde. Eğer uçakla geliyorsan ve pasaportun veya ikametin varsa ama zamanı geçtiyse deport edilmeyebilirsin fakat karadan, sınır geçerek girdiysen kolayca deport edilirsin. Afganlar da bu yüzden deport yiyorlar. Ayrıca Yunanistan’a geçmeye çalışırken yakalanırsan da deport yiyorsun.”

Bütün bu gözlemler, göçmen dostlarımızın içerden ve kısmi şahitliklerine dayanıyor elbette ama bizim izlenimlerimizle, okuduklarımızla, duyduklarımızla, tecrübelerimizle birleşince ortaya makul ve devletin göç politikalarındaki tutarsızlıkları yansıtması açısından öngörülebilir bir resim çıkarıyor.*

GGM’ler kapalı kutu hükmünde kurumlar… Devlet, oradaki koşullar konusunda genelde ketum davranır. Özellikle hak ihlallerine konu olan mevzularda… Çabamız, toplama kampından hallice olan bu mekânları ‘daha konforlu’ hale getirecek politika önerilerinden ziyade göçmenleri kapatılma ve deport korkusu ile daima tedirginliğe boğan bu şedit göç rejiminin bizatihi kendisini ifşa edecek hikâyeleri çoğaltmak olmalı.

*Resmi uygulamalar ve rakamlara ilişkin daha etraflı bir fikir edinebilmek adına Avrupa Mülteciler ve Sürgünler Konseyi’nin (ECRE) 2022’de yayınlanan ilgili raporuna, İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı şu habere ve Göç İdaresi’nin verilerine göz atabilirsiniz.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x