Yazılar
İktidarları Aşmak, II – Faruk Yeşil

İsrail’in Suriye’ye yönelik son hava saldırısı, yalnızca bir egemen devlete yapılan aleni bir saldırı değildir; aynı zamanda bölge halklarına, direnişe, insana ve ahlaka yöneltilmiş sistematik bir meydan okumadır. Bu saldırının arkasında yalnızca Tel Aviv yoktur; Washington’un diplomatik ve askeri desteği, özellikle de Trump döneminde kurumsallaşan “sınırsız İsrail dokunulmazlığı” bu suçların zeminini hazırlamaktadır.
Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan ederek sadece diplomatik teamülleri çiğnememiş; gücün, zorbalığın ve haydutluğun dibine vurmuştur. Ardından Golan Tepelerini “İsrail toprağı” ilan etmesi, emperyalist zorbalığın bir diğer göstergesiydi. O günden bu yana İsrail, Batı hukukunu da uluslararası normları da fiilen çöpe atmıştır ama asıl acı gerçek şudur: Bu cüret, yalnızca ABD’nin açık desteğinden değil, bölgedeki rejimlerin utanç verici sessizliğinden ve işbirlikçiliğinden beslenmektedir.
İsrail uçakları Şam’ı bombalarken bir yandan Riyad’daki petrol kuleleri yükseliyor, diğer yandan BAE limanlarında Tel Aviv malları sevkiyata hazırlanıyor. Türkiye limanlarından her gün 10’a yakın gemi ile İsrail soykırımının petrolü gönderiliyor. Gazze’ye atılan bombalarla aynı tedarik zincirinde olan çimentolar, çelikler, savaş mühimmatları Türkiye’den çıkıyor. Diplomatik koridorlarda ise soykırımcılara sessiz diplomasiyle örtü örülüyor. Tüm bu sahne, artık yalnızca siyasi değil, ahlaki bir çöküşün, insani çöküşün de belgesidir.
Suriye’ye yönelik saldırılar, yalnızca bir ülkenin egemenliğine değil aynı zamanda ümmetin onuruna yapılmış bir saldırıdır. Bu hat, sadece İran’la ya da Hizbullah’la sınırlı değildir. Bu hat; Gazze’de Hamas’ın kararlılığıyla, Yemen’de Ensarullah’ın meydan okuyuşuyla, Lübnan’da Şii-Sünni dayanışmasıyla örülmektedir. Bu nedenle İsrail’in saldırıları, sadece Suriye’ye değil; ümmetin onuruna, halkların özgürlüğüne yöneliktir.
Bu vahşetin karşısında, Birleşmiş Milletler, Arap Birliği, İslam İşbirliği Teşkilatı gibi uluslararası yapılar tam bir acizlik ve aldatıcılık anıtına dönüşmüştür. Kınama dışında bir şey yapamayan bu organizasyonlar adeta emperyalizmin vitrin süsü haline gelmiştir. İnsan haklarından dem vuran Batılı kurumlar ise Suriye’de, Gazze’de, Yemen’de, İran’da çocuklar katledilirken üç maymunu oynamakta bir beis görmemektedir.
Ama artık halklar bunu görüyor.
Halklar, kendi sokaklarına, kendi dualarına, kendi iradelerine sahip çıkıyor. Gazze’deki çocukla Şam’daki annenin kalbi aynı anda sızlıyor. Siyonist barbarlığa karşı yükselen bu yeni direniş; devletlerin değil, halkların omuzlarında yükseliyor!
Bu yeni hat, sadece askeri değil, ahlaki bir başkaldırıdır, insani bir başkaldırıdır. Bu hat, Batı’nın çizdiği “meşru şiddet” tanımlarını reddeder. Bu hat, emperyalizme karşı bağımsızlık hakkını savunur. Bu hat, iktidarların söylemlerini değil, mazlumların çığlıklarını esas alır.
Evet, direnişin adı artık Hamas’tır, Ensarullah’tır, Hizbullah’tır… Tabii daha da önemlisi, bu isimler artık birer örgüt değil, bir halk bilincinin, İslam ve tevhit bilincinin adı olmuştur. Onlarca yıl süren işbirlikçi iktidarlar, halkların iradesini bastıramamıştır. Şimdi o bastırılmış irade, yeraltı tünellerinden, çorak vadilerden, yıkılmış mahallelerden yeniden filizleniyor. Vicdanları ve duruşlarını Siyonist şebekeye ipotek etmiş olanlar bunu anlayamaz da göremezde, görmüyor da.
Bu sebeple;
İsrail’in saldırılarına sessiz kalan her iktidar suç ortağıdır.
Direnişi itibarsızlaştıran her medya aygıtı, propaganda savaşının bir parçasıdır.
Direnişi görmezden gelen her STK, ahlaki iflas içindedir.
Ve bizler, bu ahlaki çöküşün parçası olmayı reddediyoruz. Her erdemli insan da reddetmelidir.
Ya iktidarların çizdiği sun’î sınırları aşarak yeni bir direniş hattı kuracağız ya da çocuklarımız Siyonist emperyalizmin beton duvarları arasında boğulacak.
Çünkü kurtuluş sadece İsrail’in yıkılışıyla değil, onun zihinlerimizdeki tahakkümünün, STK’larımızdaki korkunun, medyamızdaki dalkavukluğun, iktidarlarımızdaki işbirlikçiliğin tasfiyesiyle mümkündür.
İşte bu tasfiyeyi başlatmak, hepimizin tarihsel ve ahlaki sorumluluğudur. Bu, “Olursa iyi olur.” bâbından bir şey de değildir. Bu, kulluğumuzun bir gereğidir. İnsanca ve Müslümanca yaşayabileceğimiz bir düzen kurmak için ufkumuzu, imkânlarımızı seferber etmeliyiz.
Bugünün savaşları artık yalnızca tanklarla, uçaklarla, füzelerle yürütülmüyor. Bugünün en keskin silahı, anlatıdır. Görüntünün dili, kelimenin ritmi, başlığın seçimi ve suskunluğun zamanı; bazen bir bombadan daha tesirlidir. İsrail’in Gazze’de işlediği soykırımı, Suriye’ye attığı füzeleri, İran’a olan saldırısı, Yemen’e yönelik ablukayı yalnızca askeri eylemler olarak görmek yeterli değildir. Bu eylemler, küresel medya düzeninin inşa ettiği meşruluk zırhıyla korunmaktadır.
Siyonist medya gücü, sadece propaganda üretmiyor; gerçeği formatlıyor, mazlumu suçluya, işgali meşruya dönüştürüyor. Bu medya düzeni, Batı’nın merkez medya organlarında kurumsallaşmıştır: CNN, BBC, The New York Times, Le Monde, DW ve daha niceleri… Ülkemizdeki medyanın, “İktidar gücenir!” diye Filistin eylemlerini nasıl görünmez kıldığını, görmezden geldiğini hep birlikte izliyoruz. Hepsi tek bir şeyde ortak: Direnişi şeytanlaştırmak, İsrail’i “meşru müdafaa” pozisyonuna çekmek!
Ama asıl yıkım, bu dili yerli medya aygıtlarının benimsemesinde yatıyor.
İslam coğrafyasındaki medya organlarının önemli bir kısmı kendi halklarına değil, kendi iktidarlarının dış politikalarına sadakat gösteriyor. İktidarlar gücenmesin diye Müslümanlara, insanlara yapılan tüm haksızlıkları ustaca görmezden gelebiliyorlar. Bu medya organları, Filistin direnişini “taraflar arası çatışma” olarak kodluyor; Ensarullah’ı “İran yanlısı milis” olarak küçümsüyor; Hizbullah’ı “bölgesel tehdit” olarak lanse ediyor.
Her şeyden acısı da şudur: Hamas’ın adı dahî geçirilmeden “barış çağrısı” yapılıyor. “İtidal” dili, halkların öfkesini soğutmak için kullanılıyor. Direniş değil, statüko; adalet değil, dengecilik; hakikat değil, görüntü yönetimi tercih ediliyor.
Batılı medya, aslında işbirlikçi iktidarların ruhunu taşıyor. Onların ekranları, emperyalizmin yıkımını değil, diplomatik dengelerin aldatıcılığını servis ediyor. Siyonistlerin soykırımı karşısında suskun ama bir roket fırlatıldığında alarma geçiyorlar. Bombalanan çocuklar için değil; zarar gören İsrailli psikolojisi için haber yapıyorlar.
Ne yazık ki sosyal medyada dahî algoritmalarla desteklenen bu medya dili, alternatif sesleri boğmakta kullanılıyor. Direnişe dair içerikler sansürleniyor, hesaplar kapatılıyor, etiketler gömülüyor. Dijital alan da işgal altında!
Tüm bunlara rağmen bir şey değişiyor:
Halklar, Müslümanlar artık medya değil, gerçeklik arıyor. Gazze’den yayılan görüntüler, Yemen’deki meydan okuma, Şam’da yıkılan binalar, Lübnan’da kurulan barikatlar artık sadece haber değil, vicdan çağrısıdır.
Direnişi terörize eden medya dili, yalnızca işgale değil; halkların iradesine de saldırmaktadır. Bu nedenle medya savaşı, yalnızca bir “enformasyon mücadelesi” değil; bir irade savaşıdır.
Bu bağlamda;
Her bir mazlumun hikâyesini anlatmak, bir haber değil bir görevdir.
Her bir direnişçiyi savunmak, bir ideolojik tercih değil, bir insanlık borcudur.
Her bir medya manipülasyonunu ifşa etmek, bir mesleki tutum değil, ahlaki zorunluluktur.
Bugün artık hakikat arayışı, bağımsız haber odaklarında, halk medyasında, gönüllü gazetecilerin omuzlarında yükselmektedir. Bu yeni medya dili, mazlumun gözünden, çocuğun çığlığından, annenin yıkılmış evinin önündeki sessizliğinden doğmaktadır.
Bizler, medya savaşında da tarafız. Tarafımız Müslümanlardır, ezilenlerdir, halklardır, adalettir, direniştir.
Çünkü gerçeği anlatmak, yalnızca bir anlatım biçimi değil; bir cephedir. Bu cephede susmak, işgalin dilini konuşmak demektir!