Connect with us

Yazılar

Bir Aynılık Cehennemi Olarak Okullar – Yasin Yarar

Yayınlanma:

-

I

İnsanın kendini, varlığı ve toplumu okuması için bir süreçten geçmesi gerekir. Her insan, tabiatı itibariyle kendi dışında olan insanlardan farklı olduğu için doğal olarak bilme/öğrenme süreçleri de diğerlerinden farklıdır. Fakat insan bir boşluğa doğmamıştır. Belli bir zamana ve zemine/coğrafyaya doğduğu için bilme/öğrenme süreçleri o zaman ve zeminde bulunan insan kümelerinin etkisinde şekillenir. Bir özne olarak insan, kendi serüvenini inşa etmeye özen gösterdiği oranda kendi biricikliğini koruyabilme ihtimalini canlı tutabilir. İnsan kümeleri ortak bir yaşam için gerekli olan değer ve kuralları, toplumun faydasını gözeterek oluşturmak için hareket ettiklerinden, bilme/öğrenme süreçlerini birey odaklı değil, toplumsal fayda odaklı inşa ederler. Bu da bireyin kendi olma, kendi kalma serüvenin başlangıcıdır.

Devletlerin oluşumuyla beraber kurumsal bilme/öğrenme/öğretme durumu da ortaya çıkmıştır. Devletler, kurumsal eğitim öğretimi, bu andan itibaren gündemlerine almışlardır. Devlet bireyden çok toplumu dikkate alarak hareket edeceğinden insanın kendine özgü olan, bireysel olan yönünü ıskalamıştır.

Devlet, vatandaşını kendisini var kılacak şekilde tasarlamaktadır. Michel Foucault, devletler, askeri alanlar, hapishaneler ve eğitim kurumları vasıtasıyla ideolojilerini bireyde inşa eder, der. Dolayısıyla burada devlet için insanın bilme/öğrenme sürecinin nihai amacı kendisine tebaa yetiştirmektir. Modern süreç, tebaaya ek olarak sermayenin üretim bandında çalışacak ücretli köleler eklemiştir. Bunun felsefi arka planını inşa eden kişi ise Alman filozof Johann Gottlieb Fichte olmuştur. Bu süreçten sonra kurumsal eğitimin amacı devlete tebaa, sermayeye ücretli köleler yetiştirmek olmuştur. İşte mevcut okul sistemi de bu amaç ve kaygıdan doğmuştur. Artık öğrenci, devletin amacını gerçekleştirmek üzere okullara alınan ve buralarda “istendik davranışlar”ın inşa edileceği nesnelerdir.

II

Okullar tek sesli korolardır. Her çocuğun öğrenme süreci ve hızı farklı olmasına karşın okul, aynı sınıfta/yaşta olan öğrencileri aynı müfredata tabi kılarak onları aynılaştırmaya çalışır. Çünkü bireysel farklar, özgün karakterler sistem için problemdir. Bu nedenle öğrenciler olabildiğince küçük yaşlarda anne-babadan alınarak ideolojik inşa mekanları olan okullara taşınır. Maksat anne-babanın çocuk üzerindeki etkisini en düşük seviyeye çekmektir. Çocuk artık dönüşüme dahil edilmiş olur. Çünkü okul devlet için risk ve sürprizin olmadığı mekânlardır. Ailede kalan çocuk ciddi bir risk ve sürpriz olabilir. Okul, çocuğu doğasına körleştirir. Zira çocuk, okulda içine/doğasına bakmayı değil, dışına bakmayı, sınıf arkadaşlarıyla mücadele etmeyi öncelemeye başlar. Bir adım sonra kendisine yabancılaşan bireyleri kör bir alışkanlıkla okula girip çıkarken görmeye başlarız. Bir mahkûm gibi omuzları çökmüş bir biçimde okul kapısından girer, yıllar sonra özgürlüğüne kavuşmuş gibi koşarak, çığlık atarak çıkar. Okul sınırları içerisinde kaldığı süre boyunca tüm renklerini gün be gün yitirerek zaman içinde soluk bir renge dönüşür. Onun için/de renkler ölmeye başlar.

Doğru, yanlış hayatın içinde öğrenilir. Oysa okul yapılandırılmış kurgu bir süreçtir. Bu nedenle de okul, doğru ve yanlışı ayırt etme becerisini öldürür. Okul, öğrenciyi sürekli ödevler, testler ve daha pek çok şey ile meşgul/işgal ettiği için öğrenci kendini tanımaya imkân bulamaz. Kendini tanı(ya)mayan öğrenci sistematik bir aptallaşma sürecine girer.

Okul, artık ruhunu yitirmişlerin yurdudur. Sürekli soğuk beton duvarların içinde kalan öğrenci yaşama sevincini ve merhamet duygusunu yitirir. Sertleşir ve aynı zaman da kırılganlaşır. Sert bir şeye çarpsalar kırılıp un ufak olacak hale gelir.

Okullarda bireysel farkları yok olur, herkes eşitlenir ve aynılaşır. Öğrenciler için kendilerini bulmak, kendileri olmak artık gündemlerine almalarının neredeyse imkânsız olduğu bir hale evrilir. Ama bunun yerini alacak başka bir gündemleri vardır: Herkesi geride bırakmak! O artık bir yük hayvanı, yarış atıdır. Herkese bakan hiç kimseye bakamayacağı için öğrenci artık kendisini de ıskalar. Kendisini ıskalayan öğrencinin derinleşmesi mümkün değildir. Zaten okullar da yapısı gereği derinleşmeye müsaade etmeyecek şekilde tasarlanmışlardır. Okul için düzenli bir yüzeysellik en ideal olandır. Bu yüzeyselliği yakalamak için elinde müfredat denen bir aparat vardır. Öğrencinin kişisel öyküsü/zekâsı/kabiliyeti ne olursa olsun bulunduğu sınıfın müfredatı dışına çıkamaz. Okul, kalıba sokulmuş, öngörülebilir ve denetlenebilir insanlar üretir. Giderayak şehirlerimizde ve evlerimizde hiçbir orijinalliği kalmamış çocuk posaları oluşmaya başlar.

Okul, öğrenciden düşünmesini değil, taklit etmesini beklemektedir. Onun irade etmesini değil, iradeye boyun eğmesini ister. Zira sistem buna müsaade etmez. Bu haliyle okul, öğrencinin akletmesini değil, sisteme iman etmesini ister.

Okul iradeyi ortadan kaldırıp emir komuta zinciri inşa eder. Bir toplanma kampını düşünün. Kamptaki tutsaklar etrafı çevrilmiş bir alanda yaşamak zorundadırlar. Yatış ve kalkış saatleri mevcuttur. Her mahkûmun bir numarası vardır. Her mahkûm bir örnek giyinir. Zillerle kalkılır, zillerle dışarı çıkılır, dolaşılır, yemeğe oturulur kalkılır, çalışılır ve yine zillerle iş bırakılır. Her kampta koğuşlar bulunur. Koğuşlardan sorumlu gardiyanlar mevcuttur. Kampın idaresi ve bürokrasisinin olduğunu da unutmayalım. Şimdi okulları düşünün. Okulların ve derslerin giriş çıkışları mevcuttur. Bunu zillerle yaparlar. Her öğrenci aynı kıyafeti giyer, her birinin numarası vardır. Zillerle derse girer, çıkar. Herkesin numaralandırılmış bir sınıfı vardır. Her sınıftan sorumlu bir öğretmen vardır. Her okulun idaresi ve bürokrasisi vardır. Bu yönüyle okullar her şeyi bölüp parçalayan keskin bir bıçaktır. Ziller bir bıçak gibi keser dersleri. Bir resmi ortada bırakıp koşarak kimya dersine girer. Zil çalar, öğrenci koşarak bir haritanın başına oturur… Bu benzerlikleri göz önünde bulundurulduğunda okulların, bir yönüyle toplanma kampları olduğunu söyleyebiliriz.

Okul, öğrencilerin psikolojisini bozar. Başarılı olma/olmama korkusu benliğini sarar, onu kaygının kollarına teslim eder. Kendilerini başkalarına beğendirme kaygısıyla vitrine koyar. Öğrenci yarışacaksa sürekli vitrinde olmak zorunda. Bir sebeple vitrindeki yerini kaybeden çocuğun yaşayacağı ruhsal çöküntü korkunç olacaktır. Buna daima vitrinde olma kaygısını eklediğinizde iş daha da kötü olacaktır. Okul, çocukta daima bir eksiklik, yarım kalmışlık, tamamlanmamışlık hissi uyandırır. Hiçbir şey tamamlanmıyorsa bir şey yapmanın anlamı nedir?

Okullar, sevgi değil, görevler, yapılacaklar listesi verirler. Giderek sevginin yerini uzmanlık alır. Bu da makineleşmek demektir. Okullar, öğrencilerde yetersizlik hissi oluşturarak onlar üzerinde bir iktidar oluştururlar. Öğrenci nesneleşir ve daima dışsal bir otoriteye teslim olma hissiyle işgal olmuş olur. O artık sürekli bir gözetim altındadır. Okulun hayaleti onu her yerde takip eder. Ödev hayaleti onu bir an bile yalnız bırakmaz. Okul, bir kontrol cehennemine dönüşmüştür.

Weber’den mülhemle okulun demir bir kafes olduğunu söyleyebiliriz. Nasıl ki aydınlanma düşüncesi yapıp ettikleriyle kaskatı bir dünya kurmuş ve sonradan da kendisi o demirden kafesin içinde mahkûm kalmışsa okul da bu haliyle kurduğu kaskatı dünya ile öğrenciyi mahkûm etmektedir. Bu kaskatı okul evreninde öğrenciler gün be gün kafesin içinde, kafesten bir parçaya dönüşür. Katılaşır, hissizleşir. Marx, “Katı olan her şey buharlaşır.” diyordu. Bu kaskatı olan okulun, Bauman’ın yerinde tanımlamasıyla akışkan modernite içinde yaşamasına imkân yoktur. Hayat akmaktadır. Akan bir hayatta katılaşmanın katı olmanın yeri yoktur. Gerçekliği olmayan demir kafesin bir parçası olan çocuk bundan zarar görür.

Okul çok şey vaat eden ama neredeyse hiçbir şey vermeyen bir umut taciridir/hırsızıdır. Yerel olan güzellikleri yok eden bir fabrikalardır okullar. Okullar seri üretim bantlarında dönüşmüştür. Öğrencileri bu seri üretim bantlarında işleyen okullar, sürekli aynılıklar kusar.

Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda okul üzerine konuşmanın vakti çoktan geldi geçiyor bile. Alternatif okullar, özgür okullar, doğa okulları, orman okulları, sahil okulları gibi yapılar Amerika ve Batı’da oldukça yaygın olarak bulunuyor. Sadece Almanya’da 293 orman okulu bulunmaktadır. Ev okulu veya okulsuzluk dünya üzerinde çok yaygın olarak devam etmektedir. Ülkemizde son yıllarda bu doğrultuda bir hareketlilik yaşanmakla birlikte sayılarının yetersiz olduğu açıktır. Dünyada pek çok yerde mevcut okul sistemine ilişkin son yüzyılda ciddi tartışmalar yapılırken bu coğrafyada yüksek sesle yapılan tartışmaların tekil örneklerle sınırlı kalması, bizlerin her şeye olduğu gibi buna da geç ve maruz kalmamız anlamına gelmektedir.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

Yazılar

Temel İhtiyaçların Giderilmesi İmkânsızlaşırken – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Beslenme/Gıda: insanların en temel ihtiyaçlarından biri gıdadır. Tarih boyunca insanlar gerek avcılıkla gerek araç gereçlerle gerekse sanayinin gelişimi ve makineleşmeyle gıda konusunda devrim niteliğinde bir süreç geçirmiştir. Gıdanın bizlere ulaşana kadar birçok yolu var. Topraktan çiftçiyle başlayan bu süreç bir gıda olarak insanın tüketimine hazırlanıyor. Tarım tarafı bu şekilde. Hayvancılıkta ise bin bir meşakkatle, hayvanın her şeyinden yararlanarak emekçilerin elleriyle insanlara sunuluyor.

Fakat burada değinilmesi gerekilen bir husus var, kim bu gıdalara ne kadar ulaşabiliyor, onları ne kadar temin edebiliyor?

Zenginler bu gıdalara, besinlere ulaşırken, fakir/yoksul halk ancak karnını doyurmak için sofraya oturuyor. Şu örnek daha açık olacak: Genel olarak sürekli karbonhidratlarla beslenen halk (ekmek, şeker vd.) sağlık açısından sadece karnının açlığını yatıştırıyordur, başka hiçbir faydası yok hatta zihni gerilettiğini bile bilimsel açıklamalarda görebilirsiniz.

Gelelim zenginin durumuna! Eti, sütü, çerezi sofrasından eksik etmeyen zenginler protein, vitamin vd. besin maddelerinden yeterince aldığından onlarda besine dayalı herhangi bir hastalık ortaya çıkmıyor. Fakir halk ise sırf yeterli beslenemediği için özellikle evlatları birçok hastalığa yakalanıyor. Şöyle bir örnek vermek gerekirse; Kırmızı et B12 vitamini açısından çok zengin bir besin kaynağı, bu besinin yeteri miktarda alınamaması psikolojik sıkıntılara ve daha birçok hastalığa sebep olabiliyor. Zenginler bunu sofrasından eksik etmezken, fakir halka bu koskoca nasipten hiçbir şey düşmüyor maalesef. Tabii bunun sonucunda besinden kaynaklı hastalıklar yoksul halkın peşini bırakmıyor ve büyük sıkıntılara yol açabiliyor.

Barınma: Türkiye’de, özellikle metropol şehirlerde barınma sorunu çok ciddi, çok kritik bir durumda. Yükselen konut fiyatları ve buna yoksul ailelerin geçim sıkıntısı ve asgarî ücret zulmü de eklenince halk gittikçe daha da yoksullaşıyor ve hayat çekilmez bir hâle geliyor. Müteahhitlerin daha büyük kârlar peşinde koşmaları ve evi olurundan çok daha yüksek fiyatlarla satışa çıkarması, geçim derdiyle uğraşan yoksul halk için bir konutun hayali dahî kurulamıyor, açlık sınırının altında bir gelire mahkûm edilen asgarî ücretli yoksullar, evinin ihtiyaçlarını dahî karşılayamazken, çocuk mu okutsun, yoksa hayal ettiği bir konut sahibi mi olsun?

Burada bir anekdotu anlatmadan geçemeyeceğim. Geçtiğimiz günlerde 52-53 yaşlarında emekçi bir abi ile bir sohbetimiz oldu. Anlattıkları gerçekten de el-insaf dedirtiyor! “Son 27 senesi aynı firmada olmak üzere tam 36 yıldır temizlik işçiliği yapıyorum. Aldığım maaş hâlen asgarî ücret ve bir de emekli maaşım var. Biri üniversite öğrencisi olmak üzere 3 öğrencim var, nereye yetişeceğimi bilemiyorum. 36 yıldır çalışıyorum ama ne bir evim var ne de bir arabam! Fakat bize iş verenler her ay kâr marjı bandında evine ev, arabasına araba katıyor, biz işçiler ise yıllardır sırf yol parası vermemek için işe ya yürüyerek ya da bisikletle gidip geliyoruz, bir daire sahibi bile olamıyoruz. Bir dairem dahî yok, yok işte!”

Sohbet ettiğimiz işçi abinin yakınması gerçekten çok acı bir gerçeği ortaya koyuyordu. Bahsini ettiğimiz abinin anlattıklarından sonra aklıma TÜİK verilerine girip konut ve motorlu araç sayılarına bakmak geldi. Sonuç mu, gelin birlikte bakalım:

Ülkede toplam konut sayısı TÜİK’in verilerine göre 2021 yılı itibariyle 25.329.833 (İş yerleri, dükkânlar hariç; sadece bir ailenin yasayacağı, barınacağı daire) Her sene ortalama en az 600 bin konut yapıldığı söyleniyor. 2025 itibariyle de 28 milyondan fazla sadece barınmak için daire var. Tabii bunlar sadece kayıtlı resmi olanlar.

Ülkenin nüfusu ise 2025 yılı itibariyle 85 milyon küsür, bu da demek oluyor ki her 3 kişiden birine bir daire düşüyor, evli çift ve hane demiyoruz, 3 kişiden birine bu ülkede 1 daire düşüyor! Peki, gerçek öyle mi? Tabii ki hayır! Nüfusun %45’i kiracı (42 milyon kişi). 3 kişiye bir daire düşen ülkede nüfusun yarısı kiracı! Peki, neden mi? Nedenini yukarıda bahsettiğimiz işçi abimiz anlattı zaten. Temel ihtiyaç olan bir daire yerine, kimine 20 daire, kimine 50 daire, kimine 100 daire düşünce durum böyle oluyor. Adil bölüşüm ve hakça paylaşımın olmadığı yerde toplumsal eşitsizlik ve felâketler başını alıp gider.

 

Sağlık: Ülkemizde sağlık konusunda özellikle randevu sistemindeki olumsuzluklar birçok hastayı mecburi bir şekilde özel hastaneye zorluyor çünkü randevular ancak 1 aya alınabiliyor hatta bazı randevular için 6 ay, bir sene bile beklemek gerekebiliyor! Bu nedenle özel hastanelere gitme mecburiyetinde bırakılan fakir halk, borçla da olsa bunu yapmak zorunda kalıyor.

Sorun sadece bu değil. Sağlık sektörü küresel kapitalizmin ve sermayenin istediği şekilde yön aldığından ilaçlarla oynamalar, sahte ilaçlar, çaresi olduğu hâlde kullandırtılmayan ilaçlar ve daha neler neler… Bu yüzden sağlık gibi bir temel hak da özellikle fakir halk için lüks olmuş durumda maalesef.

Eğitim: Ülkemiz eğitim konusunda da maalesef çok kötü bir durumda fakat bizler burada sadece bir noktaya değineceğiz yoksa eğitimle ilgili birçok sıkıntılı durum mevcut. Bizim burada değineceğimiz nokta, öğrenciler arasında “eğitimde fırsat eşitsizliği!”

Birçok öğrenci, özellikle fakir ailelerin öğrencileri eğitimde eşit anlamda fırsattan yararlanamıyor. Bunun en büyük sebebi eğitimin dershane/özel okul/kurs merkezi adları altında özelleştirilmesi, sermayeye peşkeş çekilmesi! Zengin ailelerin çocukları en iyi okullara giderken fakir halkın çocukları ancak devlet okullarına gidebiliyor.

Bir de burada özel üniversitelere değinelim. Yine bir arkadaşın dilinden bir anekdotla açıklarsak durum şöyle: “Üniversite 2. sınıf öğrencisiyim, İstanbul’da özel bir üniversitede 2 yıllık aşçılık okuyorum Yıllık 140 bin lira sadece eğitim parası veriyorum çünkü şehir dışına çıkarsam barınma masrafı, beslenme masrafı, yol masrafı vs. derken dışarıda okumamın pek bir anlamı kalmıyor. Burada çalışıyorum, en azından ailemle kalarak bir işte çalışıyor, akşam da üniversiteye gidiyorum ve benim gibi gelen on binlerce öğrenci var sadece İstanbul’da ve hepsi de fakir ailelerin çocuğudur. Onlar da benim gibi düşünüp şehir dışına çıkamıyorlar.” Bu da eğitimde özelleştirmenin hâlini göz önüne seren başka bir durum!

En azından beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlara erişim imkânsız olmamalı; kolay yoldan eşit bir şekilde herkesin bu imkânlara ulaşması gerekmektedir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Sırrı Süreyya’ya Veda – Yakup Kıyanç

Yayınlanma:

-

Siz bu ülkenin sahibi misiniz? Zillulâh-ı fi’l-âlem misiniz? Kendinizi Allah’ın yeryüzündeki gölgesi mi sayıyorsunuz? Nizamülmülk müsünüz? Nesiniz siz, milletin ekmeğiyle bu kadar oynuyorsunuz? Onların çoluk çocuklarının ne suçu var? Bir an için hepsini suçlu kabul etsek onları rızksız, nana muhtaç bir vaziyete nasıl getirirsiniz? Evinizde nasıl uyursunuz? Çocuğunuzu nasıl seversiniz?”

Sırrı Süreyya denince hepimizin hafızasında yer edinen başka bir konuşması, başka bir gülümsemesi, başka bir eylemi gelir. Sırrı Süreyya denince neredeyse bu ülkedeki her bir insana dokunmuş, her bir insanın derdi ile hemhâl olmuş bir insan evladı gelir aklımıza. İster istemez adını anınca, simasını hatırlayınca yüzümüzde bir tebessüm belirir. Sağcısı, solcusu, Kürd’ü, Türk’ü, Laz’ı, Alevi’si, Gürcü’sü… Hepimizin kimliğine bürünmüş, hepimizin ana babasının acısını hissetmiş o acıyı dile getirmiş bir insan evladı…

Kürd ve Türk çocuklarının ölmemesi, daha insanca ve adil şartlarda yaşaması için barışın postacılığını kendisine iş edinmesiydi Sırrı Süreyya’yı bu toprakların evladı kılan, Anadolu irfanının en güzel örneği yapan. Bu toprakların türkülerini ona sevdiren şey, bu topraklara duyduğu çıkarsız bağdı. Onu turna kuşu kılan da her bir santimine aşık olduğu bu topraklardı. Kana ve öfkeye doymuş olan bu topraklar.

Benim için Sırrı Süreyya, yüzyıla yakındır inkar edilen kimliğim için, dilim için yüzlerce defa mecliste, sokakta, mahkeme salonlarında canı pahasına direnen bir insan. Çıkarsızca, yürekten ötekinin acısını yüreğinde hisseden bir Sırrı Süreyya.

Ama tüm Sırrı Süreyya’ları bir kenara bıraksam, benim için en Sırrı Süreyya girişteki konuşmayı yapan kişidir. En kendinden olmayanın, kendisine en uzak olanın acısı ile acıyan, derdi ile dertlenen, kendisine düşman olan “uzak” ötekinin yaşadığı hukuksuzluğu da kendisine dert eden, bununla öfkelenen Sırrı Süreyya! Ne zordur değil mi sabah akşam seni düşmanlaştıran, dışlayan, yorgun ve hasta bedenini hapsetmek isteyen, evlatlarından, hayatından, özgürlüğünden uzaklaştırmak isteyenin hakkını ve hukukunu o yorgun kalple hissetmek, haykırmak! Zor. Kendimi onun yerine koyuyorum, bir an hıncıma teslim olabilirim gibi hissediyorum. O kişinin, grubun ya da cemaatin bana yaşattıkları beni adaletten alıkoyacak gibi hissedebilirim belki de. Ama gördük ve yaşadık ki onca hukuksuzluklara, zulümlere rağmen Sırrı Süreyya’yı adaletten alıkoymamış ona yaşatılanlar. Öfkesi onu esir almamış. Nasıl erdemli bir tavır, değil mi? Maide sûresi 8. ayette: “Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” diye emreden Rabbimizin çağrısına kulak vermiş bir kul olabilmiş Sırrı Süreyya! “Başkasının acısını duyabiliyorsan insan olabilirsin!” diyen Tolstoy da onu anlatmış sanki. Ne mutlu bize ki Sırrı Süreyya gibi erdemli, beytülmâle el uzatmayı aklından dahî geçirmemiş modern bir dervişi tanıdık dünya gözüyle. Benzerini bir daha görebilir miyiz, sahiden bu konuda umutsuzum.

Çok uzatma taraftarı değilim, Sırrı Süreyya’yı değerli ve özel kılan çok şey vardı. Şivesi, gülüşü, candan ve sahici tavırları bir yana, onu hepimize sevdiren şey insana insan olmasından ötürü duyduğu muhabbet ve adaletiydi. Koltuğun gücüyle çalıp çırpmaması, bizlerle yer sofrasında yerken, mezarlıkta ağlarken, mecliste konuşurken yalandan bizler gibi olmaya çalışmak imajı takınmamasıydı. Hakikaten bizlerle biz olabilmesi, sahiciliği, en ötekinin bile acısını tüm hakikati ile yüreğinde hissedebilmesiydi. Hukuksuzluk üreten otoriteye boyun eğmeyişi, hakkı her şartta dile getirmesi, zulme uğrayanın kimliğine bir an olsun bakmadan, mazlumun yanında bir an olsun çekinmeden durabilmesiydi Sırrı Süreyya’yı müstesna kılan.

Allah’ın rahmeti üzerine olsun Sırrı abi. Hesapsızlığını, dürüstlüğünü, mazluma yoldaş olmanı, barış elçisi olmanı, helalinden yaşamanı çok sevdik. Uğruna canından geçtiğin, özlemini bir nefes gibi çektiğin barışı en çok senin için getireceğiz bu topraklara. Üzerine atılan toprağa bir daha kardeş kanı bulaşmaması için elimizden geleni yapacağız Sırrı abi. Sana sözümüz olsun!

Allah’a ısmarladık seni!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x