Connect with us

Yazılar

Bir Aynılık Cehennemi Olarak Okullar – Yasin Yarar

Yayınlanma:

-

I

İnsanın kendini, varlığı ve toplumu okuması için bir süreçten geçmesi gerekir. Her insan, tabiatı itibariyle kendi dışında olan insanlardan farklı olduğu için doğal olarak bilme/öğrenme süreçleri de diğerlerinden farklıdır. Fakat insan bir boşluğa doğmamıştır. Belli bir zamana ve zemine/coğrafyaya doğduğu için bilme/öğrenme süreçleri o zaman ve zeminde bulunan insan kümelerinin etkisinde şekillenir. Bir özne olarak insan, kendi serüvenini inşa etmeye özen gösterdiği oranda kendi biricikliğini koruyabilme ihtimalini canlı tutabilir. İnsan kümeleri ortak bir yaşam için gerekli olan değer ve kuralları, toplumun faydasını gözeterek oluşturmak için hareket ettiklerinden, bilme/öğrenme süreçlerini birey odaklı değil, toplumsal fayda odaklı inşa ederler. Bu da bireyin kendi olma, kendi kalma serüvenin başlangıcıdır.

Devletlerin oluşumuyla beraber kurumsal bilme/öğrenme/öğretme durumu da ortaya çıkmıştır. Devletler, kurumsal eğitim öğretimi, bu andan itibaren gündemlerine almışlardır. Devlet bireyden çok toplumu dikkate alarak hareket edeceğinden insanın kendine özgü olan, bireysel olan yönünü ıskalamıştır.

Devlet, vatandaşını kendisini var kılacak şekilde tasarlamaktadır. Michel Foucault, devletler, askeri alanlar, hapishaneler ve eğitim kurumları vasıtasıyla ideolojilerini bireyde inşa eder, der. Dolayısıyla burada devlet için insanın bilme/öğrenme sürecinin nihai amacı kendisine tebaa yetiştirmektir. Modern süreç, tebaaya ek olarak sermayenin üretim bandında çalışacak ücretli köleler eklemiştir. Bunun felsefi arka planını inşa eden kişi ise Alman filozof Johann Gottlieb Fichte olmuştur. Bu süreçten sonra kurumsal eğitimin amacı devlete tebaa, sermayeye ücretli köleler yetiştirmek olmuştur. İşte mevcut okul sistemi de bu amaç ve kaygıdan doğmuştur. Artık öğrenci, devletin amacını gerçekleştirmek üzere okullara alınan ve buralarda “istendik davranışlar”ın inşa edileceği nesnelerdir.

II

Okullar tek sesli korolardır. Her çocuğun öğrenme süreci ve hızı farklı olmasına karşın okul, aynı sınıfta/yaşta olan öğrencileri aynı müfredata tabi kılarak onları aynılaştırmaya çalışır. Çünkü bireysel farklar, özgün karakterler sistem için problemdir. Bu nedenle öğrenciler olabildiğince küçük yaşlarda anne-babadan alınarak ideolojik inşa mekanları olan okullara taşınır. Maksat anne-babanın çocuk üzerindeki etkisini en düşük seviyeye çekmektir. Çocuk artık dönüşüme dahil edilmiş olur. Çünkü okul devlet için risk ve sürprizin olmadığı mekânlardır. Ailede kalan çocuk ciddi bir risk ve sürpriz olabilir. Okul, çocuğu doğasına körleştirir. Zira çocuk, okulda içine/doğasına bakmayı değil, dışına bakmayı, sınıf arkadaşlarıyla mücadele etmeyi öncelemeye başlar. Bir adım sonra kendisine yabancılaşan bireyleri kör bir alışkanlıkla okula girip çıkarken görmeye başlarız. Bir mahkûm gibi omuzları çökmüş bir biçimde okul kapısından girer, yıllar sonra özgürlüğüne kavuşmuş gibi koşarak, çığlık atarak çıkar. Okul sınırları içerisinde kaldığı süre boyunca tüm renklerini gün be gün yitirerek zaman içinde soluk bir renge dönüşür. Onun için/de renkler ölmeye başlar.

Doğru, yanlış hayatın içinde öğrenilir. Oysa okul yapılandırılmış kurgu bir süreçtir. Bu nedenle de okul, doğru ve yanlışı ayırt etme becerisini öldürür. Okul, öğrenciyi sürekli ödevler, testler ve daha pek çok şey ile meşgul/işgal ettiği için öğrenci kendini tanımaya imkân bulamaz. Kendini tanı(ya)mayan öğrenci sistematik bir aptallaşma sürecine girer.

Okul, artık ruhunu yitirmişlerin yurdudur. Sürekli soğuk beton duvarların içinde kalan öğrenci yaşama sevincini ve merhamet duygusunu yitirir. Sertleşir ve aynı zaman da kırılganlaşır. Sert bir şeye çarpsalar kırılıp un ufak olacak hale gelir.

Okullarda bireysel farkları yok olur, herkes eşitlenir ve aynılaşır. Öğrenciler için kendilerini bulmak, kendileri olmak artık gündemlerine almalarının neredeyse imkânsız olduğu bir hale evrilir. Ama bunun yerini alacak başka bir gündemleri vardır: Herkesi geride bırakmak! O artık bir yük hayvanı, yarış atıdır. Herkese bakan hiç kimseye bakamayacağı için öğrenci artık kendisini de ıskalar. Kendisini ıskalayan öğrencinin derinleşmesi mümkün değildir. Zaten okullar da yapısı gereği derinleşmeye müsaade etmeyecek şekilde tasarlanmışlardır. Okul için düzenli bir yüzeysellik en ideal olandır. Bu yüzeyselliği yakalamak için elinde müfredat denen bir aparat vardır. Öğrencinin kişisel öyküsü/zekâsı/kabiliyeti ne olursa olsun bulunduğu sınıfın müfredatı dışına çıkamaz. Okul, kalıba sokulmuş, öngörülebilir ve denetlenebilir insanlar üretir. Giderayak şehirlerimizde ve evlerimizde hiçbir orijinalliği kalmamış çocuk posaları oluşmaya başlar.

Okul, öğrenciden düşünmesini değil, taklit etmesini beklemektedir. Onun irade etmesini değil, iradeye boyun eğmesini ister. Zira sistem buna müsaade etmez. Bu haliyle okul, öğrencinin akletmesini değil, sisteme iman etmesini ister.

Okul iradeyi ortadan kaldırıp emir komuta zinciri inşa eder. Bir toplanma kampını düşünün. Kamptaki tutsaklar etrafı çevrilmiş bir alanda yaşamak zorundadırlar. Yatış ve kalkış saatleri mevcuttur. Her mahkûmun bir numarası vardır. Her mahkûm bir örnek giyinir. Zillerle kalkılır, zillerle dışarı çıkılır, dolaşılır, yemeğe oturulur kalkılır, çalışılır ve yine zillerle iş bırakılır. Her kampta koğuşlar bulunur. Koğuşlardan sorumlu gardiyanlar mevcuttur. Kampın idaresi ve bürokrasisinin olduğunu da unutmayalım. Şimdi okulları düşünün. Okulların ve derslerin giriş çıkışları mevcuttur. Bunu zillerle yaparlar. Her öğrenci aynı kıyafeti giyer, her birinin numarası vardır. Zillerle derse girer, çıkar. Herkesin numaralandırılmış bir sınıfı vardır. Her sınıftan sorumlu bir öğretmen vardır. Her okulun idaresi ve bürokrasisi vardır. Bu yönüyle okullar her şeyi bölüp parçalayan keskin bir bıçaktır. Ziller bir bıçak gibi keser dersleri. Bir resmi ortada bırakıp koşarak kimya dersine girer. Zil çalar, öğrenci koşarak bir haritanın başına oturur… Bu benzerlikleri göz önünde bulundurulduğunda okulların, bir yönüyle toplanma kampları olduğunu söyleyebiliriz.

Okul, öğrencilerin psikolojisini bozar. Başarılı olma/olmama korkusu benliğini sarar, onu kaygının kollarına teslim eder. Kendilerini başkalarına beğendirme kaygısıyla vitrine koyar. Öğrenci yarışacaksa sürekli vitrinde olmak zorunda. Bir sebeple vitrindeki yerini kaybeden çocuğun yaşayacağı ruhsal çöküntü korkunç olacaktır. Buna daima vitrinde olma kaygısını eklediğinizde iş daha da kötü olacaktır. Okul, çocukta daima bir eksiklik, yarım kalmışlık, tamamlanmamışlık hissi uyandırır. Hiçbir şey tamamlanmıyorsa bir şey yapmanın anlamı nedir?

Okullar, sevgi değil, görevler, yapılacaklar listesi verirler. Giderek sevginin yerini uzmanlık alır. Bu da makineleşmek demektir. Okullar, öğrencilerde yetersizlik hissi oluşturarak onlar üzerinde bir iktidar oluştururlar. Öğrenci nesneleşir ve daima dışsal bir otoriteye teslim olma hissiyle işgal olmuş olur. O artık sürekli bir gözetim altındadır. Okulun hayaleti onu her yerde takip eder. Ödev hayaleti onu bir an bile yalnız bırakmaz. Okul, bir kontrol cehennemine dönüşmüştür.

Weber’den mülhemle okulun demir bir kafes olduğunu söyleyebiliriz. Nasıl ki aydınlanma düşüncesi yapıp ettikleriyle kaskatı bir dünya kurmuş ve sonradan da kendisi o demirden kafesin içinde mahkûm kalmışsa okul da bu haliyle kurduğu kaskatı dünya ile öğrenciyi mahkûm etmektedir. Bu kaskatı okul evreninde öğrenciler gün be gün kafesin içinde, kafesten bir parçaya dönüşür. Katılaşır, hissizleşir. Marx, “Katı olan her şey buharlaşır.” diyordu. Bu kaskatı olan okulun, Bauman’ın yerinde tanımlamasıyla akışkan modernite içinde yaşamasına imkân yoktur. Hayat akmaktadır. Akan bir hayatta katılaşmanın katı olmanın yeri yoktur. Gerçekliği olmayan demir kafesin bir parçası olan çocuk bundan zarar görür.

Okul çok şey vaat eden ama neredeyse hiçbir şey vermeyen bir umut taciridir/hırsızıdır. Yerel olan güzellikleri yok eden bir fabrikalardır okullar. Okullar seri üretim bantlarında dönüşmüştür. Öğrencileri bu seri üretim bantlarında işleyen okullar, sürekli aynılıklar kusar.

Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda okul üzerine konuşmanın vakti çoktan geldi geçiyor bile. Alternatif okullar, özgür okullar, doğa okulları, orman okulları, sahil okulları gibi yapılar Amerika ve Batı’da oldukça yaygın olarak bulunuyor. Sadece Almanya’da 293 orman okulu bulunmaktadır. Ev okulu veya okulsuzluk dünya üzerinde çok yaygın olarak devam etmektedir. Ülkemizde son yıllarda bu doğrultuda bir hareketlilik yaşanmakla birlikte sayılarının yetersiz olduğu açıktır. Dünyada pek çok yerde mevcut okul sistemine ilişkin son yüzyılda ciddi tartışmalar yapılırken bu coğrafyada yüksek sesle yapılan tartışmaların tekil örneklerle sınırlı kalması, bizlerin her şeye olduğu gibi buna da geç ve maruz kalmamız anlamına gelmektedir.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

Talep mi, Tevdi mi? – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

 

-Yusuf kıssasından ilham alarak-

İnsan fıtratı, tarih boyunca, değişik zamanlarda ve değişik sebeplerle birçok saldırıya maruz kalmış, ama bu modern/postmodern çağda olduğu kadar yıkıcı bir durumla karşılaşmamıştır.

İnsan, Allah’ın kendisine emanet ettiği fıtratını korumak isterken şeytanın ve insan-şeytanları sinsice saldırıları sonucu mühim bir yıkıma maruz kalmıştır.

İş böyle olunca, çoğu kez asıllarla asıl olmayan olgular yer değiştirmiş, doğru-yanlış birbirine karışmış; kişinin kendi ilmine istinaden elde etmesi gereken makamların o kişiye değil de bazı sâiklerle ona layık olmayan başka kişilere tevdi edilmesi söz konusu olmuştur.

Çağdaş dönemde -o da galiba yöneticiler açısından onlara kolaylık olsun diye- birtakım konumlara çoğu kez göreve layık olmayanların getirilmesinin zıddına Yusuf’un (as) görev talebinde bulunması, o alanda var olan paradigmayı yıkması açısından önem kazanmaktadır.

Bu sorunlu paradigmanın yıkılması Kur’an’da Yusuf sûresi’nde “Yusuf kıssası” olarak geçmektedir.

Rehberimizin Kur’an olmasına rağmen, genel anlamda geçmişte olduğu üzere günümüzde de “görevin istenmeyeceği, talep dahî edilemeyeceği; olsa olsa  üstteki yöneticiler (kral, padişah, devlet ve parti başkanı, amir, müdür vb.) tarafından -o da çoğu kez lütuf olarak belli bir bedel/minnet karşılığında- verilebileceği savunuluyor. Bu bedelin mahiyeti zamana, döneme ve duruma göre değişebilmektedir.

Kur’an kıssaları, kendilerine İslam’ı tebliğ eden peygamberlerin gönderildiği geçmiş dönemlerde yaşayan halkların/ümmetlerin tecrübelerine odaklanır ve bir hikmet ile olan bitenden ders alınmasını amaçlayan bir öze sahiptir.

Hikâye gibi “insani/edebi bir kurgu” değildir; bizzat yaşanmışlık üzerinden kendini ortaya koyar. Onun amacı, hikâye anlatmak değil, hadiselerden dersler ve ibretler çıkarmaktır.

Bununla birlikte, birçok din mensubuna ârız olan “dini kültürleştirme ve onu giderek foklorize etme” durumu maalesef geçmişten günümüze Müslüman çoğunluğu da etkilemiş; din yerine -hem de sözde onun adına- kültür ve folklor ön plâna çıkmıştır.

İşte bu kıssalardan birisi de Yusuf kıssasıdır.

Bu kıssa aile ve toplumsal hayat ve ona bağlı olarak kardeşler arası kıskançlık, babaya karşı yalan söyleme, aileyi bazı konularda beklenti içerisine sokma; kardeşlerin yaptığı yanlış karşısında “kuyuya layık görülen” Yusuf’un kuyudan çıkarılması, köle olarak Mısır’da satılması ve ondan sonra gelişen olaylar ve olgular şeklinde özetlenebilir.

Biz toplum olarak tüm kıssalardan dersler çıkarıp onda bir hikmet arayacağımıza, onu kültleştirdik. Foklorize ettik. Bu da yetmedi -insanî olan aşk duygusunu genele şâmil kılma yoluyla “yanlış bir iş yapan” Züleyha figürü üzerinden- doğruluğun, çalışkanlığın, işini en iyi şekilde yapma düşüncesi ile adaletin, Allah vergisi bir güzelliğin -bu, aynı zamanda bir imtihan gerekçesi idi- ve masumiyetin sembolü olan bir peygamberin de içerisinde bulunduğu ve belki de akılsızlık olarak tanımlanacak bir aşk hikâyesi olarak değerlendirip durduk!

Gelelim konuya.

Burada gayemiz Yusuf suresinin tümünü anlatmak değil; Yusuf’la (as) ilgili diye düşünülen, kurgulanan her türlü yanlış ve maksadı aşan gereksiz laf yığınına karşı, var olan hakikati ve onun Mısır melikinden bulunduğu taleple ilgilidir.

Bununla birlikte, yani ehliyet sahibi olduğunu belirtmenin yanında, işin esas mahiyetinin perdelenmesine sebep vermeden iki sevgiden bahis açılmaktadır: Bunlar, “Züleyha’nın tüketici sevgisi, Hz. Yakub’un üretici sevgisi.” (Mustafa İslamoğlu, Kur’an Surelerinin Kimliği,  s. 144, 4. Baskı, 2011, Akabe Vakfı Yayınları)

“İki sevgide de sevilen kişi Yusuf’tur. Fakat Züleyha Yusuf üzerinden nefsini severken Hz. Yakub, Yusuf üzerinden mazlumiyeti ve mağduriyeti sevmektedir.” (A.g.e, s. 144)

Yusuf (as) melikten ne talebinde bulunmuş ve onu nasıl ifadelendirerek dile getirmişti?

Şimdi ona bakalım.

O dönemde hemen her coğrafyada olduğu üzere Nil nehrinin beslediği Mısır’da da ekonomi tarıma dayalıydı. Dönem dönem uzun yılları kapsayan kıtlık durumu yine gelip kapıya dayanmıştı. Yusuf peygamber, kendisi de tarımdan ziyade ekonomik durum açsısından hayvancılıkla birlikte ticaretin hâkim olduğu bir ortamda büyüdüğü ve kendisine “ilim verildiği” için, kapıda olan kıtlığa karşı alınması gereken önlemlere yönelik yöneticilik talebinde bulunmuştu:

Yusuf “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim” dedi. (Yusuf, 12/55)

Yusuf (as) bu sözü elbette “iş olsun” diye söylememiştir. Kendi çağında, dünya genelinde olduğu üzere Mısır’da da tarıma dayalı ekonomik döngü içerisinde var olan hengâmeyi aşmak için çözüm arayan Firavun’a, Allah’ın verdiği “rüyaları tabir ilmi” aracılığıyla kendini takdim ve kabul ettirme düşüncesinin ön plânda olduğu görülür.

Mısır’a nazaran tarıma dayalı bir iktisadi hayattan ziyade, şartlar gereği uğraş olarak hayvancılık ve ticaretle uğraşan bir toplumun ferdi olması ve o kültür içerisinde yetişmesi hasebiyle, ticareti bilmesi ve adalet vasfına sahip olmasının ağırlığıyla da yöneticiliği en iyi bir şekilde yapabileceğini belirtiyor.

Bu arada Yusuf’un (as) çocukluğundan itibaren Vezir’in yanında iyi bir eğitim aldığını; devlet, siyaset, ekonomi meselelerinin tartışıldığı bir atmosferde yetiştiğini de hatırda tutmak gerekir. Bu durumda karşımıza bütünleyici bir tablo çıkıyor.

Burada, tarımın dışında ama bir açıdan tarımla bağlantılı kaim bir mesleğin izine rastlıyoruz. O da çobanlıktır. Keza tüm peygamberler şehirli oldukları gibi bir kısmı da ekonomik uğraş olarak da çobanlık işiyle meşgul olmuşlardı.

Bu böyle olmakla birlikte, Firavun’a yapılan teklifin içeriğinde, insanın üstesinden gelebileceği işe talip olmak isteyebileceği ve bu arzulanan işe dair ehliyet ve liyakatin da önemli unsurlar olduğu ortaya çıkmaktadır.

Kur’an, işin ehline verilmesini ister. (Nisa, 4/58)

Bu, her şeyden önce vahiyle insanlara bildirilen bir hakikat ve ona göre hareket etmesi gereken bizler için de vaz geçilemez bir ilkedir.

Ondan dolayı liyakat ve ehliyet büyük önem arz etmektedir.

Zaten bu kurala uyulmadığında işlerin sarpa saracağı, yapılıp edilenden belli bir verim alınamayacağı ve sonuçta bir çürümenin, yıkılıp gitmenin mukadder olacağı kabul edilmelidir.

İşin ehline verilmesi meselesinin toplumdan topluma, kültürden kültüre değişiklik içereceği de malumumuzdur.

Bu farklı durumlara rağmen genelde işin, görevin belli bir makamda yöneticilik konumunda olan kişiler ile resmi sıfatı bulunan kurullar, kurumlar tarafından çoğu kez ortaklaşa alınan kararlar sonucu verildiği gözlemlenmektedir.

Bir ya da birkaç işte kendini uzman olarak gören, o işi üstlenip yürüteceğini düşünen ve bunu açıkça dile getiren bir kişinin bu isteği çoğu zaman görmezden gelinmiş ve yadırganmıştır.

Peki, çoğu kişi için “istisnai bir durum” olarak değerlendirilebilecek Yusuf’un (as) yukarıda belirttiğimiz ayette vurguladığı mevzuyu bu durumda nasıl okumalıyız?

Kur’an’ı anlayarak okuma, onu tahlil etme, ondan ders çıkarma suretiyle elde edeceğimiz ilkeler eşliğinde, günlük hayatta reel olarak kabul gören ama hakikate terslik içeren mevzulara hayatiyet kazandırmak gibi bir vakıa ile karşı karşıyayız.

Kendisine rüyaların tabir edilmesi ilmi verilen ama yönetici makamında bulunmadığı hâlde kendi bilgisine güvenen bir ehil insanların, aslında çoğu kez görevin yönetici/ler tarafından ilgili kişilere verilmesinden ziyade kendini o işe ehil gören insanların üstesinden gelebileceklerine inandıkları için Yusuf (as) örneğinde olduğu gibi birçok sorumluluğu/görevi talep edebileceğini gösterir.

“Hz. Yusuf’un ülkenin hazinelerinin başına geçme isteği, bir işe ehil olan kimsenin o işe talip olabileceğine delil getirilmiştir. Kuşkusuz, Hz. Yusuf’un bu işe talip olması makam sevgisinden kaynaklanmıyordu. Onun hedefi adaletin hâkim olması ve insanlara haksızlık yapılmamasıydı. Ayette, zalim bir yönetimde görev almanın caiz olduğuna dair de delil vardır. Yeter ki kişi o zalim yönetime alet olmasın ve adaletle davransın.” (M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, 3. cilt, s. 33, Beyan Yayınları)

Yusuf’un (as) Allah’tan kendisine verilen bir ilim verilmesi ve iktisadi olarak çobanlık ile birlikte ticaretten de anlaması üzerine kendisine istediği o görev verilmektedir.

“Yusuf bu sözleriyle (12/55) ülkenin maliyesinin başına geçmek istediğini ve bu konuda hem güvenilir biri olduğunu hem de bu işten anladığını anlatıyordu. Kralın rüyasından hareketle yedi yıl sonra ülkede kıtlık olacağını biliyordu. Buna hazırlık yapacak, açlıktan insanların telef olmalarına engel olacaktır.(A.g.e, s. 33-34)

Buna binaen Allah’ın, Yusuf peygamberin Mısır melikinden görev talebine karşılık olarak belirttiği “Böylece Yusuf’a dilediği yerde oturmak üzere ülkede imkân ve iktidar verdik. Biz rahmetimizi istediğimize veririz ve iyi davrananların mükâfatını zayi etmeyiz.” (Yusuf, 12/56) beyanı görev talep etmeyi, her iki taraf için de açıklığa kavuşturmaktadır.

Burada öne çıkan espri, Yusuf’un (as) doğruluğu adil oluşu ile birlikte yönetilenlerle yöneticilerin aynı toplumun ferdi olmaları bir açıdan kolaylığa mebni iken, bir açıdan da ehliyetsizliğe ve liyakatsizliğe yol açan akraba kayırıcılığının (nepotizm) önüne geçmek, onu törpülemek ve -Yusuf (as) işin istisnası olmakla birlikte- katılıp yaşadığı toplumda yabancı olan ve istese de yanlış yapma lüksüne düşmeyecek insanların eğer işin ehli iseler yöneticilik yapmaları mümkün olabilir, gerçeğidir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Değişimin Siyasallaşması – Harun Özkarakaş

Yayınlanma:

-

Otoriter rejimlerden çıkışın en önemli anahtarı olarak siyaset görülmektedir. Sistem içi muhalefet yürüten akımlarda siyasetin anahtar rolü oynaması doğal bir sonuçtur. Ancak aynı rolü, başka bir dünya arayışı olan ve/veya olması gereken Müslümanların siyasete yüklemesi tabii bir durumdan öte kolaycılığı/yetersizliği ifade etmektedir çünkü başka bir dünya hakikat, insan, toplum üzerine başka bir irade ortaya koymaktan geçmektedir. Sistemin kendi ürettiği siyasallık kendisini değiştirecek bir paradigma ya da bu iradeyi sunmayacaktır.

Modern iktidarın yapısı üzerine önemli tespitleri olan Foucault, iktidarın ikili ilişkilerde başladığını dile getirmektedir. İkili ilişkilerde kendisini görünür hale getiren ve yeniden üreten iktidar üzerine konuşmak tartışmayı derinleştirmektedir. Bu derinlik İslam açısından hâlâ bir yeterlilik sunmamaktadır. Ra’d sûresinde “Siz benliğinizde olanı değiştirmediğiniz müddetçe Allah size ikramını değiştirmez.” buyurulmaktadır. Burada ekonomik, toplumsal, siyasi vb. her türlü iktidara yönelik değişimin ikili ilişkilerden de öte insanın benliğinde başladığı görülmektedir. İslam’ın öngördüğü benliğin ikili ilişkilerle ve kamusallıkla görünür hâle gelmesi değişimin en umut vaat edeni ve tek mümkün olanıdır. Bu süreçte rehber olarak modern siyasetin liderleri değil peygamberin varisi âlimler rehber olmalıdır. Müslümanların bugün “modern dünyanın nimetlerine” çağıran siyasi liderlerle değil, Müslümanca vâr oluşun imkânları üzerine fıkheden âlimlere ihtiyacı bulunmaktadır. Siyasetçi/âlim ikileminde âlimden yana tavır göstermek, parti/medrese ikileminde de medreseden yana tavır göstermeyi gerekli kılmaktadır.

Günümüzde değişimi siyasal yollarla mümkün gören anlayışlar bazı çelişkileri açıklamakla mükelleftir. Radikal biçimde ayrışan siyasi tabanlarda dahî aynı yerden bilgi edinimi, aynı eğlence anlayışı, aynı tüketim anlayışı, aynı başarı ölçütleri görünmektedir. Örnek verecek olursak, Ayasofya’da duygusal yoğunluk yaşayan bir gençle, Anıtkabir’de duygusal yoğunluk yaşayan genç arasında saydığımız (bilgi edinimi, aynı eğlence anlayışı, aynı tüketim anlayışı, aynı başarı ölçütleri vb.) insanın benliğine işaret eden alanlarda pek bir farklılık bulunmamaktadır. Kendi tabanında dahî değişimi görünür kılamayan herhangi bir siyasi parti bize nasıl bir değişim vaat edecektir?

Konuyu ayrıca post-modern düşüncenin modern siyasete etkileri bağlamında da tartışmakta gerekmektedir. Postmodernizm, hakikati bireye indirgeyerek modernitenin herkes için geçerli olan mutlak kaidelerini yerinden etmiştir. Modern dünyanın bu kaideler üzerine inşa ettiği insan, toplum, devlet algısı da bu minvalde anlam kaybına uğramıştır. Modern siyaseti var kılan bu mefhumların anlamını kaybetmesi kendisi içinde aynı kaderi doğuracaktır. Muhatap olacağımız post-modern kültüre, anlamını kaybedecek olan modernitenin siyasal, sosyal,  ekonomik araçlarıyla itiraz sunmak bizi en başta kaybetmeye mahkûm edecektir. Bizatihi bu kültüre karşı sunacağımız itiraz, İslam’ın özgün duruşunu ve insanda görünür kıldığı benliği ortaya koymakla başlamalıdır. Değişim modern siyasetin parantezinden çıkarılmalıdır.

Devamını Okuyun

Yazılar

Küreselci ve Kirli – Harun Özkarakaş

Yayınlanma:

-

Modern dünyanın doğrusal tarih yorumu, antik Yunan ve Hint felsefesinin döngüsel tarih yorumunu yerinden etmiştir. Ancak herhangi bir zevale uğramayan, uğramama konusunda da net bir görüntü sunan ve hepimizi yakından ilgilendiren bir döngü daha mevcuttur: modern Türkiye’nin siyasi tarihi.

Ne yazık ki Türkiye’nin siyasi tarihi, kirli vesayetler ve bu kirli vesayete karşı aynı şekilde kirli olan küresel işbirlikleriyle doludur. Türkiye siyaseti bu hâliyle bir döngü görüntüsü sunmaktadır. Bu döngü, bizi sürekli bir vesayetin ve vesayete itiraz sunan kirli işbirliklerinin içerisinde tutmaktadır. Yakın vakte kadar kendini bu döngünün dışında tutan farklı arayışlar olmakla birlikte, ne yazık ki bu arayışlar kendi toplumsallığını oluşturamamış, resmi ideoloji tarafından cezalandırılmış ve/veya topluma yabancılaştırılmıştır.

Bugünün vesayetinin ideolojisi olan Yerlilik ve Millilik (Cumhur ittifakı) bir önceki yazımızda kritik edilmişti ancak bu yazımızda bahsedilen döngünün görünür kılınması için tekrar değinilmesi gereken bölümler mevcuttur. Yerlilik ve milliliğin kurucu ideolojik partisi AKP kendi siyasallığına, bugün yine kendisinin itiraz sunduğu (gerektiğinde “anlaşan” şekilde) küresel emperyalizmle kurduğu işbirliğiyle başlamıştır. Ulusalcı vesayete karşı girdiği işbirliği, kendini Irak işgalinden Arap baharına kadar Ortadoğu’ya yapılan tüm emperyalist müdahalelerin ortağı yapmıştır. Nihâî olarak da bu süreçte kendi vesayetini kurmuştur. Gelinen nokta bize herhangi bir parti ve/veya ittifakın vesayet karşıtı olmasının oy vermek, kader birliği yapmak için yeterli olmadığını tarihsel olarak göstermektedir.

Yeni politik kültür, klasik emperyalizmin dönüşümünü de beraberinde getirmiştir. Modern dünya, yaptığı müdahalelerle yeryüzünde bakir bir coğrafya bırakmamıştır. Yeni emperyalizm bu aşamada fiziki müdahaleden daha çok, “kapalı toplum” olarak adlandırılan ve bunu besleyen düşünce yapılarına yönelmektedir. Yeni emperyalizmin bu görüntüsü, ne yazık ki antiemperyalist damara sahip İslamcılığın klasik dönemde gösterdiği tepkiyi yeniden üretememesi sonucunu doğurmuştur. Kimliği belirsizleşen yeni emperyalizm, karşıtında yüksek motivasyonun oluşmasını da engellemiştir.

Konuyu, Türkiye’nin güncel siyasal iklimine taşıdığımızda yeni politik kültüre angaje olan siyasallığa Millet ittifakının daha uygun bir model olduğunu söyleyebiliriz. Seçim sürecine Batıya yaptığı ziyaretlerle başlayan Kılıçdaroğlu, yalnızca küresel sermayeyi değil, küresel siyaseti, toplumsallığı, kimliği ve bilgi biçimlerini de Türkiye’ye çağırmış ve referans olarak kabul etmiştir. Bu referanslar “daha fazla özgürlük” temelinde sloganlaştırılmıştır. Peki, bu özgürlük toplumun hangi taleplerine karşılık gelmektedir? Kendine ait kimliği, merkeziyeti, gündemi ve müfredatı olan cemaat, tarikat vb. yapılara aynı özgürlük alanı sunulacak mıdır? Kur’an’a dayalı toplumsallıkları, kadın ve erkek rollerini, cinsiyet tanımlarını, haram ve helal ölçütlerini yapıbozumuna uğratan yeni politik kültür (neoliberalizm) itiraz sunacağımız bir emperyalizm üretmiyor mu?

Müslüman kimliğiyle bilinen birçok isim bizzat CHP aday listelerinde kendilerine yer bulabildiler. Bu kişilerin ortak noktası gerçekten Müslüman kimlikleri mi, yoksa neoliberal referansları mıydı? Millet ittifakında özgürlük, yalnızca neoliberal çerçeve içerisinde konuşmanın siyaset üretmenin özgürlüğüdür.

Bu minvalde yeni emperyalizmi gerçekleştirmede önemli bir rol de İskoçya örneğinde olduğu gibi LGBTİ’yi savunabilecek neoliberal Müslümanlara verilmiştir. “Yerli ve milli” çizginin ürettiği dini araçsallaştıran dil ve zihin burada tekrar karşımıza çıkacaktır. İnandığımız değerleri araçsallaştıran bu siyasallığa karşı seçim süreci sonrasında İslamcı camianın ilk eylemi, “yerli ve milli vesayet”le, “küreselci siyaset”e angaje olan bu iki yoldan kendisini ayırdığı bilgi, kimlik, toplum, kurumsallaşma gibi konularda yaklaşımını tekrar açığa çıkarmasıdır.

İslamcılar zemini kendilerine ait olmayan siyasallıkta kutuplaşmayı, oyalanmayı bırakıp tüm insanlığın ihtiyacı olan Rahmanî toplumsallığın arayışında birleşmelidirler.

Devamını Okuyun

GÜNDEM