İsrail, Gazze’de ve işgal altındaki topraklarda her gün uluslararası hukuku ayaklar altına alıyor. Çocukların üzerine bomba yağıyor, hastaneler, okullar yıkılıyor, gıda ve su yolları kesiliyor, gazeteciler doğrudan hedef alınıyor. Tüm bunlar, dünyanın gözü önünde ve kameralar eşliğinde yaşanıyor. İsrail, hiçbir kural tanımayan saldırganlığıyla sadece Filistin’i değil uluslararası değer kırıntılarını da yerle bir ediyor fakat asıl utanç verici olan, bu barbarlığın karşısında durması gerekenlerin sessizliği hatta daha kötüsü, işbirlikçiliğidir!
Bölge Ülkelerinin ve İslam Dünyasının Yönetimlerinin Utanç Verici Sessizliği, Utanç Verici Edilgenliği ve Çaresizliği
İslam dünyasının başkentleri, İsrail zulmünün her yeni aşamasında aynı rutin tiyatroyu sahneliyor:
Birkaç diplomatik “kınama” açıklaması,
Bir iki göstermelik uluslararası toplantı,
Ve ardından gündemin hızla değişmesi…
Bu ülkelerin liderleri, Kudüs ve Gazze söz konusu olduğunda asla gerçek bir siyasi irade ortaya koymuyor. Ekonomik çıkarlar, Batı ile kurulan bağımlılık ilişkileri ve koltuklarını kaybetme korkusu, onları halklarının vicdanından koparmış durumda.
İsrail’in bu denli pervasız olmasının nedeni, sadece ABD ve Batı’nın desteği değil; aynı zamanda İslam ülkelerinin işbirlikçi tutumudur. Bölge ülkelerinin işbirlikçi, korkak, çekingen ve mahcup tutumudur.
Petrol ve doğal gaz zenginliği, Batı’ya akan ucuz enerjiye dönüşüyor; Gazze’de ise insanlar, yakıt bulamadıkları için hastaneler kapanıyor.
Başta Suud olmak üzere bazı Körfez ülkeleri, İsrail ile “normalleşme” anlaşmaları imzalayarak, Filistin direnişinin meşruiyetini baltalıyor. Şehit Yahya Sinvar’ın dediği gibi “Gazze bütün işbirlikçileri, bütün normalleşenleri rezil edecek!”tir ve öyle de oldu!
Türkiye, Mısır, Ürdün ve diğer bölge ülkeleri, ticari ilişkilerini sürdürürken “sözde” Filistin dostu söylemleriyle halklarını avutuyor.
Gazze yanarken İslam ülkelerinin zirvelerinde alınan kararlar kâğıt üzerinde kalıyor. Basına verilen sert demeçler, aslında Siyonistlere, onların hamisi ABD’ye ve dostlarına “Bakın, halkımızı teskin etmeye çalışıyoruz!” mesajı taşımaktan öteye gitmiyor.
Gerçekte ise bu yönetimler;
Askerî, ekonomik veya diplomatik yaptırım kartlarını kullanmıyorlar.
İsrail’in savaş suçlarına karşı uluslararası mahkemelere somut dosyalar sunmuyorlar; taraf olmuyorlar, olamıyorlar.
Filistin direnişine gerçek anlamda lojistik veya siyasi destek vermiyorlar. Tam aksine Türkiye örneğinde açıkça izleneceği üzere Siyonist terör şebekesine destek veriliyor, adeta soykırım besleniyor, desek abartı olmaz. Azeri petrolü Siyonistlere kesintisiz aktarılıyor! Çelik, çimento, kablo, gıda gönderimine devam ediliyor, Siyonist gemiler limanlarımızda pervasızca cirit atıyor. Şeyh Ahmet Yasin “Yanımızda olamıyorsanız, hiç olmazsa işgalcinin tarafında olmayın!” demişti. İşbirlikçi yönetimler bu kadarını bile yapamıyorlar, yapmıyorlar!
Sokaklarda milyonlarca insan Filistin için yürürken saraylarda ve bakanlık odalarında başka bir hesap işliyor: “Batı’nın gazabını üzerimize çekmeyelim, ekonomimiz zarar görmesin, iktidarımız tehlikeye girmesin!”, “Siyaset ayrı, ticaret ayrı!” diyecek kadar büyük bir aymazlık ve basiretsizlik içindeler. Bilmiyorlar ki bu halklar, Batı’ya yasalanan iktidarları yönetimleri al aşağı etmesini çok iyi bilir! Bu ikiyüzlülük, bu işbirlikçilik sadece Filistin’i değil, tüm İslam dünyasının onurunu zedeliyor.
Peki, ya diğer dünya ülkeleri? İnsan hakları ve demokrasi nutukları atan Batılı başkentler, İsrail’in savaş suçlarını görmezden geliyor. Uluslararası kurumlar, sadece kınama cümleleri kurmakla yetiniyor, yaptırım kararları ise ya hiç alınmıyor ya da kâğıt üzerinde kalıyor. Bu sessizlik, tarafsızlık değil; aktif bir suç ortaklığıdır! Çünkü soykırımı durdurma imkânı varken susmak, suçun ortağı olmaktır. ABD soykırım suçunun sadece ortağı değil aynı zamanda finansörüdür.
Bu karanlık tabloda, Yemen istisna olarak öne çıkıyor. Kendi topraklarında açlık, yoksulluk ve savaşla boğuşan Yemen halkı, her bedele razı olarak Filistin’in yanında duruyor. Limanlarını kapatıyor, denizlerini işgalci gemilere yasaklıyor, kendi güvenliğini hiçe sayarak Gazze’ye nefes olabilmek için mücadele veriyor. Yemen’in bu tavrı, “Gücümüz yetmez!” mazeretinin koca bir yalan olduğunu ispatlıyor.
Yemen, bize şunu haykırıyor: Direniş bir tercihtir; yeter ki yüreğiniz zalime karşı, mazlumun yanında saf tutsun!
Bugün Filistin; sadece bir coğrafya değil, insanlığın onur sınavıdır. İsrail’in kural tanımazlığı karşısında sessiz kalanlar, tarihe işbirlikçi olarak geçecektir. Yemen’in cesur duruşu, tüm bölge ve İslam ülkeleri için utanç verici bir ayna niteliğindedir. Eğer bu sessizlik bozulmazsa, yarın ateş, bugün seyredenlerin kapısını çalacaktır.
Mazlumun yanında olmak, sadece ahlâkî bir zorunluluk değil; insan kalabilmenin tek yoludur. Bu durum zaten Müslümanın inisiyatifine bırakılmış bir konu da değildir. Allah, bizden zulmün karşısında durmamızı, mazlumun dinine, milliyetine bakmadan ona sahip çıkmamızı istiyor.
Sonuç: Ya Direniş Ya Teslimiyet!
İsrail’in pervasızlığını kıracak olan şey sadece silah değil; aynı zamanda siyasi cesaret, ekonomik bağımsızlık ve tabii ki ümmet bilincidir. Ancak bugünkü tablo, yönetimlerin çoğunun bu yükü taşımak yerine Batı’nın çizdiği sınırlar içinde “kontrollü muhalefet” yapmayı tercih ettiğini gösteriyor.
Bu durumda ümmetin geleceği, halkların kararlılığına ve direnişin sahada gösterdiği iradeye kalıyor.
Eğer bu sessizlik zinciri kırılmazsa Gazze, Şam, Tahran, Beyrut bugün; yarın ise Mekke, Medine, Ankara, Kahire, Amman, Bağdat aynı kaderi paylaşacaktır. Şimdi iş birliği içinde olanlar, susanlar yarın sıra kendilerine geldiğinde, kendilerine destek olacak kimseyi bulamayacaklardır. Herkes durduğu yeri buna göre belirlemeli, halklar da yönetimler de buna göre vaziyet almalıdır.