Connect with us

Yazılar

Bir 14 Mart Yazısı: ‘Tababet San’atının Tarz-ı İcrası’nın Tadı Tuzu Kaldı mı? – Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya

Yayınlanma:

-

Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi tarafından yapılan ve o yıllarda adı “Öğrenci Seçme Sınavı ve Öğrenci Yerleştirme Sınavı” olan iki sınava girip yüz binlerce aday arasından sıyrılıp ülkenin İstanbul Üniversitesi’nden sonra ikinci kurulan Ankara Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi’ne girmiştim. (1) Ankara Büyükşehir Belediyesi’nde işçi olan bir babanın iki evladından biri olarak tahsil hayatıma devam etme ve bir meslek sahibi olma dışında bir seçeneğim de yoktu. “Üniversite tercihinde neden tıp fakültesi?” sorusunu hem genel hem de özel olarak “Tıp Fakültesi” konulu yazılarımın soru ile aynı isimli makalemde cevaplamaya çalışmıştım. (2)

O yıl fakülte kontenjanlarının mevcut haliyle hiçbir hazırlık ve plân-program yapılmadan iki katına çıkarılması ile fakülte boyunca yaşadığımız sorunlara da bir başka makalemde değinmiştim. (3)

Kontenjan artırımı bazı sorunlara yol açmış olsa bile Ankara Tıp, köklü ve belirli kalitesi olan bir kurum olup binaları, donanımı ve akademik kadrosu ile iyi bir konumda idi. (4) Ülkenin tanınmış ve önde gelen hocalarından önemli bir kısmı fakültede derslerimize giriyordu. (5)

İlkokul 2 ve 3’te sınıf ikincisi; ilkokul 4, 5 ve ortaokul’da sınıf ve okul birincisi; lisede sınıfın ve okulun önde gelen talebelerinden biri olmama rağmen, üniversite imtihanına hazırlanmak için maddi imkânlarımız elvermediğinden dolayı dershaneye gidememiştim. Dershaneye giden bir akrabamın oğlundan edindiğim dershane dokümanları ve harçlıklarımdan biriktirdiklerimle alabildiğim üniversiteye hazırlık kitapları ile sınava hazırlanmış, lisede matematik bölümünde olmama rağmen sınav için biyoloji dahi çalıştığım için zihinsel açıdan oldukça yorgun düşmüştüm.

Bu yorgunluk fakülte boyunca sürdü. Eğitim sistemine olan bütün inanç ve güvencimi de yitirmiştim. Tıp Fakültesi zaten en uzun ve zorlu bir eğitime sahip olup bir de eğitim ortamı ile ilgili hayal kırıklığı yaşayıp sorunlarla karşılaşınca ve üstüne üstlük içinde bulunduğum yaşlardan kaynaklanan kişilik ve kimlik oluşumu, arayışı gibi faktörler de eklenince fakültede durumu idare edip daha çok paramedikal (tıp harici) kitap ve yayınlar ilgilerimde öne çıktı. (6) Beşinci sınıfta bir stajdan bütünleme sınavına kaldığım için bir iki aylık gecikmeyi saymazsam, altı buçuk not ortalaması ile Ağustos 1988’de mezun oldum.

O yıl yeni uygulamaya konan “Tıpta Uzmanlık Sınavı”na girip de başarılı olamayınca mecburi hizmet kurası çektim ve Ağrı yollarına revan oldum. Kura çekimi sırasında ve sonrasında bazı meslektaşlarımızın bir yol ve yöntemini bularak daha uygun ve elverişli yerlerde zorunlu görevlerini tamamladıkları konusunu tatsız ve aslı astarı olmadığını düşündüğüm bir rivayet olarak zikredip geçeyim. Ağrı Verem Savaş Dispanseri Tabibi olarak meslekte ve memurlukta ilk tecrübelerimi kazandım, ismi lâzım değil, darbeci bir paşanın o yıllarda dinleyicilerine söylediği “Mecburi hizmete gelen doktorları ağaca bağlayın ki kaçmasınlar!” sözüne uyarak kaçmadım, acı tatlı şeyler geldi başıma ve hepsi birer anı olarak hafızamdaki yerlerini aldı. (7) Doktorların o yıllarda maaşları çok da iyi değildi. Pratisyen hekimin muayenehane açtığı yıllar bitmek üzere idi. Uzman doktorlar ise ya sadece muayenehanede (varsa özel hastanede) ya da daha sıklıkla bir ayağı devlet (sigorta, üniversite, vb.) hastanesinde diğer ayağı muayenehanede hastadan ekstra para (bıçak parası vb.) talep ederek hakları olanı aldıklarını düşünüyorlardı. Meşhur tabiri ile “doktorların eli hastaların cebinde” idi ve “Ne verirseniz verin bu doktorların gözü doymaz!” diye bir inanış vardı; hani halka sorsanız gerçek payı da yok değildi. Nedendir bilinmez, zorunlu görevde en yakın dostlarım meslektaşlarımdan ziyade dispanserin bitişiğindeki Sağlık Meslek Lisesi’nin müdür ve öğretmenleri oldu. İlginçtir fırça, hakaret, değersiz görme gibi olumsuz tavır ve tutumlar da çoğunlukla ve özellikle idareci pozisyondaki meslektaşlarımdan sâdır oldu. (8,9)

Tıpta Uzmanlık Sınavı’nı üçüncü girişimde kazanmak ve tekrar memleketim Ankara’ya dönmek nasip oldu. O yıllarda bile aslı astarı var mı bilmem ama ilk kez sınava girdiğimde sınav sorularının birilerine verildiği iddiaları ortalıkta dolaştı durdu. Sınavı kazanamayan birilerinin Azerbaycan gibi bazı ülkelerdeki üniversite ve hastanelerde girmek istedikleri bölümlere kayıt yaptırıp kısa bir süre sonra da Sağlık Bakanlığı’na bağlı eğitim ve araştırma hastanelerine yatay geçiş yaptıklarına ise bizzat şahit olmuştum.

Fakültede aynı dönemden bir arkadaşımın ihtisas yaptığı yer olması hasebi ile önerdiği, Ankara’da olmasının ailemin yanına dönüşe imkân vereceği ve o kadar çalışıp çabalayıp zar zor alabildiğim puanla iyi kötü bir uzmanlığa girebileyim diye tercih listemin sondan bir önceki sırasına yazdığım ‘Göğüs Cerrahisi’ne girmiştim. Girdikten sonra bile bir iki defa daha ihtisas sınavlarına başvurduğumu, umduğumu bulamadığımı, bulamayınca da elimdekiyle yetinip göğüs cerrahisine yavaş yavaş ısınmaya ve alışmaya başladığımı not edeyim. Zira o yıllarda bile göğüs cerrahisi, cerrahi branşlar arasında az bilinir olması, hasta ve hastalık sayısının kısıtlı oluşu, ameliyatlarının zor oluşu, nöbetler, muayenehaneciliğe ve şimdilerde de performans sistemi ve özel hastaneciliğe pek de elverişli olmaması hasebiyle ihtisasa giriş sınavlarında çok tercih edilmiyordu. Ki şimdilerde bile ihtisas sınavlarında en düşük puanla girilen ve hatta yeterli başvuru olmadığı için kontenjanlarının çoğu boş kalan uzmanlık dalları arasındadır. Uzman olan göğüs cerrahlarının önemli bir kısmı inaktif olup gitgide branşlarından uzaklaşmakta, çoğu bulundukları kurumda idare edilmekte ya da idareci pozisyonda bulunmaktadırlar.

O yıllarda Sağlık Bakanlığı’na (ve Sosyal Sigortalar Kurumu’na) bağlı Eğitim ve Araştırma Hastanelerinde Klinik Şefliği sistemi vardı. Hani şu ‘Şef’in İlkeleri’ diye esprili bir şekilde söylenir ya! “Madde 1. Şef her zaman haklıdır. Madde 2. Şefin haksız olduğu durumlarda 1. Madde uygulanır!” Teorik olarak 4 yıl olan uzmanlık eğitimim pratikte 4.5 yılda tamamlandı. Akademik açıdan tıp fakülteleri, Sanatoryumlardaki uzmanlık eğitimini biraz hafife alsalar da, vaka potansiyeli açısından durum hiç de öyle değildi. Zaten zamanla akademik açıdan da fark kapanmış, hatta Sanatoryumlarda yetişen asistanların çoğu yeni açılan üniversitelerdeki Göğüs Cerrahisi Anabilim Dallarını kurmuşlardır. Hani ‘sefil asistan’ diye meşhur bir deyim var ya, aldığımız maaş düşük olduğu gibi, bolca nöbet vardı ve ücreti de yetersiz idi. O yıllarda döner sermayeden pay alma uygulamaları yeni yeni başlıyordu, fakat sadece bir iki defa az buçuk döner alabilmiştik. Hatta bütçemize üç beş kuruş katkı olsun diye ben dahil asistanlardan bazıları Ulus’ta bir hastanede nöbet tutuyor, nöbet ertesi hastanenin yolunu tutuyorduk. Asistan iken evlenmeme ve eşim de hemşire olarak çalışmasına rağmen, babamın işçi emeklisi ikramiyesi ile aldığı evde oturuyor, ay sonunu ancak getirebiliyorduk. İhtisas bitip Van’da yeni kurulan tıp fakültesine geçerken, evin eşyasını nakliye şirketi ile anlaşıp taşırken bile kardeşimden borç almak zorunda kalmıştım. İhtisas yılları mali açıdan olmasa da eğitim, arkadaşlık ve mesleki açıdan verimli ve güzel hatıralarla geçip gitti. (10,11,12)

İhtisas bitimine doğru ‘ne yapacağım’ diye düşünüp dururken ve aynı yerde devam etme çareleri düşünürken, klinik şef muavinimizin Van ya da Urfa illerinde yeni kurulan tıp fakültelerine geçme teklifi, doğudaki bu illerin uzaklığı nedeniyle çok sıcak gelmemişti. Daha batıda bir ildeki üniversiteye geçebilmek için o üniversitedeki bir meslektaşımın aracılığı ile rektörle yaptığım görüşme ise olumsuz sonuçlanmıştı. Ankara’da kalamayınca ve tercihli kurada da İstanbul çıkınca bir çırpıda soluğu ta Van’da aldım (ki nedeni de Angaralılar’ın meşhur İstanbul korkusudur).

Uzmanlık sonrası mecburi hizmet ile yeni kurulan tıp fakültelerinin öğretim üyesi ihtiyacı birleşince Van Tıp’taki hikâyem de başlayıverdi. Ve dile kolay, tam 11 yıl sürdü. Doğu ve Güneydoğu’daki doktor, asker, polis ve diğer memurların mecburi hizmetinden fazla, hatta belki birçok yöre insanından bile fazla kaldım. Kendimi hiçbir zaman Van’a ait hissetmesem, aidiyet bağı kuramasam da benim açımdan Van Tıp Yılları güzel ve verimli yıllar oldu. Van Tıp’a ve Van’a bir şeyler verdim; Van, Vanlılar ve Van Tıplılardan da çok şeyler aldım. Bir fakültenin, hastanenin kuruluşunun zorluklarını ve heyecanını yaşadım. Dostluklar, arkadaşlıklar kurdum. İlk defa doktorlukta elim biraz para gördü desem yeridir. Hem kurum geliştirme katkısı nedeniyle maaş, hem de sabit bile olsa düzenli bir döner sermayeden katkı payı ödemesi vardı. Eşim de çocuklar nedeniyle görevini bırakmasına rağmen, tasarruflu davranarak biriktirdiğim parayla yıllarca birçok evde kiracı olarak oturduktan sonra on bir yılın sonunda biri Van’da diğeri Ankara’da iki adet ev dahi alabilmiştim, hatta ikinci el bile olsa arabamı da yenileyebilmiştim. Fakültedeki yardımcı doçentlik görevimin başında kısa bir bocalamadan sonra kesin ve radikal bir karar aldım ve bugüne kadar da uyguladım. Hiç muayenehanecilik yapmadım. Üniversitede iken bile hiçbir hastamı özel muayene ve ameliyata yönlendirmedim, hiçbir hastamdan para almadım, performans puanı endişesi ile hiçbir hastama yaklaşmadım. Otuz üç yıllık meslek hayatımda devlet memuru olarak mali ve özlük hakları açısından yaptığım anlaşmaya bağlı kaldım. (13)

Memleketin en doğusunda, türlü yokluk, yoksunluk ve sıkıntılarla kurulmasına çalışılan yeni bir tıp fakültesinin kuruluşuna şahitlik etmek, katkıda bulunmak olağanüstü bir deneyim oldu. Üstelik zor zamanlardı ve 28 Şubat Süreci rüzgârları oldukça sert esiyordu. Van Tıp benim açımdan tam bir laboratuar ve aynı zamanda bir okul işlevi gördü. Her tür farklı inanç, düşünce, tavır ve tutuma sahip insanlarla bir arada bulunmak zenginleştirici bir sonuca yol açtı. Eğitimci vasfımı ben orada kazandım. Orada akademik hayatta dur durak bilmeden, yılmadan çalışmak gerektiğini öğrendim. Yurtiçi (Ankara Tıp) ve yurtdışı (Fransa Strasbourg Tıp) iki göğüs cerrahisi merkezine gidip bilgi, görgü ve tecrübemi kendi imkânlarımla da olsa arttırmaya çalıştım. Doçentlik başvurumda iki defa üst üste başarısız olsam ve bir ara vazgeçip ihtisas yaptığım yere klinik şef muavini olmak için dönmek amacıyla sınava girsem de (ki dosya aşamasında akamete uğramıştı) üçüncü doçentlik başvurumda Allah lütûf ve yardım etti, muradıma erdim. Uzman olduktan dokuz ay sonra değil ama dokuz yıl sonra nur topu gibi bir akademik titrim oldu. Her doçentlik başvurum daha dosya aşamasında o günkü sınav-jüri sisteminin ve bir zamanlar öğrencisi olduğum üniversitenin ideolojik ön-yargılı duvarlarına çarpıp çarpıp geri döndü. Ama beni öldürmeyen şey güçlendirdi, biledi, mücadele azmimi perçinledi. Sonunda kulları ne yapıp edip engel olmaya çalışsa da O diledi, “ol dedi ve oldu!”

Van Gölü’nde yaşayan inci kefallerinin üreme döneminde yumurtalarını bırakmak için göle dökülen Erciş yolu üzerindeki tatlı akarsuyun akış yönünün tersine yüzüp karşılarına çıkan engelleri aşmak için olağanüstü bir çaba gösterdikleri gibi, Türkiye’nin dört bir yanından gelip Van’da inci kefali misali bütün sıkıntıları, zorlukları göğüsleyen ve karşımıza çıkan engelleri aşmak için büyük bir azimle gayret sarf eden bizler, Van’da değişik zaman dilimlerinde görev yaptık; birçok acı tatlı anı biriktirdik, dostluklar, arkadaşlıklar kurduk. Sonra yine az bir kısmımız dışında hepimiz yine geldiğimiz gibi zaman içinde birer ikişer Türkiye’nin dört bir yanına dağıldık. Son Van depremi ile büyük hasar alıp tümüyle yıkılan ve şehir parkı haline getirilen Van Tıp Fakültesi ve Hastanesinin yerinde bugün yeller esiyor ve tarihe karışıp ‘bir varmış bir yokmuş’ misali oldu ama o hikâyeyi yazmak da bana nasip oldu. (14)

Van’a veda etmek ve yeni bir açılım, yeni bir başlangıç yapma zamanım gelip geçmişti fakat bu yöndeki uğraşlarım hep başarısızlıkla sonuçlandı. Zira “fişlenmiştim, adım-eşkalim bilinmekte” idi. (15)

Tam umutların bitip tükendiğini düşündüğüm bir zamanda, bir rüzgâr esti ve kendimi bir zamanlar gitmemek için ta Van’a gittiğim İstanbul’da buldum. (16)

Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nde yeni bir sayfa açtım. Tanımadığım, tanınmadığım bir yerde bütün sıkıntılara, zorluklara, yadırgamalara rağmen enerjimi muhafaza ederek, tempomu hiç bozmadan sabırla, adım adım yürüdüm. İlkelerimden asla taviz vermedim, inancıma ve kendime olan saygımı asla yitirmedim; yitirilmesine, yitirmek isteyenlere de ne pahasına olursa olsun izin vermedim. Her türlü maddi ve manevi kaybı göze aldım ama çizgimden, duruşumdan, yürüyüşümden asla taviz vermedim. Hastane ihmâl edilmiş eski ve sorunları hayli fazla bir hastane olmasına rağmen, ondan bundan şikayet etmeden elimden geleni yaptım, elimdeki mevcut şeyleri korumak için direndim, bedel ödemeyi dahi göze aldım. Halbuki kötü adam, “geçimsiz, uyumsuz, muhalif” biri gibi nitelenebilecek davranışlardan kaçınarak birçokları gibi pekâlâ klinik şefliğinin, başhekim ve yardımcığının tadını çıkarabilir, keyfini sürebilirdim. Her türlü ortama hemen adapte olur, “gelene ağam, gidene paşam” derdim, araziye uyup kimseyle kavga etmez, konumumu tehlikeye atacak hiçbir risk almazdım. (17) İşime, aşıma, menfaatime, keyfime, makam-mevkiime bakabilirdim. Bütün bunlar olabilirdi fakat o zaman da ben, ben olmazdım. Bu nedenle “başhekimliğe veda” etmeyi de göze aldım, boşaltılıp yıkılmasının önüne geçmek için herkesle, her şeyle kavgalı hale geldiğim hastanenin binalarından biri olmasına rağmen evim, yuvam olarak gördüğüm cerrahi bloğun boşaltılıp yıkılmasının ardından “son mektup” da yazdım. (18, 19)

Dördüncü cerrahi klinik şefi olarak başladığım Süreyyapaşa Hastanesi’nde gün geldi tek cerrahi klinik şefi, tek cerrahi doçenti ve başhekim oldum. Hatta bir ara başka bir hastanenin göğüs cerrahisi kliniği kapanmasın diye vekil klinik şefliğini bile üstlendim. Üstelik bütün bunlar mahkeme sonucu şeflikten alınıp aynı hastaneye uzman olarak atanmam sonrasındaki sıkıntılı süreçte oldu. “Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır.” ne demekmiş, yaşadım ve gördüm.

663 sayılı “Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında”ki kanun hükmünde kararname ile kamu hastaneleri kurumu ve genel sekreterlikler kurulup klinik şeflikleri lağvedilip şef ve şef muavinlerinin öğretim görevlisi pozisyonuna indirgendiği çalkantılı ve sıkıntılı zamanlarda başhekimlik ve klinik sorumluluğu üstlendim, o süreçleri mümkün olduğunca yapıcı ve az hasarlı bir biçimde atlatmaya çalıştım. Az hasarlı dememe aldırmayın, aslında en ağır hasarı ben aldım. Belki bu süreçte tek olumlu gelişme Sağlık Bakanlığı’na bağlı Eğitim ve Araştırma Hastaneleri’ni eğitim ve akademik açıdan bünyesinde toplaması ve toparlaması için kurulan “Sağlık Bilimleri Üniversitesi” kadrosuna 12 yıllık kıdemli doçentlikten sonra profesör olarak geçmem oldu.

Fakat zaman içinde gördüm ki, hiçbir şey söylendiği ve zannettiğimiz gibi değilmiş. Yeni yapıda akademik ve idari hiyerarşi, ne üniversitede ne de hastanede gözetildi, teamüllere uyulmadı. “Lâ havle ve lâ kuvvete, illâ billâhil aliyyil azîm” diyerek son üç yılda her türlü başıma gelene, getirilene sabrettim, hâlihazırda maddi olmasa da Süreyyapaşa ile manevi bağım tamamen koptu. On beşinci yılın sonunda, yolun sonuna geldim.

Hele bu yılın başında üniversite kadrosunda olup da düne yani üniversiteye geçinceye kadar Sağlık Bakanlığı’na bağlı olarak çalıştığımız hastanelerde bizlere “Siz artık üniversite mensubusunuz, bu hastanelerde çalışmaya devam edebilmeniz için artık afilye hastane protokolüne uymak zorundasınız!” denilip tek taraflı dayatılan ve bir nevi “teslimiyet sözleşmesi” de denilebilecek “hizmet sözleşmesi” adı altında bugüne kadar olan iş güvencemizi ve akademik özgürlükleri yok sayan bir sözleşmeye imza atmak zorunda bırakıldık ki söyleyecek söz bulamıyorum! Bu sözleşme ile birlikte ilgili hastane başhekiminin not verdiği, her şeye müdahil olduğu ve bir yıllık yapılan sözleşmenin sonunda notunuz ve performansınız düşük olduğu gerekçesi ile sizinle tekrar sözleşme yapılmayabileceği ve yola devam edilmeyebileceği gibi bir konuma düşmek ne demektir varın siz tahmin edin. Muhalefet şerhi koyarak imzalamak zorunda kaldığım bu sözleşme, benim açımdan “tababet san’atının tarzı icrası” konusunda bütün inancımı, hevesimi ve umutlarımı bitirdi.

Evet, son yirmi yılda sağlık alanında, sağlığa erişim ve hizmetleri iyileştirme noktasında önemli ve kayda değer gelişmeler oldu, döner sermaye katkı payı ile maaşlarda olmasa bile sağlık çalışanlarının gelirlerinde ciddi bir artış oldu. Şehir hastaneleri ile illerdeki hastaneler yenilenip daha çağdaş ve kaliteli hale getirildi, getiriliyor. Küçük bir kısmı hariç nerdeyse bütün illerde hatta bazı ilçelerde bile tıp fakülteleri açıldı ve açılmaya da devam ediyor. (20) Fakat bunların yanında hekimlik açısından eğitim ve çalışma şartlarındaki olumsuzluklar; hekimlere ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddet, mesleki hiyerarşinin kaybolması, hekimlerin iş güvencesi ve özlük haklarındaki gerilemeler ve doçentlik, profesörlük dahil akademik süreçlerde nicelik artışına rağmen nitelikte yaşanan azalma gibi çok çeşitli sorunlar bizleri derin endişelere sevk ediyor.

Görünen o ki, her geçen gün özelleşen, ticarileşen, piyasa koşullarına uyumlu hale getirilen sağlık sektöründe sistemin çarklarını döndüren, özel hastane zincirlerinde ciro (kasa) endişesi içinde çalışmak zorunda kalmış ya da devlete (aslında halka, kamuya) ait hastanelerde memurlar içinde performans uygulamasına icbar edilmiş tek meslek grubu olma gibi bir seçenek(sizlik)le karşı karşıya kalmış durumdayız.

Hepimiz doktora yapmış ‘tıpçı’lara dönüştük; artık neredeyse san’at olmaktan çıkmış, çıkarılmış tababeti icra eden, uygulayan kişilere indirgendik; hikmeti, felsefeyi yitirmiş ama yine de hekim olarak da anılan birilerine döndük.

Artık ‘tababet san’atının tarz-ı icrası’nın pek tadı tuzu kalmadı.

Yazımın başında demiştim ya, benim babam bir işçi idi.

Köyünden şehrin varoşlarına, gecekondu muhitlerine gelmiş ve ailesinin geçimini sağlamak için belediyede işe girinceye kadar türlü işlerde çalışmıştı.

Babamın oğlu olarak, uzun, zorlu ve yorucu bir yüksek tahsil de yapsam, profesör olarak akademik açıdan mesleğimin zirvesinde de olsam, idari olarak başhekimlik dahi yapsam, sonuç yine değişmedi, değişmiyor.

En nihayetinde bir “Tıp İşçisi”, o kadar.

Rahmetli Cem Karaca’nın o meşhur şarkısı plakçalarda hâlâ dönmeye devam ediyor.

“İşçisin sen, işçi kal!”

Bu “ahval ve şerait”te, bu duygu ve düşüncelerle tıp bayramımızı (günümüzü) kutluyorum.

Kaynaklar:

  1. https://www.akademikakil.com/koye-bir-haber-geldi-tababet-sanatinin-icrasi-ile-gecen-33-yil-ani-1/irfanyalcinkaya/
  2. https://www.akademikakil.com/universite-tercihinde-neden-tip-fakultesi/irfanyalcinkaya/
  3. https://www.akademikakil.com/tip-fakultesi-acilma-ve-kontenjan-belirleme-kriterleri/irfanyalcinkaya/
  4. https://www.akademikakil.com/tip-fakultelerinde-kalite-ve-kantite/irfanyalcinkaya/
  5. https://www.akademikakil.com/hoca-fakultede/irfanyalcinkaya/
  6. https://www.akademikakil.com/ikisi-tip-ilahiyat-bir-arada-olur-mu/irfanyalcinkaya/
  7. https://www.akademikakil.com/patron-kim/irfanyalcinkaya/
  8. https://www.akademikakil.com/doktorun-doktora-yaptigini/irfanyalcinkaya/
  9. https://www.akademikakil.com/bahattin/irfanyalcinkaya/
  10. https://www.akademikakil.com/besibiryerde/irfanyalcinkaya/
  11. https://www.akademikakil.com/keramet/irfanyalcinkaya/
  12. https://www.akademikakil.com/hekim-ve-hakim/irfanyalcinkaya/
  13. https://www.akademikakil.com/ahlaksiz-teklif/irfanyalcinkaya/
  14. https://www.youtube.com/watch?v=afoobbw4Yno&t=20s
  15. https://www.akademikakil.com/fislenmisim-adim-eskalim-bilinmekte/irfanyalcinkaya/
  16. https://www.hurriyet.com.tr/gundem/yyu-tip-fakultesinden-8-ogretim-uyesi-istifa-etti-3549001
  17. https://www.akademikakil.com/kaymakam-olmus-ama/irfanyalcinkaya/
  18. https://www.memurlar.net/haber/391274/bashekim-istifaya-goturen-sureci-kaleme-aldi.html
  19. https://www.akademikakil.com/son-mektup/irfanyalcinkaya/
  20. https://www.akademikakil.com/turkiyedeki-tip-fakultelerinin-panoramasi/irfanyalcinkaya/

 

 

4 Comments

4 Comments

  1. Pingback: Doçentlik Yolları Taşlı | Akademik Akıl

  2. Pingback: Türkiye'deki Tıp Fakültelerinin Panoraması (2021 verileri ışığında gözden geçirilmiş ve yorumlanmış yeni hâliyle) | Akademik Akıl

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

İsrail’in Zehirli Mirası: Güney Lübnan’a Beyaz Fosfor Bombaları

Yayınlanma:

-

Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde (AUB) çevre kimyası araştırmacısı olan Abbas Baalbaki, yaklaşık altı aydır İsrail tarafından Lübnan topraklarına atılan beyaz fosforu inceliyordu.

Sonra bir gün, bir meslektaşıyla birlikte inceledikleri bir numune alev aldı.

Böyle bir şey olmamalıydı. Örnekler, 17 Ekim’de Kfar Kila üzerine bırakılmış ve 10 Kasım’da bölgede yağmur yağdıktan sonra toplanmıştı.

Baalbaki, onları test ettiğinde neredeyse bir aydır “kullanılmış” durumdaydılar.

Beyaz fosforla ilgili tüm literatürü okumuş ve tüm önlemleri almıştı, numunelerin aktif olmaması gerekiyordu.

Baalbaki, El Cezire’ye “Duman yaymaya başladılar!” diye anlattı.

Dumana birkaç saniye maruz kalmak, Baalbaki’nin günlerce beyin sisi, konsantrasyon eksikliği, aşırı baş ağrısı, yorgunluk ve mide krampları yaşamasına yetmiş.

“Meslektaşımı aradım ve ona nasıl hissettiğini sordum,” dedi. “Onda da aynı belirtiler vardı. Ne kadar zehirli olduğunu anlamamıştım.”

Baalbaki, Lübnan’a atılan beyaz fosforun, konuyla ilgili bilgilerin gösterdiğinden çok daha uzun süre aktif, çok zehirli ve yanıcı kaldığını düşünüyor.

Baalbaki, İsrail’in taktiklerinin Güney Lübnan’ın çevresine, tarımına ve ekonomisine uzun vadeli ve potansiyel olarak geri dönüşü olmayan zararlar verdiği ve bu bölgeyi yaşanmaz hâle getirebileceği konusunda uyarıda bulunan Lübnanlı araştırmacı ve uzmanlar korosuna katılıyor.

Baalbaki, Lübnan Hizbullah’ı ve İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının ardından sınır ötesi saldırılar düzenlemeye başlamasından bu yana “tehlikeli maddeler; toprağımıza, suyumuza ve toprağımıza giren yabancı maddeler” üzerinde çalışmak zorunda kaldı.

Baalbaki’nin test ettiği beyaz fosfor; İsrail’in, Lübnan’ın güney köylerine ve tarım arazilerine saldırdığı silahlar arasında yer alıyor.

8 Ekim’de Hizbullah, İsrail işgali altındaki Şebaa Çiftliklerine saldırılar düzenlerken İsrail de Güney Lübnan’a saldırılar başlattı.

Lübnan Ulusal Bilimsel Araştırma Konseyi’ne (CNRS) göre 6 Mart’a kadar Güney Lübnan’a 117 fosforik bomba atıldı. Saldırılar devam ediyor.

İsrail, beyaz fosfor mühimmatını savaş alanında sis perdesi oluşturmak için kullandığını iddia ediyor. Ancak İsrail’in beyaz fosfor kullanımıyla ilgili olarak Lübnan’da çeşitli alanlardaki uzmanlarla yapılan görüşmelerde ortak bir teori ortaya çıktı: İsrail bunu, sivilleri bölgeden uzaklaştırmak ve Güney Lübnan’ı şimdi ve gelecekte yaşanmaz hale getirmek için daha büyük bir stratejinin parçası olarak kullanıyor.

El Cezire, araştırmacıların beyaz fosfor kullanımının kasıtlı olduğu yönündeki sonuçlarına ilişkin yorum almak üzere İsrailli yetkililere ulaşmış ancak yayın saati itibariyle herhangi bir yanıt alamamıştır.

AUB Doğa Koruma Merkezi (AUB-NCC) müdür yardımcısı Antoine Kallab, beyaz fosforla ilgili yakın zamanda düzenlenen bir panelde “Beyaz fosfor bir mermi ya da hedefe yönelik mühimmat gibi değildir, araziyi yaşanmaz hale getirmek için kullanılır.” dedi ve görüntülerin etkilerinin yayıldığını, “hedeflenen yerler” sınırlı kalmadığını gösterdiğini ekledi.

Baalbaki, “[İsrail ordusu] beyaz fosforun zararlı olduğunu, çok daha sonraki durumlarda yeniden alevlendiğini ve çevre üzerindeki toksik etkilerini iyi biliyor.” dedi.

Savaştan önce Lübnanlılar, İsrail’e İbranice konuşulduğunu duyabilecekleri kadar yakın olan eski bir sınır kapısı olan Fatima Kapısında bir gün geçirebiliyorlardı ancak ziyaretçilerin dikkatini çeken tek şey bu değildi.

Arap Reform Girişimi İcra Direktörü Nadim Houry, El-Cezire’ye yaptığı açıklamada “Güneye doğru gittiğinizde çok çarpıcı bir manzara ile karşılaşıyorsunuz!” dedi.

“Lübnan tarafı tamamen çorak bir arazi iken İsrailliler sınırdan önceki son santime kadar ekim yapıyorlar. İsrailliler [Lübnanlıların] ekim yapmasını neredeyse imkânsız hale getirdiler!”

Uluslararası Göç Örgütü’ne göre savaşın başlamasından bu yana 91,000’den fazla insan Güney Lübnan’ı terk etmek zorunda kaldı.

BM’ye göre 60,000 kişi de hâlâ aktif çatışma bölgelerinde bulunuyor ve bunların çoğu kaynak yetersizliği ya da yaşlılık veya engellilik nedeniyle hareket kabiliyetinden yoksun oldukları için kaçamıyor.

Baalbaki, El Cezire’ye yaptığı açıklamada bu insanların çoğunun artık sarımsağa benzeyen beyaz fosfor kokusunu tanıdığını söyledi.

Beyaz fosfor -doğada bulunmayan mumsu, beyaz veya sarımsı bir katı- 30C (86F) üzerindeki sıcaklıklarda havadaki oksijene maruz kaldığında tutuşur ve fosfor oksitlerle karışık yoğun beyaz duman şeritleri yağdırır. Fotoğraflar, yanan tarım arazileri veya yapılar üzerinde uçan gaz halindeki beyaz denizanalarını andırıyor.

Ateşli parçalar tamamen oksitlenene ya da oksijensiz kalana kadar bitki örtüsü, binalar ya da insan eti üzerinde yanmaya devam eder.

ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri (CDC), “Beyaz fosfor, havada oksijenle hızla reaksiyona girerek dakikalar içinde nispeten zararsız kimyasallar üretir” derken “toprakta ise partiküllere yapışabilir ve birkaç gün içinde daha az zararlı bileşiklere dönüşebilir!” diyor.

Bu sözler, 2014’ten bu yana revize edilmedi.

Beyaz fosforun etkilerini inceleyen Lübnanlı araştırmacı ve akademisyenler, beyaz fosforun uzun vadede toprağı, bitkileri ve hayvanları nasıl etkileyeceğini belirlemek için çok az yararlı veri bulunduğunu söylüyor.

Bu tür çalışmaları yürüten gruplar sadece beyaz fosforu sağlayanlar, ABD ordusu ve bu vakada Gazze’den araştırmacılar olan bazı kurbanlardır.

(…)

“İsrail ordusu 1982 işgalinde sivilleri beyaz fosforla hedef aldı ve 7 Ekim’den bu yana ormanlarda, tarlalarda, zeytin ve meyve ağaçlarında çok sayıda beyaz fosfor kullanıldı.

(…)

2006 savaşının son günlerinde İsrail, özellikle çatışmanın son üç gününde, her iki tarafın da bir anlaşmanın yakın olduğunu bildiği bir zamanda Güney Lübnan’ın geniş bir bölümünü 2,6 ila 4 milyon misket bombasıyla vurdu.

(…)

Beyaz fosfor ve diğer silahların toprak üzerindeki uzun vadeli etkilerinin araştırılması gerekirken, BM’ye göre tarımın yerel GSYİH’nin yüzde 80’ini oluşturduğu güney Lübnan halkı için âcil bir ekonomik kriz söz konusudur.

Savaş başlamadan önce bile çiftçiler geçinmekte zorlanıyordu.

Dünya Bankası’na göre Lübnan, modern tarihin en kötü ekonomik krizlerinden birini yaşarken para birimi 2019’da serbest düşüşe geçti. Lira, değerinin yüzde 95’inden fazlasını kaybetti ancak son zamanlarda 89.700 lira / 1 dolar civarında dengelendi (kriz öncesi döviz kuru 15.000 dolar / 1 dolardı).

(…)

2019’dan önce çiftçiler, ihtiyaçları olan şeyleri krediyle satın alabiliyor ve tedarikçilere hasattan sonra ödeme yapabiliyordu ancak bugün çiftçiler peşin ve nakit ödeme yapmak zorunda ve ekonomi dolarize olduğu için her şey daha pahalı hale geldi. Salloum, “[Eski] sistem krizden bu yana öldü!” dedi.

Lübnan Merkez Bankası’na göre Güney Lübnan’ın toplam ihracatı yılda yaklaşık 94 milyon dolar değerindedir. Salloum, 2006’daki savaş sırasında “Tarımdan kaynaklanan kayıp 280 milyon dolardı” dedi. “ve 2006’da ekonomik bir kriz yaşamadık.”

Güney Lübnan Tarım Birliği Başkanı Hüseyin, El Cezire’ye yaptığı açıklamada “Ekonomik açıdan felç olmuş durumdayız! Sınırdan Sidon’a kadar [sınırdan yaklaşık 62 km ya da 38,5 mil uzaklıkta] insanlar hareketlerine çok dikkat ediyor. Ekonomik olarak büyüme yok ve herkes korkuyor.” dedi.

Kaynak: aljazeera.com

Devamını Okuyun

Yazılar

İstanbul’da Üç Noktadan Geleceğe Sesleniş – Ömer Bilal Karakaya

Yayınlanma:

-

Üç araç değiştirip gittiğinizde bulmak isteyeceğiniz yeni bir şey olmasıdır, değil mi?

Ya da en azından bir sıcaklık ararsınız, söyleneni değil söylenmek isteneni anlayacak kadar söyleyene değer verildiği yer olabilir.

Bakalım, baskının en koyusuna giderken karanlığı durdurup hepimiz için bir kıvılcım olma potansiyelindeki üç farklı yere gidiyoruz. Farklı insanlar sözlerini nasıl söylüyorlar, birlikte nasıl yürüyorlar; izleyenlerine, sempatizanlarına nasıl umut oluyorlar, görelim istedim.

Bu üç noktanın birincisi olarak İstanbul TÜSİAD’ın önünde, İsrail’le ticarete devam eden şirketleri, kurumları protesto eden “Filistin İçin 1000 Genç”in eylemine gidiyoruz. Sonrasında, devrimci Akıncı (sadece Akıncı değil) Metin Yüksel ile solcu devrimci Deniz Gezmiş’in birlikte anılacağı Balat’taki programa; ertesi gün ise Şişli’de 23 emek örgütünün katıldığı paneli takip edeceğiz.

Filistin İçin 1000 Genç eylemine geldik. Y&Z jenerasyonlarının ikisini bir arada görüyoruz. Gezi’den az evveline kadar bu jenerasyonlar için, “Çok zekiler ama acımasızlar, sekterler, vefasızlar; saman alevi gibi parlayıp sönüyorlar; sadece bağımsız, yakın hedef odaklı, farklı farklı ilgi alanları var, vb.” eleştiriler oluyordu. Ama görüldü ki her jenerasyon kendi döneminde başına gelenlerle mücadele edebilir. Geçmiş tecrübelere takılmadan, herkes beklerken yola çıkabilir. Üstelik teknoloji çağında yola koyuldukları konuları dünyaya duyurabilir, olağan bir haksızlığa itirazı bile kitleselleştirebilir hatta oradan birleşik mücadele hattı çıkarabilirler.

Neyse, ön koşullu soruları geçip, büyük bir yapının, partinin desteği olmadan özellikle muhafazakâr yapıların hışmını üzerine çekecek tarzda yandaş sermayeyi protesto etmek gibi cesurca protesto etme ahlâkını gösterenlerin artılarına bakmak daha insanî! “Diriliş Buluşmaları” programları yaparak iktidardaki bizim mahallenin ettiklerini umursamayan İHH gibi yerlerden gençler olur mu diye bakındık.  “Abi bürokrasisi”ni tekrar hatırlamak zorunda kaldık tabii!

15 Temmuz’dan sonra kurulup hak mücadelesi veren platformlardan da gelen yoktu. Her ziyarete gidilen yere “Bizi niye gündem etmiyorsunuz?” derken buradaki eylemlerden nefes almayanlara sözüm, “Lütfen üstünüze alının ama bu, siyasetsizliğe düşüp yalın, özcü bir mağduriyetten kurtulma çabasıdır.” oluyor.

Dileğimiz tabii ki karar verdikleri yolda yürürken farklı yapıların kurduğu geniş çaplı birliklerde yer almaları… Bunun için ters düşebildikleri konulara, yaklaşımlara takılmadan buralarda sebat etmeleri…

Taksim’de, TÜSİAD önündeki genç topluluğun bahsettiğim birliklere tecrübelerini aktarabilecekleri, katalizör ve turnusol olabilme imkânı buluyorlar. Her itirazın, çıkışın sözünü kitleselleştirmesi ve ülke genelinde hareket kurmanın paydaşı olacaklar. Bu olamazsa özcülükte, sterilde kalma ve siyasetini kitleselleştirmede zorlanabilecektir. Buradaki gençlerin eşit katılımcı (hiyerarşisiz, ortak akılla) doğru yerden başladıklarından klişe hâle gelmeyeceklerinden umutla ayrılıyoruz TÜSİAD önündeki eylemden. Darısı; iradelerin önce büyüklerin, sonra iktidarların patentine uygun hale getirildiği insani yardım vakıflarındaki gençlere….

Metin Yüksel ile Deniz Gezmiş’in, anma programında yan yana getirilişinin hikmetini öğrenmeye geçiyoruz Balat’a, “Antikapitalist Müslümanlar”ın programına… (https://www.youtube.com/watch?v=YUt9ZVlMQM4)

İnşa’daki programa yola çıkarken “Metin Yüksel ile Deniz Gezmiş birlikte anılır mıymış?” diye bir serzeniş duymuştum, Kemalistti vb. gibi itirazlarla.

Oysa program başlayınca bence solun ideoloğu olmayı hak eden, video konferansla katılan  Demir Küçükaydın’dan ayrıntıyı öğrenmiş olduk. Zaten yol boyunca “Türk ve Kürt halklarının eşitliğine, bağımsızlığına vurgu yapan birisi böyle olabilir mi?” diye düşünüyordum.

Küçükaydın, “CHP veya Kadıköy’ün solcularının bayrak yapabileceği bir Deniz Gezmiş var artık!” dedi. Gerçek Deniz Gezmiş, bizler gibi son Mohikanlar dışında kimse tarafından bilinmiyor artık!” diye ekledi. Yani Deniz’i, kendi anlayışına uygun biçimde icat edenleri özetledi.

Deniz Gezmiş ve Metin Yüksel’i anma programda ikisinin de yanlışlarına vurgu yapılmasını beklemiyorduk doğal olarak. Belki eleştirilerde cevap verilirdi. Bu konuda kitaplar izaha daha uygun olduklarından onların devreye girmesi gerekiyor tabii. Mesela “Bizim Deniz” kitabında dönemin diğer solcularının “Kır Gerillası” hedefine getirdikleri karşı açıklamaları dinlememekteki ısrarı anlatılır. Erdal Öz’ün “Deniz Gezmiş Anlatıyor” kitabında, odaklandığı yer itibarıyla bunlar yer almıyor. Deniz Gezmiş’in karşılıklı çatışmaları olmasına rağmen pusu kurma olaylarına karışmadığı belirtildi. Bu tür panellerde birinci dereceden tanıklar olması çok iyi ama yarım kalan ayrıntılar, sorular için kitaplara, kaynaklara atıflara yer verilmeli.

Anma programından ilginç anekdot: Köy çalışmasına giden solcuların köylülerin işlerini yapması ve sempati kazanması ama Cumaya gitmeyince olayın akamete uğraması!

Bence solcuların Cumaya o dönemde neden gitmediklerinin dezavantajını analiz etmek yerine bu durumu “Müslümanlardan da bazı gerekçelerle gitmeyenlerin olduğu” bilgisiyle açıklayabilmeliydiler ya da “İlkesinden sapmış Cumalara Müslümanlar nasıl gidebiliyorlar?”ı sorabilmeliydiler oradaki köylülere. “Cuma” demek, “toplanmak, dertleşmek” değil mi; “Kurtaralım Cumaları devletin hegemonyasından! Onu özgürleştirelim ki Müslümanlar amacına uygun ibadet etsin!” derlerdi. Sivil Cumaları canlandırırlardı.

Yoksa “Mısır’daki komünistler gibi katılmak isteriz.” derlerdi belki… Özgür, bağımsız bir Cuma’nın nasıllığını anlatabilecek durumda olmalıydılar. Mısır’da komünistlerin Cuma meselesini örnek gösterebilmeliydiler. Madem kuyudan birlikte çıkabilmek birbirine tutunarak olacak, o zaman Müslümanlar ve solcuların birbirlerini bir an önce görmek-tanımakanlamakkabul etmek sürecini tamamlamaları gerekiyordu nicedir. Bu dört aşamayı Gezi zamanında Beşiktaş Çarşı grubu temsilcilerinden biri, hârika bir şekilde anlatmıştı.

Bence Deniz Gezmiş, Filistin’den geldiği zaman mücadele tarzını belirlerken/değiştirirken  Ertuğrul Kürkçülerin bunun yerine mevcut direnişlere devam edilmesi yönündeki tavsiyesini dinlerken Metin Yüksel ve Sedat Yenigün gibi devrimci Müslümanlarla da gelip konuşabilmeliydi. Tabi bunu karşılıklı istemek gerekiyordu. Bence bunun gerçekleşmeme hatası daha çok Denizlerdeydi. Duvarlara “Sınıfsız, Sınırsız İslam Toplumu” ve Türkçe-Kürtçe sloganları birlikte yazan Yükseller, Yenigünler cidden muhatap alınmalıydı.

Velhasıl sıcacık bir anma programı oldu. Ancak gelecek yıl sadece Yüksel-Deniz anması değil de “Yüksel-Yenigün-Kaypakkaya-Deniz tarihçesi” gibi programlara geçilmeli.

“İslam ve Sol” veya “Müslüman Sosyalistler” programlarından ileri geçerek bir tarihsel bölüm alınarak “Şu tarih aralığında Müslümanlar ve Sosyalistler” vb. programlara geçilebilmeli.

İstanbul’daki önemli programların üçüncüsündeyiz. Şişli Nazım Hikmet Kültür Merkezinde yapılan “Sınıf Hareketinin Durumu: Deneyimlerimiz Işığında Ne Yapmalı” başlıklı panele yirmiden fazla işçi-emekçi örgütü ve sendikalar ayrı ayrı bu mücadelenin nasıl yapılacağına dair “Ne diyoruz, birbirimizden duyalım!” amacıyla yapılmış. (https://youtu.be/YCDpGPoYhMw?si=v30XWrZvRoQmmSA3)

Birbirine pek ters düşmeyen 23 kurumun bir araya geldiği salon canlı görünüyor.

Katılımcılardan Emek ve Adalet platformu konuşmacısının anlattıklarına ayrı parantez açıyorum. En çok tanıdığım kurum olarak linkteki videodan konuşmanın tamamı ve X hesabından takip edilebilir. İKEP temsilcisinin “En az 1-2 maddelik, anlaştığımız kararlar alalım!” isteği önemliydi. Bu gerçekleşseydi elbette Emek ve Adalet Platformu’nun altını çizdiği tahlillere odaklanılmış olabilecekti. Bana göre önemli tespitler şöyle:

  • İlerlemenin ve aydınlanmanın idealist tanımlarına yaslanarak dahası Kemalizm’in açtığı alanda bu terimleri sınıf siyasetinin merkezine alarak Türkiye sosyalist hareketi, bu topraklardaki sınıfın maddesinden, sınıfın kaynağındaki yapıdan uzaklaşmıştır
  • Sınıf mücadelesinin kitleselleşmesinin önündeki en önemli engellerden biri olarak gördüğümüz aydınlanmacı anlayışın ve kültür savaşının terk edilmesi: İdeolojik gücümüzü (işçilere giderken) önümüzde değil, ardımızda götürelim.
  • İşçilerin bir temsilci beklediğini var saymaktansa onların kendi kendilerini temsil ettikleri direnişlerin sınıf hareketine egemen olmasına çalışmalıyız.
  • İşçi sınıfının gündelik pratiğine onları kurtaracak olan bir ideolojik yük ile değil, onların gündelik hayatlarında ürettikleri direncin bizi kurtaracak şey olduğunu söyleyerek dahil olalım
  • Bunlar yıllarca süren tartışmalar , araştırmalar, sahada yüzleşilen tecrübeler olduğundan yukarıda bahsettiğim İKEP temsilcisinin en az 1-2 maddeyi anlaştığımız kararlar olarak ilan edelim isteğinin önemi belli oldu. Böylesi kararlar alınsa birliğin işçi cephesi olmasına yarar.
  • Kaldıraç’ın özetlediği slogan “rekabet böler, eylem birleştirir” ile birbirini tamamlayan görüşler ile yoluna devam edilebilecek bir birlik yapısı gelecek mesajı verilebildi bence.
  • Kapanış bölümünde soruları cevaplayan bir konuşmacıya dinleyicilerin müdahelesine salonun bir tepki vermesini beklerken, bu defa Çorlu’dan gelen işçiyi, konuşmaya kışkırtıcı bir şekilde giriş yapmış olsa bile o denli susturmaya yönelik tepki yine salona yakışmadı tabii. Ancak katılan kurumların kitlesel birleşik bir emek cephesinin başlangıcını kurabilecelek potansiyeli olduğunu söylemek isterim. Kaosları beklerken ve yılgınlıklar arasında toplanıp konuşmak herkese iyi geldi.

Devamını Okuyun

Yazılar

Allah’la Konuşmak – Emir Faruk Sevim

Yayınlanma:

-

Bir film, bir tiyatro oyunu, bir de dizi…

Üçü de benzer duygu ve düşünceler uyandırıyor bende. Kayda değer farkları bir kenara, üçünde de imana bir kapı açma imkânı mevcut.

Matrix: Evreni Sorgulatan Bir Fikir

Evrenin gerçek olmadığı fikri, onunla yüzleşmeyi neredeyse imkânsız kılacak zorluklar içeriyor. Dış dünyayı gerçekte olduğu şekilde algılıyor olduğumuz sağ duyusunu aşmak başlı başına bir mesele. Ama örneğin insan bilincinin türlü etkenlerle değişebilmesi dikkate alındığında bu adımı atmak kolaylaşabilir. Yine de bu idrak seviyesini günlük hayatta sürdürmek pek mümkün gözükmüyor, eğer bahis konusu idrak fiili bir düşünme egzersizinden ibaretse. Peki, ya yüzleştiğimiz hakikat evrene bakışımızı radikal bir şekilde dönüştürme kudretine sahipse? İşte bu durumda nesnelere bakıp onları var eden kodu görme imkânı söz konusu olabilir.

Evreni kuran hakikatin kudretine şüphe yok. Fakat teslim olma iradesini kişi kendisi ortaya koymak zorunda. Hakikate adanmayı seçmek insana bırakılmış. Kim kaderini bu adayış üzere tayin ederse, yeni bir sağduyu kazanabilir. Umulur ki onun için bir kapı açılır.

Bana Bir Şeyhler Oluyor: Ruha Dokunan Bir Şiir

Nesnelliğin hegemonyasında içe bakmak delilik addediliyor. Üzerindeki biyopolitik baskının altında ezilen içe bakışın yerini kişisel gelişim dolduruyor. Yüreklere yerleşen gelecek kaygısının güdülediği fasılasız hayatlarda içe dönmeye vakit yok. Ancak ruh, kendisinden kaçılabilecek fuzuli bir antite değil. Dış dünyanın tecrübesi dahî ruhun marifetiyle gerçekleşiyor. Fakat içe dönmenin vesilesi sıklıkla bu tip teorik düşünceler değil, varoluşsal sancılar oluyor. Bunalımlar içinde bir odaya kapanmak, bir yalnızlık anında insanın kendisiyle hemhal olmasını sağlayabilir. Yoğun duygularla dolu bu yalnızlık kendini bilmenin imkânını doğurabilir. Kendinin bilgisine erişmek bir veçhesiyle hakikate de erişmek anlamına gelir. Zira hakikat hiçbir şekilde görünüşte nesnel olanla sınırlanamaz. Dışarıdaki nesnelliğin mutlak olmaması ölçüsünde içerideki öznellik de mutlak değil, her ikisi de zıddını içeriyor.

Hakikate bu içeriden bakış nefis muhasebesinin çok ötesine, Yaradan’la yakınlık kurmaya kadar varabilir. Çoğumuzun hazır olmadığı fikir şu ki bu yakınlık belirli bir zümreye mahsus kılınmış değil. Hangi kalb-i selîm murat etse, O’nunla içten bir bağ kurabilir. Umulur ki onun için bir kapı açılır.

Kübra: Topluma Seslenen Bir Çağrı

Kapitalist statüko toplumsallaşmanın yöntemlerini kat’i bir şekilde belirlemiş durumda. Topluma farklı bir yolla seslenmek çoğu zaman hayal bile edilemiyor. Halbuki adalete karşı olan arzunun önüne geçilemez. Bu arzu huzurlu bir kötülük düzenini imkânsız kılar. Böylece adalet, her huzursuzlukta, yağmur bulutlarının aralanmasıyla aydınlığı açığa çıkan güneş gibi yüzünü gösterir. Kendisine atanmış rolü oynamaktan vazgeçip özgür bir eylemde bulunmaya cesaret edenler, hakikatin ortaya çıkmasına vesile olabilir. Çünkü hakikatin mekânı ne evrenin kodlarıyla ne de ruhun derinlikleriyle sınırlıdır. Esasen onun en aşikâr olduğu yer insan ilişkileridir.

Çeşitli çıkar ilişkileriyle kuşatılmış insanın özgür bir eylemde bulunabilmesi için sûret-i haktan görünen telkinleri hiçe sayması gerekebilir. Özgürlüğünün bilinciyle kendi yolunu seçip adaletin sesine kulak veren bir yiğit, hakikatle aramızdaki duvarları yıkabilir. Umulur ki hepimiz için bir kapı açılır.

Mucize: Temas Kurmak

İnsanı hayrete düşüren açıklanamaz bir mucize isteyenler boş bir beklentiyle oyalanıp dururlar. Beklenen gerçekleşse bile bu isteklerin sonu gelmez, insanoğlu tatmin olmaz. Şımarıklık yolunun varış noktası ya sahte kutsalların egemenliği ya da başıboş bir bocalama hâlidir. Geçtiğimiz iki yüz yıl, iki seçeneği de sırasıyla bize yaşatmadı mı? Pozitivizm saplantısı, açıklanabilenleri ipotek altında tutarken hakikatle temasımızı açıklanamazlar alanına hapsetti. Böylece birbiriyle çatışan iki huzursuzluk düzeninden mürekkep bir dünya doğdu. Bu dünyada mucizelere yer yok. Fakat bu mucize yoksunu dünya huzursuz yürekleri tatmin etmiyor. O yüzden bu rüya yarıda kalmaya mahkûm.

Belki de mucize denilen şey, her yerde ve her şeyde bulunan hakikatle temas kurmaktan ibarettir. Bu temas her zaman bir yönüyle açıklanabilirdir: Sünnetullahta bir zemini vardır. Öteki yönüyle ise tecrübîdir. Tecrübe edenin görebildiği ama gösteremediği bir hâldir. Bununla beraber mucizeyi gören kişi diğerlerini de görmeye davet edebilir. Dileyen açılan kapıdan girer.

Belki de mucize aslında bir tanedir ve buradadır, yanı başımızda. Ona erişim tüm zamanlarda ve mekânlarda mümkündür. Allah bu imkânı insana vererek bir mucize yaratmıştır. Bizden muradı bu imkânı kullanmamızdır. Çünkü bizimle irtibata geçmek ve bize ağır ama taşıyabileceğimiz bir yük yüklemek istiyordur. Bu sarp yokuşu çıkmaya talip olanlar, evrene, ruha ve topluma baktıklarında mucizeyi görürler.

İman: Allah’la Konuşmak

Bir fetret döneminde vahyin devam etmesi için Allah’a yalvaran bir peygamberin ıstırabını paylaşan samimi bir sorgulayıcı, Allah’ın nasıl olup da gözlerine, kulaklarına, hislerine, düşüncelerine, eylemlerine rehber olacağını sorarsa, iyi bir cevabı hak etmiş olur. Birtakım usullerden dem vuran akademik cevaplar, mucizenin tecrübî yönünü göz ardı eder. Hakikatle temas, bir dizi teknik talimatın kuru kuru uygulanmasıyla gerçekleşemez. Çünkü esasen temasa konu olan şey, orada bir yerde keşfedilmeyi bekleyen dışsal bir nesne değil, tecrübe ettiğimiz dünyanın kurucu öznesidir. Soru aslında kişinin Allah’la konuşma talebini ifade ediyor. Bu talebin olumlu karşılanma imkânı, imana açılan kapıdır.

Allah’la konuşan kişinin adanma niyeti edimsellik kazanır. Konuşmanın etkisinde olduğu sürece, onun için artık dünya meşgalesi bir oyundan ibarettir. Sağlam bir imanın tadına varır. Oyunun kural koyucusuyla temasta olmak ona öyle bir güç verir ki gerçekliği manipüle etmenin bile ihtimal dahilinde olduğunu düşünebilir. Ancak sünnetullahın sürekliliği buna izin vermez. Kurallar herkes içindir. Kimse dünya meşgalesinden âzâde değildir. Zor olan da bu bilinç seviyesini taşıyarak bir yandan oyuna devam etmektir. Allah’la konuşmanın verdiği güç, bu esas zorluğun üstesinden gelmeyi ve ardından hayat içindeki cüz’î zorluklara hikmetli çözümler üretmeyi sağlayabilir.

Her şeyin sahtesi olduğu gibi Allah’la konuşanların da sahtesi olmuştur ve olacaktır. Allah’la konuştuğu iddiasına yaslanarak sorgulanmaya kapalı hükümler koyanlar ancak şarlatanlar olabilir. Ama imtiyazlı bir makama sığınmadan, herkese hitaben ve açık yüreklilikle öneriler sunanların sözü dinlemeye değerdir. Kimseyi hiçbir şeye zorlamadan herkese meydan okurlar. Muarız meydan okumalar elbette her zaman çıkabilir. İnsanlık mucizesi sayesinde, hangi meydan okuyan sözün hakikatten izler taşıdığını görme imkânı herkes için mevcuttur. Ne mutlu görenlere!

Devamını Okuyun

GÜNDEM