Connect with us

Söyleşiler

“Uzmanlar Çağımızın Şamanlarıdır”

Yayınlanma:

-

Abdurrahman Arslan ‘Müslümanca düşünmenin imkanları’nı artırmak için okuyan, yazan, konuşan kıymetli bir isim. Son yıllarda sessiz sedasız üç kitabı yayınlandı: Yeni Politik Kültürün Dünyasında (2017), Zaman Dışı Konuşmalar (2018) ve Kalbin Akletmesi (2019).

Abdurrahman Arslan’la pandemi, deizm, z kuşağı, aile ve tasavvuf gibi hem güncel hem de temel konular üzerine bir röportaj gerçekleştirdik. Sağolsun, vakit ayırdı, kağıdı kalemi eline aldı ve sorularımı cevapladı.

Sema Başaran : Gençlerin deizme kaydığı söylemi bir süredir sıklıkla gündeme getirilir oldu. Sahiden böyle bir durum söz konusu ise sebepleri ve mahiyeti üzerine neler  söylemek istersiniz?

 A. Arslan          : Bunu insanların yaptığı iradi bir tercih neticesinde verilmiş bir karar olarak görmüyorum. Daha ziyade içinde yaşadığımız çağdaş kültürün insanın tanrı tasavvurunda meydana getirdiği dönüşüm olarak görüyorum. Yaratıcı, deizm olarak insan zihninde sembolik bir yer ediniyor. Diğer bir ifadeyle, bu kültür, inandığımız yaratıcı fikrine sahip olduğu işlevle açık değil. Onu desteklemiyor. Ancak dönüştüğünde ona kendi bünyesi içinde yer açmaktadır.

Önemli bir diğer husus da şu: Bu kültür, bir hakikatin taşıyıcısı olmadığından veya bir hakikate dayanmadığından içine aldığı her şeyin anlamını, tanrı fikri de dahil olmak üzere, dönüştürüyor. Dün zıt kutuplarda yer alanları bugün birbiriyle benzeş hale getiriyor. Eskiden, hariçten edinilen ideallerle sürdürülen bir hayat yerine bugün teknolojinin yarattığı sanal dünyadan kendine idealler çıkaran bir hayat var. Bu hızlı bir değişim getirmekte. Değişen her şeye de yeniden ivme katarak kendisi olmaktan çıkarmaktadır. Aynen ekrandaki gibi. Ama ekrandaki bir görünüp bir kaybolan görüntüler sadece bir ekran fenomeni olarak kalmıyor. Yeni bir zihin, yeni bir kişilik ve yeni bir insanla bizi karşı karşıya getiriyor.

Diyelim ki insanı fıtratından uzaklaştırıyor. Onu “kullan at” bir kişiliğin sahibi yapıyor. Böyle bir kültürel dünyada yasa koyucu bir ahlak anlayışı, din ve tanrı anlayışı rahatsız edicidir. Düşünce ve duyguların emojiler üzerinden ifade edildiği, insan zihninin hayatın gerçekliğinden sanal aleme taşındığı bir yaşam alanında, hiçbir şeye müdahil olmayan, sembolik hale getirilmiş bir tanrı fikrinin doğup gelişmesi ve taraftar bulması kadar tabii bir şey olamaz. Böyle bir tanrı imajı insanın nefsî konforunu bozmadığından cazip bile görülmektedir.

Koronavirüsten sonra yeni bir çağa girdiğimiz, eski normallere dönülemeyeceği söyleniyor. Hatta bir tür distopya çağına girdiğimiz inancı yaygınlaşıyor. Bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz? Size göre insanlığı nasıl bir gelecek bekliyor?

Bu çağın en belirgin vasfı belirsizlikle yüklü olmasıdır. Fiziki ya da beşeri de olsa her hadise bu belirsizliği azaltmıyor, derinleştiriyor. Hastalık buna ivme katan önemli hadise oldu. Ama sadece belirsizlik yaratmadı. Kendisi de mevcut belirsizliği artıran yeni bir belirsizlikle beraber geldi. Üstelik, kökeni “belirleme” üzerine kurulu bir düşünce geleneğini, onun sağlık anlayışını ve hayat telakkisinin içten içe çürümesini hızlandırdı.

Sağlık paradigmasını yıktığını şimdiden söyleyebiliriz. Aşı karşıtlığı bunu gösteriyor. Hastalık, alınan bütün tedbirlere rağmen esasında insana güvende olmadığını bir defa daha ve acı bir şekilde hatırlatıyor. Tabii ki modern çağın önemli bir sorununu teşkil eden güvenlik ve özgürlük dikotomisi bir defa daha burada karşımıza çıkmaktadır.

Siyaset ve sağlık paradigmasının sürekli şekilde ölümle korkuttuğu insanın güvenlik arayışı, sağlık üzerinden Allah’a değil belli ki devlete teslimiyeti getirdi. Elbette ki bir de buna tıbbi teknolojiyi ilave etmemiz gerekiyor. Tarihte insanın başına gelen salgınlarla bugün karşılaştığımız salgın bizi o insanlarla bir cihetten eşitleştirdi. Ama başka bir cihetten de farklılığımızın altını çizdi. Eşitleştirdi zira onlar da bizim gibi tedbirlerden söz etmiş üstelik hastalık hakkında bizim kadar bilgi sahibi olmazken bunları uygulamaya çalışmışlardı. Farklılığımıza gelince, onlar müslüman veya hristiyan, başlarına gelenlerden hastalığı değil kendilerini, yaptıklarından dolayı sorumlu tutmuş, bu yüzden de dua ve ibadeti kurtuluşun bir parçası olarak görmüştü. Bizler ise Allah’ın verdiği canı doğrudan sağlık paradigmasına teslim ettik.

İslam adına konuşan, kifayetsiz, Allah’ın basiretlerini bağladığı nasipsiz din adamları da söyledikleri ile bir üst paradigma kurmaktan ziyade doktorların hergün değişen, sağlığı istatistiklere indirgeyerek anlatan bilgilerini tasdik eden noterler olmanın ötesine gidemedi. Sadece, İslam tarihinden başka misal veren zavallılar olarak kaldılar.

Dünyanın hızlı bir süreç içinde evrilmekte olduğu açıkça görülüyor. Acaba bu öngörülebilir evrilme midir? Çağdaş toplumun içinden geçtiği mahiyet değişimi sebebiyle, kanımca bu öngörülemez bir süreçtir. Ama biliyoruz ki bunu hastalık yaratmadı, sadece hızlandırdı ve küresel çapta cereyan eden bir çözülmeyi, daha belirgin hale getirdi.

Bugün bütün insanlığın kaderi batının kaderiyle neredeyse özdeş hale gelmiştir. Hastalığın ivme katarak hızlı bir şekilde derinleşmesine sebep olduğu bugünkü şartlar içinde belki de sormamız gereken soru şu: Batı sonrası bir dünya mümkün mü? Ya da hangi şartlarda mümkün olabilecektir? Bunu derken başka bir soru daha sormalıyız: “Batı sonrası” derken bundan neyi anlıyoruz ya da anlamalıyız? Bu yeni bir paradigmaya mı işaret ediyor? Eğer ediyorsa, Batı’nın koyduğu ilkeler üzerine kurulmuş bir dünyada bu aynı zamanda paradigma içi bir arayış değil midir? Böylece bunun bir çözüm olabileceği söylenebilir mi? Söz gelimi, bu modern paradigmanın Çin, Rusya ya da Türkiye eliyle taşınması, hatta İslam eli ile geleceğe taşınması anlamına gelmez mi?

Kadim Çin anlayışına göre aslolan ailenin düzenidir. Aile düzeni sağlam olduğunda toplum düzeni de sağlam olur. Bu düzen anlayışı gelecek kaygısı içermez zira güvenliğini kendisi üretir. Buna karşılık Batı geleneğinde ise aslolan toplumsal düzendir. Diğerleri de bunun içinde kendi düzenlerini bulurlar. Burada güvenlik hariçte aranır. Bu yüzden çağdaş dünya içinde düzen arayaşına giren Müslümanları yadırgıyorum. Zira daha düzenden ne anladıkları bile açık seçik değil. Ama tarihin bize gösterdiği bir şey var ki o da her düzenin kendini bir hakikat telakkisi üzerine inşa ettiğidir. Bu sebeple bilinmezlik içindeki bu dünyanın mevcut şartları yeni bir düzenin ortaya çıkmasına imkân verecek halde değildir ya da görünmüyor.

Bu belirsizliğin de kendiliğinden bir düzene evrilmesi kolay değil. Zira her düzenin kendini kurarken bir hakikat telakkisine ihtiyacı vardır. Böyle bir şey ortada görünmüyor ama buna karşılık insanları birbirlerine bağlayan bağlar, yani toplumsal ilişkiler de çözülmektedir. Varsayılanın aksine toplumsal bağların çözülmesi insanın özgürleşmesi değil, taşıyamayacağı kadar ağır yük altına girmesi demektir. Kişisel olarak uzun zamandan beri süren bu çözülmenin, hedefi belli olmayan yeni toplumsal hareketlere kapı açacağını düşünüyorum. Ama bunu bir sınıfa ya da iktisadi sebeplere bağlamak bence büyük bir yanlışlık olur.

Modern-kapitalist sistemin tam anlamıyla üzerimize abandığı bir zamana geldik. Algılarımız esir alınmış durumda. Böyle bir dönemde hem ferdi hem ailevi olarak akıl ve ruh sağlılığımızı muhafaza etmemizi sağlayacak tavsiyeleriniz, olmazsa olmazlarınız var mı?

Bir cemaat olarak aileyi ve ailemizi korumak bugün en başta gelen meselelerimizden biridir. Zira harici tehditler karşısında her anlamda insanın sığınacağı en korunaklı yerdir aile. Herhangi bir ahlaki değere saygı duymadan, sadece insan nefsine hitap eden, insanı doyumsuz hale getiren bir toplumsal kültür ve onu yönlendiren, dijital dediğimiz iletişim ağları içindeyiz.

Genç nesillerin buna direnç göstermesi, muhalefet etmesi kolay değil. Gördükleri zayıf dini eğitim ya da sahip oldukları az miktardaki dini bilgi sebebiyle zihinsel olarak kolay teslim olabilmektedirler. Müslüman ailelerin üniversite çağına gelmiş evlatları alarm çanları çalmaktadır. Bu durum çocuk yaşta başlayacak olan evdeki eğitimi önemli hale getiriyor.

Ev bilginin, inancın amel olarak çocuklara aktarıldığı mekandır ya da mekan olmalıdır. Buna önem vermeliyiz. Bilhassa ev halkıyla beraber namaz kılmak faydalı olmaktadır. Terk edilen ev içi derslere en azından cuma geceleri, idrak etmek üzere yeniden başlamalıyız diye düşünüyorum. Tefsirlere değil, bilhassa hadislere ve siyere ağırlık vermeliyiz. Hadisleri tekrar tekrar okumalı, amellerimizi onun kalıplarına dökerek yaşamaya çalışmalıyız. Evlerimizi bir yaşam biçimi olarak sünnetin mekanına dönüştürmeye gayret etmeliyiz. Hayatı sadeleştirmeliyiz. Şüphe çağrıştıran gri alanlardan düşünce ve amelde uzak durmalıyız.

Kuru bilgi aktarımı ile değil bilgiyi bir davranış, bir yaşam biçimi haline getirerek aktarmalıyız çocuklarımıza. Belki biraz hududu aşmış olabilirim ama benim gözümde uzmanlar çağımızın şamanlarıdır. İnsanları istatistik rakamlarına indirgeyerek elde ettikleri ve her defasında değişen bilgileri ile zihnimiz ve hayatımız üzerinde kurdukları tahakkümden kurtulmak için farklı tecrübe alanlarına yönelerek onlardan bilgi edinmeye çalışalım. Moda trendlere, internet bilgisine değil, beslenme tarzından doğuma kadar biraz da eski paradigmalara dönmeliyiz. İnsan hakkında, aile hakkında eski ve yeni bilgi yoktur. Sadece uygun olan ve olmayanı vardır. Aksi halde havarileri uzmanlar olan bu teolojik dünyanın haricine çıkamayız. Yani şamanlara mahkum olarak kalırız.

İvan İllich’in “kabiliyetsizleştirici uzmanlıklar çağı”olarak adlandırdığı bir zamanda yaşıyoruz. Kanımca en çok anne-babalar “uzman despotizmi” de diyebileceğimiz bu olgunun gölgesinde kalıyor. Başta “Psikolojizm” ideolojisinin bombardımanı altında kalan, kendi iç seslerini kaybetmiş anne-babalara neler tavsiye edersiniz?

Dediğim gibi uzmanlar modernlik dediğimiz teolojinin havarileridir. Her mevzuda ama sürekli olarak toplumun eğitilmesinden bahsederler. İnsanların bilinçlenmesi gerektiğini söylerler. Bunun da ancak kendilerinin temsil ettiği bilgi ile olabileceğine inandırırlar. Ama kendileri de dahil olmak üzere hiç kimse bu bilgiyi sorgulama cesaretini gösteremez. Söylemeliyiz ki uzmanların beşeri alanla ilgili bahse konu ettikleri insanla, İslam’ın bahsettiği insan arasında görünüş haricinde fazla bir benzerlik yoktur. Her araştırma neticesinde elde edilen yeni bir bilgiyle sürekli olarak insan zihni üzerinde egemenlik kurarak modern toplumu eğitmeye, varsa hastalığı iyileştirmeye çalışırlar. Aslında başka bir gözle baktığımızda bunları çağdaş toplumun şamanları sayabileceğimizi söylemek belki de çok abartılı sayılmamalıdır. Ne taşıdıkları insan fikri ne de önerdikleri yaşam biçimi mahiyet itibariyle İslam fikri ile uyuşmamaktadır. Belki de çaba göstermemiz gereken, mümkün olduğunca aileyi uzmanlara açmamaktır. Onların temsil ettiği paradigmanın haricine çıkmayı denemeliyiz diye düşünüyorum.

Whatsapp, instagram gibi sosyal medya hesaplarını kullanmayanların yok sayıldığı bir çağda yaşıyoruz. Böyle bir zamanda bırakın akıllı telefon kullanmayı manuel cep telefonu bile kullanmıyorsunuz. Bu bilinçli tercihin altında yatan sebepleri merak ediyorum. Bu durumun zorlukları, artı ve eksileri neler?

Eğer söz konusu telefon ise terk etmiş olsaydım bu mümkün olmayabilirdi ama kullanma alışkanlığını edinmediğimden bunda bir eksiklik duymadığım gibi bu alışkanlığı sürdürmek de kolay oluyor. Fakat bunu salt modernlik karşıtlığı şeklinde de görmemek lazım. Nihayetinde onun kurduğu ve düzenlemekte olduğu hatta üzüntü ve hazlarımızla da onun belirlediği bir dünyada yaşıyoruz.

Bugün insanları birbirlerine bağlayan akrabalık, dostluk bağları değil teknolojidir. Biz bu bağları teknoloji üzerinden kuruyoruz. Aynı zamanda hayatı ve insanı da örgütleyen hatta güden yine teknolojidir. Teknoloji örgütledikçe inandığımız değerlerin, peşinde koşmamız gereken ideallerin ve amellerin de işlevi azalıyor.

İnsan-insan ilişkilerine zaruret olmadıkça bir aracı koyulmamalıdır diye düşünüyorum. Bugün insan, kendisiyle başka insanlar arasına bıraktıkları bir yana, kendisiyle kendisi arasına sayısız araç istihdam etmiş haldedir. Bunlar da insanın kendisine ulaşmasına, kendi kendini bulmasına kanımca mani olmaktadır. Aracısız bir ilişkinin kendi insaniliğimizi daha yakından yaşamamıza imkan vereceğine inanıyorum.

Kanaatime göre İslam bize mümkün olduğu kadar yüz yüze, göz göze iletişimde bulunma imasında bulunuyor. Sünnet olan, elle yemek, insanın kendisiyle arasına aracı koymamak demek de olabilir. Hani derler ya, bir toplumun yarısından çoğu ruhsal bakımdan hasta olduğunda geri kalanlara hasta muamelesi yapılırmış. Böyle değil ama zaman zaman benzer durumlar yaşıyorum. Hatta bir seferinde farkında olmadan telefonumu soran gişedeki görevliye, özür dileyerek, bakın belki inanmayacaksınız ama cep telefonu kullanmıyorum, dediğimi, farkına vardığımda da “bir suç mu işledim ki böyle özür dileyerek konuşuyorum” dediğimi hatırlıyorum.

2000 sonrası doğan ve sosyal medya ortamlarında kendini bulan, kitaplara uzak ama bilgiye daha hızlı ulaşan bir kuşak var. Z kuşağı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Herkesin de kabul ettiği gibi bugün insanların toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini belirleyen artık dijital teknoloji ve onun sürekli değiştirerek yeniden ürettiği görüntü kültürüdür. Elbette ki bunun maddi bir temeli olduğundan bahsedebiliriz ama maddi olanın insan bilincini belirlediğine dair eskiden beri inanarak geldiğimiz bir tezse artık geçerliliğini yitirmiş durumda.

Kabul etsek de etmesek de dijital teknolojinin bugün şekillendirdiği yeni bir bilinç, insan ve toplum var. Büyük nispette de bunu Z kuşağı dediğimiz kesim temsil ediyor. Z kuşağının da içinde yer aldığı bu kesimi, sınıfsal bir kategori içinde düşünmek de mümkün değil. Dediğimiz gibi Z kuşağı en azından şimdilik elbetteki bir kuşak. Ama gerçek dünya ile ilişkisi asgariye inmiş bir kuşak.

Maddi anlamda değil, fakat bu kuşağı yine de dijital teknolojinin yarattığı paryalar olarak nitelendiriyorum. Gerçek paryadan farkları fiziksel olarak çalışmamaları ve mesken tuttukları yerlerinden nirvanaya ulaşacaklarına inanmalarıdır.

Çağdaş postmodern dediğimiz dünya içten içe değişen ama fiziksel olarak mevcudu muhafazaya çalışan bir dünya olmaya namzet. Z kuşağı zihinsel olarak sürekli değişen ama fiziksel olarak mevkisini değiştirmeyen bir kuşak olarak söz konusu çağla uyumlu bir insan modelini temsil ediyor. Öte yandan sözünü ettiğimiz dijital teknoloji ile beraber öğrendiğimiz başka bir şey de artık bilgi kaynaklarının çoğaldığıdır. Fakat diğer yandan bunun zengin ve derinlikli bir entelektüel düşünce yaratmadığını da görüyoruz.

Elbette ki şimdiye kadar saf bir şekilde şuna inanarak, daha doğrusu inandırılarak geldik: “Zengin ve derin bir entelektüel düşüncenin önündeki engel bilgi kaynaklarının yetersizliğidir.” Bu tez günümüzde çürümüş oldu. Bize düşen de şimdi havasın düşüncesine talip olmaktır. Ama bu açıktır ki internetten elde edilecek bir şey değildir.

2019’da yayınlanan “Kalbin Akletmesi” adlı kitabınızda –modern dönemde tasavvuf” başlığı ile tasavvuf konusuna genişçe yer verilmiş. Modern İslam düşüncesinde /modern düşünceden etkilenen İslamcılık hareketinde tasavvufun kayda değer olmadığını söylesek yanlış olur mu? Modern çağda yaşayan Müslümanlar olarak tasavvufu hayatımızın içinde nereye koymalıyız?

Kendini İslamcı kabul eden biri olarak kanımca İslamcı dediğimiz düşüncenin, anlayışın içine düştüğü ve bir türlü nasıl çıkacağını bilemediği yanlışlıklardan biri tasavvuf biri de yaptığı gelenek düşmanlığıdır. Arkasında koskoca bir tarihsel birikimin olduğu bu iki, en azından toplumsal gerçeklik, bir kere bu kadar kolayca bir kenara atılmamalıydı ve atılamaz da zaten. Bunun yanı sıra, İslamcı düşünce bunları entelektüel düzlemde zihinlerden ve gönüllerden çıkartarak esasında kendini çıplak hale getirdiğinin de farkında değil. Üstelik kendisi kadar bizi de o çok karşı çıktığı emperyalizm karşısında trajik bir şekilde savunmasız bırakmıştır.

Bunlar ortadan kalktığında nereye varmak istediğini” sorsak, verecek bir cevabın olduğunu sanmıyorum. Her şeye rağmen pratikte bunlar Müslümanın amellerini terbiye ederek inşa etmesini sağlayan sünnetten de bağımsız olmayan ve de bağımsız düşünemeyeceğimiz iki kaynaktır. Sahip çıkmak veya bunlarla beraber işe koyulmak elbette ki sizi modernlik karşısında biraz tutuk hale getirir. Gönlümüzün istediği gibi davranmamıza set çeker, yani öyle kuru, radikal sloganlar atmanıza imkan vermez. Müslüman kıyafetli siyasi militan olmanıza kolayca evet demez. Diğer bir ifadeyle, cami avlularını slogan sahası ya da ağlama duvarına dönüştürmenize izin vermez ama sizi cemaat yapar, bir cemaatin gücünün ne olduğunu dünya alem herkese gösterir. Dahası da var belki de ama en önemlisi sizi iman ve amel tutarlılığına davet eder ya da en azından bu tutarlılığa dikkat çekeceği gibi muhtemelen müslümanı da bugünkünden daha iyi yapar, daha kötü yapmazdı.

İslamcılığın gelenek ve tasavvuf karşıtlığı, unutmamak lazım ki bir cihetten de onun kapitalizm karşısında kabaran iştahının, önünün açılmasını da kolaylaştırmıştır. Bir zamanlar, kurtarıcı formül olarak sıklıkla, “müslüman her şeyin en iyisine layıktır” diyerek, nimet olarak gördüğü tüketim nesnelerine ulaşmasına kapı açmıştır. Bugün varmış olduğumuz yer zaten bunu açıkça gösteriyor.

Şunu da not edelim ki İslamcılık maalesef ne gelenek ne de tasavvuf üzerinde ferdi ve cemaat boyutuyla yeteri kadar düşünmüş sayılmaz. Toplumsal alışkanlıkları, edinilmiş davranışları gelenek zannetmiştir. Geleneği bilhassa olumsuzlamak için Kur’an’da geçen “esatir” kavramını kendinin anlamak istediği şekilde yorumlamış, bunu sürekli ileri sürerek kendini savunmuştur. Tasavvufa gelince burada da her şeyi bir yana iterek İbni Arabi’nin vahdet-i vücutçu olduğunu ileri sürerek işi geçiştirmeye çalışmıştır.

Bu eleştiri, burada kelamcıları tenzih ediyorum, ciddi bir eleştiri sayılmaz. Son iki asırdan beri tasavvuf ehlinin İslam coğrafyasının her yerinde verilen mücadelelerin liderliğini yaptığını nasıl görmezden gelebildiğini ise anlamış değilim. Hele onun insan hakkındaki entelektüel ufkundan ve bize devrettiği zengin birikiminden de söz etmiyorum.

Özetlersek, tasavvufla ilişkilendirdiğimiz için şu iki soruya cevap arıyorum: Nefsi ve Zihni olağanüstü derecede kışkırtılmış çağımızın müslümanı ve sonra da insanı kapitalizm karşında nefsini nasıl terbiye edecek ve bu belaya karşı nasıl bir duruş edineceğiz? Her anlamı içinde bizi şehvet tutkunu insanlara dönüştüren bu kapitalizme karşı, soruyorum: Kapitalizmin inşa ettiği insan olarak mı direneceğiz yoksa insan-ı kâmil olmaya çalışarak mı? İnandığım bir şey var ki ilkine yardım gelmeyecektir ama yine inandığım başka bir şey var ki ikincisine de Allah azze ve celle yardım etmek için o kullarını beklemektedir.

İkinci sorum da gayet anlaşılır ve kısadır: Irkçılık yüzünden mekanın aşırı şekilde mekanlaştırıldığı, insanın değil artık birey dediğimiz varlığın nano-teknoloji misali aşırı şekilde atomize olduğu çağdaş post modern zamanlarda İslamın beşeri dünyasının kurucu ifadesi olarak nasıl cemaat halinde geleceğiz? İnsanları nasıl ve ne ile bir araya toplayacağız? Diğer bir ifadeyle, kurucu temel olarak İslam’ın öngördüğü beşeri dünyayı teşkil eden ya da temsil eden cemaat olma çabasını nasıl pratiğe dökeceğiz? Geleneği olduğu gibi tasavvufu da eğer İslam’a aykırı tarafları varsa sünnetle test edebilir, ehlinin ellerinde ayıklamaya tabi tutabiliriz. Fakat kanaatim odur ki sünnet yürürlükte oldukça hiç kimse, bunları yok saymak için kendine meşruiyet zemini bulamaz.

Abdurrahman Arslan’ın günlük okuma-yazma rutini nasıldır? Romanla, şiirle aranız nasıl? Kimleri beğenirsiniz? Ne tür okumalar yapıyorsunuz, merak ediyoruz.

Uzun zaman oldu ki roman okumadım. Seneler evvel, en son okuduğum roman Tutunamayanlar olmuştu. Şiiri severim ama şiirden anladığımı söyleyemem. Dergilerde gördüğümde de okumadan edemem. Aktüel olanı çok takip eden biri değilim. Daha ziyade yazmaya çalıştığım konularla ilgili kitaplar okumaya çalışıyorum. Uzun sayılacak bir zamandan beri kültür hakkında yazmaya çalıştığım bir yazı var. Dolayısıyla daha ziyade bu konuyla ilgili kitaplar okumaya çalışıyorum. Kusura bakmayın, bu yüzden de bir tavsiyede bulunamıyorum.

1 Yorum
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
trackback

[…] kuşağı’, aile ve tasavvuf gibi hem güncel hem de temel konular üzerine Sema Başaran, Yeni Pencere için bir röportaj […]

Haberler

Ateşkes Süreci, Gazze’yi ve Direnişi Nasıl Etkileyecek?-III

Yayınlanma:

-

Gazze’de ilan edilen ateşkesi, ateşkese giden süreci, ateşkes sonrası muhtemel gelişmeleri Aksâ Tûfânı boyunca sahada aktif mücadele içinde de yer alan Filistin dostları, Yeni Pencere için değerlendirdi. Değerlendirmelerin üçüncü bölümünü ilginize sunuyoruz.  

Emre Tekinkaya:

Gazze’de iki yıldır süren insanlık dışı saldırıların ardından ilan edilen ateşkes, kâğıt üzerinde bir “barış” havası estiriyor olabilir fakat bu sürecin ardında, Direniş’i tasfiye etmeye, mazlum bir halkın iradesini törpülemeye yönelik ince bir plân yatıyor. Bugün Gazze halkı, yıkılmış şehirlerinin enkazı altında nefes almaya çalışırken dünya sahnesinde bambaşka bir oyun sahneleniyor: “barış” adı altında teslimiyet, “diplomasi” kisvesi altında da normalleşme…

Gazze halkı ve direnişi, iki yıl boyunca Siyonist-emperyal düzene karşı büyük bir meydan okumayla durdu. Evleri, hastaneleri, okulları, camileri yerle bir edilen bu şehir, bütün bu yıkıma rağmen teslim olmadı fakat şimdi masaya oturanlar o direnişin öznesi değil; aksine, o direnişi yalnız bırakan, hatta zalimlere de doğrudan ya da dolaylı destek veren bölge aktörleri… Bu yüzden bugünkü ateşkes, Gazze halkının zaferinden çok, Müslüman ülkelerin utancını perdelemeye hizmet ettiği izlenimini veriyor.

İki yıl boyunca Müslüman ülkelerin çoğu, “kınama” açıklamaları dışında neredeyse hiçbir şey yapmadı. Kimi ekonomik çıkarlarını korumak uğruna İsrail’le ilişkilerini sürdürürken kimisi sessiz kaldı, kimisi de “denge politikası ve reelpolitik” bahaneleriyle zulmü görmezden geldi. Oysa bu sessizlik sadece siyasi bir tercih değil, tarihi de bir vebaldir! Gazze bombalanırken İsrail’in enerji hatları, liman bağlantıları, ticaret yolları Müslüman coğrafyanın içinden işlemeye devam etti. Bu tablo, ateşkes masasında kimin gerçekten Gazze halkı için, kimin ise kendi iktidar ve çıkarlarını korumak için oturduğunu açık biçimde ortaya koyuyor.

Bugün ‘Gazze Barış Plânı’ adıyla gündeme getirilen önerilerin çoğu, sahadaki kazanımları masada eritmeye yönelik ve birçok risk içeriyor. Bu plânlar, Filistin halkının meşru savunmasını “terör” söylemine dönüştürürken, İsrail’in işlediği soykırımı meşrulaştırıp elini güçlendiriyor. Dahası, Direniş’i temsil eden unsurları tasfiye etmeyi hedefliyor. Sürecin arkasında ise yine aynı senaryo var: Bölge ülkeleri, Amerika’nın çizdiği çerçevenin dışına çıkmıyor ve çıkmaya da çalışmıyor. Ne yazık ki bu toprakların kaderini halâ halkların iradesi değil, küresel güçlerin ve işbirlikçilerinin menfaatleri belirliyor.

Ruhullah Sinan Tenşi

Gazze Mektebi: Bir Direnişin İnsanlığa Aynası..

İnsanlık tarihi, zalim ile mazlum çatışmasının örnekleriyle doludur. Hâbil ile Kâbil’den başlayan adalet mücadelesi, tarih boyunca nice mücadelelere sahne oldu. Her mücadele kıssası, insanoğlu için birçok ibret ve ders barındırıyor ancak modern dönemde gerçekleşen bu mücadeleler içerisinde 7 Ekim bir milattır.

Yıllar boyu bir açık hava hapishanesinde yaşayan bir halk, 7 Ekim’de güçlü bir kıyama kalktı. Bedelleri ağır olsa da insanlığa asırlar boyu yetecek nice dersler verdi. Düşmanınız ne kadar güçlü ve hain olsa da onurlu bir mücadelenin, güce karşı inanmışlığın, imkânsızlıkların inanç ve motivasyonla nasıl bir kuvvete dönüştüğünün dersini tüm insanlığa armağan etti. Dost görünenlerin hıyanetini ayan beyan ortaya sererken ağzı Filistin’den yana olup kalbi ve cebi Siyonizm’le birlikte olanların ise maskelerini bir bir düşürdü.

“Gazze bir mekteptir.” dedik ya;
Gazze, devlet denen organizasyonların hiçbir insani kaygı taşımadığını; varlığını muhafaza etmek adına kirli olan her türlü iş birliği ve ikiyüzlülüğe tevessül edebileceğini bir kez daha insanlığa öğretmiş oldu. Bununla birlikte devletlerin ikircikli tutumları veya açıktan kötülüğe hizmet etmesinin karşısında, sivil ve vicdanlı insanların ayağa kalktığında hiçbir otoriteye boyun eğmeden hakkın ve hakikatin yanında nasıl konumlanabileceğini de insanlık hafızasına kazımış oldu. Sumud filosu ve iktidarların güdümünden sıyrılabilen sivil eylemler, bu teze en güzel örneklerdir.

“Sivil eylemler” diyorum çünkü iktidarın ve hatta iktidar güdümündeki “STK” denen yapıların düzenlediği eylemlerin, toplumların gazını almaya ve iktidarın günahlarını meşrulaştırmaya nasıl da hizmet ettiğini “Gazze Mektebi” sayesinde öğrenmiş olduk!

Gazze ve Filistin üzerine binlerce makale ve kitap yazılabilir, yüzlerce film çekilebilir, konferanslar verilebilir lâkin hiçbirisi, 7 Ekim’den bu yana yürütülen mücadelenin sonucunda gelinen noktada, sahada olduğu gibi masada da elde edilen başarı öyküsünü; bu öykünün kahramanları kadar anlatamaz.

Bunca yıkımın ardından, şer güçlerin dayattığı 20 maddelik plân karşısında da Gazze’nin kahramanları boyun eğmedi. Büyük Şeytan ABD ve yavru şeytan İsrail, birçok dünya devletini arkasına almasına rağmen ne askerî ne de siyasî olarak mutlak bir başarı elde edebildi; asıl hedeflerine ulaşamadı.

Bu nedenle “Gazze Mektebi”, gücünüzün ne olduğunun hiçbir önemi olmadan inanmışlık ve ihlâsla verilen bir mücadelenin sonunda Allah’ın yardımının nasıl geldiğini insanlığa pratikte öğretmiş oldu.

Bundan sonraki süreçte Gazze, bir mektep olmaya devam edecek gibi görünüyor çünkü savaş son bulsa bile insanlığın vicdanında yankılanan sorular hâlâ cevapsız.

Artık Gazze yalnızca bir direnişin adı değil, modern dünyanın ahlâkî çöküşünü belgeleyen bir laboratuvardır. İnsan hakları söylemini dillerinden düşürmeyen Batı’nın, ekonomik çıkarlar ve jeopolitik hesaplar uğruna nasıl bir sessizliğe gömüldüğünü bütün çıplaklığıyla gösterdi.
Bir yanda “medeniyet” iddiasındaki devletlerin, çocuk cesetleri üzerinden siyaset ürettiği bir çağ; diğer yanda taşla, imanla, onurla direnen bir halk…
Gazze, bu tezatın tam ortasında insanlığın vicdanına ayna tuttu.
Bu aynada kimimiz kendi korkaklığını, kimimiz ikiyüzlülüğünü, kimimiz de hakkın yanında durmanın bedelini gördü.
Belki savaş bitecek, ateşkesler imzalanacak, sınırlar yeniden çizilecek ama Gazze’nin sorduğu o temel soru insanlığın yakasından kolay kolay düşmeyecek:
Adaletin tarafında mıydınız, yoksa konforunuzun mu?

İsmail Duman:

Gazze’deki ateşkes sürecini birkaç veçheden değerlendirmek gerektiği kanaatindeyim.

Öncelikle, Siyonist rejimin Gazze’yi tamamen ele geçirmek, Hamas’ı yok etmek ve rehineleri geri getirmek gibi hedeflerine büyük ölçüde ulaşamadığı bir vasatta bu ateşkes sürecinin cari olması görece bir kazanımdır fakat Direniş’e somut destekler sunmak ve soykırımcıya doğrudan yaptırımlar uygulamak yerine emperyalistlerin masasına oturmayı bir kurtuluş yolu olarak seçen kimi Müslüman ülkelerin, Gazze’deki insani dramı da bahane ederek Hamas üzerinde kurdukları baskı, Direniş’in kazanımlarını uzun vadede riske atacak olan tehlikeli maddelerin ateşkes metnine girmesine neden olmuştur.

Ateşkes anlaşmasının ilk aşamasında gündeme gelen rehinelerin serbest bırakılması ve Gazze’de yönetimin devri konuları, Hamas ve diğer direniş grupları açısından zaten uzun zamandır kabul edilen başlıklardı. Bu bağlamda, esas kritik süreç ikinci ve üçüncü aşama görüşmelerde yaşanacaktır. Zira, Direniş gruplarının silahsızlandırılması, Barış Konseyi ve Uluslararası İstikrar Gücü gibi konular, buralarda tartışılacak. Hamas, İslami Cihad, FHKC ve diğer Direniş gruplarının silahlarını bırakmama konusunda net olduklarını biliyoruz ancak İsrail’in geri çekildiği sınırların değişkenlik göstermesi ihtimali, Gazze içerisinde görev alacak olan Müslüman ülke kuvvetlerinin ABD plânına mugayir hareket etme cesaretinden yoksun olmaları ve Filistinli rehine listesinde El-Fetih’te, Hamas’ta ve diğer Direniş gruplarında mücadeleyi yeniden örgütleme potansiyeli olan isimlerin yer almaması yönündeki girişimler ya da listede yer alanların Batı Şeria’ya sürülerek kontrol altında tutulması düşüncesi, Gazze’deki Direniş grupları açısından önemli handikaplar doğurmaktadır.

Bu noktada Türkiye, Katar ve Mısır’ın Hamas üzerinde uyguladıkları baskı kadar Direniş’in silahlarına sahip çıkacak bir iradeyi ortaya koymayacakları da aşikâr. Dolayısıyla, ateşkes görüşmelerinin ikinci ve üçüncü aşamalarını ABD, İsrail ve Batılı ülkeler, Filistin davasını sönümlendirme hedefi bağlamında ele alırken “Gazze’deki soykırıma son verdikleri” retoriğiyle zafer nâraları atan garantör Müslüman ülkeler ise Filistin Devletinin kurulması yönünde kaçınılmaz bir süreç olarak kurguluyorlar. Tabii bu ülkelerin garantörlük vasfında tek dayanaklarının ABD Başkanı Trump olduğunu hesaba kattığımızda ve İsrail’in hiçbir kural tanımadan başvurduğu ihlallerin yaygınlığını göz önünde bulundurduğumuzda hem ateşkes sürecinin hem de hayali kurulan barış ortamının oldukça kırılgan bir zemine sahip olduğunu söylemek mümkündür.

Diğer yandan, bu kadar riskli bir metne Direniş gruplarının neden imza attığını izah etmek de önem arz etmektedir. Öncelikle, Hamas ve İslami Cihad başta olmak üzere tüm Direniş gruplarının destansı bir mücadele verdiğini bir kez daha zikretmek gerekiyor. İsrail’in 2 yıl boyunca süren tüm saldırılarına ve katliamlarına rağmen Direniş’in teslim olmaması, tünellerdeki işleyişi devam ettirme kapasitesi ve azalan cephanelere rağmen destansı operasyonlara imza atması, Filistin coğrafyasında direniş düşüncesinin ne denli kök saldığını bir kez daha göstermiştir. Ancak bu Direniş gruplarının 7 Ekim’de Aksâ Tûfânı Operasyonu’na başvururken hesap edemedikleri en önemli nokta, Müslüman ülkelerin reaksiyonları olmuştur. Zira, devlet bazında sadece İran’ın, devlet dışı aktörler bazında ise Lübnan, Yemen ve Irak’ın verdiği destekler dışında Müslüman ülkelerin önemli bir kısmı retoriksel dayanışma açıklamalarıyla yetinmiş, diğer bir kısmı ise İsrail ağzıyla direnişi mücrimleştirme yolunu tercih etmiştir. Yine, daha önce belirttiğimiz gibi, bu devletlerin hemen hepsi somut yaptırımlar uygulamaktan çekinmiştir.

Böyle bir atmosferde siyonistlere ve emperyalistlere karşı mücadele veren Hamas ve diğer gruplar; Gazze’deki oldukça zor şartlarda yaşayan halkın bu durumu sürdürebilme kapasitesinin azaldığını fark etmesinin yanı sıra retorik destek veren Türkiye ve Katar gibi ülkelerin imza baskısıyla da karşılaşınca, ateşkese zımnen “tamam” demek durumunda kalmıştır. Az önce ifade ettiğimiz maddelerdeki risklerin farkında olan bu gruplar, gelişmeleri sürece yayarak zaman kazanma stratejisi takip ediyorlar. Benzer bir politikayı, uzun yıllardır Hizbullah, Lübnan’da silahsızlandırma gündemi bağlamında takip ediyor. Elbette Filistin’deki şartlar Lübnan’dakine nazaran daha kötü fakat her şeye rağmen Direniş gruplarının bu stratejiyi Hizbullah ve diğer direniş cephesi bileşenleriyle masaya yatırmadan kabul ettiğini söylemek çok doğru olmayacaktır. Diğer bir ifadeyle reel politik şartların çok zorladığı durumlarda, pragmatizm batağına düşmeden ideal politik ile reel politik arasında bir denge kurmak bölgedeki İslamî hareketlerin önemli manevra alanlarından birini oluşturmaktadır. Elbette bunun çok büyük riskleri de vardır ancak hiçbir ülkenin kılını kıpırdatmadığı ve hatta tersinden baskı uyguladığı bir vasatta, Hamas’ın ve diğer Direniş gruplarının bu riskleri neden aldığını sorgulamak yerine, bu grupları sonuna kadar desteklemek, şartlarını anlamak, onlara güvenmek ve en önemlisi yollarını dirayetle sürdürmeleri için bol bol dua etmek gerekmektedir.

Son söz olarak; ateşkesi şu anda bütüncül olarak değerlendirmek için hâlâ daha erken ama görünen fotoğrafları masaya yatırıp projeksiyon çizerek önlemsel düzeyde söylemler geliştirmek önem arz etmektedir. Umudumuz, Aksâ Tûfânı’nın dünya siyasetinde işaretlendiği bu dönüm noktasının, Filistin direnişinin geleceği açısından da güzel kapılar açması ve Mescid-i Aksâ başta olmak üzere tüm Filistin’in özgürleşmesidir.

İsa Ensar:

Gazze ateşkesi, ödevimize verilen bir ek süre!

7 Ekim’de parlayan hakikate göstermemiz gereken sadakat ödevi çağın insanı için bir yol gösterici, anlam verici. Bu anlam etrafında dünya çapında milyonlar birleşti. Direniş ipine tutundu. Çok yetersiz bir tutunma oldu ama bu kadarı bile Gazze halkının direnişiyle birleşmeyi başardı. Müstekbirler masaya oturmak zorunda kaldıysa bu en başta mücahitlerin ve Gazze halkının azmi ama biraz da direniş ayetini işitenlerin ayete itaati ile oldu.

Gazze çok büyük acılar yaşadı. Bebekler, kadınlar, gençler, yaşlılar, erkekler, gazeteciler, bakkallar, öğretmenler, şairler, mühendisler, anneler, babalar, yurdunu savunanlar katledildi. Evler, okullar, hastaneler, camiler, kiliseler yıkıldı.

Ülkeler savaşır, iç savaşlar yaşanır. Güçlü ülke zayıf ülkeye, zalim diktatör halkına zulmeder. İktidar sahipleri nifak sokar, çıkarları için kaostan ve kandan beslenir. Bunlar tarih boyunca olmuştur.

Filistin ise acıların, ölümlerin ötesinde, çağın ruhunu, direnişini taşıyan bir cephe.

Filistin, kapitalizmin ve sömürgeciliğin bir halkı yok edebileceğine, dilediği yerde dilediği devleti kurabileceğine, gerekli her mevkiye işbirlikçi atayabileceğine olan güveni ile önce bir halkın sonra tüm insanlığın karşı karşıya geldiği yer… Yani bu, yeryüzünde kibirle yürüyenlerle zayıf bırakılmışların savaşı.

Gazze, bu savaşı en çıplak hâli ile gözümüze soktu, direniş ayetini duymaktan kaçamayacağımız şekilde okudu. Artık bu an olmamış gibi yaşayamayız. Mesela artık insan hakları bizi koruyacak zannedemeyiz; bir soykırımın olmayacağını, insanlığın “ilerlediğini” varsayamayız. Filistin’i ele geçirmek isteyenlerin emeğimizi, dağımızı, deremizi, şehrimizi ele geçirmek istemediklerini de düşünemeyiz.

Ancak bir önemli nokta daha var. Artık çaresizliği kabul edemeyiz. Gazze bir yol bulunabileceğini, duvarın delinebileceğini gösterdi. O gün bütün duvar sahipleri titredi. Bu kadar kanı bu yüzden döktüler ancak ne esirleri bulabildiler ne Gazze’yi teslim alabildiler. Gazze çaresizliği kabul etmek zorunda olmadığımızı bir kere daha böyle göstermiş oldu. Devletleri ve sermayeyi zorlayan her bir slogan, boykot edilen ürünler, işbirlikçileri ürküten her bir eylem çaresizliği reddetmenin bir cüzünü yerine getirdi.

Çaresizliğimize mi, iktidar sahiplerine mi yoksa Gazze’de nazil olan ayete mi sadakat göstereceğiz? Bundan sonra bu, insanlık için en önemli soru olacak.

Ateşkes bizim için Gazze’yi ve şahit olduğumuz ayeti unutmanın bir vesilesi de ödevimizde eksik kalan yerleri tamamlamak için tanınmış bir ek süre de olabilir. Unutalım diye ellerinden geleni yapacaklar lâkin bu ek süreyi Gazze liderliğindeki direnişi daha da kuvvetlendirmek için kullanmaktan başka çaremiz yok, kendi kurtuluşumuz için.

Hüseyin Alan:

Gazze’de ateşkesin düşündürttükleri…

75 yıllık işgalci bir devlet var, uluslarası alanda tanınmış, neredeyse tüm devletlerin desteğine mazhar olmuş bir İsrail var; karşısında toprakları/ülkesi işgal edilmiş, insanları toplama kamplarına mahkûm edilip katliama tabi tutulmuş, bağımsız iktidarları ellerinden alınmış “bir toplum” var ve uluslararası sorumluluğa ve haklara sahip değil! “İki devletli çözüm” önerisinde olduğu gibi ordusuz, ülkesiz, direnişçilerinden yoksun yöneticileri olan bir çözümse çözüm değil!

Son ateşkeste olduğu üzere savaşan iki ordudan söz edemeyeceğimize göre, İsrail’in plânlarına uygun ateşkesin de taraflar arasında değil aracılar vasıtasıyla ve şartların dayatmasıyla gerçekleştiğini düşünüyorum.

Son katliamda yapılan “ateşkes” kararı, küresel vicdanı harekete geçirdiği, psikolojik ve ahlâkî mazereti kaybettiği için geçici bir molaya; onca yaptıklarını ateşkes ilanıyla unutturmaya mecbur kalmış İsrail’in istediği koşullarda gerçekleşiyor.

Ateşkesin bir tek olumlu yanı geçici de olsa bir süreliğine Gazzelilerin nefes almasına imkân sağlayacak olması.

İsrail’e güvenilmeyeceğini dünya âlem bilir: İsrail’in siyasi hedefinde yalnızca Filistin’in ilhakı olmadığı da bilinir.

Hamas’ın ateşkese ikna edilmesi geçici bir rahatlığa yol açsa da bu yanıyla elbette sevindirici olsa da Ayçin Kantoğlu’nun 7 Ekim sonrasında Gazzelileri kastederek dediği “İslam mevcut insan müktesebatından memnun değil, kendisine yeni bir insan bakiyesi devşiriyor korkarım.” tespitindeki hakikate, Direniş’in harekete geçirdiği insanlığın vicdani tepkisine halel gelmemesini umarım! Ateşkesin sağlayacağı geçici “zafer” kadar Gazzelilerin ve kollektif direnişin, insanlık ve İslam nâmına başlattıkları kıvılcımın bu ateşkesle söndürülmemesi de önemli.

Fevziye Şenoğlu:

Gazze’de sadece ateşkes oldu. O da şüpheli. Hiç kimse haklı olarak İsrail’e güvenmiyor.

Biz 8 Ekim 2023’te başlayan Aksâ Tûfânı için “Onurlu, başarılı bir savunma, zaferdir!” dedik; “Nihâî zaferin büyük bir adımıdır.” dedik. “Şimdi bizler için geçmişe bir tövbe, istiğfar gerekir; bugüne bir duruş, geleceğe bir plânlama gerekir.” dedik. Bu minvalde her gün ama her gün çalıştık. Aksâ Tûfanı’nın onurunu, nurunu paylaştık Çalışmalarımız bizi hiç tatmin etmese de… Çünkü savaşın muadili bir şeyler yapamadık!

Ateşkes süreci, teyakkuz hâlinde çalışacağımız bir süreç olmalı. Şu anda Direniş güçlerinin ve halkın sahada kazandığı şeyler masada kaybettirilmeye çalışılıyor. Bugün Mısır zirvesi var. Kurtlar sofrası kuruldu. Gazze’de barış, güvenlik adı altında ABD ve işbirlikçileri oraya yerleşmek istiyor. Bu plânların farkında olup karşısında durmaya devam etmeliyiz.

Yaptığımız çalışmalar; Gazze’ye yardım ve destek değil, kendi kulluk sorumluluğumuzdur!

Zîrâ Gazze bilinci, kıble bilinci; kıble bilinci de yön bilincidir. Aksâ’nın gösterdiği yön, hayatın sahibi Allah’a teslimiyet yani tevhid bilincidir. Aksâ Tûfânı, bir hak-batıl savaşı… Safları netleştirme, saflaştırma ve sıkılaştırma zamanıdır! Ateşkeste bunu daha iyi yapabiliriz, yapmalıyız.

Sadece ateşkes oldu yoksa İsrail yerinde durmuyor. Mescid-i Aksâ işgal altında, bütün Filistin işgal altında! Aksâ Tûfânı; izzetli, onurlu halkların özgürlük sevdasını, direnişi şu kirli dünyaya gösterdi. Ona selam olsun!

Savaş devam ederken bir gün o kadar üzüldüm ki çaresiz kaldım. “Allah’ım, üzüntüden hasta olsam, ateşim yükselip ölsem, acaba sen beni affeder misin?” dedim. Tekrar bu duruma düşmemek için plânlama içindeyiz. İnşallah daha çok çalışacağız. Aksâ Tûfânı’na şükranlarımızı sunuyor ve Allah’a hamd, peygambere salat ediyoruz.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Nevzat Güngör: “Yazmasaydım direnemezdim”

Yayınlanma:

-

Yazar Nevzat Güngör ile hayatı, yazarlık serüveni, eserleri, öykü ve roman türlerine bakışı üzerine konuştuk. Baştan ayağa direniş kesilmiş ve adeta imkansızın içinden çıkagelmiş biri kendisi. İddialı mı oldu? Röportajı okuyanlar karar versinler buna. 

 

Üç öykü kitabının ardından 2014 yılında ilk romanınızı yayınladınız. Özgür Ölüler, Ömer Türkeş’in editörlüğünde Ahmet Büke tarafından yayına hazırlandı ve Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Aradan 11 yıl geçtikten sonra, bu yıl içinde Körünoğlu, Kerbela ve İsimsiz ve Melek adıyla üç roman daha yayınladınız. Hızlı bir yıl ve sıkı romanlar. Kim bu yazar Nevzat Güngör? Kitapların künyesinde verilen bilgilerin ötesinde sizi tanıyabilir miyiz?

Aslında çok zor bir soru sordunuz. Kim olduğuma tam anlamıyla bir cevap verip veremeyeceğim elbette tartışmalı bir konu. Hem ayrıca kim olduğuma dair düşünce ve görüşlerimin, beni iyi tanıyanların düşünce ve görüşleriyle çelişebileceğini de belirteyim.

Kim olduğumu nasıl ifade edebilirim? Bir yazar dersem elbette bu yetersiz kalacak. Otuz yıl cezaevinde kaldıktan sonra tahliye olan eski bir tutsak dediğimde de aynı şey yaşanacak. Kimlik, çoğunlukla kişinin insan boyutunu tümden kapsama noktasında yetersiz kalabilmektedir…

Resmi kayıtların aksine on yedi yaşındayken siyasi nedenlerle tutuklandım. ‘90’ların Türkiye’sinin gençliğime denk gelmesi belki de yaşadığım en büyük talihsizliktir. Devlet Güvenlik Mahkemelerinde sözde bir yargılanmaya bile tabi tutulmadan müebbet hapis cezasına çarptırıldım.

Cezaevi, bir tür yeryüzü cehennemidir aslında. Cezaevine düşmek ise, kör ve de dipsiz diye tanımlanan kuyuya düşmekle birdir. Bu kuyuda otuz yıl yatmak ise imkânsız diye tanımlanabilecek bir şeydir. Nitekim ben de bu kadar zaman boyunca yatacağımı düşünemediğimden ya delireceğim ya da öleceğim diyordum. Bir ömür haksız hukuksuz şekilde nasıl dört duvar arasında geçirebilirdi ki? Buna hangi yürek dayanırdı…

Ama hayat işte…

Delirmemek için kendimi kitaplardan o dünyaya gömdüm. Bu kendi özgür irademle seçmiş olduğum biricik mecburiyet, yani kaderimdi! Beton ve demirden duvarlar arasında tutsakken, cümlelerden o dünyada ise özgürdüm artık. Etrafımda kitaplardan bir duvar örmüş ve duvarın benim bulunduğum tarafında ise bambaşka bir dünya yaratmıştım. Sonra işte ‘Bu ömür neden boşa harcansın’ diye düşünmeye başladım. Boşa harcanan bir ömür, kendi ölümünü anı anına seyretmek demekti. ‘Derdimi paylaşmalıyım’ ve de ‘acaba acımı hafifletebilir miyim’ sorusu hiç susmayan bir yaraya dönüşünce de yazmaya başladım. Bu o kadar da kolay bir şey değildi ama. Türkçe yabancı dildi benim için. Öğretmen dayağıyla öğrenilen, devletin resmi dili. Türkçe bir mektup yazmak bile işkenceydi. Çünkü yazmaya başladığımda, o dile ruhumu ve yüreğimi de katmak zorundaydım. Bu sürece ‘Türkçe ile barışmak’ diyebilirim. ‘Türkçe ile mecburen barışmak.’ Dayak, acı ve resmiyetin aşağılayan yüzüyle öğrenilen bir dilin aşk, sevgi ve umudun diline dönüştürülmesi yani…

Öyle elbette, bir dilde yazacaksanız o dili çok iyi kullanmak zorundaydınız. Hatta daha da ötesi, o dili kanat haline getirerek ruhunuza takmalıydınız. Benim ise buna gerçekten hiç niyetim yoktu. Kürtçe yazmak ise yasaktı. Hem Kürtçe sadece bir konuşma diliydi benim açımdan. Onu yazı dili haline getirmek için dilbilgisinin bütün düğümlerini çözdükten sonra ağzına kadar doldurulmuş kelime hazinesinin gölgesinde kılı kırk yararak kağıdın yüzüne nakşetmem gerekiyordu. Hadi diyelim bunu yaptım, cezaevi idaresinin gerçekleştirdiği aramalarda ‘bilinmeyen bir dilde yazılmış yazılar’ denilerek el konulduğunda, yapacağım tek şey, buruk bir öfkeyle  havalandırmada bir sigara yakıp bakışlarımı gökyüzüne dikmek olacaktı.

Yani yürünecek bir tek yol vardı: Türkçe.

O yolu yürümeye başlayarak yazmaya başladım. Edebiyatçı olmak değildi amacım. Kendime yazıyordum. Kendi kendime! Kendime kendimi anlatıyor, kendime kulak verirken de kendi derdime ortak oluyordum. Geçmişimi döküyordum önüme. Görmek için bakıyor, sonra ‘demek bunları yaşamışım ha!’ diye mırıldanıyordum. Sonra bakışlarımı duvarın, tel örgülerin, yani tutsaklığımın ötesine dikerek dışarıyı, yani özgürlüğü görmeye çalışıyordum. Acıyla inleyen bir yürekten doğan o belli belirsiz inlemeyi duymak için ise gözlerimi kalemimin ucuna dikip bekliyordum. Bekliyor ve yazıyordum. Elbette ilk yazdıklarım berbat şeylerdi. Sonradan yazdıklarım da. Ama kimin umurundaydı bu. Yazmış olduğum o öykülerle cezaevinden firar ederek özgürlüğe dokunmuştum her seferinde. Bundan daha değerli ve de güzel bir şey var mıydı acaba?

Sonra…

(Hep bir sonra vardır işte!)

Sonra zindan adlı değirmende öğütülmemeye çalışırken devletle birlikte diğerlerine karşı da ruhumu ve de yüreğimi korumalıydım.

Sait Faik Abasıyanık ‘Yazmasaydım delirirdim’ demiştir. Hassas bir yürek açısından bu, çığlık atmak gibi bir şey olsa gerek. Ben ise o dört duvar arasında ‘Yazmasaydım direnemezdim. Yazmasaydım, ben ben olmazdım’ diyorum.

Evet, yazdım. Kötü şeyler yazdım çoğunlukla. Ama dört duvara, demir parmaklıklara, yani bütün o şeylere inat gülümsemeyi de başarabildim. Kelimelerden kanatlarım vardı artık. Kelimelerden bir kalenin içindeydim. Kelimelerden bir dünyanın özgür yurttaşı. Kendi kalemimle yarattığım insanlarla birlikteydim. Daha da ötesi o kalemle kendimi de yazmakla kalmıyor kendimi de büyütüyordum. Dört duvar arasında kalmak bir tür geçmişsizliğe mahkûm olmak demektir. Düşünün, hayal edin, on yıl, yirmi yıl boyunca bir odada kapalı halde kalıyorsunuz. Bir geçmişiniz olur mu? Zaman, sizin için tekrarların yarattığı bir tür zamansızlık haline dönüşmeyecek midir? İşte ben de kendime yazarak bir geçmiş yaratmaya çalıştım. Neredeyse kalemimle kendimi de kurgulayarak eklemeler ve çıkarmalar yapıyordum. Rüyalarımda bazen yazmış olduğum romanların ya da öykülerin kahramanlarını görürdüm. Uyanıp da havalandırmaya gittiğimde ise, o kahramanlarla volta attım. Yani yazmakla sadece özgürlüğü onlardan çalmadım, şu anki beni de kalemimle ‘yarattım.’

Otuz yılın yarısı tamamen yazmakla geçti diyebilirim. İyi, iyi ki de böyle oldu…

Yayınlanış sırasına bakılacak olursa edebiyata öykü yazarak başladınız. Öykü, romana geçiş için bir köprü vazifesi mi gördü sizin için? Her iki türde eseler vermiş bir yazar olarak bu türleri nasıl görüyorsunuz, kendinizi hangisine daha yakın veya ait hissediyorsunuz?

Yazmaya öyküyle başladım. Bu bir tercih değildi. Neredeyse kendiliğinden olan bir şeydi. Ne öykünün nasıl yazıldığını biliyordum, ne de buna dair bir okuma yapmıştım. Anlatmak ihtiyacı kendini öykü biçiminde dışa vurmuştu. Kaç yıl boyunca da hikâye, yani öykü yazdım. Çoğu elbette kötüydü. Ama işte ‘ustalığa’ ulaşmak için acemiliğin o uzun mu uzun yolunu sabır ve inatla yürümek gerekiyordu. Ki, hala o yolu yürüdüğümü de düşünüyorum…

Romana geçmek öyle bilinçli bir tercih değildi. Ya da bir sabah kalkıp ‘artık roman yazmalıyım’ demedim. Ayrıca öykü, romana geçmek için kullanılan bir köprü de değil. Her ikisi de ayrı birer tür.

Yeni bir öyküye başlamıştım, biraz uzun olacağını tahmin ediyordum. Yapmış olduğum taslakta  sonuç bölümü kaç cümleyle özetlenmişti de. Yazmaya başladım başlamasına da, ama bir türlü bitiremedim. Öykü kahramanım kalemime karşı direniyordu. Neredeyse kendi kendinin yazarı konumuna gelmişti. Direndim ama. O da direndi. Müdahale etmem metni sakatlayacak, kendi öykü kahramanımın katili olmama yol açacaktı. Elimde kurgu bir cesetle ne yapabilirdim ki? Direnmekle kalmıyor, yepyeni kelimelerle dünyasını büyüttükçe büyütüyordu da. Onu takip etmekten başka yapacak bir şey var mıydı? Onlarca sayfa yazdığımda ise, elimdeki metnin bir öykü olmadığını, farklı bir şeye dönüştüğünü, o sınır çoktan aşarak romana doğru gittiğini anlayınca da, ‘İşte şimdi bir roman yazmak zorundayım’ diye düşünmüştüm.

Yani biraz ‘kendiliğinden’ olan bir şeydi. Metin, kendisine bir form belirlemiş ve hiçbir tereddütte yer bırakmayacak şekilde tutup önüme de koymuştu. Yine el yordamıyla dayatılmış olanı yapacaktım. Metnin kurgusunu yeniden gözden geçirdikten sonra yazdıklarımı tekrardan okudum ve hayatımın ilk romanını bitirmek için kalemime uzandım….

İlk romanım, elbette kötü bir metindi. Şimdi karşıma çıksa, belki de başımı önüme eğip ona selam vermeden geçip giderim. Ama iyi edebiyat kapsamında nitelikli ürünler vermek için bir sürü kötü şey yazmak gerekiyor. Buna ‘pişmek’ denebilir. ‘Olgunlaşmak’. Yani çocukluğun ve gençliğin yıllarını arkada bırakmak…

Öykü, yüz metre koşusu, roman ise maraton. Öykü yazarının silahında tek kurşun vardır ve ateş ettiğinde okuyucuyu kalbinden vurmak zorundadır. Roman ise, içi her türlü silahlarla dolu cephaneliktir. O çok bilinen örneği de vereyim: Öykü, ringe çıkan boksörün rakibini ilk saniyelerde tek yumruklarla nakavt etmesi ise, roman, onlarca raunt süren bir boks karşılaşmasıdır. Öykü aşk, roman sevgidir…

Öykünün kendine ait zorlukları vardır elbette: Çok az kelime ve boşluklarla okuyucuyu yüreğinden yakalamak mesela… Tek fazla kelime o öykünün kanatlanıp uçmasını engeller. Romanda ise, bazen bir evren yaratmak ve o evreni ‘yeni’ şeylerle doldurmak zorundasınızdır. Yan karakterlerle birlikte onlarca kahramanınız vardır ve her birinin hangi gün ne giymesi gerektiğini bile netleştirmek zorundasınızdır.

İnsan, ‘yaratıcılığın ve ifadenin varlığı’dır. Duygularını, korkularını, sevinçlerini, trajedilerini taşa, sese, renge, beden hareketlerine döken bir varlıktır. Edebiyat, onun dünyayı algılama, yorumlama ve ona kattığı estetik değerdir. İnsan, kurgunun ve metaforun mimarıdır. Gerçeklikle yetinmez, onun üzerine katmanlar inşa etmek ister. Kahramanlar, kötüler, âşıklar, canavarlar yaratır. Kendi iç dünyasını ve toplumsal ilişkilerini bu kurgular üzerinden anlatır ve de anlar.  Bu da insanın aslında ‘hikâye anlatan bir ‘hayvan’, yani Homo Narrans olmasıyla ilişkilidir. İnsanı insan yapan şeylerden biri de inşa ettiği bu sembolik dünyadır. Ve bu sembolik dünyanın temel tuğlaları da hikayelerdir. İşte öykü ve romanın buluştuğu nokta tam da budur: Hikayeler… Bu temel üzerine farklı binalar yükselir yani…

Körünoğlu, dolu dizgin akıp giden, okuruna esaslı sorular için derin alanlar bırakan büyük bir roman. Bu kitapla ilgili tek eksik, iyi bir yayınevinin etiketi olabilir. Ayrıca, bu kitabın sinemaya uyarlanmaya çok müsait olduğu izlemi de edindim. Bir yazar olarak sinema ile aranız nasıl? Sinema edebiyat ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?

Körünoğlu romanı, aslında yaşadığımız dünyanın bir eleştirisi. Kapitalist sistemin insani olan her şeyi nasıl yok etmeye çalıştığını anlatma istemidir de. Bunu yaparken de daha çok sorular sordum. Hayatının anlamını kaybeden Ahmet’in fırlatılmış olduğu şizorfenik bir paralel evrende kişisel sorgulamalarını toplumsal sorgulamalara dönüştürmesinin yolculuğudur Körünoğlu. Ayrıca  Ulysses’in 21.yüz yılda bir tür yeniden yazımıdır da.   James Joyce, Kafka, Jose Saramago gibi yazarlara göz kırparken daha ‘toplumsal’ bir duruş sergilemeye de çalışır…

Tabi benim kalkıp bu roman hakkında bu tür şeyler belirtmemin bir noktadan sonra hiçbir anlamı yok. Belirleyici olan okuyucunun o kitaptan ne ‘anladığı’. Kitabı bitirdiğinde yüreğinde kalan o tat olacaktır.

Aslında sinemayla çok yakından ilgiliyim. Senaryolarım var. Yine epey tiyatro da yazdım. Yani ‘görsel düşünme’ yönümü hep geliştirmeye çalıştım. Körünoğlu’nun sinemasal bir yönü elbette var. Çoğu sahneyi önce görüntülerle canlandırdım, sonrada o görüntüleri elimden geldiğince sade bir şekilde kelimelerle dökmeye çalıştım. Orhan Pamuk, ‘görsel düşünmek’ diye bir kavramdan söz eder. Görsel düşünen yazarlar için romanın merkezi genellikle somut bir manzara, bir şehir silueti, bir oda veya bir nesnedir. Bu merkez, yazarın hikâyesini inşa ettiği görsel bir odak noktasıdır. Sözel/kavramsal yazarlar için diyalog ve fikirler ön plandayken, görsel yazarlar için betimlemeler ve ayrıntılar hikâyenin ta kendisi olmaktadır. Orhan Pamuk için ‘görsel düşünmek’ bir yazma tekniğinden çok daha fazlası, bir var olma ve dünyayı algılama biçimdir. Benim de hareket noktam budur aslında. Ne kadar başarılı olup olmadığım elbette tartışılır bir konu…

Ayrıca Körünoğlu romanında riskli bir işe girişerek okuyucunun kendini kahramanla özdeşleştirmesinin önünü alamaya, onunla empati kurmasını elimden geldiğince engellemeye çalıştım. Dolaysıyla herhangi bir kahramanla özdeşleşme imkânı bulmayan okurun yarattığım o dünyada kalması için de bir şeyler yapmak zorundaydım. Yoksa okuyucu, neden zaman ve emek harcayarak Körünoğlu’nu okusun ki! Tam da bu nedenle işte görsel, yani sinemasal bir dünya yaratarak okuyucunun o dünyada kalması için eline sağlam bir neden vermek istedim.‘Alice Harikalar Diyarında’ masalının bir tür tersine çevirme hali yani.

Başardım mı peki?

Bilmiyorum. Hiç bilmiyorum.

Bir yazar olarak güçlü eserler vermek için ne gibi pratikler içindesiniz? Daha özelde, bir kitaba nasıl başlıyor ve ne şekilde son noktayı koyuyorsunuz? Size ait yazarlık yordamını merak ediyorum.

Güçü eselerler vermenin matematiksel bir izahı yok. Böyle bir formül de. Neredeyse yirmi yıldır hiç durmadan okuyor ve de yazıyorum. Bu aynı zamanda güçlü bir eser vermenin arayışı da. Yazarlık potansiyelim ne kadar? ‘Herkes kendi yüreğinin büyüklüğü kadar sever’ diye bir söz var, bu sözü şöyle de ifade edebiliriz: ‘Herkes yeteneğinin büyüklüğü  kadar yazar.’ Bazıları dâhidir, kaleminden sihir damlar, bazıları ise yeteneklidir, bu yeteneklerinin bittiği noktada devreye harcadıkları o imrenilesi emek girer.

Nitekim V. Nabokov, için ‘yazar’, dili bir usta gibi kullanan, kelimelerle resim yapan, metinlerinde karmaşık yapılar, desenler, kelime oyunları ve çok katmanlı anlamlar kuran kişidir. Bir büyücüdür o. Kelimelerden sihir yaparak okuyucuyu bambaşka bir dünyaya fırlatır. O tür yazarlar için önemli olan, hikâyenin kendisinden ziyade, o hikâyenin nasıl anlatıldığıdır. Büyük eserler vermek ise genellikle bu tür yazarlara nasip olmuştur.

Çok okudum. Çok. Hâlâ da okuyorum. Rus klasiklerini neredeyse baştan sonra iki kez okudum. Önce yirmili yaşlardayken sonrada kırklı yaşlarda. Çok da yazdım. Neredeyse yedi yüz tane öykü… Romanlar… Tiyatrolar… Birkaç tane de senaryo… Ama kabul ediyorum, çoğu kötü şeylerdi. Elden ne gelir. Acemiliğin o yolunu yürümek bir mecburiyettir işte…

Bazen tek bir fotoğraf bile bana roman yazdırır. Mesela ‘Özgür Ölüler’ romanını yazmama neden olan şey, iki fotoğraftı. Kerbela anmasında yapılan intihar saldırısında kana bulanmış küçücük bir çocuğun gözlerindeki sessiz çığlığı ölümsüzleştiren ile İran’da idam edilmek üzere olan bir gencin meydanda kendini seyredenler arasında gördüğü tanıdık birine elleri arkasından bağlı olmasına karşın selam vermeye çalışırken gülümsemesini ölümsüzleştiren o fotoğraf…  Çokça etkilemiş ve kendime bazı sorular sormuştum. Bu fotoğraflar tohuma dönüşerek yüreğimin toprağına ekilmişlerdi. Akıp giden zaman, hem yağmura dönüşmüştü, hem de rüzgâra. Sonunda o tohumlar başlarını toprağın dışına çıkarmakla kalmamış, büyümeye de başlamışlardı. Yalnızlığımda her fırsat bulduğumda dönüp o tomurcuklanmış tohumlara bakıyordum. Yeşermeye devam eden bu iki fotoğrafa. Yaşamakta olduğum coğrafyayı daha iyi anlamak için teorik kitaplar okumaya başladım sonra. Ardından da ‘artık bunun romanını yazmalıyım’ dediğim noktaya geldim ve kalemi elime aldım.

Daracık bir hücre hayal edin. Beş adımlık bir havalandırma. Yokluk ve yoksunluk mekânı. Zamanımın her anı artık romanı nasıl bir kurguyla yazacağım sorusunu cevaplamakla geçiyordu. Hücrenin duvarını büyük beyaz bir karton yapıştırmıştım. Gece gündüz demeden, hatta uykudan uyanarak notlar alıyordum oraya. Bu süreç, yoğun tecritin uygulandığı F tipi hücresinde kendimi tümden yalnızlığa mahkûm etme süreciydi de. Kuyunun dibinde kendi ellerimle kazdığım başka bir kuyuya kendimi gömme hali yani! Kuyunun içindeki kuyu! Oldukça sancılı bir süreçti elbette. Sonra işte oturup yazmaya başladım kalemimin kanatlanmasını beklerken. Duvarlara, demir parmaklıklara ve diğer şeylere inat. Köle gibi çalışmasına karşın tutsaklığını yıkan bir yazardım artık. Aylar sonra bitirdiğimde kaldırıp dolaba koydum demlenmesi için. Rüyalarıma gidiyordu elbette. Daha da ötesi, o romanla nefes alıyor, o romanla bakıp görüyor ve de o romanla uykuya dalıyordum. Benimkisi roman yazmak değil o romanı satır satır yaşamaktı da Sonra sıra en zor şeye geldi; düzeltmeye. Düşünün, beş yüz kitap sayfasını yedi-sekiz kez baştan sonra okuyup düzeltiyorsunuz.  Kelime kelime… Cümle cümle… Defalarca, defalarca… Bıkıyorsunuz artık. Yazmış olduğunuz metinden ölümüne nefret ediyorsunuz.  Yayınevine gönderdiğinizde ise, vermiş olduğu onca eziyet ve de çektirmiş olduğu onca cefadan dolayı onu sonsuza dek unutmaya çalışıyorsunuz…

‘Büyük bir roman yazmak’ nerdeyse her yazarın hayali. Bunun altında belki de bir tür ölümsüzlük arayışı vardır. Kendim için söyleyeyim, yazarlık yeteneğimin ne kadar yüksek olduğunu tam olarak bilmiyorum. Belki de büyük bir eser verecek yeteneğe sahip değilimdir. Yeterli cabam da yoktur. Ya da o cabamı oldukça yanlış bir şeklide de kullanıyor olabilirim. Hem ayrıca yaşanan dijital salgının insanları ekranlardan hücrelere hapsetmesi gerçekliği de var. Kitap ölmek üzere. Sadece direnen ruhlar ona sımsıkı tutunmaya çalışıyorlar. Belki de günün birinde dijital salgın onları da ele geçirir. Böylesi bir dünyada büyük bir eser yazmanın bir anlamı olacak mıdır? Okunmadıktan sonra her kitap aynı değil midir?

Benim için mesele şu: anlatmak zorundayım. Söylemek. Bunun dertlerimi azaltmayacağını biliyorum, ama yine de mecburum. Beni duyacak kulaklara ihtiyacım var. Yazdıklarımı görecek gözlere… Belki de mezarlıklara yazıyorumdur, morglara veya hastanelerin yoğun bakım ünitelerine. Duyacak bir kulak, görecek bir göz umuduyla…

2025 yılında 3 kitap yayınladığına göre, okurla buluşmak için hazırda beklemiş olmalılar. Gelecek yıllarda okurlar Nevzat Güngör’den hangi kitapları bekleyebilirler? Hali hazırdaki dosyalar ve yayınevleri hakkında bilgi verir misiniz?

Tutsaklığım boyunca hep okumaya çalıştım. Açlıktan kırılmak üzereymiş ve bu açlığımı da sadece kitaplar giderebilecekmiş gibi… Hep, hep okudum…  Sonra tutsaklığımın son on beş yılında gece gündüz demeden yazmaya başladım. Dolaysıyla birçok dosya biriktirdim, ama yayınevleriyle kişisel bir ilişkim yok. O ‘camiadan’ pek kimseyi de tanımıyorum. Dolaysıyla yayınevlerine ait sitelerden yapmış olduğum başvuruların değerlendirmeye tabi tutulup tutulmadığını, dosyalarımın okunup okunmadığını bile bilmiyorum.

Yine de değişik yayınevlerine on tane dosya ile başvurdum.

Bekliyorum.

(Belki de beklemek ömrüme verilebilecek o isimlerden biridir?)

Çok güvendiğim dosayalar var. Mesela; ‘Çölün Gölgesi.’ Yeri gelmişken söyleyeyim, bu dosyayı yaklaşık on iki yıl önce yazmış ve büyük bir yanlışlıkla ham öykülerimin bulunduğu bölüme kaydetmişim. Tahliye olduktan üç yıl sonra, bilgisayarımda öykü ve roman dosyalarımı öylesine gözden geçirirken ‘Çölün Gölgesi’ne rastladım. Tek öykü sanıyordum. Tek ve ham bir öykü… Öylesine göz attığımda da bir roman dosyası olduğunu gördüm ve çok şaşırdım. Oturup okumaya başladığımda ise, bu roman dosyasını başkasının yazmış olabileceğini düşündüm. Okuyup bitirdiğimde ise mutlu oldum. Çok beğenmiştim. Üstelik de o romanı yazdığım süreçte neler yaşamış olduğumu da hatırlayarak geçmişime yeni şeyler katmıştım.

Daha birçok roman ve öykü dosyası var elimde. Tahliye olup da iki yıl ‘özgürlük’ denen bu dünyada yaşadıktan sonra çoğunu yeni baştan okuyup düzelttim. Hâlâ da düzeltmeye devam ederek onlara yaşanmışlığın kokusunu eklemeye çalışıyorum.

Elbette yazmaya devam ediyorum. Ağır aksak da olsa… Yarım yamalak… Dışarda, yani bu dünyada, yine öyküden başladım. Hikâyelerden… Romana ise ne zaman geçerim hiç bilmiyorum… O zamanın gelip gelmeyeceğini de…

Devamını Okuyun

Söyleşiler

“Yazmak Hayatıma Usul Usul Sızdı”

Yayınlanma:

-

Yasin Yarar sıkı bir okur ve yazar olarak edebiyat dünyamıza birden bire paraşütle iniş yapmış gibi görünüyor. Beş ay içinde 3 kitabı okurlarla buluştu, üstelik yenileri de yolda. İşin aslı, uzun ve meşakkatli bir okuma, yazma ve yayımlatma çabasının sonucu sahneye çıkmış bir yazar kendisi. Benim bir vesileyle dikkatimi çekti, Türk Edebiyatında da dikkat çekeceğine inanıyorum. Umarım bu tez zamanda olur zira bunu fazlasıyla hak ediyor bana kalırsa. Yeni veya genç olduğundan değil okurluk ve yazarlık kumaşından ötürü kendisini daha yakından tanımayı teklif eden röportajımızla sizi baş başa bırakıyorum.

2024 Aralık’ta Dijital Labirent, 2025 Mart’ta Zeytin Ağacının Gölgesi, 2025 Nisan’da Şehrin Kayıp Şarkısı adlı kitaplarınız Nar Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. Beş ay gibi kısa bir süre içinde gençler için kaleme alınmış 3 romanınız yayınlanmış oldu peş peşe. Sıra dışı bir yayın takvimi doğrusu. Bu kitapların yazım ve yayım süreçleri nasıldı?

Evet, yayımlarla ilgili takvime dışarıdan bakan biri için ardı ardına çıkan kitaplar şaşırtıcı görünebilir. Fakat bu işin görünen yüzü. Oysa buz dağının suyun altında kalan kısmı çok daha karmaşık ve sabır isteyen bir süreci barındırıyor. Çocuk edebiyatıyla ilgili dört dosyam aslında uzun zaman önce tamamlanmıştı. Fakat yayımlanacak mecra bulamamak gibi can sıkıcı ama yazarlığın neredeyse doğal parçası hâline gelen bir bekleyişle yüzleşmek zorunda kaldım.

Nar Yayınları, dosyalarımı kabul ettikten sonra, işler hız kazandı. Editoryal süreç başladı. Her bir dosya, yıllar önce tamamlanmış olsa da yeniden gözden geçirildi, düzeltildi, kimi yerde baştan yazıldı. Bu süreçler tamamlandıkça kitaplar birer birer yayımlanmaya başladı. Şu anda ise “Dijital Düşler Bahçesi” isimli dosya üzerinde yoğunlaşmış durumdayız. O da hazır olduğunda okurlarla buluşacak.

Bununla birlikte, sadece çocuk edebiyatı değil hem yetişkin hem çocuklar için yazdığım farklı dosyalar da var elimde. Ana kurgusu tamamlanmış, ama üzerinde ince ince çalışılması gereken metinler… Yani bir anlamda hamur kıvamını almış ama şekillendirilmeyi bekleyen işler… İnşallah onlar da zamanla gün yüzüne çıkacak.

Yazmak kolay değil. Bir metni ortaya koymak, sadece bir hikâye anlatmak değil benim için. Yaşadığım dünyayı anlamak gibi bir sorumluluk hissediyorum içten içe. Bu yüzden çok geniş bir alanda, mümkün olduğunca düzenli okumalar yapmaya çalışıyorum. Felsefeden çocuk psikolojisine, tarihsel travmalardan güncel teknolojik meselelere kadar pek çok alanda okudukça, zihnimde notlar birikiyor. Bir noktada bu notlar bir fikir halini alıyor. O fikir içimde yer edinmeye başladığında, yazma süreci de kendiliğinden başlıyor. Sonrası sabır, ter, sebat… Ve bazen de bir romana dönüşen uzun bir yolculuk. Özetle: Dışarıdan hız gibi görünen şey aslında yıllara yayılan emek, bekleyiş ve yeniden doğan umutların sonucu. Her kitabın ardında çokça sessizlik, çokça sabır ve içten gelen derin bir “anlama” arzusu var.

Sizi sosyal medya hesabınızda çok nitelikli kitapları kısa yorumlarla okurlara tanıttığınız paylaşımlarla tanıdım. Tutkulu bir okur olduğunuz belli fakat yazmaya ne zaman, nasıl merak sardınız? İşler bu düzeye gelirken nasıl bir güzergâh seyrettiniz ve kimlerle?

Ne güzel, bunu duymak çok sevindirici. Okumalar ve onlardan doğan tanıtımlara ara vermemek niyetindeyim; çünkü biliyorum ki her iyi kitap, başka bir yolculuğun haritasını çıkarıyor bizlere. Yazmaksa, eh, bir yazar olarak siz de bilirsiniz, bu öyle sonradan öğrenilen bir beceri değil. İnsan bazen farkında olmadan yazının çağrısıyla doğuyor sanki. Ne yöne dönerseniz dönün, yolun sonunda yine kaleme varıyorsunuz.

Tam da Joseph Campbell’ın Kahraman’ın Sonsuz Yolculuğu’nda söylediği gibi… Kahramanın önüne çıkan yolculuk çağrısını reddetmesi, o yolculuğun tamamen silinmesine yol açmaz, sadece ertelenir. Benim için de öyle oldu aslında. Yazmak, daha ilkokul sıralarında hayatıma usul usul sızdı. Bazen bir kompozisyon yarışması, bazen öğretmene yazılan bir mektup, bazen de sadece kendi kendime kurduğum hayal dünyası… Lise boyunca devam etti bu yazı hâlleri ama kimi zaman uzun sessizliklere de gömüldüm. O sessizlikler de yazının parçasıydı aslında. Gerçek anlamda yazmaya üniversite yıllarında, birtakım dergi çalışmalarıyla ve biraz da disipline edilmiş bir şekilde başladım diyebilirim.

Fakat burada altını çizmek istediğim çok temel bir şey var: Yazmayı mümkün kılan asıl damar, hiç şüphesiz okumaktır. İçtenlikle söylüyorum; nitelikli bir okur olmadan yazmak bana pek de mümkün görünmüyor. Çünkü ne yazacağınızı, nasıl yazacağınızı ve hatta neden yazacağınızı size okumalarınız gösteriyor. Benim okuma serüvenim kolay gelişmedi, zorlu ama çok öğretici bir patikaydı. Bulunduğum her şehir, tanıdığım her insan bu yolculukta iz bıraktı. Bu yüzden hangi şehirde olursam olayım, bir okuma grubu bulurum yoksa da o grubu/grupları kendim kurmaya çalışırım. Çünkü biliyorum ki yalnız okuyan bir insan, bir noktadan sonra rüzgarını kaybeder. Paylaşmadan, tartışmadan ve başka zihinlerden geçmeden büyüyemez o okuma.

İstanbul’da on yedi yıl yaşadım. Beni bir okur olarak sabitleyen, kök salmamı sağlayan asıl tecrübe burada şekillendi. Trabzon’da üniversiteyi bitirip İstanbul’a geldiğimde içimde ciddi bir arayış vardı. Çok sayıda insanla, grupla, vakıfla, dernekle temas kurdum ama nedense içimdeki kıvılcımı alevlendirecek o ortamı bir türlü bulamadım. Uzun bir süre bireysel okumalarımla devam ettim. Ta ki biri ayakkabı ustası olan müthiş bir okur, diğeri öğretmenlik yapan ama bana göre birçok konuda sıra dışı düşünen, tanıdığım en nitelikli okurla yollarım kesişene dek…

İki dostla tanıştıktan sonra kurduğumuz samimi ve sahici okuma halkası, beni başka bir noktaya taşıdı. Çünkü mesele sadece kitap okumak değildi artık; mesele dünyayı birlikte okuma biçimimizdi. Her kitapla birlikte hem kendi içimize hem de yaşadığımız çağın ruhuna dair daha derin katmanlara iniyorduk. İşte o dönem hem yazarlık yönümün hem de okur kimliğimin derinleştiği dönem oldu.

Yani özetle; yazmak benim için bir yolculuğa doğuştan çağrılmak gibi. Okumak ise o yolculuğun azığı. Yol boyunca tanıdığım insanlar, şehirler, sokaklar, sessizlikler ve konuşmaların hepsi bu hikâyenin bir parçası. Ve biliyorum, hâlâ yolun başındayım. Çünkü yazmak, her defasında kendini yenileyen bir çağrıdır.

Muş’ta 10 kardeşli bir ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelip Osmaniye, Trabzon, İstanbul ve son olarak Sakarya’da yaşadınız, yaşıyorsunuz. Çok çocuklu bir ailede ve çok şehirli bir hayat yaşamak size, yazarlığınıza neler katmıştır, merak ettim.

Her ailenin bir insan ve kendi bağlamında benzeri olmayan bir şehir olduğuna inanıyorum. Kendimi bildim bileli, insanın, insanın yurdu olduğuna, insanın, insanda çoğalıp anlam bulduğuna inandım/inanıyorum. Her insanın farklı bir hikayesi her şehrin kendine özgü bir kimliği olduğuna göre tanıştığım her insan, hicret ettiğim her şehrin benim kendi serüvenimde inkâr edilmez bir zenginlik yarattığını içtenlikle söyleyebilirim. Bütün bunların yazarlığım için ne büyük zenginlik olduğunu tarif etmem mümkün olmasa da çok önemli bir katkı sağladığını söyleyebilirim.

Yetişkinler değil çocuklar değil tam da ‘Genç’ler için yazıyorsunuz. Belki de en zor kategoridir. Okurlarınız ne çocuk ne genç. Dahası ergenliğin çalkantılı sayılabilecek sularında yüzüyorlar. Bu tercihin özel bir anlamı mı var yoksa bir meydan okuma mı kendinize?

Aslında hem çocuklara hem gençlere hem de yetişkinlere yazıyorum. Bunu bir kenara koyup gençler meselesine gelelim zira çok önemli bir meseleye işaret ediyorsunuz. Bunun için ayrıca teşekkür ederim. Gençler için yazmak ne söylenirse söylensin meselenin önemini anlatmak için az kalacaktır. Çünkü gençler, tam da arada kalan, adı konması zor, kimliği sürekli dönüşen, sesi zaman zaman çatallanıp zaman zaman suskunluğa gömülen o “genç”ler için de yazıyorum. Ve evet, bu bir tercih. Hem de çok bilinçli, çok içten bir tercih.

Gençlik… Ne çocukluk kadar saf ne de yetişkinlik kadar hesaplı. Duyguların çırılçıplak olduğu, soruların cevaptan çok olduğu bir dönem. İçinizdeki çocuğun ölmemesi için direnirken dış dünyadan gelen “büyü artık!” baskısına da maruz kaldığınız o ikili dünya… İşte ben tam da bu geçiş halini anlatmayı da istiyorum. Çünkü bana kalırsa insanın en şiirsel, en kırılgan ama en hakiki zamanı burasıdır. Ve ben yazarken kelimelerimi oradaki o gence, kendi içimde hâlâ yaşayan, zaman zaman isyan eden, zaman zaman susan o genç adama hitaben kurmaya gayret ediyorum. İnşallah dişe dokunur bir şeyler söylüyorumdur.

Gençler için yazmak daha çok bir “yaklaşma” arzusu. Yetişkinler çoğu zaman gençleri anlamaya çalışmak yerine onlara hükmetmeye çalışır. Onlar üzerinde bir iktidar inşa etmeye yönelir. Bütün bunlar olurken onlara değil, onların yanında konuşan çok az metin var. Ben işte o metinlerden biri olsun istiyorum yazdıklarımın. O gencin duygularını küçümsemeden, onu didaktik bir dille sıkıştırmadan ama yine de ona pusula olacak bir sıcaklıkla yaklaşmak istiyorum.

Şehrin Kayıp Şarkısı’nı dün okudum. Rüştünü ispatlamış, iyi bir yazarla karşılaşmaktan ve sizi bu vesileyle daha yakından tanıyacak olmaktan ötürü memnunum. Biyografinizde üniversiteyi KTÜ’de okuduğunuzdan ve en çok da Nazan Bekiroğlu’nun şiir kokan derslerini sevdiğinizden bahsetmişsiniz. Nazan Hoca içe dönük, pek ortalıkta görünmeyen ve büyük eserlerine odaklı, üretken bir isim. Trabzon şehri ve Nazan Bekiroğlu sizde nasıl izler bıraktı?

Ne güzel bir mesaj… Teşekkür ederim. Şehrin Kayıp Şarkısı’nı okumuş olmanız ve böylesine içten bir iltifatta bulunmanız beni gerçekten çok mutlu etti. Kitapların, insanlar arasında kurduğu görünmez ama derin bağlara hep inanmışımdır; demek ki şimdi sizinle böyle bir bağın ucundayız.

Evet, üniversite yıllarımı Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde, Trabzon’un o rüzgârlı, puslu ama bir o kadar da büyülü sokaklarında geçirdim. Gençliğimin en belirleyici yıllarıydı o dönemler. Trabzon, ilk bakışta içine kolay kolay herkesin giremediği, biraz mesafeli görünen bir şehir gibi gelir ama tanıdıkça başka bir ruh derinliği sunar. Kendine has bir yalnızlığı, kendine özgü bir lirizmi vardır. O dağların arasında, o kıyıya yaslanmış sokaklarda yürürken insan hem kendini kaybeder hem de yeniden bulur. İşte ben de tam olarak böyle bir ruh hâliyle yoğruldum Trabzon’da.

Ve elbette Nazan Bekiroğlu… Onun dersi ders olmasının ötesine geçip bir iç yolculuktu, bir edebiyat meşk’iydi, neredeyse mistik bir metin yolculuğuydu. Nazan Hoca, sınıfta kelimeleri öyle bir tonda söylerdi ki, her cümlesi içimize işleyen bir dua gibi yankılanırdı. Sesi alçak ama etkisi büyüktü. Biz-en azından ben- ders değil de şiir dinlemeye gider gibi giderdim onun derslerine. Nazan Hoca’nın, dışa dönük olmamasını bir eksiklik değil, bir erdem olarak görürdüm. Çünkü bize öğrettiği şey metnin içinde sessizce yol almaktı. Yani söze hürmet etmeyi, kelimenin mahremiyetini, susmanın da bir dil olduğunu ondan öğrendim.

Trabzon’un sisli dağlarıyla Nazan Hoca’nın şiirsel suskunluğu arasında gizli bir akrabalık vardır bana göre. İkisi de seni zorla içeri almaz ama kapıyı açık bırakır. Girersen, dönüşü olmayan bir iç derinliğe adım atarsın. İşte benim yazarlık damarım da tam oradan, o sessizlikte çatladı belki. Nazan Bekiroğlu bana “sözün ağırlığını” öğretti. Bir cümlenin sadece bilgi değil, bazen bir ömür kadar anlam taşıyabileceğini onun derslerinde fark ettim. Bunu onu tanımayıp kitap okuyanlar da hisseder.

Bugün yazdığım her metinde, kurduğum her imge dünyasında o şehirden ve o hocadan izler vardır. Kelimelerime sinmiş bir Karadeniz rüzgârı, cümlelerime gömülmüş bir Nazan Bekiroğlu suskunluğu… Bu izleri taşıdığım için değil utanmak, bilakis onur duyuyorum. Çünkü insanı yazar yapan yalnızca iç sesi değil, o sesi büyüten topraklar ve ona yön çizen yol göstericilerdir.

O yüzden, Şehrin Kayıp Şarkısı size ulaştıysa… bilin ki o şarkının notalarında biraz Trabzon, biraz da Nazan Hoca’nın sessiz esintisi vardır.

Edebiyat öğretmenisiniz, iki oğlunuz var. Günümüz dijital oyuncaklar, ayartılar çağında gençlerin okumakla, kitaplarla ilişkisi sizce ne düzeyde? Endişeli olmayı gerektiren bir durum var mı?

Evet, edebiyat öğretmeniyim ve aynı zamanda iki oğul babasıyım. Yani hem sınıfın önünde hem evin içinde gençlikle, çocuklukla ve değişen çağın ruhuyla doğrudan temas hâlindeyim. Elbette dijital dünyanın ayartıları, ekranların parıltılı cazibesi ve “anında haz” kültürü, kitaplarla kurulan ilişkiyi gölgeliyor. Gençlerin büyük kısmı artık okumaktan çok “tüketiyor.” Derinleşmeden geçip gitmeye alışmış durumdalar. Bu tablo, elbette ki kaygı verici. Ama bu tamamen karanlıkta olduğumuz anlamına gelmiyor.

Şunu net biçimde söyleyebilirim: Gençlerin okuma isteği yok değil; ama onları kitaba çağıran ses çoğu zaman yeterince cazip değil. Kitaplar, artık yalnızca bilgi değil, bir “deneyim” de sunmalı gençlere. O yüzden mesele, yalnızca “okumuyorlar” diye hayıflanmak değil; biz onlara neyle, nasıl sesleniyoruz, esas soru bu. Kitabı bir ödev gibi sunarsak doğal olarak uzaklaşıyorlar. Ama kitapları, onların varoluşsal sorularına temas eden, kalbine değen, gündelik yaşamlarıyla kesişen bir bağlamda sunduğumuzda gözlerinin parladığına defalarca tanık oldum.

Endişeli miyim? Evet, bir yanım endişeli. Çünkü dikkat dağınıklığı ve sabırsızlık bu kuşağın büyük yarası. Kitap gibi sabır isteyen, sessizlik isteyen, içe dönük yolculuklara alan açan bir dünya için bu hız çağında yer açmak gittikçe zorlaşıyor. Ama öte yandan umutluyum. Çünkü gençler içtenliğe aç. Gerçekliğe, sahici hikâyelere, derinlikli ilişkilere susamış durumdalar. Kitap bunu sunabildiğinde, dijitalin ayartıcı çağrısını bir kenara itebiliyorlar.

Ben hem öğretmenlikte hem babalıkta şunu gözlemliyorum: Kitapla kurduğun ilişki bir zorunluluk değil, bir yakınlık ilişkisine dönüşünce büyü başlıyor. O yüzden çocuklarıma da öğrencilerime de kitap önerirken bir değil, on defa düşünecek kadar çok dikkatli olmayı tercih ediyorum. Mümkünse kitap önermekten ziyade onlarla kitapları konuşuyorum. Hissederek, bağ kurarak, birlikte düşünerek… Bu yaklaşım onları yalnızca birer okur yapmıyor, aynı zamanda düşünen, sorgulayan, hisseden bireyler hâline getiriyor.

Kısacası: Evet, bir çağ kriziyle karşı karşıyayız. Ama unutmayalım, her kriz bir imkandır ve yeniden kurmayı mümkün kılmaktadır. Kitabı yeniden kurmak, okumayı yeniden tarif etmek, gençliği sadece eleştirmek değil onlarla bu anlamı yeniden inşa etmek… İşte asıl görevimiz bu. Yoksa kitaplar hâlâ orada bir köşede sessizce bekliyorlar. Mesele, biz o sessizliği nasıl duymayı seçiyoruz?

Günümüz çocuk edebiyatının yazılı ve yazısız pek çok kuralı var. Bu kurallar çocuk dünyasını biraz fazla steril, deyim yerindeyse ponçik gören, görmek isteyen modern ebeveynlik ile malul gibi geliyor bana. Bu hissiyat ve eleştiriye katılır mısınız? Çocukları koruyacağım derken aşırıya kaçan ve yapaylaşan bir dünya tasarımı var sanki.

Kesinlikle… Aslında burada Avrupamerkezci dünya tecrübesinin Batıdışı toplumlarda putlaştırılması meselesini yüksek sesle konuşmamız gerekiyor. Fakat bunu ancak daha geniş bir zaman ve zeminde ele almak daha doğru olur. Yine de soruyu yanıtlamak gerekir ve şöyle diyebilirim:

Bu hissiyatı hem bir yazar hem bir baba hem de edebiyat öğretmeni olarak yürekten paylaşıyorum. Günümüz çocuk edebiyatı zaman zaman öyle steril, öyle parfümlü, öyle “kötülükten arındırılmış” bir dünya sunuyor ki… İnsan kendine şunu sormadan edemiyor: “Peki bu çocuklar gerçek dünyaya ne zaman temas edecek?”

Modern ebeveynliğin “aşırı korumacılığı”, çocuk edebiyatını da bir tür pamuklara sarılmış cam fanusa çevirdi maalesef. Hikâyelerden ölüm çıkarıldı, yoksulluk yok sayıldı, yalnızlık yokmuş gibi davranılıyor. Halbuki çocukluk tam da bu duygularla ilk kez karşılaşma cesaretidir. Korkunun adını koymadan cesaret olmaz. Yalnızlığı bilmeden dostluk da anlam kazanmaz. Ama biz, çocukları koruyacağım derken onların dünyasını yapaylaştırıyor, sterilize ediyor, hayata dair her şeyi pamuklara sarıyoruz.

Çocuklar sandığımızdan çok daha güçlü varlıklar. Onların dünyası sadece “ponçiklikten” ibaret değil. Duyguları derin, soruları sert, sezgileri keskindir. Karanlığı fark ederler ama bizden, o karanlıkla başa çıkabilmeyi öğrenmek isterler. Onlara sunulan hikâyelerde hayatın tüm renklerinin -hem sıcak hem soğuk tonlarının- yer alması gerek. Yoksa okudukları sadece bir duygu dekoru olur; gerçek bir deruni deneyim değil.

Ben çocuk edebiyatında hakiki olmayı, duygularda samimiyeti, dilde ise saygıyı savunuyorum. Elbette çocuklara uygun bir dille anlatmak zorundayız ama bu anlatımı gerçeklikten koparırsak onları hayata hazırlamak yerine hayattan uzaklaştırmış oluruz. Masallarda bile ejderhalar vardı; önemli olan o ejderhayı nasıl anlatacağımız, nasıl birlikte göğüsleyeceğimiz.

Kısacası: Çocuk edebiyatı pamuk şekeri olmak zorunda değil. Bazen acı, bazen kaygı, bazen ölüm de anlatılmalı. Ama elbette sevgiyle, dikkatle, incelikle… Çünkü çocuklar, gerçek olanı hisseder. Onlara saygı, gerçeklikle baş etmeyi öğretmektir; her şeyin pembe olduğunu söylemek değil. Ve bana kalırsa edebiyatın en güçlü yanı da tam burada başlıyor: Gerçeği çocuk kalbine uygun biçimde ama tüm ağırlığıyla duyurabildiğinde.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

1
0
Would love your thoughts, please comment.x