Connect with us

Söyleşiler

“Uzmanlar Çağımızın Şamanlarıdır”

Yayınlanma:

-

Abdurrahman Arslan ‘Müslümanca düşünmenin imkanları’nı artırmak için okuyan, yazan, konuşan kıymetli bir isim. Son yıllarda sessiz sedasız üç kitabı yayınlandı: Yeni Politik Kültürün Dünyasında (2017), Zaman Dışı Konuşmalar (2018) ve Kalbin Akletmesi (2019).

Abdurrahman Arslan’la pandemi, deizm, z kuşağı, aile ve tasavvuf gibi hem güncel hem de temel konular üzerine bir röportaj gerçekleştirdik. Sağolsun, vakit ayırdı, kağıdı kalemi eline aldı ve sorularımı cevapladı.

Sema Başaran : Gençlerin deizme kaydığı söylemi bir süredir sıklıkla gündeme getirilir oldu. Sahiden böyle bir durum söz konusu ise sebepleri ve mahiyeti üzerine neler  söylemek istersiniz?

 A. Arslan          : Bunu insanların yaptığı iradi bir tercih neticesinde verilmiş bir karar olarak görmüyorum. Daha ziyade içinde yaşadığımız çağdaş kültürün insanın tanrı tasavvurunda meydana getirdiği dönüşüm olarak görüyorum. Yaratıcı, deizm olarak insan zihninde sembolik bir yer ediniyor. Diğer bir ifadeyle, bu kültür, inandığımız yaratıcı fikrine sahip olduğu işlevle açık değil. Onu desteklemiyor. Ancak dönüştüğünde ona kendi bünyesi içinde yer açmaktadır.

Önemli bir diğer husus da şu: Bu kültür, bir hakikatin taşıyıcısı olmadığından veya bir hakikate dayanmadığından içine aldığı her şeyin anlamını, tanrı fikri de dahil olmak üzere, dönüştürüyor. Dün zıt kutuplarda yer alanları bugün birbiriyle benzeş hale getiriyor. Eskiden, hariçten edinilen ideallerle sürdürülen bir hayat yerine bugün teknolojinin yarattığı sanal dünyadan kendine idealler çıkaran bir hayat var. Bu hızlı bir değişim getirmekte. Değişen her şeye de yeniden ivme katarak kendisi olmaktan çıkarmaktadır. Aynen ekrandaki gibi. Ama ekrandaki bir görünüp bir kaybolan görüntüler sadece bir ekran fenomeni olarak kalmıyor. Yeni bir zihin, yeni bir kişilik ve yeni bir insanla bizi karşı karşıya getiriyor.

Diyelim ki insanı fıtratından uzaklaştırıyor. Onu “kullan at” bir kişiliğin sahibi yapıyor. Böyle bir kültürel dünyada yasa koyucu bir ahlak anlayışı, din ve tanrı anlayışı rahatsız edicidir. Düşünce ve duyguların emojiler üzerinden ifade edildiği, insan zihninin hayatın gerçekliğinden sanal aleme taşındığı bir yaşam alanında, hiçbir şeye müdahil olmayan, sembolik hale getirilmiş bir tanrı fikrinin doğup gelişmesi ve taraftar bulması kadar tabii bir şey olamaz. Böyle bir tanrı imajı insanın nefsî konforunu bozmadığından cazip bile görülmektedir.

Koronavirüsten sonra yeni bir çağa girdiğimiz, eski normallere dönülemeyeceği söyleniyor. Hatta bir tür distopya çağına girdiğimiz inancı yaygınlaşıyor. Bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz? Size göre insanlığı nasıl bir gelecek bekliyor?

Bu çağın en belirgin vasfı belirsizlikle yüklü olmasıdır. Fiziki ya da beşeri de olsa her hadise bu belirsizliği azaltmıyor, derinleştiriyor. Hastalık buna ivme katan önemli hadise oldu. Ama sadece belirsizlik yaratmadı. Kendisi de mevcut belirsizliği artıran yeni bir belirsizlikle beraber geldi. Üstelik, kökeni “belirleme” üzerine kurulu bir düşünce geleneğini, onun sağlık anlayışını ve hayat telakkisinin içten içe çürümesini hızlandırdı.

Sağlık paradigmasını yıktığını şimdiden söyleyebiliriz. Aşı karşıtlığı bunu gösteriyor. Hastalık, alınan bütün tedbirlere rağmen esasında insana güvende olmadığını bir defa daha ve acı bir şekilde hatırlatıyor. Tabii ki modern çağın önemli bir sorununu teşkil eden güvenlik ve özgürlük dikotomisi bir defa daha burada karşımıza çıkmaktadır.

Siyaset ve sağlık paradigmasının sürekli şekilde ölümle korkuttuğu insanın güvenlik arayışı, sağlık üzerinden Allah’a değil belli ki devlete teslimiyeti getirdi. Elbette ki bir de buna tıbbi teknolojiyi ilave etmemiz gerekiyor. Tarihte insanın başına gelen salgınlarla bugün karşılaştığımız salgın bizi o insanlarla bir cihetten eşitleştirdi. Ama başka bir cihetten de farklılığımızın altını çizdi. Eşitleştirdi zira onlar da bizim gibi tedbirlerden söz etmiş üstelik hastalık hakkında bizim kadar bilgi sahibi olmazken bunları uygulamaya çalışmışlardı. Farklılığımıza gelince, onlar müslüman veya hristiyan, başlarına gelenlerden hastalığı değil kendilerini, yaptıklarından dolayı sorumlu tutmuş, bu yüzden de dua ve ibadeti kurtuluşun bir parçası olarak görmüştü. Bizler ise Allah’ın verdiği canı doğrudan sağlık paradigmasına teslim ettik.

İslam adına konuşan, kifayetsiz, Allah’ın basiretlerini bağladığı nasipsiz din adamları da söyledikleri ile bir üst paradigma kurmaktan ziyade doktorların hergün değişen, sağlığı istatistiklere indirgeyerek anlatan bilgilerini tasdik eden noterler olmanın ötesine gidemedi. Sadece, İslam tarihinden başka misal veren zavallılar olarak kaldılar.

Dünyanın hızlı bir süreç içinde evrilmekte olduğu açıkça görülüyor. Acaba bu öngörülebilir evrilme midir? Çağdaş toplumun içinden geçtiği mahiyet değişimi sebebiyle, kanımca bu öngörülemez bir süreçtir. Ama biliyoruz ki bunu hastalık yaratmadı, sadece hızlandırdı ve küresel çapta cereyan eden bir çözülmeyi, daha belirgin hale getirdi.

Bugün bütün insanlığın kaderi batının kaderiyle neredeyse özdeş hale gelmiştir. Hastalığın ivme katarak hızlı bir şekilde derinleşmesine sebep olduğu bugünkü şartlar içinde belki de sormamız gereken soru şu: Batı sonrası bir dünya mümkün mü? Ya da hangi şartlarda mümkün olabilecektir? Bunu derken başka bir soru daha sormalıyız: “Batı sonrası” derken bundan neyi anlıyoruz ya da anlamalıyız? Bu yeni bir paradigmaya mı işaret ediyor? Eğer ediyorsa, Batı’nın koyduğu ilkeler üzerine kurulmuş bir dünyada bu aynı zamanda paradigma içi bir arayış değil midir? Böylece bunun bir çözüm olabileceği söylenebilir mi? Söz gelimi, bu modern paradigmanın Çin, Rusya ya da Türkiye eliyle taşınması, hatta İslam eli ile geleceğe taşınması anlamına gelmez mi?

Kadim Çin anlayışına göre aslolan ailenin düzenidir. Aile düzeni sağlam olduğunda toplum düzeni de sağlam olur. Bu düzen anlayışı gelecek kaygısı içermez zira güvenliğini kendisi üretir. Buna karşılık Batı geleneğinde ise aslolan toplumsal düzendir. Diğerleri de bunun içinde kendi düzenlerini bulurlar. Burada güvenlik hariçte aranır. Bu yüzden çağdaş dünya içinde düzen arayaşına giren Müslümanları yadırgıyorum. Zira daha düzenden ne anladıkları bile açık seçik değil. Ama tarihin bize gösterdiği bir şey var ki o da her düzenin kendini bir hakikat telakkisi üzerine inşa ettiğidir. Bu sebeple bilinmezlik içindeki bu dünyanın mevcut şartları yeni bir düzenin ortaya çıkmasına imkân verecek halde değildir ya da görünmüyor.

Bu belirsizliğin de kendiliğinden bir düzene evrilmesi kolay değil. Zira her düzenin kendini kurarken bir hakikat telakkisine ihtiyacı vardır. Böyle bir şey ortada görünmüyor ama buna karşılık insanları birbirlerine bağlayan bağlar, yani toplumsal ilişkiler de çözülmektedir. Varsayılanın aksine toplumsal bağların çözülmesi insanın özgürleşmesi değil, taşıyamayacağı kadar ağır yük altına girmesi demektir. Kişisel olarak uzun zamandan beri süren bu çözülmenin, hedefi belli olmayan yeni toplumsal hareketlere kapı açacağını düşünüyorum. Ama bunu bir sınıfa ya da iktisadi sebeplere bağlamak bence büyük bir yanlışlık olur.

Modern-kapitalist sistemin tam anlamıyla üzerimize abandığı bir zamana geldik. Algılarımız esir alınmış durumda. Böyle bir dönemde hem ferdi hem ailevi olarak akıl ve ruh sağlılığımızı muhafaza etmemizi sağlayacak tavsiyeleriniz, olmazsa olmazlarınız var mı?

Bir cemaat olarak aileyi ve ailemizi korumak bugün en başta gelen meselelerimizden biridir. Zira harici tehditler karşısında her anlamda insanın sığınacağı en korunaklı yerdir aile. Herhangi bir ahlaki değere saygı duymadan, sadece insan nefsine hitap eden, insanı doyumsuz hale getiren bir toplumsal kültür ve onu yönlendiren, dijital dediğimiz iletişim ağları içindeyiz.

Genç nesillerin buna direnç göstermesi, muhalefet etmesi kolay değil. Gördükleri zayıf dini eğitim ya da sahip oldukları az miktardaki dini bilgi sebebiyle zihinsel olarak kolay teslim olabilmektedirler. Müslüman ailelerin üniversite çağına gelmiş evlatları alarm çanları çalmaktadır. Bu durum çocuk yaşta başlayacak olan evdeki eğitimi önemli hale getiriyor.

Ev bilginin, inancın amel olarak çocuklara aktarıldığı mekandır ya da mekan olmalıdır. Buna önem vermeliyiz. Bilhassa ev halkıyla beraber namaz kılmak faydalı olmaktadır. Terk edilen ev içi derslere en azından cuma geceleri, idrak etmek üzere yeniden başlamalıyız diye düşünüyorum. Tefsirlere değil, bilhassa hadislere ve siyere ağırlık vermeliyiz. Hadisleri tekrar tekrar okumalı, amellerimizi onun kalıplarına dökerek yaşamaya çalışmalıyız. Evlerimizi bir yaşam biçimi olarak sünnetin mekanına dönüştürmeye gayret etmeliyiz. Hayatı sadeleştirmeliyiz. Şüphe çağrıştıran gri alanlardan düşünce ve amelde uzak durmalıyız.

Kuru bilgi aktarımı ile değil bilgiyi bir davranış, bir yaşam biçimi haline getirerek aktarmalıyız çocuklarımıza. Belki biraz hududu aşmış olabilirim ama benim gözümde uzmanlar çağımızın şamanlarıdır. İnsanları istatistik rakamlarına indirgeyerek elde ettikleri ve her defasında değişen bilgileri ile zihnimiz ve hayatımız üzerinde kurdukları tahakkümden kurtulmak için farklı tecrübe alanlarına yönelerek onlardan bilgi edinmeye çalışalım. Moda trendlere, internet bilgisine değil, beslenme tarzından doğuma kadar biraz da eski paradigmalara dönmeliyiz. İnsan hakkında, aile hakkında eski ve yeni bilgi yoktur. Sadece uygun olan ve olmayanı vardır. Aksi halde havarileri uzmanlar olan bu teolojik dünyanın haricine çıkamayız. Yani şamanlara mahkum olarak kalırız.

İvan İllich’in “kabiliyetsizleştirici uzmanlıklar çağı”olarak adlandırdığı bir zamanda yaşıyoruz. Kanımca en çok anne-babalar “uzman despotizmi” de diyebileceğimiz bu olgunun gölgesinde kalıyor. Başta “Psikolojizm” ideolojisinin bombardımanı altında kalan, kendi iç seslerini kaybetmiş anne-babalara neler tavsiye edersiniz?

Dediğim gibi uzmanlar modernlik dediğimiz teolojinin havarileridir. Her mevzuda ama sürekli olarak toplumun eğitilmesinden bahsederler. İnsanların bilinçlenmesi gerektiğini söylerler. Bunun da ancak kendilerinin temsil ettiği bilgi ile olabileceğine inandırırlar. Ama kendileri de dahil olmak üzere hiç kimse bu bilgiyi sorgulama cesaretini gösteremez. Söylemeliyiz ki uzmanların beşeri alanla ilgili bahse konu ettikleri insanla, İslam’ın bahsettiği insan arasında görünüş haricinde fazla bir benzerlik yoktur. Her araştırma neticesinde elde edilen yeni bir bilgiyle sürekli olarak insan zihni üzerinde egemenlik kurarak modern toplumu eğitmeye, varsa hastalığı iyileştirmeye çalışırlar. Aslında başka bir gözle baktığımızda bunları çağdaş toplumun şamanları sayabileceğimizi söylemek belki de çok abartılı sayılmamalıdır. Ne taşıdıkları insan fikri ne de önerdikleri yaşam biçimi mahiyet itibariyle İslam fikri ile uyuşmamaktadır. Belki de çaba göstermemiz gereken, mümkün olduğunca aileyi uzmanlara açmamaktır. Onların temsil ettiği paradigmanın haricine çıkmayı denemeliyiz diye düşünüyorum.

Whatsapp, instagram gibi sosyal medya hesaplarını kullanmayanların yok sayıldığı bir çağda yaşıyoruz. Böyle bir zamanda bırakın akıllı telefon kullanmayı manuel cep telefonu bile kullanmıyorsunuz. Bu bilinçli tercihin altında yatan sebepleri merak ediyorum. Bu durumun zorlukları, artı ve eksileri neler?

Eğer söz konusu telefon ise terk etmiş olsaydım bu mümkün olmayabilirdi ama kullanma alışkanlığını edinmediğimden bunda bir eksiklik duymadığım gibi bu alışkanlığı sürdürmek de kolay oluyor. Fakat bunu salt modernlik karşıtlığı şeklinde de görmemek lazım. Nihayetinde onun kurduğu ve düzenlemekte olduğu hatta üzüntü ve hazlarımızla da onun belirlediği bir dünyada yaşıyoruz.

Bugün insanları birbirlerine bağlayan akrabalık, dostluk bağları değil teknolojidir. Biz bu bağları teknoloji üzerinden kuruyoruz. Aynı zamanda hayatı ve insanı da örgütleyen hatta güden yine teknolojidir. Teknoloji örgütledikçe inandığımız değerlerin, peşinde koşmamız gereken ideallerin ve amellerin de işlevi azalıyor.

İnsan-insan ilişkilerine zaruret olmadıkça bir aracı koyulmamalıdır diye düşünüyorum. Bugün insan, kendisiyle başka insanlar arasına bıraktıkları bir yana, kendisiyle kendisi arasına sayısız araç istihdam etmiş haldedir. Bunlar da insanın kendisine ulaşmasına, kendi kendini bulmasına kanımca mani olmaktadır. Aracısız bir ilişkinin kendi insaniliğimizi daha yakından yaşamamıza imkan vereceğine inanıyorum.

Kanaatime göre İslam bize mümkün olduğu kadar yüz yüze, göz göze iletişimde bulunma imasında bulunuyor. Sünnet olan, elle yemek, insanın kendisiyle arasına aracı koymamak demek de olabilir. Hani derler ya, bir toplumun yarısından çoğu ruhsal bakımdan hasta olduğunda geri kalanlara hasta muamelesi yapılırmış. Böyle değil ama zaman zaman benzer durumlar yaşıyorum. Hatta bir seferinde farkında olmadan telefonumu soran gişedeki görevliye, özür dileyerek, bakın belki inanmayacaksınız ama cep telefonu kullanmıyorum, dediğimi, farkına vardığımda da “bir suç mu işledim ki böyle özür dileyerek konuşuyorum” dediğimi hatırlıyorum.

2000 sonrası doğan ve sosyal medya ortamlarında kendini bulan, kitaplara uzak ama bilgiye daha hızlı ulaşan bir kuşak var. Z kuşağı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Herkesin de kabul ettiği gibi bugün insanların toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini belirleyen artık dijital teknoloji ve onun sürekli değiştirerek yeniden ürettiği görüntü kültürüdür. Elbette ki bunun maddi bir temeli olduğundan bahsedebiliriz ama maddi olanın insan bilincini belirlediğine dair eskiden beri inanarak geldiğimiz bir tezse artık geçerliliğini yitirmiş durumda.

Kabul etsek de etmesek de dijital teknolojinin bugün şekillendirdiği yeni bir bilinç, insan ve toplum var. Büyük nispette de bunu Z kuşağı dediğimiz kesim temsil ediyor. Z kuşağının da içinde yer aldığı bu kesimi, sınıfsal bir kategori içinde düşünmek de mümkün değil. Dediğimiz gibi Z kuşağı en azından şimdilik elbetteki bir kuşak. Ama gerçek dünya ile ilişkisi asgariye inmiş bir kuşak.

Maddi anlamda değil, fakat bu kuşağı yine de dijital teknolojinin yarattığı paryalar olarak nitelendiriyorum. Gerçek paryadan farkları fiziksel olarak çalışmamaları ve mesken tuttukları yerlerinden nirvanaya ulaşacaklarına inanmalarıdır.

Çağdaş postmodern dediğimiz dünya içten içe değişen ama fiziksel olarak mevcudu muhafazaya çalışan bir dünya olmaya namzet. Z kuşağı zihinsel olarak sürekli değişen ama fiziksel olarak mevkisini değiştirmeyen bir kuşak olarak söz konusu çağla uyumlu bir insan modelini temsil ediyor. Öte yandan sözünü ettiğimiz dijital teknoloji ile beraber öğrendiğimiz başka bir şey de artık bilgi kaynaklarının çoğaldığıdır. Fakat diğer yandan bunun zengin ve derinlikli bir entelektüel düşünce yaratmadığını da görüyoruz.

Elbette ki şimdiye kadar saf bir şekilde şuna inanarak, daha doğrusu inandırılarak geldik: “Zengin ve derin bir entelektüel düşüncenin önündeki engel bilgi kaynaklarının yetersizliğidir.” Bu tez günümüzde çürümüş oldu. Bize düşen de şimdi havasın düşüncesine talip olmaktır. Ama bu açıktır ki internetten elde edilecek bir şey değildir.

2019’da yayınlanan “Kalbin Akletmesi” adlı kitabınızda –modern dönemde tasavvuf” başlığı ile tasavvuf konusuna genişçe yer verilmiş. Modern İslam düşüncesinde /modern düşünceden etkilenen İslamcılık hareketinde tasavvufun kayda değer olmadığını söylesek yanlış olur mu? Modern çağda yaşayan Müslümanlar olarak tasavvufu hayatımızın içinde nereye koymalıyız?

Kendini İslamcı kabul eden biri olarak kanımca İslamcı dediğimiz düşüncenin, anlayışın içine düştüğü ve bir türlü nasıl çıkacağını bilemediği yanlışlıklardan biri tasavvuf biri de yaptığı gelenek düşmanlığıdır. Arkasında koskoca bir tarihsel birikimin olduğu bu iki, en azından toplumsal gerçeklik, bir kere bu kadar kolayca bir kenara atılmamalıydı ve atılamaz da zaten. Bunun yanı sıra, İslamcı düşünce bunları entelektüel düzlemde zihinlerden ve gönüllerden çıkartarak esasında kendini çıplak hale getirdiğinin de farkında değil. Üstelik kendisi kadar bizi de o çok karşı çıktığı emperyalizm karşısında trajik bir şekilde savunmasız bırakmıştır.

Bunlar ortadan kalktığında nereye varmak istediğini” sorsak, verecek bir cevabın olduğunu sanmıyorum. Her şeye rağmen pratikte bunlar Müslümanın amellerini terbiye ederek inşa etmesini sağlayan sünnetten de bağımsız olmayan ve de bağımsız düşünemeyeceğimiz iki kaynaktır. Sahip çıkmak veya bunlarla beraber işe koyulmak elbette ki sizi modernlik karşısında biraz tutuk hale getirir. Gönlümüzün istediği gibi davranmamıza set çeker, yani öyle kuru, radikal sloganlar atmanıza imkan vermez. Müslüman kıyafetli siyasi militan olmanıza kolayca evet demez. Diğer bir ifadeyle, cami avlularını slogan sahası ya da ağlama duvarına dönüştürmenize izin vermez ama sizi cemaat yapar, bir cemaatin gücünün ne olduğunu dünya alem herkese gösterir. Dahası da var belki de ama en önemlisi sizi iman ve amel tutarlılığına davet eder ya da en azından bu tutarlılığa dikkat çekeceği gibi muhtemelen müslümanı da bugünkünden daha iyi yapar, daha kötü yapmazdı.

İslamcılığın gelenek ve tasavvuf karşıtlığı, unutmamak lazım ki bir cihetten de onun kapitalizm karşısında kabaran iştahının, önünün açılmasını da kolaylaştırmıştır. Bir zamanlar, kurtarıcı formül olarak sıklıkla, “müslüman her şeyin en iyisine layıktır” diyerek, nimet olarak gördüğü tüketim nesnelerine ulaşmasına kapı açmıştır. Bugün varmış olduğumuz yer zaten bunu açıkça gösteriyor.

Şunu da not edelim ki İslamcılık maalesef ne gelenek ne de tasavvuf üzerinde ferdi ve cemaat boyutuyla yeteri kadar düşünmüş sayılmaz. Toplumsal alışkanlıkları, edinilmiş davranışları gelenek zannetmiştir. Geleneği bilhassa olumsuzlamak için Kur’an’da geçen “esatir” kavramını kendinin anlamak istediği şekilde yorumlamış, bunu sürekli ileri sürerek kendini savunmuştur. Tasavvufa gelince burada da her şeyi bir yana iterek İbni Arabi’nin vahdet-i vücutçu olduğunu ileri sürerek işi geçiştirmeye çalışmıştır.

Bu eleştiri, burada kelamcıları tenzih ediyorum, ciddi bir eleştiri sayılmaz. Son iki asırdan beri tasavvuf ehlinin İslam coğrafyasının her yerinde verilen mücadelelerin liderliğini yaptığını nasıl görmezden gelebildiğini ise anlamış değilim. Hele onun insan hakkındaki entelektüel ufkundan ve bize devrettiği zengin birikiminden de söz etmiyorum.

Özetlersek, tasavvufla ilişkilendirdiğimiz için şu iki soruya cevap arıyorum: Nefsi ve Zihni olağanüstü derecede kışkırtılmış çağımızın müslümanı ve sonra da insanı kapitalizm karşında nefsini nasıl terbiye edecek ve bu belaya karşı nasıl bir duruş edineceğiz? Her anlamı içinde bizi şehvet tutkunu insanlara dönüştüren bu kapitalizme karşı, soruyorum: Kapitalizmin inşa ettiği insan olarak mı direneceğiz yoksa insan-ı kâmil olmaya çalışarak mı? İnandığım bir şey var ki ilkine yardım gelmeyecektir ama yine inandığım başka bir şey var ki ikincisine de Allah azze ve celle yardım etmek için o kullarını beklemektedir.

İkinci sorum da gayet anlaşılır ve kısadır: Irkçılık yüzünden mekanın aşırı şekilde mekanlaştırıldığı, insanın değil artık birey dediğimiz varlığın nano-teknoloji misali aşırı şekilde atomize olduğu çağdaş post modern zamanlarda İslamın beşeri dünyasının kurucu ifadesi olarak nasıl cemaat halinde geleceğiz? İnsanları nasıl ve ne ile bir araya toplayacağız? Diğer bir ifadeyle, kurucu temel olarak İslam’ın öngördüğü beşeri dünyayı teşkil eden ya da temsil eden cemaat olma çabasını nasıl pratiğe dökeceğiz? Geleneği olduğu gibi tasavvufu da eğer İslam’a aykırı tarafları varsa sünnetle test edebilir, ehlinin ellerinde ayıklamaya tabi tutabiliriz. Fakat kanaatim odur ki sünnet yürürlükte oldukça hiç kimse, bunları yok saymak için kendine meşruiyet zemini bulamaz.

Abdurrahman Arslan’ın günlük okuma-yazma rutini nasıldır? Romanla, şiirle aranız nasıl? Kimleri beğenirsiniz? Ne tür okumalar yapıyorsunuz, merak ediyoruz.

Uzun zaman oldu ki roman okumadım. Seneler evvel, en son okuduğum roman Tutunamayanlar olmuştu. Şiiri severim ama şiirden anladığımı söyleyemem. Dergilerde gördüğümde de okumadan edemem. Aktüel olanı çok takip eden biri değilim. Daha ziyade yazmaya çalıştığım konularla ilgili kitaplar okumaya çalışıyorum. Uzun sayılacak bir zamandan beri kültür hakkında yazmaya çalıştığım bir yazı var. Dolayısıyla daha ziyade bu konuyla ilgili kitaplar okumaya çalışıyorum. Kusura bakmayın, bu yüzden de bir tavsiyede bulunamıyorum.

1 Yorum

1 Yorum

  1. Pingback: “Uzmanlar Çağımızın Şamanlarıdır” – İktibas Dergisi

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Videolar

Mehmet Ali Başaran – Cihat Aydın: Aksâ Tûfânı Süreci

Yayınlanma:

-

Aksâ Tûfânı süreci ile ilgili olarak Mehmet Ali Başaran bu defa Cihat Aydın ile söyleşti.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Cihat Aydın ile Vicdani Ret Üzerine

Yayınlanma:

-

Geçen gün şöyle bir haber çıktı: “Vicdani Retçi Cihat Aydın’a Askere Gitmediği İçin 46 Bin Lira İdari Para Cezası Verildi” Bu haber üzere seninle askerlikle meselesini konuşmak, okurları da olan bitene şahit kılmak istedim. Kısaca, kimdir Cihat Aydın ve neden askere gitmeyi reddetti?

İstanbul’da Erzurum kökenli bir ailenin evladı olarak dünyaya geldim. Ortalama her Türk ailesi gibi benim ailem de de devlet, kutsal bir varlık gibi sorgulanamaz, eleştirilemez bir güç olarak kabul edilirdi. Böyle bir aile içerisinde Allah bana asıl gücün, kudretin, iktidarın ve söz söylemeye haiz olanın yalnızca âlemleri yaratan zâtın, yani kendisinin olduğunu öğretti. Bu inanç ve anlayış çerçevesinde hayatını Allah’ın hükümlerine uygun yaşama gayreti içindeki bir Müslüman olarak Hz. İbrahim’in (as) Kur’an’daki (En’am Sûresi 162. ayet) duasını düstur edinerek diyorum ki, “Benim de namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm ancak âlemlerin Rabbi Allah için olmalıdır!” İnanmadığım değerler, ideolojiler, yasalar için çalışmayı, ölmeyi, öldürmeyi veya öldürülmeyi reddediyor olmamdan dolayı zorunlu askerlik hizmetini kabul etmiyorum.

Askerlik bu ülkede bir tabu, adeta bir put. Onu reddetmek gibi bir kararı almak zor olmadı mı? Yakınlarından ne gibi tepkiler aldın?

Devleti kutsallaştıran bir ailede büyümüş olmak bu kararı aldığınızda bazı tepkilerle karşılaşmanıza sebep oluyor. “Vatani görev, bundan kaçmak olmaz, aman canım git kurtul, gidip gelsen ne olacak!” gibi mevcut ideolojiye zihnini ve kendisini teslim etmiş fertlerin tepkileri ile karşılaşmak sizi mental anlamda zorluyor. Öncelikle şunu anlamamız lazım: Devlet, mevcudiyetine zarar gelmemesi adına size her türlü baskı ve zulmü uygulamaktan geri durmuyor ve durmayacak. Sizi hem maddi hem manevi her türlü baskı altına alarak kendi otoritesini kabul ettirmek istiyor. Bu gibi nedenlerden ötürü “Vicdani Ret” kararını almak tabi ki zor oldu fakat insan inandığı değerler uğruna bedel ödemedikçe, bu değerlerin savunucusu olduğunu nasıl iddia edebilir ki?

Bedelli askerlik yapmayı düşünmediniz mi hiç?

Aslında düşündüm. Devletin sizi hayatın içerisinde her alanda kuşatması, askerlik yapmamış olmanızın iş hayatınızı, aile hayatınızı, seyahatlerinizi kısıtlaması gibi etkenlerden dolayı bedelli yapmayı düşündüm. Fakat son bedelli uygulamasında ödediğiniz para ile birlikte belirli gün sayısı askeri üniforma giyerek orduya teslim olma zorunluluğu oluşunca bundan da vazgeçtim. Çünkü askeri üniformayı giyerek mevcut ideolojinin bir askeri olmak bir gün de olsa, bin gün de olsa birdir. Günahın küçüğü ya da büyüğü olmaz.

46 bin lira idari para cezasına çarptırılmanın haricinde pratikte vicdani retçi olmak hayatınızda ne gibi sıkıntılara yol açtı?

Siz askerliğe gitmediğiniz takdirde devlet size gün başına bir ceza belirliyor ve herhangi bir yerde GBT yoklamasına maruz kalıp hakkınızda tutanak tutulduğunda, bu tutanak üzerine size para cezası kesiyor, gönderiyor. Ben 6 Şubat depremlerinde bölgeye yardım amaçlı gitmiştim ve geri dönüşte jandarma tarafından çevirmeye girdim. Çevirmede bana tutanak tutuldu ve sonrasında 46 bin TL tutarındaki ceza gönderildi. Tabi ki yasal olarak bu idari para cezasına itiraz hakkınız bulunuyor. Biz de avukatım aracılığıyla bu para cezasına itiraz ettik. Şu an hukuki süreç devam ediyor. Ben burada sorunun para olduğunu düşünmüyorum. Esas belirleyici faktör devletin sizin üzerinizde kurmaya çalıştığı tahakküm. Bunu şöyle izah edeyim: Yazılım sektöründe hizmet veren bir firmada çalışıyorum ve gelen bu para cezası sonrası işten çıkarılıyorum. Devlet, asker kaçağı çalıştıran şirketlere yazı gönderiyor, “Asker kaçağı çalıştırmak suçtur, hakkınızda yasal işlem yapılır” diyerek firmaları baskı altına alıyor ve sizin emeğinizle çalışıp para kazanmanıza bile müsaade etmiyor. Devlet, bu ve benzeri uygulamalarla şahıslar ve toplumlar üzerinde tahakküm kurarak asıl söz sahibinin kim olduğunu göstermek istiyor. Allah’a iman eden bir müslüman olarak ben de diyorum ki: Bizi yoktan var eden, yerden ve gökten nimetlendiren yegâne yaratıcı Allah’tır; benim, ailem ve tüm insanlık üzerindeki söz sahibi! Ben, O’nun göndermiş olduğu ilke, kural, kaide ve değerler ile hayatımı yaşıyorum, bu değerler uğrunda mücadele eder ve savaşırım!

Bahsettiğiniz, çalışma hakkı gibi temel bir hakka müdahale etmektir. Zorla asker olmayı kabul etmeyeni devlet ekonomik olarak darboğaza sokmaya, çalışıp onuruyla yaşama hakkından mahrum bırakmaya çalışıyor. Hayli vahim bir hak ihlali bence. 

Kesinlikle öyle. Bu hak ihlali olan duruma insanların seyirci kalması kabul edilebilir bir durum değil.

Türkiye’de insanların çoğu vicdani reddin ne demek olduğu konusunda ya bilgi sahibi değil ya da kafa karışıklığı yaşıyor. Siz vicdani reddi nasıl tanımlıyorsunuz? Nedir vicdani ret? Vicdani retçi kimdir?

Maalesef belirttiğiniz gibi insanların büyük çoğunluğu bu kavramdan haberdar bile değil. Ben burada “Vicdani Ret” kavramı ile benim 2014 yılında belirttiğim üzere “İmani Ret” kavramını birbirinden ayırıyorum. Vicdani ret, bir bireyin politik görüşleri veya ahlaki değerleri doğrultusunda zorunlu askerliği reddetmesidir. Benim ilan etmeye çalıştığım şey ise; tüm ideolojilerden, fikirlerden bağımsız, imanımın bir gereği olarak kendisini dinsiz olarak tanımlayan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin bana dayattığı zorunlu askerliği reddetmek. Lâik bir devletin lâik ordusunun İslam inancına sahip bir insanı kendi saflarında savaşmaya zorlaması asla kabul edilebilir değildir. Dini, hiçbir işine karıştırmayan bir rejimin ordusunun kendi değerlerine uygun olarak dinle ilişkisi olmayan lâik zihne sahip askerler bulması tutarlı olacaktır. Ne var ki laik zihniyete sahip olanların da “zor”la değil özgür iradeleri ile asker olmaları insan onuruna yakışır bir davranış olacaktır.

Askerlik yapmanız önündeki tek engel Türkiye’nin laik bir devlet olması mı?

Bugün inandığım değerler ile yönetildiğim bir ülkede yaşıyor olsam bile, savaş dediğimiz şeyin gerçekten inandırıcı ve geçerli gerekçeler ile yapılması gerektiğini düşünüyorum. İnandığım dinin tarihine baktığımda haksızlık ve zulüm üzere bir savaş olmadığını görüyorum. Ben savaş karşıtı değilim, başka vicdani retçi arkadaşların antimilitarist bakışına saygı duyarak bunu söylüyorum. Fakat ben inanmadığım değerler ve ideolojiler için savaşmaya karşıyım. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin düşman algısı ile benim düşman algım aynı değil, olamaz da. Kuruluşundan bu yana kendi vatandaşlarından yapay düşmanlar üreterek sayısız zulümler gerçekleştirmiş bir devletin aklı, kabulleri, idealleri ile asla ortaklık arz etmeyen bir dünyaya sahip olduğumdan, böyle bir devletin ve ordusu TSK’nın askeri olmayacağım.

“İnandırıcı ve geçerli gerekçeler” dediğiniz meşru müdafaa anlamında bir savaş mı? Bildiğim kadarıyla Allah inananlara, “Size savaş açmadıkça siz de onlarla savaşmayın!” diyor. 

İfadenizi şöyle düzelteyim müsaadenizle; Bakara suresi 190. ayette Allah şöyle buyuruyor:  “Size karşı savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın, fakat aşırılığa sapmayın; Allah aşırılığa sapanları sevmez.” İslam peygamberi Hz. Muhammed’in örnekliğinde gördüğümüz savaş ahlakı şu şekildedir; düşman sizi yok etmek adına bir saldırıda bulunuyorsa, sizin de belirttiğiniz gibi, meşru müdafaa hakkınızı kullanarak onlarla savaşırsınız.

Söyleşi: Mehmet Ali Başaran

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Göçmen İşçiler: Köle Değiliz

Yayınlanma:

-

Bu çalışma, Suriye ve Afgan uyruklu iki farklı işçi ile yapılan bir röportajı içermektedir. Göçmen işçilerin çalışma koşullarını görünür kılmayı amaçlamaktadır. Kişilerin isteği üzerine isimleri saklıdır.

S./Suriye, 23

E./Afganistan, 27

  • Türkiye’ye tam olarak ne zaman geldiniz ve gelme sebebiniz nedir?

S: 2016 yılında, ben 18 yaşındayken abimin ailesiyle beraber geldik. Suriye’de savaş vardı, uzun bir süre orada kaldık biz ama zamanla geçinememeye başladık çünkü savaş vardı. Herkes ya Türkiye’ye ya da izinle Avrupa’ya gidiyordu. Abim önceden de Türkiye’ye gitmişti zaten. Beraber çalışmak için geldik, abimi tanıyan Türkler vardı.

E: 2019 yılında tek geldim. Afganistan’da ailem var, evli değilim. İki annem ve küçük kardeşlerim var. Abilerim çalışıyorlar. Türkiye’ye gelmek benim için zorunluluktu. İran’a ya da Türkiye’ye geçip çalışacaktım ama çok fazla para gerekti. Bu yüzden Türkiye’ye geldim.

  • Geldikten sonra iş bulma serüveninizden bahsedebilir misiniz?

S: Abim önceden geldiğinde Edirne’de yüklemeci olarak çalışmış. (Burada kişi, mal yüklemeciliğinden bahsediyor. Çeşitli ağır, pazar mallarını kamyon ve benzeri araçlara yükleme işlemi.) Önce Edirne’ye gittik, yüklemecilik yapacaktık ama arkadaşı işe almayacağını söyledi. Sonra İstanbul’a geldik. Akrabalar yardım etti, Sultanbeylideyiz. Yüklemecilik ve kumaş taşımacılığı yaptık. Şimdi hem ara işler hem de mal yüklemeciliği yapıyorum.

E: Afganlar genellikle Türkiye’ye kaçak giriyorlar. Türkiye vizesi yok, o yüzden iş bulmak zor. Mesleğim boyacılık ama burada farklı bir iş sistemi var. Boyacılık hiç yapmadım. Arkadaşlarım hep Türkiye’deydi. Aynı evde kalıyoruz. İstanbul’a geldiğimde hiç param yoktu, bir sürü memleketlimle tanıştım. İlk çalıştığım işlerde neredeyse hiç para almadım sadece yemek veriyorlardı. İzin belgemiz olmadığı için bir şey yapmıyorduk. Şimdi ev arkadaşlarım gibi tekstilde çalışıyorum. İp kesme ve kumaş boyama yapabiliyorum. Sabah, akşam sürekli çalışıyoruz.

  • Memleketinizde hangi işi yapıyordunuz?

S: Ben buraya uzun zaman önce geldim ama Suriye’de fırında çalışıyordum. Çalıştığım fırın marketlere ekmek gönderiyordu, çok büyük ve tarihi bir fırındı. Pita, lavaş ve pide burada da çok fazla satılıyor.

E: Boya yapıyordum. Dükkânlarda tabela ve duvar boyalarını çok yaptım. Bazen evleri de boyuyordum. Orada tanıyanlar boyalarını bana yaptırırdı. Yapmayalı uzun zaman oldu. Türkiye’ye gelirken çok uzun yollardan geçtim. Gelirken hep boyacılık yapma hayali kurdum ama olmadı.

  • Şimdiki iş hayatınız ve aldığınız ücretler hakkında bizi bilgilendirir misiniz?

S: Şimdi İstanbul’da çalışıyorum ama sürekli farklı işlerde çalışıyorum. Aynı parayı almıyoruz. Ben, günlük sabah 07:00 ile akşam 22:00 arası çalışıyorum. Aylık genel olarak 2000 kazanıyorum. Ek işlerle bazen 2500 oluyor. Haftanın her günü çalışıyoruz.

E: Çalıştığım işin maaşları ayın başında yatıyor. Ne kadar çok çalışırsak o kadar çok alabiliyoruz ama çok fark etmiyor. Ben sabah 07:00 ile akşam 20:00, 21:00 arası çalışıyorum. Pazartesi günleri mesai saatleri artıyor. Maaşımız 2800, bazen biraz fazla oluyor ama çok nadir yükseliyor. Mesela ilk geldiğimizde iki ay biz çok düşük maaş aldık. Hatta ilk ay maaşlarımızı hemen vermediler.

  • Bakmakla yükümlü olduğunuz kişiler var mı?

S: Abim evli onunla beraber kalıyorum. Burada beraber geçiniyoruz. Ev kiraları çok yüksek, yeğenlerim var. Suriye’de evli kız kardeşlerime de para gönderiyoruz.

E: Afganlar genellikle ailelerine para gönderirler. Ben de gönderiyorum tabii ama burada kimseye bakmıyorum. Buradan annemlere ve kardeşlere para gönderiyorum ama her ay gönderemiyorum. Onların durumları şu an hiç iyi değil, onlar için çalışıyorum.

  • Maaşlardan memnun musunuz?

S: (Gülüyor) Biz çok çalışıyoruz çünkü başka yolumuz yok. Maaşlar çok az. Ev kirasına ve yemeğe gidiyor. Bazen yol parası vermemek için yürüyorum.

E: Maaşlar çok az. Çok yoruluyoruz ama yetmiyor. Maaşlarımızı vermemelerinden çok korkuyoruz. Bazen maaşlar çok gecikiyor, bazen sadece yarısını veriyorlar, düzenli değil.

  • Kendinizi yabancı, Türk işçilerden farklı hissettiğiniz zamanlar oldu mu?

S: Oluyor. Bazı kişiler Suriyelilerin çok fazla para aldığını sanıyor. Öyle değil. Bizi, Suriyelileri çok çalıştırıyorlar ama bazı Türk işçileri öyle çalıştırmıyorlar. Hepimiz aslında çok çalışıyoruz ama bazen patronlar, para verenler bize daha az para veriyorlar bunu biliyoruz.

E: Evet hep oluyor. Mesela şu an çalıştığım teksti atölyesine hiç Türk işçi almıyorlar. Çünkü hiçbirisi bu maaşı kabul etmiyor ya da resmi (sgk’yı kastediyor) istiyor. Afganları işçi olarak görüyorlar.

  • Türklerin size karşı davranışlarından memnun musunuz?

S: Bazıları çok iyiler bazıları farklı davranıyor. Her yerde böyle oluyor. Hepimiz aynıyız bazıları kendilerini daha üstün görebiliyor ama genel olarak elhamdülillah… Bir kere uzun süre önce otobüse bindiğimde kartımı unutmuştum, şoför beni dilenci sandı, otobüsten indirdi. Suriyelileri öyle görüyorlar. Hem iyi hem de kötü insanlar var. Geçen yıllarda daha kötü davranıyorlardı ama alıştık. Türkiye’de çok iyi insanlar da var tabii.

E: Ben çok farklı, yanlış şeyler gördüm. Afgan olduğumu anlayınca kötü bakıyorlar. En çok patronlar, sanki onlara çalışmak zorundaymışız! Köle gibi düşünüyorlar. Bizim maaşlarımızı vermediklerinde biz bir şey demekten çekiniyoruz çünkü kızıyorlar, tehdit ediyorlar. Bazen “Gidin ülkemizden!” diyorlar arkamızdan. Benim gibi Türkçe bilen Afganlar anlıyorlar ama şu ana kadar karşılık vereni görmedim. Bir de bizi terörist sanıyorlar. (Gülüyor) Irkçılık yapan çok kişi var. Sanki yaratıkmışız gibi bakıyorlar. (Gülüyor) Biz evde beş erkek kalıyorduk. Bizim ilaç (uyuşturucu kastediliyor) sattığımızı iddia edip polis çağırdılar, evi aradılar. Evde yataklardan başka bir şey yoktu, polisler de şaşırdılar.

  • Belirli devlet veya özel kurumlardan yardım almayı tercih ettiniz mi?

S: Türkiye’ye ilk geldiğimizde abim devlete başvurdu. İsmini hatırlamıyorum, yardım alamadık ama bilmiyorum o zaman biraz karışıktı. Yardım almıyoruz.

E: Hayır hiç para almadım, bazı yerlerde yemek dağıtımlarına gidiyoruz ama her zaman gidemiyoruz. Çorba, pilav, tavuk gibi yemekler veriliyor.

  • Son olarak, iş hayatında neyin değişmesi sizi mutlu ederdi?

S: Hep çalışmak istemiyorum. Hiç tatilim yok, bazı günler gezmek isterdim. Maaşlar biraz daha yükselse çok güzel olur. Elhamdülillah.

E: Ben bize kötü davransınlar istemiyorum. Çalışırken normal çalışmak isterdim. Patronlar bazı zamanlar iş saatlerini uzatıyorlar. Maaşlarımızı vermediklerinde işten atarlar diye bir şey diyemiyoruz, keşke böyle olmasaydı. Bunlar değişsin isterdim.

  • Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Son eklemek istediğiniz bir şey var mı?

S: Rica ederim. Son olarak eğer evimizde savaş olmasaydı buralara gelmeyecektik. Bazı insanlar “Neden gidip savaşmıyorsunuz?” diyor, peki bizim ailelere kim bakacak? Onlar hep perişan oluyorlar. Herkesi kaybettik, yaşamak istediğimiz için geldik.

E: Ben teşekkür ederim. Allah hepimize hayırlı bir hayat nasip etsin. Son olarak, kötü davranmasınlar, terörist demesinler, bizler insanız.

Çeviren, Röportaj sahibi: Nurbanu Gün

Devamını Okuyun

GÜNDEM