Ayşenur Narboğa iki çocuk annesi, yazar, editör ve lise öğretmeni. Kendisiyle çalışmaları ve yeni yayınlanan ilk kitabı üzerine kısa bir röportaj gerçekleştirdik.
Çocuk Şehri adlı dergi ve internet sitesiyle yıllardır Çocuk ve Gençlik Edebiyatı üzerine okuyor, yazıyor ve yayınlar yapıyorsunuz. Edebiyata, bilhassa çocuk ve gençlik alanına ilginiz nasıl başladı?
Çocuk edebiyatı okumalarına anne olunca başladım diyebilirim. Öncesinde teorik okumalara çok ağırlık veren bir tercihim vardı. Kurgu dışı eserler, akademik ve teorik metinler daha çok ilgimi çekerdi. Roman, hikaye vs. pek okumazdım. Anne olduktan sonra ‘çocuklar acaba ne okuyor’ diyerek birkaç kitap inceledim. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ‘Balina ile Mandalina’ şiir kitabına hayran kalmıştım. Benim cilt cilt okuduğum kitaplardaki dünyayı küçücük mısralarda özetliyor gibiydi. Sonra diğer kitaplar geldi.. İyi kitaplarla karşılaşmış olmak beni çocuk edebiyatı ve sosyolojisi konusunda şevklendirmiş oldu.
İlk kitabınız Tukanya geçen ay İnsan Yayınları etiketiyle okura ulaştı. İlk kitaplar zor çıkar öte yandan büyük bir sevinç bağışlar. Nasıl bir süreçti sizinki?
Yayına hazırladığım Minik Kanatlar Dergisi’nde tefrika olarak yazıyordum Tukanya’yı. Daha sonra kitaba dönüştürme teklifi geldi. Ben tereddüt ettim açıkçası. Bir çocuk kitabı yazmak büyük mesele benim için. Buna cesaret ediyor olmak da öyle. Korkumu yendim, gerekli düzenlemelerin ardından Tukanya yayımlandı. Sevinçle birlikte bu tereddüt de içimdedir hâlâ.
Tukanya, dayanışma ve direnme üzerine bir hikaye. Yazarlığa bu temalardan başlamanızın özel bir anlamı olmalı diye düşündüm kitabı bitirdiğimde.
İçinde yaşadığım dönemi pek çok açıdan yaşaması zor olarak değerlendiriyorum ama bu hep böyleydi. Tarihin her döneminde insanlar büyük sınavlardan geçtiler. Bu sınavlardan dayanışmaya inanan ve cesaret gösterebilenler alnının akıyla geçti. Bu bakımdan siyasal, sosyal ve ekonomik zorluklar benim açımdan sadece dayanışma ile aşılabilir. Bu kişisel sorunlarımız için de böyledir. Paylaştıkça, destek buldukça iyileşir yaralarımız.
Türkiye’de çocuk edebiyatının yıldızının son 10 yılda parladığı çok yazıldı çizildi. Sahiden böyle bir durum var mı?
Türkiye’de de dünyada da bir küresel edebiyat hegemonyası var ve kültürel sermaye edebî zevklerimizi de yönetmek istiyor diye düşünüyorum. Yoksa birbirinin aynısı bunca kitabı nasıl açıklayabiliriz? Öte yandan postmodernizmin etkisiyle edebiyattaki temsil gücünü ve çeşitliliğini de yadsıyamam. Bizdeki çocuk edebiyatının gelişim göstermesi bence hâlâ çeviri eserlerin etkisiyle alakalı. Çoğunluğu Batılı dillerden yapılan çeviri eserler oldukça fazla. Türkiye’deki yayıncılığın zorlu şartları da yayıncıları tercüme eser yayımlamaya itiyor. TEDA, Fellowship gibi kuruluşlar sayesinde Türkiye’nin dışa açılımda önceki senelere göre çok daha iyi olduğu da bir gerçektir. Bu göstergelere bakınca yıldızın parladığı gibi bir düşünce akla gelebilir ama sanıyorum bu işin ticari yönü. Bir ülkenin edebiyatının gücü yerli eserlerle ölçülür. Yerli edebiyatta ne kadar başarılıyız sorusu bize gerçek değerlendirmeyi verir. Bir de çocuk edebiyatında artık temel yasa tasarımdır, tasarımı zayıf olan bir metin ağzıyla kuş tutsa kendini gösteremez. Ve tasarım da ciddi bir maliyet yayıncı için. Burada iş okura düşüyor. Yani bir çocuğun resimsiz de olsa bir kitabı okumaya “layık” bulması gerekiyor. İmajın söze üstün olduğu bu çağda resimsiz kitap okumak soylu bir eylemdir.
Okul çağına yaklaşmış bir oğlunuz var ve yazdıklarınızdan, onu okula gönderirseniz “yazık etmiş” olacağınızı düşündüğünüz anlaşılıyor. Bu konuda kararınız ve gerekçeleriniz neler?
Bu çok kapsamlı bir konu, kısaca özetlemem gerekirse şunları söyleyebilirim. Kurumsal eğitimin her türlüsü eleştirilmelidir bana göre ama özellikle modern okulların icadı tam bir insan imal etme fikridir. Endüstri Çağı’nın disiplin toplumunun en büyük halkasını oluşturan okullar artık neoliberalizmin devraldığı bir kaledir. Tektip ve zorunlu olan hiçbir şey insana iyi gelemez. Bunda modern bilimi eleştirmemin de payı var. İmgelemi, sezgiyi, belleği, tefekkürü örseleyen pedagojik otorite insana kendini bilmesi için alan tanıyor mu? Şu an çok yaygın olan yaratıcılık, hayal gücü, inovasyon ve tasarım gibi güya çocuğun farklılıklarını besleyen doneler yeni makbul vatandaşta aranan özellikler değil midir? Yani hayal et, üret, icat et ama sistem için. Çünkü bu çağ artık inovasyondan besleniyor. Küresel rekabette yeni güç bu. Rekabet demişken okullar öteki ile olan ilişkiyi rekabet üzerinden kuruyor. Bu durumda ideal bir öteki tanımı sağlanabilir mi? Öteki ile kurulamayan sağlıklı ilişki şiddetin en büyük nedenidir. Tüm bunlara bakınca ben çocuğumun endoktrine edilmesine razı değilim. Okul kadar medya da istenilen toplumu imal etmede aktif görevdedir. Bu yüzden medyayı da tehlikeli buluyorum. Çocuğumun izlediği bir çizgi film de pek ala onu ulus-devlet çizgisinde düşünmeye zorlayabilir. Kısaca bu kendi varoluşunuzu korumakla ilgili bir konu. Devletin tüm ideolojik aygıtlarına karşı bir kendilik çabası. Buna yemek yeme ritüelini bile katabilirsiniz.
*Ayşenur Narboğa: İlahiyat ve sosyoloji okumalarını anne olunca çocuk edebiyatıyla taçlandırdı. Edebiyatın estetik olduğu kadar sosyolojik yönüyle de ilgileniyor. Yetişkinler için çıkardığı Çocuk Şehri Dergisi artık yayımlanmasa da internet sitesi olarak içerik üretmeye devam ediyor. Üniversite sempozyumlarındaki bildirilerinden ziyade burada çocukluğa dair yazılar yazmanın daha iyi geldiğini düşünüyor. Lise öğretmeni ve iki çocuk annesidir.