Connect with us

Köşe Yazıları

Ulus Devlet Kiminle Barışır?

Yayınlanma:

-

Tarihi anlara tanık olduğumuzu düşünmüyorum. Silahların epik bir sinema sahnesindeki gibi yakılışı; barış sürecinin devletin muktedirlerince coşkulu karşılanması şunu unutturuyor: Hâlâ bir ulus devlet gerçeğini yaşıyoruz.

Üstelik bu gerçekliği, modernliği aşarak ulaştığımızı düşündüğümüz bir zamanda, postmodernliğin eşiğinde yaşıyoruz. Bir yanda “ulus”ların da dahil olduğu bütün o eski ve büyük anlatılar parçalanırken diğer taraftan da iktidarlar için en önemli “noble lie”1 olma özelliğini koruyor.

Bu, yalnızca modernlikten postmodernliğe geçişin karakteristik özelliği olan birçok ideolojik ve toplumsal gerçekliğin aynı anda ve çelişkili biçimde yaşanmasına, yani bir tür süperpozisyon hâline işaret etmiyor. Aynı zamanda, ulus-devletin gerektiğinde kahredici gücünü kullanabilirken yeri geldiğinde ise bir süreliğine geriye itilebildiği bir siyaseti normalleştiriyor.

Türkiyelilik…

Bu durum şu gerçeği ortaya koyuyor: Artık yalnızca -Orwell’in 1984 romanındaki gibi- geçmişin, siyasi pozisyonlara göre yeniden kurgulanmasına tanık olmuyoruz. Bugünün gerçekliği de değişken, kaygan ve sürekli yeniden kuruluyor. Bunun tipik bir örneği var: “Türkiyelilik”.

Türkiyelilik ifadesini ilk kez kullananlardan Jöntürk Tunalı Hilmi.

1900’lerin başında bir Jöntürk olan Tunalı Hilmi, “Türkiyeliliği” imparatorluk içinde “Türkçü bir öz” ve ötekinden ayrışma amacıyla kullanmıştı. “Türkiyelilik” kültürel karışımların çok yoğun, üst kimliğin ise din mensubiyetiyle tanımlandığı bir vasattan “ulus” yaratmanın zihinsel hazırlığıydı.

Türkiyeliliği sıklıkla Osmanlılıkla birlikte kullansa da Tunalı Hilmi, iktidarın merkezini bu kavramla belirlemekten kaçınmaz: “Osmanlılık bir kazandır. Onda kaynayan Türkiyeliler değildir; onların haklarıdır. Fakat onu kaynatan ‘Osmanlılık’ ateşidir; onun közcüsü Türkiyeliliktir, Osmanlılıktır; …Türkiye ise Türkiyelilerindir. Nitekim ocağa harç getiren onlardır.”2 Onun bu yaklaşımı, Osmanlıcılık vurgularına rağmen iktidar kaynağı olarak konumlandırdığı Türkiyelilik aracılığıyla bir tür ulus-devlet fikrine odaklıdır.

Fakat aynı kavram 2000’lerin başında artık ulus kimliğinin bir inşacısı olarak değil aksine onu parçalayan bir tanımlama içinde hatırlandı. 2011’de devrin başbakanı Erdoğan “Türkiyeli olmaktan rahatsız değilim!” diyerek eleştirilere yanıt vermek zorunda kalmıştı.3 AB ile görüşmeler ve çözüm sürecinin ilk denemeleri arasında ulus devletin “Türklük”ü sürekli hatırlatıyor olmasına da “Türkiyelilik” kavramıyla çözüm bulundu.

Oysa ne Türkiyelilik ulus devlete ilişkin temel bir tartışmayı içeriyordu ne de Türk devletinin ulus anlatısından vazgeçmek gibi bir derdi vardı! Amaçlanan, ulus devletin kurumsal varlığını bütün gücüyle korurken aynı zamanda daha az görünür olmasını sağlamaktı, öyle de oldu.

Ulus Devlet Barışır mı?

Ulus devletin egemenlik alanı içinde kimseyle iktidarını gönüllü paylaşmayacağını anlamak için kısaca “modern” ve “modern öncesi” ayrımını yeniden düşünmek gerekiyor. Bu tartışmanın devlet tarafındaki ayırıcı farkı, meşruiyetin kaynağı ile ilişkili. Devlet ve birey arasındaki sorumluluk tanımının “modernite” ile birlikte devlet lehine baş döndürücü değişimi, düzene bugünkü boyutunu kazandırdı. Bütün kurumları ve mensubiyetleri yerinden eden yeni devlet düzeninde ‘eski’ye ait ne varsa -özellikle de din- merkezi durumunu kaybetti.

Fransız devrimiyle belirginleşen modern devlet, meşruiyetin kaynağını da içselleştirmiş oldu. İşte Platon’dan Rousseau’ya dek uzanan “kutsal yalan” (noble lie) ya da “sivil din” o günlerde yeniden gündeme gelmesi rastlantı değil. Bugün için düşünecek olursak “sivil din”in işlevini en iyi Rousseau’nun özetlediğini söyleyebiliriz.4 Rousseau, Fransız devriminin ardından “dinsiz bir devlet” olamayacağına ve Kilise’ye de güvenilemeyeceğine göre yeni bir din inşa edilmesi gerektiğinden söz eder. Kilise’ye ilişkin güvensizliğin nedeni iradenin ve iktidarın parçalanmasıdır. Her şey dünyevileşmeli, merkezileşmeli, iktidar bir başka meşruiyet kaynağına ihtiyaç duymamalıdır.5

Kısacası ulus devlet, kadim dinleri tasfiye ettiyse toplumun kılcallarına kadar nüfuz edecek yeni bir anlatıya ihtiyaç, çok daha güçlü biçimde belirir. Küreselleşmenin bütün büyük anlatıları (ulus anlatısını da elbette) yerle bir etmesine rağmen devlet, yapısal olarak varlığını koruduğu için ulus kimliği bu nedenle hâlâ bitiştirici unsur olma vazifesini üstlenmeyi sürdürüyor.

Modernden postmoderne doğru sıçrayışlar, küreselleşmenin bütün insanlığın geleceği için transhümanist bir ufuk içinde gelişimi… Hiçbiri doğumu ve genetik mirası modernliğin içinden gelen devletin var olduğu gerçeğini değiştirmiyor ve evet; eğer devlet varsa yapısal bütünlüğünü modern paradigma içinde koruyorsa ulus-kimlik dışında bir anlatıya dayanması mümkün görünmüyor. Klasiğin, dini mensubiyetlerine dönemeyeceğine ve postmodernliğin devleti, bireyle birlikte ‘gereksizleştiren’ geleceğine şimdiden teslim olamayacağına göre geriye yalnızca tek bir seçenek kalıyor: Ulus kimliği ve ondan sâdır olan ulus devleti korumak.

Seküler Kürt Aklı ve Ulus Devlet

Toplumsal kalkışmaları tek düze ve yekpare bir bakış içinde tanımlamak kolay değil. Genelleme yaptığınızda ise bütün farklılıkları yok sayan, ortak hafızanın tümünü bir bakış açısında sabitleyen kavrayış eksikliği gelişiyor. Ancak yine de özellikle Türkiye’de DEM Parti’nin siyaset pratiğini düşündüğümüzde burada da “seküler ulus aklının” varlığı yadsınamaz.

Modern olmanın bedeli, yeni bir devlet/iktidar olma hikâyesinde ulus bilincini merkeze koymayı gerektiriyor. Günün sonunda eleştirdiğine dönüşme potansiyelini yüklenmiş ulus kimlikler -iktidar ya da değil- aynı ülküyü paylaşıyor.

Modern/ulus devletin en büyük zaferi de burada: kendisine karşı mücadele edenleri de ulus mantığı içinde örgütlenmeye zorlaması! DEM’in temsil ettiği Kürt hareketini de bu noktadan değerlendirmek yanlış değil. Daha doğrusu mücadelesini seküler ve ulus kimlik içinden büyütmek günün sonunda yeni bir ulus devlet dışında bir şey önermiyor. Bu da “barış süreci”nin aslında iki farklı dünya görüşünün birlikte yaşama arayışı değil, aynı paradigmanın içinde iki farklı ulus anlatısının kırılgan bir mutabakat aradığını ortaya koyuyor.

Bu noktada “barış süreci”nin “Türkiyelilik” gibi yanıltıcı olduğunu düşünebiliriz. Ne Tunalı Hilmi’nin ne de Erdoğan’ın Türkiyeliliği, ulus fikrini aşan bir ortak yaşam vaat ediyordu! Osmanlıcılık, Anadoluculuk ve benzeri kavramsallaştırmalar Türk ulus kimliğinin merkezi pozisyonunu değiştirmedi. Hemen hepsinde Türk, “büyük ağabey” olarak yer aldı.

Bugün de olup biten, farklı değil. “Barış süreci” düzenin kendi içinde yeniden dengelenmesi, egemenlik alanlarının paylaşılması ya da en azından bu paylaşımın vaat edildiği bir gelecek kurgusunu içeriyor. Ulus devlet ufku içinde kalmanın ise modern ve ontolojik olarak seküler kalmak zorunda olan devleti tahkim etmek dışında bir anlamı yok.

Ulus devleti aşmadan, ulus kimliğin bir iktidar aygıtı olarak korunduğu vasatta toplumsal barış kazanılamaz. Egemen olanla birlikte iktidara taşınan ulus söylemi ise yalnızca sistemin -farklı ulus kimlikler üzerinden bile olsa- kendini tekrar tekrar üretmesi sonucunu doğuracaktır.

Dipnotlar

1- Noble lie/asil yalan. Platon’dan Rousseau’ya kadar devletin meşruiyetinin inşa edildiği kurgusal bir aldatmacadır.

2- Bir Jöntürk Olarak Tunalı Hilmi ve Siyasi Düşüncesi (Tez), Can Ulusoy, http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/44734.pdf

3- https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d24/c001/tbmm24001007.pdf

4- Bu konuda tafsilatlı bir çalışma: Sivil Din, Kemal Ataman, Sentez Yay.

5- J.J. Rousseau, “Toplum Sözleşmesi” (1762) isimli çalışmasında bu konuda kimi zaman muğlaklaşsa da dinin yeniden inşası ve dünyevileşme konusunda son derece nettir.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

BM Güvenlik Konseyi Kararına Karşı Beyazıt Meydanından Yükselen Tarihî Cevap

Yayınlanma:

-

BM Güvenlik Konseyinin ABD başkanı Trump’ın Gazze plânını onaylaması, egemen dünya düzeninin ve İsrail’in tarihî rolünün ne manaya geldiği hususunda son derece açıklayıcı bir hamle olarak kayıtlara geçmiştir.

Sabit “beşli çete” ve onlara, dönemsel değişimlerle eklemlenen 10 üye ile egemen dünya düzeninin kirli işlerini plân ve onaylama makamı olan BM Güvenlik Konseyi, “Dünya beşten büyüktür!” propagandasının da hamasetten öte bir şey olmadığını bir kez daha göstermiştir. Şarm’uş-Şeyh’teki Trump şarlatanlığının şovuna koşa koşa gidenlerin yukarıdaki propagatif söylemlerinde ne kadar samimiyetsiz oldukları yine kanıtlanmıştır.

Filistin’i vaktiyle Siyonist şebekeye peşkeş çeken BM, şimdi de Gazze’yi egemen dünya düzeninin inisiyatifine terk ediyor. Yirminci yüzyılın başındaki allı pullu “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” söylemleriyle arz-ı endâm eden egemenler, emperyalizmin Batı Asya’ya, İslam dünyasına açılan kapısını tutmak[1] söz konusu olunca birinci elden operasyon çekiyorlar. Bu tutum elbette egemen aktörlerce ihdas edilen BM’nin karakterine de son derece uygundur, onun kuruluş amacına yakışmıştır!

İslam dünyasındaki diğer pek çok işbirlikçi rejimin yanı sıra Türkiye de Trump şarlatanlığının ortağı olarak bu plânın arkasında duruyor. Artık bunlardan bahsetmek lüzûmsuzlaşsa da dindarlığın mukaddesatçı kanadından gelen iktidara dahil olan İslamcı çevrelerin bitmek tükenmek bilmeyen aşınma sürecine eklenen yeni bir halkayla karşı karşıya olduğumuzu da belirtmeden duramayacağım.

Bu bahiste, 1990’lı yıllarda İstanbul Üniversitesinde öğrenci iken Beyazıt eylemlerimizi hatırlamadan edemiyorum. Tematik olarak Filistin’den Bosna’ya, Çeçenistan’dan Cezayir’e, oradan pek çok İslam coğrafyasına uzanan ve binlerce Müslümanın katılımıyla gerçekleşen eylemlerde atılan keskin sloganlardan biri de “Birleşmiş Milletler Terör Örgütü!” idi. (Bu bahsi, o yılları anlattığım kitabımda işlemeye gayret etmiştim.[2]) Bu slogan, dillendirenlerinin bilinç durumlarının düzeyini ve siyasi tavırlarını ifade etmesi bakımından dikkate değerdir. Ayrıca şuna da dikkat çekmeliyim: Küresel işgal ve katliamlara karşı tertip edilen bu eylemler, işbirlikçi yerel rejime yönelen diğer başka keskin sloganlarla devam ederdi.

Beyazıt meydanında yankılanan bu siyasal-akîdevî bilinç, net bir ilkeselliğe yaslanırken hemen hemen aynı sosyolojinin devşirilerek yine aynı küresel düzenin zulümlerine rıza ya da en azından sükût sûretinde onay makamı kılındığı pekâlâ söylenebilir. İslam coğrafyalarındaki bir kısım siyasal iradenin işbirlikçilik ve ihanet zincirine halka eklemek iştiyakındaki baskın utancın eşi benzeri maalesef kolay kolay bulunamaz!

BM’nin egemen dünya düzeni bahsindeki rolü, onu çekip çeviren baş aktörlerin niyet ve icraatları açıktır, değişmez. Birtakım ayartmalarla o işleyişe dahil olanların ezilen halkların, özgürleşmeye çalışan mazlum ve mustazaf coğrafyaların layıkıyla yanlarında durmaları söz konusu bile edilemez. Gazze’yi imha etmeye ayarlı soykırım savaşı, emperyalist-Siyonist kuşatmaya peşinen itiraz eden Aksâ Tûfânı’nın arkasında yatan temel gerekçenin anlaşılmasını kısmen engellemiş olabilir. Filistin; emperyalizmin “koçbaşısı” olarak vâr ettiği İsrail sûretinde İslam halkları yoğunluklu Batı Asya’ya geçmek durumunda olduğu “kapı” ise Direniş, o kapıyı, o geçidi tutma sorumluluğu ile hareket etmiştir/etmektedir. Bir halk, bir asrı geçkin bu tarihsel misyon için bedel ödedi. Emperyalistlerin son enerji hatları projelerinin Gazze’ye ulaşıp Akdeniz’de vanalanma arzuları, Filistin’in tümden yıkımı ile İslam coğrafyasının mutlak talanını hedeflediği için son ve büyük bir hurûç “Aksâ Tûfânı” ismiyle tarih sahnesinde şaşılası bir bedenlenme olarak sahneye çıktı.

Köleliğe çektiği kılıcı, isyan sancağını korkusuzca yükselten Direniş, belki yanında bulmayı ümit ettiklerini Şarm’uş-Şeyh’te şarlatanlık halkasında sıralanmışlar olarak bir kez daha gördü ama çok şükür ki mutlak zaferin Allah katında ve nihâî olarak âhirette olduğuna herkesten çok iman etmiş bir itminana sahiptir.

Trump tarafından sunularak BM Güvenlik Konseyinde oylamaya çıkarılan sözüm ona “barış” plânı, direnenlere verilmek istenen bir köleleştirme tehdidi olarak okunmalıdır. “İki devletli çözüm” tuzağını alenen dillendirerek Direniş’i uzun vadede mahkûm edecek işbirlikçi rejimlerin desteği, kuşatmanın “olmazsa olmaz” lojistiği olarak hizmet görmüştür/görmektedir.

Çin ve Rusya’nın BM Güvenlik Konseyindeki oylamada “çekimser” kalmaları, öteden beri kavramsallaştırmaya gayret ettiğimiz “egemen dünya düzeni”nin neliğine dâir güçlü bir açıklayıcılık taşımaktadır. Egemen dünya düzeni bir ve bütündür. Kendi aralarındaki çekişmeler, tabiri caizse ancak “aile içi bir kavga” olabilir. Bütün bunların paralelinde seyreden Ukrayna savaşı dolayımındaki diplomatik gelişmeler, savımızı desteklemektedir. Ukrayna’da kurulan savaş sahnesi, yüz binlerin canını hiçe sayan devasa bir tatbikattan öteye gitmemektedir. Irak ve Afganistan işgalleri de pek çok yönleri itibariyle öyleydi. Devlet-sermaye ortaklıklarının bu tatbikatlarda bir yandan kazanç bir yandan da mazlum halklara dönük tehdit fırsatları kendini şüpheye yer bırakmayacak bir açıklıkla göstermektedir.

Bütün bu gelişmelerin ortaya koyduğu hakikati tekrar edelim: Egemen dünya düzeninin bütün kritik meselelerde yekpâre bir blok olduğu/olacağı, Filistin’le ilgili son BM kararı ve Ukrayna ile ilgili son tutum ve dayatmalarla bir kez daha anlaşılmış olmalıdır. Söz konusu bu egemen unsurlar arasındaki birtakım çekişmelere bel bağlamak ise hayal kırıklığı ve zilletten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Son yıllarda Suriye-Filistin-Lübnan merkezli Batı Asya cehennemi esasen vurgulamak istediğim hakikatin kanıtı olarak yeter. Rusya’ya bel bağlamak, Çin’den medet ummak, ABD saflarına geçerek iktidar bileti almak gibi tercihler alenen mahkûm edilmelidir.

Dünya hayatının bir imtihan olduğu bilincinden uzaklaşmamak mü’minler için esas alınmalı ve Ashâb-ı Uhdud örnekliği iyi okunarak lâyıkıyla anlaşılmalıdır. Bu dünyadaki kayıp ya da kazançlar mutlak değildir. Mutlak kazanç ve zafer de mutlak kayıp ve yenilgi de Allah katındadır. Dünya hayatını merkeze alıp neye mâl olursa olsun kazanmaya odaklanmak ve bu yolda problemli münasebetlere girişmek, büyük tahribat ve kayıplara sebebiyet verecek asıl hata ve zaafiyet olacaktır.

Dipnotlar:

[1] Ateşkes ve Garantörlük Sahte; İşgal, Katliam ve Ticaret Gerçek!

“Emperyalizm; Filistin’i, İslam dünyasını tahakküm altında tutup sömürebilmek için bir kapı, bir geçit, bir üs olarak görüyor. Bu kapı, bu üs sağlama alınırsa bütün bir Batı Asya’yı, bütün İslam halklarını kendisine boyun eğdirebileceğine inanıyor.”

https://www.tokad.org/2025/10/30/ateskes-ve-garantorluk-sahte-isgal-katliam-ve-ticaret-gercek/

[2] İlim Yayma’nın Penceresi; Ahmet Örs, Okur Kitaplığı

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sosyal Adalet Arayışlarının Zemin ve Çerçevesi

Yayınlanma:

-

Köleleştirme ve sömürünün alabildiğine derinleştiği neoliberal dönemde adalet arayışları, hayatın bütün alanlarına yayılmış durumdadır. İnsanın ve tabiatın kapitalizmin son sürümü neoliberalizm tarafından ayrım gözetmeden, istisnaya tabi tutulmadan süratle sömürge hâline getirilmesi ne denli ürkütücü zamanlarda yaşadığımızı göstermektedir.

Sömürü ve tahakkümün çok boyutlu hâli, bütün toplumsal alanları krize sokmuştur. Modern kapitalist medeniyetin karakteristiğinin tabii sonucu olarak son yüzyıllarda adım adım mesafe kat eden bu sürece karşı direnç gösteren pek çok ideolojik teori ve fiili hat tespit edebiliriz.

İnsanlığın hakikat arayışı ile de paralel ilerleyen bu sürecin siyasal, onunla bağlantılı olarak da ekonomik boyutları baskın biçimde öne çıkmaktadır. Sosyal adalet kavramının genel çağrışımı, takdir edilmeli ki ekonomik ağırlıklıdır ancak bunun politik alandaki kuramsal tartışmaları davet eden tarafları fazlasıyla öne çıkmaktadır. Siyasal, hukukî çerçeveyle onun güçlü fiilî karşılıklarından iktisadî işleyişin birlikte oluşturduğu çerçevenin neticelerine dönük itirazların, buna mukabil vücut bulan taleplerin şemsiye söylemi olarak sosyal adalet kavramının geniş bir çeperde sahiplenildiği söylenebilir.

Sosyal ve adalet kavramlarının geniş karşılıkları, muhatap olduğumuz zeminin de ne kadar zengin olduğunu göstermektedir. Neredeyse sınırları belirsiz bu zeminde, politik ve ekonomik boyutlara yoğunlaşmanın tartışmaları yürüten çevreler için kolaylaştırıcı olduğu söylenebilir. Seyyid Kutup’un meşhur eseri “İslam’da Sosyal Adalet”, vurguda bulunduğum o geniş zemini eksiksiz sunma cesaretini göstermiş ve sosyal adaleti besleyen neredeyse bütün alanları tartışmıştır.

Küresel kapitalizme bütün siyasal yapıların neredeyse tümüyle dahil olduğu bir dünyada tahliller de itirazlar da illâki eksik kalacaktır ancak bu bilinci kaybetmeden iddialı bir karşılama yapılması da bir zorunluluktur. Sosyal adalet vurgusunda bulunulduğunda çok boyutlu eşitsizlikler ve hukuksuzluklarla karşı karşıya olduğumuz iddiasıyla muhatap olduğumuzu anlıyoruz: Hakça bölüşüm, adil paylaşım temelli bir işleyiş; bağlantılı olarak da “Herkes için yeterli ekmek yoktur ve bunu besleyen/bundan beslenen bir hukuksuzluk vardır! Hukuksuzluklar da zorunlu olarak siyasal alanı kötürümleştirmede, özgürlükler baskılanmaktadır.

Sosyal adalet tartışmalarında, bahsi geçen sömürü ve hukuksuzlukların telafisi bahsindeki taleplerin muhatabının doğrudan devlet organizasyonunun olması ve bu temaslanmalardaki usûlün liberal teorilere yakın hatlarda seyretmesi, üzerlerinde durulmayı hak ediyor. Tam da burada şu soruyu sormak gerekiyor: Modern kapitalist medeniyetin ulus devlet örgütlenmesi, kendini vâr eden zihinsel çerçeve karşısında bir kurtuluş kapısı açabilir ya da kısmî bir felâha izin verebilir mi?

Eşyanın tabiatı gereği bu sorunun cevabı bana göre kesin olarak menfi istikamettedir. Hastalığı üretenden deva beklemek olacak şey midir! İnsan hakları söylemindeki temel zaaf, burada da karşımıza çıkmaktadır. Keynesçi refah devleti arayışları, Rawlsçı liberal adalet teorileri derken devleti, modern kapitalist medeniyeti vâroluşsal bir sorgulamaya tâbi tutmayıp temel hakikat arayışını sorunsallaştırmayan arayışlar, insanlığı oyalamaktan başka bir şeye yaramamıştır. Buradaki “insanlık”ı da söz konusu medeniyet dairesinde sınırlandırmakta fayda olacağını ayrıca belirtmeliyim.

Sermaye tarafından domine edilen modernliğin tekçiliği dayatan yapısı bir bütün olup insanı ve tabiatı boyunduruk altına almışken adalet arayışçılarının hâlâ o çerçevenin hiçbir bileşenini dışarıda bırakmayan bir devrimci tutuma gönül indirmemesi anlaşılır gibi değildir. Kapitalist üretim biçimlerinin bütün unsurlarıyla reddedilmeksizin bir felâhtan bahsedilebilir mi? Refah kavramının -zaten hatalı olan tercihinin- ürettiği yanılsamalar şimdiye kadar derin bir hayal kırıklığından başka bir şey üretmemiş, diğer yandan da hakikate giden yolları tıkayarak kurtuluşu bütünüyle engellemeye azmetmiştir.

Tabiatı açık açık ifsat eden üretim ve tüketim biçimlerinden -Musa peygamberin İsrailoğullarıyla birlikte Mısır’dan çıkışı gibi- cesaretle kopmayı hedef olarak belirlemeyen bir mücadele, müfsit işleyişten pay kapma zilletiyle malul kalmayacak mıdır? Toplumsal-siyasal dayatmaları, onları üreten yerel ve küresel düzenleri aşmaya niyet etmeyerek yine onların içinde kalıp köklü paradigmatik kopuşlara tevessül etmeden püskürtmek (Aslında bu durumda püskürtmek-aşmak sözcükleri de kullanılamaz!) imkânsızdır.

Hakça üreterek bölüşmeyi, adil paylaşımda bulunmayı reddeden modern kapitalist medeniyet bu tutumunun neticesi olarak politik ve iktisadî hiçbir alanda infaka yönelemez. Musa peygamber bu zorba ve değişmez yapıyla Rabbimizin emri mucibince Mısır’da karargâhlar edinerek örgütlü bir mücadele yürütmüş ancak oradaki güçlü sömürü mekanizmasını alt edememiştir. Firavun düzeni; bekası için sınıflı yapıyı, sömürü işleyişini muhafaza etmede kararlı olunca Musa peygamber köleleri o sömürü işleyişi ve mekânsallığından çıkarmıştır. Güçlü sömürü mekanizmasının çarklarını hidayet ve direniş aşamalarıyla parçalayarak herkes için bir özgürleşme vâr edebilseydi hârika olacaktı ancak olmadı, olabileceğine dâir örneklikler de doğrusu pek mevcut değil.

Musa peygamberin bahsettiğim modeli, örgütleyip çıkarabildiği köle topluluğu bakımından aynı olmasa da çıkış bakımından benzeri olan İbrahim peygamberde de vardır. Resuller; güçlü, hayatın bütün alanlarına yayılmış devasa müfsit sömürü düzenlerinden çıkmayı salık vermektedirler. Aşamaların ilki, az evvel bahsettiğim gibi tebliğ-hidayet basamaklarıdır lâkin orada Sabâ melikesi gibi içsel bir devrim yaşanmazsa çıkış, kaçınılmaz aşama olacak ve sahih bir model için özgür bir alanda yeni bir yurtlanma başlayacaktır.

Adalet mücadelesini gayba iman temelli “tevhid-adalet-özgürlük” ekseninden koparan yorumlarda eksik kalan, bütünlüğü yakalayamayan taraflar kaçınılmaz olarak vâr olacaktır. Az evvel kendisinden bahsettiğimiz sermaye destekli modern ulus devlet zoru karşısında sadece imandan ilhamla somutlaşacak gönüllü iradeler durabilir. Ahirete iman, bu siyasal duruşun en güçlü motivasyonu olacaktır. Aksi durumda hâl-i hazırdaki işleyişin birtakım sözüm ona iyileştirme ve rötuşlarla kendini tekrar etmesi kaçınılmaz hâle gelecektir.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Hayat

Yayınlanma:

-

Zeki Demirkubuz’un 2023 yılında izleyici ile buluşan son filmi Hayat’ı sinemada değil dün bilgisayar başında seyrettim. Dünden beri kafamda gezinip duruyor pek çok sahnesi. Hakkında yazmak için belki de çok erkendir. Bu, uzun süre okurun zihninde demlenecek sanat eserlerinden biri bana kalırsa.

Filmi seyretmemiş olanlar buradan geri dönebilirler. Üzerinde saatlerce konuşulmayı hak eden bu eserle ilgili dört başı mamur bir değerlendirme yapma iddiasında değilim. Sadece beni en çok etkileyen belli başlı kısımlar üzerine birkaç kelam etmekten alamıyorum kendimi.

Pandeminin alışkanlığımızı değiştirmesi, bilet fiyatlarının yüksek olması ya da yoksullaştırma politikaları sonucu sinemaya gitmenin bu ülkede artık lüks haline gelmesi… Nasıl değerlendirirseniz artık… Sinemaya gitmiyorum 5 yıldır. Ne var ki böyle sanatsal filmleri sinemada seyretmek gerektiğini düşünüyorum.

Filmin künyesinde 193 dakika olduğu yazıyor, bense tam 3 saatlik (180 dakikalık) bir film seyrettim. TV’de yayınlanırken genel izleyici için bir kısım çıkartılmış olabilir. Hayat, bu haliyle, yönetmenin diğer filmlerine nazaran bir aile filmi olmuş, iyi de olmuş, diyebilirim.

Ben Kader ile kıyaslama yoluna sapacağım. Bu filmi kolayca Masumiyet ve Kader’in yanına koymak yanlış olmayacaktır. Ne var ki bende Masumiyet ne kadar yoksa Kader o kadar var! Benim için en iyi Zeki Demirkubuz filmi halen odur. Dahası, en sevdiğim filmlerden biridir de. Hayat’ı da beğendiğimi, yer yer çok beğendiğimi de ifade edeyim peşinen. Ama bir Kader değil, o kadar değil.

(Elbette bu beğeni işleri fazlasıyla görecelidir. Zeki Demirkubuz ile Nuri Bilge Ceylan, biraz da magazinin köpürtmesi ile kıyaslanırlar sürekli. Dostoyevski mi Tolstoy mu diye tartışılır durulur. Orhan Pamuk “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı kitabında, romancıları ikiye ayırır. Kendisini Düşünceli romancı sınıfına koyar. Ben kendimi saf romancılara, sezgilerine güvenen, içten insanlara daha yakın hissediyorum. Düşünceli romancılar, analitik düşünen, bilinçli, aşırı hesap kitap yapan insanlardır. Bu bakımdan her iki yönetmeni de yazarı da -bu arada Orhan Pamuk’u da- izler, okur, beğenir, takdir ederim. Ne var ki illa birini tercih etmem gerekirse Demirkubuz derim, Dostoyevski derim.)

Hayat’ta Hicran ve Rıza’nın umutsuz aşkına odaklanıyoruz. Tam da yönetmenin tarzına uygun olarak saplantılı, arızalı ilişkilerin ortasında yine bir kadın duruyor. İlk bölümde Rıza’nın gözünden okuyoruz olan biteni, ikinci bölümde Hicran’ın ve bu iki hayat/hikâye bir yerde kesişiyor ve giderek kesintiye, parçalanmaya uğruyor.

Daha en başında bu iki genç insanın isimleri bile bize epey şey söylüyor. Kadın hep rıza gösteren midir? Kadın ona erkeklerce çizilen hayata razı gelmeli mi? Her seferinde mi? Ya isyan edip çekip giderse?

Hicran da öyle yapıyor. Küçük bir taşra kasabasından, evden kaçıp İstanbul’a gidiyor. Gerekçe: istemediği biriyle evlendirilmek üzere nişan yapılması. Kaçarak, babasının zorlamasına, kendisine çizdiği kadere isyan mı ediyor? Ortadan mı kayboluyor? Kendini mi kaybediyor? Yoksa buluyor mu? Biraz ondan biraz bundan. Hem öyle hem böyle. İç içe geçmiş halkalar içinde çözülüyor bağlar.

Hicran’ın ilk anlamı “ayrılık, ayrılık acısı”. İkinci anlamı: “İnsanın içinde yer alan unutulmaz, onulmaz, dinmez acı.”

Kader’de Bekir’in Uğur’a, Uğur’un ise Zagor’a olan aşkı, bu iki insanı perişan eden, yakıp yıkıp yok eden, akıl ve mantığın sınırlarını fazlasıyla aşan bir boyut taşıyordu. Zagor ise psikopatın önde gideni, cezaevi cezaevi dolaşan, suça bağımlı bir tipti. Zagor’u pek görmüyorduk. Bekir’i ise Uğur’un peşinde sürüklenirken görüyorduk film boyu.

Kader, izleyicinin ciğerini sökmeye niyet etmiş, nakavt yumrukları savurup duran bir film. Hayat bu denli radikal değil. Tutku var yine ama dozu düşük, mahvetmeye meyilli değil. Zagor’un yerini bu defa “z kuşağı”ndan bir genç diyebileceğimiz Ferit alıyor. Psikopatlık değil zırtapozluk düzeyinde bir arkadaş!

Dedesinin, beğenirsen evlenmek üzere bir görüşürsün kendisiyle, diyerek Rıza’ya fotoğrafını verdiği kızdır Hicran. Bir fotoğraf üzerine tutkuya kapılır Rıza. Bu durum da Metin Erksan’ın meşhur Sevmek Zamanı filmine götürür bizi haliyle.

Yönetmenin sinemasında öne çıkan bir özellik olan etkili tiratlar bu filmde de hak ettiği gibi yerini alır. Rıza’nın, anne babasının vefatı üzerine hayatını dolduran fırıncı dedesi aklın ve sağduyunun, peygamberlere yaraşır duruşun rüzgârını estirir.

Kader’de kahvehanede görülen bir hesaplaşma vardı. Hayat’ta ise artık modern bir cafede unutulmaz bir karşılamada patlamıştır silah. Açıkçası Rıza gibi eli yüzü düzgün, halim selim görünümlü bir erkekten beklemiyordum bunu. Dahası o silah, Ferit’in üzerinde tereddütsüz patladıktan sonra birkaç saniye Hicran’ın üzerinde de gezindi ki, bu tüyler ürperticiydi. Yönetmen, ustalığını konuşturmuş bu sahneyi çekerken. Kader’de buna tekabül eden sahneyi de 2006 yılından beri unutamıyorum. Bu sebepledir belalı bir tip gördüm mü, “erkek”liğin onda dokunuzu devreye sokup olay yerinden uzaklaşırım!

Erkeklik demişken… Zeki Demirkubuz’un büyük hesaplaşmasına, arıza dolu erkeklikler sergisine bizi davetine icabet ederiz her seferinde.

Hayat’ta beni şaşırtan ve mutlu eden rüya sahnelerini de kolay kolay unutabileceğimi sanmıyorum. Bu sahnelerin ikisi aynı, biri farklı.

Filmin ilk çeyreği içinde Rıza, rüyasında Hicran’ı görüyor. Hicran Rıza’nın evine gelmiştir ve kendisine su ikram edilir. Emil Cioran Umutsuzluğun Doruklarında dolaşmıştı, yönetmen de bu sahnede sembolizmin doruklarına tırmanmış. Bayıldım bu sahneye. Gördüğümüz rüyadan aşinayızdır hepimiz az çok. Bir şeyler arar bulamayız, debelenir dururuz. Bardak bulunamıyor mutfakta. Sonra birden beliriveriyor. Ve su bardağa dolmasına rağmen dökülmeye devam ediyor. Filmin sonlarına doğru Hicran da aynı rüyayı görecektir.

Hayat’ta kapanış sahnesi ise hoşuma gitmedi. Hevesimizi kursağımızda bırakan, boğazımızda yumru olup takılı kalan o alametifarika tavrını bir kenara bırakmış yönetmen. Kimin olduğu belirsiz bir rüya ile bitirmiş filmi. Mutlu, umutlu son yakışmadı Zeki Demirkubuz’a!

Bir bayram sabahı memlekete gidiyorlar. Hicran ve Rıza evlenmiş. Hicran hamile. Babasının onu bu defa affedeceğini umuyorlar. Direksiyonda yine bir erkek var diye eleştirenler olmuş. Nuri Bilge’nin Kuru Otlar Üstüne filmindeki benzer bir sahne ile kıyaslanmış. Orda da biri kadın üç öğretmen var. Karlı ve karanlık bir yolda ilerliyorlar. Kadın önde oturuyor ama direksiyonda yine bir erkek var. Oysaki orda kadın engelli, burada ise hamile. Bu da mı erkek egemen dünya! Yapmayın arkadaşlar.

Benzer şekilde Hayat’ta, rüya olduğu bence aşikâr sahnede araba karanlık bir tünele giriyor ve film yine de yönetmene yaraşır tekinsizlikte bitiyor. Oysaki Hicran’ın, Rıza ile çay bahçesinde konuşmasının ardından, doğanın bağrında bir ağacın altında ağladığı sahneden sonra filmin sona ermesini beklerdim. Ne gerek vardı uzatmaları oynamaya!

Geçen gün okuduğum bir romanda (Mumlar Sonuna Kadar Yanar) kahraman şöyle bir tespitte bulunuyordu: “Asıl olanı ancak ayrıntılardan anlayabiliriz; kitaplar ve hayat bana bunu öğretti.”

Hayat’ta pek çok ayrıntı gözüme ilişki ve üzerinde konuşmaya beni sevk etti. O ayrıntılardan biri ile virgül koyayım bu yazıya. Siz bu yazıyı okurken belki yazıldığı günlerde, belki yıllar sonra, ben yine bu ayrıntıları hatırlıyor, üzerine düşünüyor olacağım hayattaysam. Neyi ne zaman niye nasıl hatırlıyoruz, bunları da fena halde merak ederek… Tüm bunların yaşlanmakla veya yaş almakla bir alakası olmalı.

Hicran rüyasında Rıza’yı görür. Aynı rüya. Hicran mutfağa su getirmek üzere gittiğinde Rıza odaya, salona oturduğu yerden şöyle bir göz gezdirir. Kitaplığa gözü ilişir. 10-15 kitap görürüz. Bu kitaplar içinde iki-üçü ancak seçilebiliyordur. Ben hemen seçtim kitabımı: Hakan Günday’ın Az’ı. Yazar ve eser ile yönetmen ve filmleri arasında bağlantıyı aramaya başladı zihnim. En iyisi dedim, şu kitabın arka kapak yazısına bir bakayım:

“Bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen 11 yaşındaki korucu kızı Derdâ ile hapisteki bir gaspçının aynı yaştaki oğlu “mezarlık çocuğu” Derda’nın bir mezarlıkta kesişen hayatlarının, bu iki çocuğun kırk yıl boyunca her tür şiddetle yontulup birbirlerine hazırlanışlarının, (bütün anlamlarıyla) Yazı’nın onları birleştirmesinin hikâyesi. Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine, A’dan Z’ye şiddet üzerine, dilin ve yazının şiddetiyle bir roman…”

Anahtar kelimeler: Evlendirilmek, şiddet, aşk, hırs…

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x