Connect with us

Yazılar

Alternatif “Dinî İçerikli” Eğitim Olgusu ve AK Parti Sürecindeki Serencâmı – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

Önce bir arka plan…

Öteden beri, Cumhuriyet’in ilk döneminde yapılan harf inkılâbı neticesinde, Anadolu coğrafyasında yaşayan insanların kahir ekseriyetinin, bir gecede cahil bırakıldığı söylenir ki, bu ifade, kendi bütünlüğü içerisinde bir doğruyu işaret ettiği halde, genel anlamda ise hakikati içermemektedir.

Doğruya işaret etmektedir, zira zor yoluyla Arapça orijinli Osmanlı alfabesi ile yazılı bulunan bütün bir külliyat adeta “bir daha” ele alınmamak, okunmamak üzere rafa kaldırılmıştı. Rafa kaldırılmakla kalınmamış yok edilmiş, imhasına karar verilmişti.

Modern dönemde seküler temelli bir anlayışın ikamesi, hayat bulması için Türkçeye uyarlanan Latin alfabesi, eski -daha doğrusu eskimeyen- alfabenin yerine kullanılmaya başlanmıştı.

Öyle ki, yetişen yeni nesil açısından bırakın eski metinleri, dönemi açısından yakın denilebilecek bir zaman diliminde Namık Kemallerin de için içerisinde olduğu eski ve ağdalı olarak tanımlanan dönemin Osmanlıcasının yerine büyük oranda Türkçeleşmiş Osmanlıca ile kaleme alınan metinlerin dahî okunamadığı söz konusu idi.

Hal böyle olunca, çeşitli konuları içeren dinî/lâ-dinî metinler, işin mahiyetine ve eserlerin içeriğine bakılmaksızın gözden çıkarılınca, ya da sahipleri tarafından “bir yerlere” saklandığından olsa gerek, ortada “eskiye dair” okunacak bir metin kalmamıştı.

Hal böyle olunca, insanlar, hiç olmazsa ölüleri için bir Fatiha okumak, onunla namaz kılmak vb. için Kur’an’ın ellerinden alınmamasını arzulamışlardı.

Listenin başında Kur’an ve hadis (külliyatı) vardı ve bir de “iş görmek açısından” meseleleri özetleyen ilmihal gibi kitaplar bulunuyordu.

Bu tür okumalarda, dönemin kendine özgü zor şartlarında gizli mahfillerde, kırsal alanlarda, mağara gibi yerlerde başta Kur’an olmak üzere diğer kitapların talimi yapılmaktaydı.

Bugün de bilindiği üzere bunun en çok bilineni bir Kur’an hocası olan ulemadan Süleyman Hilmi Tunahan’ın zorlu bir şekilde, çeşitli meşakkatlere katlanılarak talebeleriyle yaptığı çalışmalar örnek gösterilebilirdi.

Yirmi yedi yıllık tek parti (CHP) diktası döneminde resmi anlamda izin verilmeyen dini çalışmalar, okumalar, DP iktidarı ile birlikte ellili yıllardan itibaren görece de olsa başlamış, ivme kazanmıştı.

Daha sonra bir-iki yayınevinin az sayıda da olsa çoğu “din içerikli” kitap basmalarına koşut olarak birçok dergi yayını da (ör. Büyük Doğu, İslam’ın Nuru) bu ortamda kendine yer bulmuştu.

Ağır aksak süren bu işleyiş, 12 Eylül darbesi sonrasında, temeli bir açıdan yetmişlerde atılan birkaç kişiden oluşan küçük gruplar nezdinde yürütülen Kur’an çalışmaları, zamanla tefsir, siyer, İslam tarihi, fıkıh okumaları ile uzun bir süre devam etti.

Neredeyse ülke sathına yayılan bu çalışmaların temeli Kur’an’a, onunla  ilgili çalışmalara dayanıyordu.

Yani, ana mihver Kur’an idi. Onun sayesinde tefsir çalışmaları ortaya çıkmış ve akabinde diğer ilmi disiplinler o mihvere bağlı olarak gelişmişti.

Çağdaş Müslüman kuşak da aynı silsileyi takip etmiş, işe Kur’an’dan başlamış ve diğer alanlarla bu çalışmaları yıllarca sürdürmüşlerdi. Hatta öyle ki, tabiri caizse resmi olarak hiçbir medrese, ilahiyat eğitimi almadığı halde, işin uzmanı birçok kişi var olmuştu.

Bu güzel bir gelişmeydi, ama onlarca yıl gruplar, hatta cemaat bazında süren bu çalışmalar -istisnaları olmakla birlikte- elde edilen bilgilerin dökümünün yapılarak bir ilmi geleneğe dönüşememişti.

Yine işin var olan istisnası ile birlikte bu “dinî” çalışmalara ek olarak düşünsel planda entelektüel okumalar, siyasi mülahazalar ise kendine bir hiç mesabesinde dahi yer bulamamıştı.

Bu kimlik ibrazında, şu ya da bu gerekçeyle de olsa -hatta çizgisi bu cenah açısından pek itibar görmemiş olsa da- neticede Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın temsil ettiği çizgiden etkilenme söz konusu idi.

Buna bir de olayın sıcaklığıyla İran İslam devrimi süreci ile Afganistan’ın Sovyet Rusya tarafından işgal edilmesi; İran’da Şahlığa karşı mücadele ile mücahitlerin Afganistan’da “komünist” düşmana karşı vermekte oldukları mücadeleye ek olarak, İslam dünyasının birçok yerinde bölgesel ve küresel emperyalist güçlere karşı mücadele de, kimlik ibrazında önemli bir yer almıştı.

Hem bunların toplam ve hem de bu ülkede usul yavaş yürüyen “yeniden Müslümanlaşma” süreci, tabloyu tamamlıyordu.

İşte bunlardan dolayı o dönemler, birtakım haklı gerekçelere bağlı olarak söylersek, “yeniden Müslümanlaşma” tevhidî gerçekliğe uygun bir kimlik ibrazı, dönemin alâmet-i fârikası kabilinden tağuta karşı çıkmak gibi kendine özgü sebepler muvacehesinde bakıldığında şimdiki durumlardan farklı durumlar söz konusu idi.

Yetmişleri, bir an, kendine özgü şartlardan hareketle işin dışında tutalım. Seksenlerde yeniden Müslümanlaşma olgusu öne çıkmaktaydı. Doksanlarda ise, doğrusu ve yanlışıyla, genelde tüm Müslümanların, özelde ise İslamcıların; Milli Görüş açısından iktidar özleminin dile geldiği, geri kalan esas kitlenin ise, “netlik ve muğlaklık” paralelinde, demokratik alanda iktidar hırsıyla var olan davadan olmamak, muhayyelde kurulacak olan iktidarın ve tesis edileceğine inanılan İslam devletinin sağlam temellere irca edilmesi düşüncesinden hareketle, bu cenahı oluşturan aydınından entelektüeline, yazarından çizerine, hatta sıradan olan “samimi” bir ferdine kadar geniş bir çerçevede mücadeleye omuz verildiği gerçeği söz konusuydu.

Hangi form’a bağlı olursa olsun, her ne yapıyorsa, işlerini -ortada ciddi engeller pek bulunmadığı halde- gizlilik içerisinde ve “bilinmeyen” mekânlarda yürütmeye çalışan çevreleri bir tarafa bırakalım; yeniden Müslümanlaşmanın, kendi kimliğini oluşturmanın ve elde edilen verileri tebliğ etmenin gereğine inanan büyük İslamcı çoğunluğun buluştuğu ilk adres çay ocakları, daha sonra kitabevleri, ardı sıra dergi büroları, nihayetinde -meşruluğuna inanıldıktan sonra ise- dernek ve vakıf türü yapılar bünyesinde yapılmaya başlanmıştı.

Doksanlarda kendini toplum üzerinde alabildiğine hissettiren, baskı oluşturan laik oligarşiye karşı mücadele meydanlara taşmıştı.

Adeta, “her gün eylem, her yer mücadele alanı” olmuştu. Buna bir de, başta Bosnalı Müslümanlar (Boşnaklar) olmak üzere Müslüman toplumlara karşı işlenen cinayetlere, katliamlara ve sürgünlere yönelik destek yürüyüşleri, mitingleri, toplantıları ve ülkede var olan kötü gidişata yönelik karşı çıkışlar da eklenince İslamcı cenah kendiliğinden ivme kazanmıştı.

Bu genel durum dışında bizim esas üzerinde durmak istediğimiz şey, bu olup bitenleri de kapsayan, kapsamasını düşündüğümüz “İslamî, dinî çalışmaların” AK Parti iktidarı sürecinde gelmiş olduğu noktaya işaret etmekti.

Bir silsile içerisinde meal, tefsir, hadis, İslam fıkhı gibi temel disiplinleri kapsayan bu çalışmalar, en az on kişilik gruplarca, zamanla sayıları giderek artan insan sayısı oranında devam etti.

Bu çalışmalar, ilk önceleri evlerde başladı ve oralarda devam etti. Daha sonra ise, dernekleşme, hatta vakıflaşma yolu “İslam’a göre” meşru olarak kabul görünce, bu çalışmaların mekanı da haliyle değişmiş oldu. Bu tarz çalışma grupları bayanlar tarafından da kuruldu ve bayan grupları çalışmalarına devam emektedirler.

Dönemi açısından söylersek, bu yeni yapılar bir STK olarak anılmaktan ziyade, öncelikle var olan cemaatlerin kendi meşruiyetlerinin/yasallıklarının temini için düşünüldü. Kaldı ki, istisnaları olmakla birlikte ezici çoğunluğun kendini bir sivil toplum örgütü olarak değerlendirmesi, hem zamanı açısından, hem de kuşanılmış bulunan mantık açısından pek olası değildi.

Hatta bugün gerek kendi dışındakilerin ve gerekse de kendilerinin, yine kendilerini, bir STK olarak tanımlamaları, büyük oranda AK Parti iktidarının orta dönemlerinde vuku bulduğu söylenebilirdi.

Farklı İslami fraksiyonlara bağlı bu yapılar, başta ister bir devlet talepleri olsun, ya da olmasın, kendi kimliklerini oluşturma, o kimliği koruyup devam ettirme suretiyle İslami/dini çalışmalarını, 28 Şubat süreci gibi kritik dönemlerde askıya almakla birlikte, AK Parti döneminde kaldığı yerden sürdürmüşlerdi.

AK Parti’nin, ilk dönemlerde, geldiğimiz süreçte özgürlüklere yönelik yanlış icraatlarının aksine alabildiğine demokratik haklara vurgu yaptığı özgürlük alanını nispeten genişlettiği bir vasatta, oluşan bu vasatın imkânlarından -hâliyle- istifade eden bu yapıların büyük çoğunluğunun, normalde hak ve hürriyetlere ve demokrasiye pek de iyi gözle bakmadıkları ama o ortamlardan alabildiğine yararlandıkları da bir vakıa idi.

İnsanlar, birçok konuya motamot, birilerinin baktığı gibi bakmak zorunda değil elbet. Keza demokrasiye de, ama konumuz gereği demokrasiye, şu uygulamaya, bu uygulamaya karşı isek, o uygulamadan doğan bazı “hakların da” kullanılması icap ederdi.

Bir de şu var ki, ortaya siyasi bir şekil, yönetmeye ve yönetilmeye (yönetişim) mebni bir usul, bir yöntem konulmamışa, konulmayacaksa, daha doğrusu öyle bir şeyin hayatımızda zerre kadar bir yeri yoksa dahi, anayasal haklarımızın elden gitmesini arzulamamakla birlikte yönetim alanı tümden boş bırakır ve kendi işimize bakardık.

O zaman da ya hiç sızlanmayacaktık ya da belli bir usul içre; 1- Bir yol, yöntem bulacaktık, 2- Bulunan yol ve yöntemlerde, yanlıştan ziyade işin doğrusunu ve hikmet arayacaktık. Başka türlüsü olmazdı zaten…

Ki, belirtmiş olalım, bu ifadeleri suçlama niyetiyle değil, var olan olguyu ortaya koyma, olaya neşter vurmaya yönelik tanım ve tespitlerde bulunma şeklinde değerlendirerek, bir istifhama yol açmadan belirtmemiz gerekir ki, maksat hâsıl olsun, konu yanlış anlaşılmasın.

Osmanlının son döneminde baştan beri salt din eğitimi veren medresenin yerine batılı anlamda eğitim kurumları ihdas edilmişti. Bu tarz eğitimin içine din eğitimi de dâhil edilmişti. Osmanlı medresesinin aksine din eğitimi vermek için kurulan Darulfünûn’da, hem çağın gerekleri ve hem de hikmet arama sevdasıyla salt din eğitiminin yanında, o güne dek pek gündemde olmayan İçtimaiyat (sosyoloji), ruhiyat (psikoloji), dinler tarihi ile birlikte felsefe türü dersler de ilahiyat eğitimi alan öğrencilere verilmişti. Cumhuriyetle birlikte Darulfünûn’un yerine İlahiyat fakülteleri açılmıştı.

Bu fakültelerde verilen bilgiler uzun bir dönem büyük oranda halka ulaşmamış, ulaşmadığı gibi de bir açıdan “devlet ve onun din politikaları adına” resmileştirilmişti.

İşte, İslamcı öbeklerin, ders gruplarının yetmişlerin sonu ile seksenlerin başında, ev çalışmaları yoluyla başlatıp elde ettiği, etmeye çalıştığı “dinî” bilgiler, resmiyete, yani bir açıdan ilahiyatlara karşı ama ona düşman olmayan alternatif, özgün ve “bağımsız” eğitim olgusu içerisinde değerlendirilmeyi hak ediyordu.

Birbirleri arasında, o da insana hitap ettiği için olsa gerek, bazı açılardan İslamcı/Müslüman öbeklerin sürdürdüğü alternatif eğitim ile bilumum sol, liberal grupların, öbeklerin ideolojik alternatif eğitimi ile kıyaslandığında; Müslümanların bu tür uğraşlarının ana eksenini başta Kur’an’ı anlama ve bu sayede Allah rızasını temin etmeye yönelik olduğu söylenebilir.

İşin içerisinde Kitab’ı anlama ve O’nu rızasını kazanma düşüncesi iyi ve hayırlı bir düşünce olmakla birlikte, kademe, kademe evden sokağa, oradan meydana ulaşmayınca toplumsallaşamaz ve maksat da hâsıl olmazdı. Yani, kuvveden fiile huruç etmezdi, edemezdi.

Sol cenahta ise, bu tür ev, ya da hücre tipi çalışmalar elde tutulan değerlerden hareketle “devrim bilinci içerisinde” kendine yer bulur, giderek toplumsallaşır ve belli bir hedefe yönelirdi. Bu yolla bırakınız devrimi, iktidara gelemeyecek olsa dahi, belli bir dönem, o da var olduğu düşünülen zamanın ruhu gereği toplum katmanında kendine bir yer bulurdu.

Konumuz sol değildi, sadece alternatif eğitim açısından kısa bir değerlendirme ve mukayese yapmak istemiştik.

İslamcı cenahta ev ortamlarında başlayan, daha sonra evrilerek dernek türü yapılar çatısı altında yapılan alternatif “dinî” eğitimin, hayata dokunan ve onun hayat dini olarak fert, toplum ve dolayısıyla devletin hayatında belirleyici konumu bulunan bir olgu olarak yer bulup değerlendirilmesi gerekir.

Şimdi tamamen, işin esprisi yok olmamakla ve bu tür çalışmaların, istisnaları da var olmakla birlikte, din eğitiminin yanında sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik alanları pek kapsamayan bu tür bir eğitimin, zamanla işin olgunlaşmasını umarak söylersek eğer, kırk küsur yıldır devam eden çalışmalar, peyderpey AK Parti iktidarı döneminde parti politikalarına angaje edilmiş oldu.

Kur’an okuduk, ondan azami oranda yararlandık, yararlanmaya çalıştık; metinden hareketle onun mesajına kulak kabarttık, Allah’ın ne demek istediğini anlamaya, onunla amel edip yaşamaya çalıştık, Arap dilinin nice inceliklerine, belagatine şahit olduk, onun sayesinde iyi bir dil eğitimi de tahsil etmiş olduk.

Keza, Kur’an’ın yorumu olan tefsirle işi daha ileri boyutlara taşımaya çalıştık. Aramızdan meal çalışması yapıp da eser ortay koyanımız oldu. Yine, keza, Hz. Peygamber’in(s) hayatını okuduk, etüt ettik, onun söz ve fiillerini sünnet ve hadis formu altında önce öğrenme ve sonradan da yaşama cihetine gittik. Ardından, nefesi gayet yeterli olanlarımız kelam gibi din ile bağlantılı disiplinleri de elde etmeye çalıştık.

Bir de bu tür çalışmalara, çağın dilini anlama ve bu çağa bir şeyler söyleme ve hem de onda ilerlemek, amaca ulaşmak için sosyal, siyasal, kültürel ve iktisadi çalışmalar yapmak ve ortaya bir şeyler koymak için, işin biraz daha dışına çıkanlarımız oldu.

Salt alternatif anlamda da olsa, dini eğitime, yukarıda saymaya çalıştığımız disiplinleri de eklemeye çalışan kişi ve -eğer varsa- grup ve öbeklerin, çağdaş dünyaya söz söylemeye yönelik düşünsel uğraşıları bir noktaya yoğunlaştığı halde, alternatif dini eğitim tahsil eden ana kitlenin görünür İslami kaygısı bir hayli fazla olan Milli Görüş’e meyletmediği kadar AK Parti’ye meyletmesi; birtakım kazanımlara sahip olma isteğinin yanında, onu ilerisi için alternatif olmaktan çıkarıyor, onu ve söylemini öteliyordu.

Sonuçta AK Parti demokratik kulvarda seyreden bir parti idi. Ona meyleden kitle içerisinde, demokrasiye az, çok eleştirisi bulunan ama o yöntemi kabul etmiş bulunanlar dışında kalan insanların büyük bölümünün demokrasiye yönelik ciddi eleştirileri olmasına rağmen, gelecek kaygısı ve kazanımları kaybetme korkusu, onların AK Parti saflarında bulunmalarına temel teşkil etmişti.

Alternatif yollarla elde edilen bilgileri, yine alternatif yollarla insanlara anlatmak, onunla hayatı tekrardan tanzim etmek ne kadar zor ise, kendi alternatifliğini öne almadan, onları, hayatın inşasında değerlendirmeye tabi tutmadan, onları en azından bir denemeden geçirmeden, o tezlerden vazgeçmek daha kolay ve daha zahmetsiz olmalıydı ki, Müslüman kitle fevc, fevc AK Partili olmuştu.

AK Parti öncesine kadar kendilerini -haklı olarak- rejimden sakınan Müslümanların/İslamcıların büyük bölümü, henüz meşruluğu konusunda emin olmadıkları parti ve dernek gibi yapılarının STK olarak kabul edilmesini akıllarının ucundan dahî geçirmiyordular. Zamanla cemaat vb. yapıları baki kalmak şartıyla, ortada yapıp ettikleri engellenmesin, çalışmalar kesintiye uğramasın diye STK olarak kabulünü kerhen uygun görmüşlerdi.

Hepsi olmamakla birlikte, “ülkenin zencileri olmaktan çıkıp esas sahibi olduğu savıyla STK’lar birden SDK’lara, yani sivil devlet kuruluşları”na dönüşmüş oldu.

Devlete düşmanlık üzerine değil, sadece “özgün kalma adına devlet dışında durma” esprisine uygunluğu söz konusu olması gereken STK gerçeğini ıskalama yoluyla dindar STK’ların büyük bölümünün bir araya gelerek oluşturdukları “gönüllü STK’lar” ağırlıklı üst çatı yapıları, beraberinde küllî bir teslimiyeti de teyit ediyordu. Biz, bu STK’lardan İslam devrimi falan beklemiyorduk, keza devlete karşı bir düşmanlığı da!

Yapılması gereken ise gayet açık ve berraktı, o da uzunca sürelerde tahsil edilen ilmî, bilimsel disiplinlerden elde edilen bilgileri toplumun yararına, hizmetine sunmak için çalışmalara imza atmak; dergiler çıkarmak, yayınevleri kurmak, dernek türü yapılar oluşturmak, araştırma merkezleri açmak; bu yolla geleceğin “İslam” dünyasının oluşumuna mütevazı da olsa bir katkı sunmak…

Kendi yuvamızdan çıktık bir yuvaya girdik. Bir sürü tecrübeler elde ettik, yandık, yanıldık, piştik, küllî bir teste tabi tutulduk, para kazandığında biz de kazandık”, o olası bir kaybedişe uğradığında ise bizim de kaybetme ihtimalimiz söz konusu. Eğer, salt bir cemaat, özgün bir yapı ve STK olduğumuz gerçeğini göz ardı edip, AK Parti, ya da farklı ideolojiye mensup herhangi bir partiden yana tavır almaya devam edeceksek, bu alternatif işe niye ve ne diye girişmiş olduk ki!

Tamam, kabul edelim, isteyen herkesin bir partisi olsun, oyunu da versin, olabilir ama ana kimliği, yani Müslümanlığı geçici kimliklerle değiştirmek kime, ne kazandırırdı? Sorgulamak gerekir, sahil-i selamete ulaşmak için.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Hangi Saftayız? – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Malum son günlerde ABD işbirlikçilerinin de marifetiyle mazlum Gazze halkının zorbalıkla, zulümle yerlerinden edilmesi büyük bir gündem oluşturdu. Türkiye’deki sözüm ona aydın kalemşörler ve âlimler mazlum Gazze halkı için şunu dile getirdiler: “Bu zulüm artık dayanılmayacak noktaya geldi, bundan ötürü Gazze halkı için “hicret” vakti gelmiştir!”

O hâlde soralım bu aydınlarımıza ve âlimlerimize: Bir savaş kapıya dayandı mı, herkes evini, yurdunu bırakıp gitsin mi, bu kabul edilebilir bir durum mu? Tabii, bu söylemleriniz Gazze halkı için hiçbir şey ifade etmiyor çünkü onlar direnişle doğmuştur, direnişle büyümüştür, direnişle yaşamıştır, direniş onlar için bir mektep, bir yaşam tarzıdır. Onlar açık cezaevinde, ambargo altında her türlü zulme karşı onurlarıyla ve direnişleriyle bütün dünyaya ders veriyor. Selam ve zafer onlara ve destekçilerine olsun! Direnişleri vâr olsun!

Peki, yerinden edilmeye “hicret” adı vermek ne kadar doğru? “Hicret”in yaratıcı, kurucu, medeniyet vâr edici bir misyonu vardır. Zulümler olduğu için herkes hemen bıraksın ve hicret etsin, düşman da gelip orayı işgal etsin! Hangi kitapta var bu? Nasıl bir tutumdur bu!

Evet, zulüm görenler; özellikle âciz ve zayıf erkekler, kadınlar, çocuklar ilk etapta terk edebilir. Kaldı ki yer Filistin olunca, yer Gazze olunca bu imkânsız hâle geliyor çünkü onlar kadınıyla-erkeğiyle, çocuğuyla-yaşlısıyla direnişe topyekûn destek veriyorlar, hayat veriyorlar, vermeye de devam edecekler. Onların hayatlarında yurdunu, direnişin simgesi olan karpuzu, barışın simgesi olan zeytin ağaçlarını, refahın ve mutluluğun simgesi olan portakal ağaçlarını bırakıp da gitmek yok! Direnişin zaferiyle yeni bir yaşam vâr olacak! İşte o zaman zulümden, barış ve felâh içerisinde bir medeniyete göç olacak. Bizler bu duruma, Filistin halkının bu direnişinin bu şekilde “yer değiştirip” zafere ulaşmasına “hicret” diyoruz.

Şimdi bizim aydın ve âlimlerimizin hicretine gelelim. Onların “hicret” tanımı zilletten başka bir şey değildir! Bizler de aydın ve âlimlerimize nâçizane şu tavsiyelerde bulunalım: İlk önce siz, kendinizi muhatap alarak “hicret”i kendi zihinlerinizde başlatın! Küresel emperyalist oyunların nasıl kurgulanıp sergilendiğini, bunun için halkların nasıl kurban edildiklerini görün, tezgâhlanan bu oyunları görüp anlatın. Ya bunu gerçekten bilmeyerek yanlış yorumluyorsunuz ya da gözleriniz var, görmüyor; dilleriniz var, konuşmuyor; elleriniz ve ayaklarınız var, harekete geçmiyor! Öncelikle zihninizi, söylemlerinizi mazlumlar lehine çevirin! Zaten Filistin halkı kendi üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor. Önemli olan bizim, direnişin hangi safında olduğumuzdur

İsterseniz gelin, bu safları netleştirelim! Sözüm, onlara! O aydınlarımız ve âlimlerimiz kendilerini çok iyi bilir! Ne zaman Filistin lehine somut adım atabildiler? Tersine; harekete geçenleri, direnişe destek verenleri utanmadan eleştirdiler, kötülediler ve sorguladılar! Katliamları sadece kınamayla geçiştirdiler. Hiçbir söylem ve eylemlerinde kınama ve “Kahrolsun İsrail!” söylemlerinden öte gidemediler. Sadece popülist ve hamâsî söylemlere takılıp kaldılar.

Şimdi gelelim direniş safında hizalanan bir avuç vicdan sahibi insana! Niye bunlar gözaltılara, sorgulamalara, işkencelere, tutuklamalara maruz kaldı? Neden kolluk güçleri, iki elin parmağını geçmeyecek kadar insan toplanınca böyle bir tavır takınıyor? Direnişin safında yer alan bir avuç insan çok mu korkutuyor Filistin düşmanlarını? Sahi korkunuz nedir? Bulunduğunuz statünün daha bilinçli ve daha sözü dinlenir bir statü olması gerekmiyor mu? Yoksa statünüzü, mevkiinizi kaybetme korkunuz mu var?

Oysa direniş safları, korkularını yenen, ölümü öldürenlerin safıdır! Bu safta olmayacaksınız eğer, gölge de etmeyin! Artık bu aşamada saflarımızı belirlemeyelim mi? Zulmün safında, mazlumlara karşı mı yoksa mazlumların safında, direnişin safında mı! Aslında vicdan sahibi insanlar için çok açık: direnişin safında, zafere dek!

Devamını Okuyun

Yazılar

Amerikan-İsrail Soykırımı ve Globalist Projenin Ayak Sesleri – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Yirmi birinci yüzyılın ortasında insanlık, tarihin en karanlık dönemlerinden birini yaşıyor. Ne yazık ki bu karanlık, yalnızca bombaların gökten yağmasıyla değil; ahlakın, vicdanın ve insanlığın sistematik bir şekilde yok edilmesiyle derinleşiyor. Bugün Gazze’de yakılan her ev, yıkılan her cami, parçalanan her çocuk bedeni sadece İsrail’in değil, Amerikan emperyalizminin ve ona akıl veren küresel efendilerin ortak cinayetidir. Bu, bir savaş değil; soğukkanlı bir soykırım ve topyekûn bir medeniyet yıkımıdır!

Bugünün dünyasında insanlık olarak “medeniyet” kavramının altının boşaltıldığı, değerlerin metalaştırıldığı ve vicdanın sistematik olarak bastırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu çağda “medeniyet”, Batı’nın elinde bir propaganda aracına dönüşmüş, içerdiği tüm anlamları kaybederek yeni-sömürgeci projelerin vitrini haline gelmiştir. İşte bu vitrinin ardında Gazze gibi yerlerde akan kan, soykırım, tehcir aslında yeni dünya düzeninin gerçek yüzünü gözler önüne sermektedir.

İsrail: Sadece Bir Terör Devleti Değil, Bir Proje

İsrail, yalnızca bir terör devleti değil, bir projedir! Bu proje, Batı’nın kadim Haçlı kiniyle, çağdaş Siyonist ideolojinin birleşiminden doğmuş bir yapay organizmadır. Gazze’de yürütülen katliamlar, spontane gelişen askeri hamleler değil; sistematik bir etnik temizlik politikasının ürünüdür. Her bomba, bir plânın; her keskin nişancı kurşunu, bir küresel stratejinin parçasıdır.

İsrail, Batı’nın Ortadoğu’daki askeri garnizonu, bir “medeniyet istasyonu” değil; etnik temizlik ve soykırım mühendisliğinin canlı örneğidir. 1948’den bu yana Filistin topraklarında uygulanan şiddet politikaları, Siyonist ideolojinin teolojik temellerinden beslenen bir ırkçılıkla harmanlanmış, Yahudi üstünlüğünü mutlaklaştıran bir etno-devlet modeline dönüşmüştür.

Bu bağlamda İsrail’in eylemleri, salt “güvenlik kaygılarıyla açıklanamaz. Aksine, bu sistematik saldırılar, bölgede kültürel, demografik ve dini bir dönüşüm hedefleyen uzun vadeli bir “resetleme” planının parçasıdır. Bu plânın aktörleri ise sadece İsrail devlet aklı değil; onu destekleyen hatta yöneten global sermaye ve stratejik akıllardır.

Amerika: “Özgürlük” Maskesiyle Cinayet İhracı

ABD ise bu plânın taşeronudur. İnsan hakları, demokrasi ve özgürlük gibi söylemlerle tüm dünyaya ihraç ettiği şey gerçekte savaş, yıkım ve kaostur. Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de, Libya’da oynanan kirli oyun şimdi Gazze’de, tüm acımasızlığıyla yeniden sahnelenmektedir. Amerikan uçaklarıyla gelen bombalar, Amerikan silahlarıyla vurulan çocuklar ve Amerikan medyasıyla aklanan katliamlar… Bu, barbarlığın dijital çağdaki hâlidir.

ABD, tarihin en büyük askeri gücü olarak sadece savaş değil; kültür, medya ve teknoloji yoluyla da küresel tahakküm kuran bir imparatorluk inşa etmiştir. “Özgürlük ihracı” adı altında yürütülen her askeri müdahale; aslında enerji kaynaklarının kontrolü, pazarların ele geçirilmesi ve küresel düzenin yeniden dizaynı anlamına gelmektedir.

Amerikan dış politikası, İsrail’in politikalarını yalnızca desteklemekle kalmaz; onun bölgede bir taşeron devlet olarak işlev görmesini sağlar. Pentagon’un mühendisliğini yaptığı, CIA’nın finansal destek verdiği soykırım projeleri NATO medyasıyla meşrulaştırılırken, dünya kamuoyu, “Batılı değerler” ambalajıyla uyuşturulmaktadır.

Globalistler: Tanrıcılık Oynayan Yeni Firavunlar

Ancak bu cinayetlerin arkasında yalnızca devletler değil, çok daha büyük bir güç vardır: Küresel sermayeyi, medya tekellerini, ilaç ve teknoloji devlerini elinde tutan bir avuç elit azınlık! Bu azınlık, kendini Tanrı yerine koymuş, insanlığı kontrol altına almak, milletleri köleleştirmek ve nihayetinde “tek tip” bir insan modeli oluşturmak istemektedir. Gazze’de denenen şey, bu küresel plânın bir test sahasıdır: Direnen toplumları kır, yok et, susmayanları aç bırak, yılmayanları bombala, direnlere destek olanları tutukla, hapset!

Modern dünya sisteminin gerçek yöneticileri devletler değil; sınırları aşan, ulusal egemenlikleri hiçe sayan bir sermaye oligarşisidir. Bu oligarşi; küresel finans kurumları, büyük medya tekelleri, farmasötik ve teknoloji devleri aracılığıyla insan hayatını, bilgiyi ve algıyı kontrol etmektedir.

İsrail’in Filistin’de denediği, ABD’nin Irak’ta uyguladığı şey aslında bu globalistlerin nihâî plânının laboratuvar deneyleridir. Bu plân, ulus-devletleri ortadan kaldırmak, aileyi çözmek, dini inancı yok etmek ve bireyi yalnız, kontrol edilebilir bir dijital varlığa indirgemek üzere kuruludur.

Gazze’de öldürülen bir çocuk; yalnızca bir can değil, global düzene direnişin sembolüdür. Onun bedeni, dijital totaliterliğe karşı insanlığın verdiği son savaşın siperidir!

Modern çağın en büyük yalanı, insanlığın özgürleştiği yalanıdır. Oysa gerçekte yaşanan; bireyin, toplumun ve milletlerin adım adım küresel bir denetim sistemine mahkûm edilmesidir! Bu sürecin arkasında ise ne sadece devletler ne de ideolojiler vardır. Arkasında bir sınıf vardır: globalist elitler. Onlar, kendilerini tanrı yerine koymuş, insanı yeniden biçimlendirmek ve yeryüzünü mutlak bir tahakkümle yönetmek isteyen modern Firavunlardır.

Globalizm, sermayenin ve gücün ulusal sınırları aşarak küresel bir otorite haline gelmesidir. Bu ideolojinin hedefi, bağımsız ulus-devletlerin çözülmesi, kültürel kimliklerin yok edilmesi ve tek tip bir tüketim bireyinin oluşturulmasıdır. Uluslararası finans kuruluşları (IMF, Dünya Bankası), büyük teknoloji tekelleri (Meta, Google, Microsoft), ve küresel medya devleri bu yapının yürütme organlarıdır.

Onların gözünde insan bir ruh değil, istatistiksel bir varlıktır. Bir QR kod, bir algoritmadır. Her hareketi izlenebilir, yönlendirilebilir, gerektiğinde etkisizleştirilebilir.

Sessiz Dünya, Suç Ortaklığıdır

Batı’nın sessizliği masum değildir. Her sessizlik, bir onaydır. Her tarafsızlık, bir suç ortaklığıdır. Bugün İsrail’e silah satan da ona “savunma hakkı” diyen de soykırıma sessiz kalan da insanlık suçu işlemektedir. İsrail’le ticarete devam edenlerle diplomatik, siyasi, askerî ilişkileri kesmeyenler soykırım suçuna ortak olmuştur. Bu yeni dünya düzeni, “kanla yazılmış bir distopya”dır.

Çünkü sessiz kalmak, işlenen suça ortak olmaktır. Barbarlığa karşı susmayan her ses, insanlığın geleceğine atılan bir tohumdur. Bugün Gazze’deki mücadele; sadece bir toprağın değil, tüm insanlığın değerlerinin, kimliğinin ve haysiyetinin savunusudur. Tüm insanlığın Gazze direnişine sahip çıkma borcu vardır.

Direniş: Medeniyetin Son Kalesi

Bu kirli düzene karşı direnmek, sadece bir hak değil, ahlâkî bir görevdir. Direniş, sadece silahla değil; kalemle, sözle, fikirle, şiirle de mümkündür. Çünkü bu savaş, sadece toprakların değil, zihniyetlerin de savaşıdır. Ya teslim olacağız ya da direneceğiz! Ya bu barbarlığa sessiz kalacağız ya da yeni bir insanlığın hayalini kuracağız!

Unutma: Gazze düştüğünde yalnız Filistinliler değil, insanlığın onuru da düşmüş olacak! O nedenle bu mücadele, sadece onların değil, hepimizin mücadelesidir.

Küresel elitlerin uyguladığı yöntemlerin başında, kriz üretmek ve bu krizlere çözüm sunma bahanesiyle özgürlükleri geri almak gelir. Pandemiler, ekonomik buhranlar, savaşlar ve sun’î göç dalgaları bu bağlamda değerlendirilmelidir. Her büyük kriz, globalistlerin “yeni düzen”e geçişte kullandığı bir merhaledir.

COVID-19 pandemisi, bir sağlık krizinden çok, dünya çapında denetim mekanizmalarının test edildiği bir laboratuvardı. Dijital pasaportlar, kitlesel gözetim sistemleri, sosyal medya sansürleri bu dönemle birlikte normalleştirildi. İnsanlar korkutularak itaatkâr hale getirildi.

Tek Dünya Devleti: Dinin, Ailenin ve Kimliğin İflası

Küreselcilerin nihai hedefi tek merkezden yönetilen bir dünya sistemidir. Bu sistemin önünde duran en büyük engeller ise şunlardır: din, aile ve milli kimlik.

  • Din; insanın üst bir otoriteye bağlılığını temsil eder. Bu da globalistlerin mutlak hâkimiyetini tehdit eder. Bu yüzden din ya yozlaştırılır ya da marjinalize edilir.
  • Aile; bireyi sistemin mutlak kontrolünden koruyan en küçük direnç birimidir. Onun yerine cinsiyetsiz, köksüz bireylerden oluşan sözde özgür topluluklar inşa edilir.
  • Milli kimlik; yerli olanı, özgün olanı ve bağımsızlığı temsil eder. Bu da tek tip insan modeline engeldir. Dolayısıyla kültürler ya homojenleştirilir ya da çürütülür.

Dijital Tahakküm: Gözetim, Manipülasyon ve Veri Diktatörlüğü

Yeni dünya düzeni, fiziksel işgallerle değil; veriyle, yapay zekâyla, algoritmalarla yürütülmektedir. Google aramalarınızdan kredi notunuza, sosyal medya etkileşimlerinizden alışveriş alışkanlıklarınıza kadar her şey kayıt altındadır.

Bu veri setleri, bireylerin zihinsel haritasını çıkarır ve kitlesel yönlendirme için kullanılır. Bugünün en büyük silahı ne bombadır ne tank! Bugünün en güçlü silahları bilgidir, veridir, algoritmadır.

Ya Direniş ya Dijital Esaret

Ya bu sistemin sunduğu sanal özgürlüklerle ruhumuzu satacağız ya da bedel ödeyerek gerçek insan kalacağız. Bugün Gazze’de direnenler, sadece İsrail’e değil, bu küresel düzene de karşı koymaktadır. Bu yüzden bu savaş; yalnızca bir toprak meselesi değil, insanlığın ruhunu kurtarma mücadelesidir.

İslam’ın Teklif Ettiği Dünya

Adaletin, Merhametin ve Tevhid’in Egemen Olduğu Bir Varlık Düzeni

Sadece Karşı Çıkmak Yetmez, Bir Teklifin Olmalı

Tarihte hiçbir karşı çıkış, bir teklif olmadan kalıcı olamamıştır. Bunu “Arap Baharı” sürecinde tecrübe ettik, eleştiriler yıkıcı olmaktan çıkıp dönüştürücü hâle ancak alternatif bir yapı önerisiyle gelir. Bugün globalist barbarlık, dijital tahakküm, Siyonist zulüm ve liberal çürüme karşısında; insanlığın sadece “direniş” değil, aynı zamanda “yeniden inşa”ya ihtiyacı vardır. İslam medeniyeti, bu yeniden inşanın yegâne evrensel modelidir. Çünkü o, insanı merkezine alan, ilahi ilkeyi temel alan ve adaleti tüm boyutlarıyla sistematikleştiren yegâne medeniyet tasavvurudur.

Tevhid: Birliğe Dayalı Ontolojik Bir Bakış

İslam medeniyeti, varlığı parçalanmış bir bütün olarak değil; anlamlı bir birlik içerisinde kavrar. Tevhid inancı, sadece Allah’ın birliğini değil; hayatın her alanında bütünlük ve adaletin hâkim olması gerektiğini öğretir. Ekonomi, siyaset, hukuk, aile, çevre… Her şey ilahi denge (mîzan) ile ahenk içinde olmalıdır.

Bu anlayışta insan, doğaya hükmeden değil; doğa ile birlikte bir emaneti taşıyan varlıktır. Devlet, halkın efendisi değil; adaletin taşıyıcısıdır. Bilgi; güç değil, sorumluluktur.

Adalet: İslam Medeniyetinin Omurgası

İslam’ın medeniyet teklifinde adalet, merkezî ilkedir. Adalet, sadece hukuki değil; ekonomik, sosyal, kültürel ve epistemolojik bir düzendir. Kur’an’ın “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” emri, evrensel hukuk için erişilmesi zor bir zirvedir.

Bugün dünyada adalet, sadece güçlü olanın ayrıcalığına dönüşmüşken; İslam, en zayıfı, en yetimi, en kimsesizi merkez alan bir düzeni öncelemektedir. Bu adalet, sınıfsız bir toplum vaadi değil; her sınıfın hakkını koruyan bir denge sistemidir.

Aile ve Toplum: İnsanlığın Çekirdeği

İslam medeniyetinde aile, toplumun temeli değil, bizzat kendisidir! Kadın ve erkek cinsiyetsizleştirilmiş eşitlik yarışında değil; birbirini tamamlayan iki hakikat olarak kavranır. Çocuk, nesil değil; emanettir. Bu bakış açısı, Batı’daki aile krizinin ötesinde; sağlıklı, üretken ve sorumlu bir toplumun yapı taşlarını sunar.

Toplum, yalnızca bireylerin toplamı değil; birbirine karşı ahlâkî sorumluluklarla bağlı bir “ümmet”tir. Bireyin özgürlüğü, başkasının hakkını yok sayarak değil; onu gözeterek vâr olur.

Ekonomi: Faizsiz, İsrafsız, Hakkaniyetli Bir Model

İslam’ın ekonomik teklifi; faizsiz, israfsız ve üretim temelli bir düzene dayanır. Kapitalist sistemde paradan para kazanmak makbuldür; İslam’da ise bu, zulümdür. Fakirlik bir kader değil; zenginlerin vebali olarak görülür. Servetin dolaşımda olması, belirli ellerde toplanmaması, zekât ve infak gibi kurumsal sistemlerle garanti altına alınmıştır.

Bu anlayış, bugünün krizlere gebe olan finansal sistemine karşı hem adil hem sürdürülebilir bir modeldir.

Bilgi ve İrfan: Gerçekliğe Yolculuk

İslam medeniyetinde bilgi, sadece nicel birikim değil; hakikatle buluşma sürecidir. Modern bilgi epistemolojisi, hakikati parçalayan bir tahakküm aracına dönüşmüşken; İslam düşüncesi, akıl ile vahiy arasında denge kurarak, insanı hem maddi hem manevi olarak inşa eder.

Bilgi; kibir değil, tevazudur. Güç değil, emanettir. İşte bu anlayışla, İslam medeniyeti, bir yandan astronomide zirveye çıkmışken öte yandan tasavvufta insanın iç yolculuğuna da rehberlik etmiştir.

Savaş ve Barış: Onur Temelli İlişkiler

İslam, savaşla barış arasında denge kuran bir sistem sunar. Ne pasifist bir kabulleniş ne de emperyalist bir yayılma… İslam’ın savaş anlayışı, mazlumları korumak, adaleti tesis etmek ve fitneyi (bozgunculuğu) durdurmak içindir. Barış ise zulmü meşrulaştıracak bir örtü değil, adaletin tesisinden sonraki durumdur.

Bu yönüyle İslam, Batı’nın “barışçıl işgali”ne, “demokrasi için savaş” yalanına karşı hakikate dayalı bir duruş sergiler.

Şehir ve Mekân: Ruhu Olan Coğrafyalar

İslam medeniyetinde şehir; rantın değil, rûhun mekânıdır. Camiinin merkezde yer aldığı, sokakların komşulukla örüldüğü, mimarinin estetikle, insanla ve doğayla barışık olduğu bir modeldir. Bu anlayış, modern şehirlerin beton ormanına dönüşmesine karşı; yaşanabilir, huzurlu ve ruhu olan şehirler teklif eder.

Sonuç: Medeniyet, İnsanlık Onurunun Mimarisidir

İslam’ın teklif ettiği medeniyet; insanı ilahlaştırmaz ama ona onur kazandırır. Teknolojiyi reddetmez ama onun efendisi olmayı öğretir. Kültürü dondurmaz ama yozlaşmasına izin vermez. Bu medeniyet, sadece Müslümanlara değil; tüm insanlığa bir davettir. İnsanlığın geldiğimiz noktada tek kurtuluş reçetesidir.

Gazze’deki direniş, bu medeniyetin küllerinden doğuşunun habercisidir. Batı’nın çöküşü sadece bir yıkım değil; hakikat medeniyetinin yeniden inşası için bir başlangıç olabilir, olmalı, biz istersek, irade ortaya koyarsak bu mümkün, bu olursa iyi olur babından bir şey değil kulluğumuzun gereğidir. Çünkü hakikat yalnızca savunulmaz; aynı zamanda inşa edilir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Gazze, Kerbela; Biz, Kûfeliyiz – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Emevî halifesi birinci Yezid’in baskıları ve zulümleri ayyuka çıkmış, mazlum halkın feryatları arşa dayanmıştı artık! Zulüm dayanılmayacak noktaya gelmiştir, Kûfe halkı bu zulümlere dayanamayarak İmam Hüseyin’den yardım ister.

İmam Hüseyin, Haccını yarıda bırakır, 70 kişilik bir kafileyle yönünü Mekke’den Kûfe’ye çevirir. İmam ve beraberindekiler belki geri dönüşü olmayacak bir yolu kabullenerek Kûfe’ye doğru yola çıkarlar. Önlerinde sadece iki seçenek vardır: ya devam eden zulmü bertaraf etmek ya da bu yolda mücadele etmek, savaşarak şehit olmak! Ya zafer ya şehadet!

Yezid’in valisi (Ubeydullah bin Ziyad), İmam’ın Kûfe’ye geleceğini öğrenir ve Kûfe halkına yaptığı baskı ve zulümleri daha da arttırır. Bunun sonucunda Kûfe halkı, İmam Hüseyin’e verdiği biat ve sözden geri döner. Vali, İmam Hüseyin’e Emevî devletinin otoritesini kabul etmesini, aksi takdirde şehre geçiş olmayacağını söyler. İmam Hüseyin ise bu baskı ve zulümleri kabullenmesinin mümkün olmayacağını dile getirerek teklifi uzlaşmasız ve tavizsiz tavrıyla reddeder; Kerbela’da yarenleriyle birlikte şehit edilir. (Selam, yolunu sürdürenlere olsun!)

Şimdi günümüze gelelim!

İmam Hüseyin’in örnekliği, özellikle günümüz müslümanları için bir ders niteliğindedir. Hiç şüphesiz günümüzün Kerbela’sı yiğitlik, cesaret ve direnişiyle dünyaya ders veren Gazze’dir, Gazze halkıdır! Günümüzün Kûfelileri ise özelde müslümanlar ve vicdan sahibi tüm insanlardır! Burada elzem olan üç durumu dile getirmek gerekiyor:

Birincisi, Emevî devletinin durumu, konumu ve bunları besleyen, koruyan sac ayakları… Emevî halifesinin her türlü iktidar hırsı ve buna bağlı olarak paralı mollaları… Günümüzde kendini İslam(!) toprakları ve ülkeleri olarak gören ülkelerle Emevî devletinin özellikleri maalesef birebir aynıdır!

İkincisi, Kûfe halkı şu anki müslümanların durum ve pozisyonlarını gözler önüne seriyor! Hiç şüphesiz bu, tartışmasız bir gerçektir çünkü Kûfe halkının zulme ve baskılara karşı ses çıkar(a)maması, sözünde durmaması günümüz müslümanlarından çok da farksız olmadığının açık kanıtıdır! Kûfe halkının Emevî iktidarına karşı tavrıyla, günümüz müslümanlarının iktidarlara karşı tavrı bütünüyle aynıdır. Bu da verdiğimiz sözleri, ettiğimiz yeminleri yerine getir(e)memenin korkaklık ve ayıbını gözler önüne seriyor.

Üçüncü de -zulme karşı duyarsız olmamıza sebep olan durum hiç şüphesiz budur- şudur: İmam Hüseyin, Emevî iktidarının zulmünü işitir ve kendisinden yardım isteyen Kûfe halkının sesine duyarsız kalmaz ve farz olan haccını yarıda bırakır, Kufe’ye doğru yola çıkar. Evet, ortada iki farz vardır. Gerçi şimdi dile getireceğimiz ikinci farz, müslümanlar için önemsiz görüldüğü ve farz olduğu dahî kabul edilmediği için onların nezdinde pek bir önem ifade etmiyor! Bu sebepledir ki zulüm devam ediyor ve bu bilince varmadığımız sürece de devam edecek! Bu farzlardan biri Hacc, bir diğeri ise zulme karşı olmak, tavır almaktır. Evet, İmam Hüseyin seçimini yapar ve önceliğin zulme karşı durmak olduğunu bilerek zulme karşı tavır almayı, farz olan Hacc ibadetine önceler! İşte ilkelilik, işte öncelik, işte örneklik ve ahlâk…

Gelelim bizim hâlimize!

Müslümanlar olarak kendi pozisyon ve tavrımızdan bahsedelim: Böyle bir ilkesel duruşa ve böyle bir önceliğe sahip miyiz yoksa hâlâ hiçbir işimize yaramayacak, fayda vermeyecek sözüm ona birtakım dinî(!) konularla kendimizi oyalayıp duracak mıyız? Önceliğimiz ne olmalı?

Yazımızı merhum Ali Şeriati’nin şu çözümlemesiyle bitirelim. “Eğer bir yerde yangın varken biri seni ibadet etmeye çağırıyorsa bil ki bu, ancak bir hâinin davetidir!”

Allah’ım; önceliklerimizi bilip ertelememeyi, sorumluluklarımızı bilip kavramayı ve onlarla amel etmeyi bizlere bahşet!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x