Connect with us

Yazılar

Alternatif “Dinî İçerikli” Eğitim Olgusu ve AK Parti Sürecindeki Serencâmı – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

Önce bir arka plan…

Öteden beri, Cumhuriyet’in ilk döneminde yapılan harf inkılâbı neticesinde, Anadolu coğrafyasında yaşayan insanların kahir ekseriyetinin, bir gecede cahil bırakıldığı söylenir ki, bu ifade, kendi bütünlüğü içerisinde bir doğruyu işaret ettiği halde, genel anlamda ise hakikati içermemektedir.

Doğruya işaret etmektedir, zira zor yoluyla Arapça orijinli Osmanlı alfabesi ile yazılı bulunan bütün bir külliyat adeta “bir daha” ele alınmamak, okunmamak üzere rafa kaldırılmıştı. Rafa kaldırılmakla kalınmamış yok edilmiş, imhasına karar verilmişti.

Modern dönemde seküler temelli bir anlayışın ikamesi, hayat bulması için Türkçeye uyarlanan Latin alfabesi, eski -daha doğrusu eskimeyen- alfabenin yerine kullanılmaya başlanmıştı.

Öyle ki, yetişen yeni nesil açısından bırakın eski metinleri, dönemi açısından yakın denilebilecek bir zaman diliminde Namık Kemallerin de için içerisinde olduğu eski ve ağdalı olarak tanımlanan dönemin Osmanlıcasının yerine büyük oranda Türkçeleşmiş Osmanlıca ile kaleme alınan metinlerin dahî okunamadığı söz konusu idi.

Hal böyle olunca, çeşitli konuları içeren dinî/lâ-dinî metinler, işin mahiyetine ve eserlerin içeriğine bakılmaksızın gözden çıkarılınca, ya da sahipleri tarafından “bir yerlere” saklandığından olsa gerek, ortada “eskiye dair” okunacak bir metin kalmamıştı.

Hal böyle olunca, insanlar, hiç olmazsa ölüleri için bir Fatiha okumak, onunla namaz kılmak vb. için Kur’an’ın ellerinden alınmamasını arzulamışlardı.

Listenin başında Kur’an ve hadis (külliyatı) vardı ve bir de “iş görmek açısından” meseleleri özetleyen ilmihal gibi kitaplar bulunuyordu.

Bu tür okumalarda, dönemin kendine özgü zor şartlarında gizli mahfillerde, kırsal alanlarda, mağara gibi yerlerde başta Kur’an olmak üzere diğer kitapların talimi yapılmaktaydı.

Bugün de bilindiği üzere bunun en çok bilineni bir Kur’an hocası olan ulemadan Süleyman Hilmi Tunahan’ın zorlu bir şekilde, çeşitli meşakkatlere katlanılarak talebeleriyle yaptığı çalışmalar örnek gösterilebilirdi.

Yirmi yedi yıllık tek parti (CHP) diktası döneminde resmi anlamda izin verilmeyen dini çalışmalar, okumalar, DP iktidarı ile birlikte ellili yıllardan itibaren görece de olsa başlamış, ivme kazanmıştı.

Daha sonra bir-iki yayınevinin az sayıda da olsa çoğu “din içerikli” kitap basmalarına koşut olarak birçok dergi yayını da (ör. Büyük Doğu, İslam’ın Nuru) bu ortamda kendine yer bulmuştu.

Ağır aksak süren bu işleyiş, 12 Eylül darbesi sonrasında, temeli bir açıdan yetmişlerde atılan birkaç kişiden oluşan küçük gruplar nezdinde yürütülen Kur’an çalışmaları, zamanla tefsir, siyer, İslam tarihi, fıkıh okumaları ile uzun bir süre devam etti.

Neredeyse ülke sathına yayılan bu çalışmaların temeli Kur’an’a, onunla  ilgili çalışmalara dayanıyordu.

Yani, ana mihver Kur’an idi. Onun sayesinde tefsir çalışmaları ortaya çıkmış ve akabinde diğer ilmi disiplinler o mihvere bağlı olarak gelişmişti.

Çağdaş Müslüman kuşak da aynı silsileyi takip etmiş, işe Kur’an’dan başlamış ve diğer alanlarla bu çalışmaları yıllarca sürdürmüşlerdi. Hatta öyle ki, tabiri caizse resmi olarak hiçbir medrese, ilahiyat eğitimi almadığı halde, işin uzmanı birçok kişi var olmuştu.

Bu güzel bir gelişmeydi, ama onlarca yıl gruplar, hatta cemaat bazında süren bu çalışmalar -istisnaları olmakla birlikte- elde edilen bilgilerin dökümünün yapılarak bir ilmi geleneğe dönüşememişti.

Yine işin var olan istisnası ile birlikte bu “dinî” çalışmalara ek olarak düşünsel planda entelektüel okumalar, siyasi mülahazalar ise kendine bir hiç mesabesinde dahi yer bulamamıştı.

Bu kimlik ibrazında, şu ya da bu gerekçeyle de olsa -hatta çizgisi bu cenah açısından pek itibar görmemiş olsa da- neticede Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın temsil ettiği çizgiden etkilenme söz konusu idi.

Buna bir de olayın sıcaklığıyla İran İslam devrimi süreci ile Afganistan’ın Sovyet Rusya tarafından işgal edilmesi; İran’da Şahlığa karşı mücadele ile mücahitlerin Afganistan’da “komünist” düşmana karşı vermekte oldukları mücadeleye ek olarak, İslam dünyasının birçok yerinde bölgesel ve küresel emperyalist güçlere karşı mücadele de, kimlik ibrazında önemli bir yer almıştı.

Hem bunların toplam ve hem de bu ülkede usul yavaş yürüyen “yeniden Müslümanlaşma” süreci, tabloyu tamamlıyordu.

İşte bunlardan dolayı o dönemler, birtakım haklı gerekçelere bağlı olarak söylersek, “yeniden Müslümanlaşma” tevhidî gerçekliğe uygun bir kimlik ibrazı, dönemin alâmet-i fârikası kabilinden tağuta karşı çıkmak gibi kendine özgü sebepler muvacehesinde bakıldığında şimdiki durumlardan farklı durumlar söz konusu idi.

Yetmişleri, bir an, kendine özgü şartlardan hareketle işin dışında tutalım. Seksenlerde yeniden Müslümanlaşma olgusu öne çıkmaktaydı. Doksanlarda ise, doğrusu ve yanlışıyla, genelde tüm Müslümanların, özelde ise İslamcıların; Milli Görüş açısından iktidar özleminin dile geldiği, geri kalan esas kitlenin ise, “netlik ve muğlaklık” paralelinde, demokratik alanda iktidar hırsıyla var olan davadan olmamak, muhayyelde kurulacak olan iktidarın ve tesis edileceğine inanılan İslam devletinin sağlam temellere irca edilmesi düşüncesinden hareketle, bu cenahı oluşturan aydınından entelektüeline, yazarından çizerine, hatta sıradan olan “samimi” bir ferdine kadar geniş bir çerçevede mücadeleye omuz verildiği gerçeği söz konusuydu.

Hangi form’a bağlı olursa olsun, her ne yapıyorsa, işlerini -ortada ciddi engeller pek bulunmadığı halde- gizlilik içerisinde ve “bilinmeyen” mekânlarda yürütmeye çalışan çevreleri bir tarafa bırakalım; yeniden Müslümanlaşmanın, kendi kimliğini oluşturmanın ve elde edilen verileri tebliğ etmenin gereğine inanan büyük İslamcı çoğunluğun buluştuğu ilk adres çay ocakları, daha sonra kitabevleri, ardı sıra dergi büroları, nihayetinde -meşruluğuna inanıldıktan sonra ise- dernek ve vakıf türü yapılar bünyesinde yapılmaya başlanmıştı.

Doksanlarda kendini toplum üzerinde alabildiğine hissettiren, baskı oluşturan laik oligarşiye karşı mücadele meydanlara taşmıştı.

Adeta, “her gün eylem, her yer mücadele alanı” olmuştu. Buna bir de, başta Bosnalı Müslümanlar (Boşnaklar) olmak üzere Müslüman toplumlara karşı işlenen cinayetlere, katliamlara ve sürgünlere yönelik destek yürüyüşleri, mitingleri, toplantıları ve ülkede var olan kötü gidişata yönelik karşı çıkışlar da eklenince İslamcı cenah kendiliğinden ivme kazanmıştı.

Bu genel durum dışında bizim esas üzerinde durmak istediğimiz şey, bu olup bitenleri de kapsayan, kapsamasını düşündüğümüz “İslamî, dinî çalışmaların” AK Parti iktidarı sürecinde gelmiş olduğu noktaya işaret etmekti.

Bir silsile içerisinde meal, tefsir, hadis, İslam fıkhı gibi temel disiplinleri kapsayan bu çalışmalar, en az on kişilik gruplarca, zamanla sayıları giderek artan insan sayısı oranında devam etti.

Bu çalışmalar, ilk önceleri evlerde başladı ve oralarda devam etti. Daha sonra ise, dernekleşme, hatta vakıflaşma yolu “İslam’a göre” meşru olarak kabul görünce, bu çalışmaların mekanı da haliyle değişmiş oldu. Bu tarz çalışma grupları bayanlar tarafından da kuruldu ve bayan grupları çalışmalarına devam emektedirler.

Dönemi açısından söylersek, bu yeni yapılar bir STK olarak anılmaktan ziyade, öncelikle var olan cemaatlerin kendi meşruiyetlerinin/yasallıklarının temini için düşünüldü. Kaldı ki, istisnaları olmakla birlikte ezici çoğunluğun kendini bir sivil toplum örgütü olarak değerlendirmesi, hem zamanı açısından, hem de kuşanılmış bulunan mantık açısından pek olası değildi.

Hatta bugün gerek kendi dışındakilerin ve gerekse de kendilerinin, yine kendilerini, bir STK olarak tanımlamaları, büyük oranda AK Parti iktidarının orta dönemlerinde vuku bulduğu söylenebilirdi.

Farklı İslami fraksiyonlara bağlı bu yapılar, başta ister bir devlet talepleri olsun, ya da olmasın, kendi kimliklerini oluşturma, o kimliği koruyup devam ettirme suretiyle İslami/dini çalışmalarını, 28 Şubat süreci gibi kritik dönemlerde askıya almakla birlikte, AK Parti döneminde kaldığı yerden sürdürmüşlerdi.

AK Parti’nin, ilk dönemlerde, geldiğimiz süreçte özgürlüklere yönelik yanlış icraatlarının aksine alabildiğine demokratik haklara vurgu yaptığı özgürlük alanını nispeten genişlettiği bir vasatta, oluşan bu vasatın imkânlarından -hâliyle- istifade eden bu yapıların büyük çoğunluğunun, normalde hak ve hürriyetlere ve demokrasiye pek de iyi gözle bakmadıkları ama o ortamlardan alabildiğine yararlandıkları da bir vakıa idi.

İnsanlar, birçok konuya motamot, birilerinin baktığı gibi bakmak zorunda değil elbet. Keza demokrasiye de, ama konumuz gereği demokrasiye, şu uygulamaya, bu uygulamaya karşı isek, o uygulamadan doğan bazı “hakların da” kullanılması icap ederdi.

Bir de şu var ki, ortaya siyasi bir şekil, yönetmeye ve yönetilmeye (yönetişim) mebni bir usul, bir yöntem konulmamışa, konulmayacaksa, daha doğrusu öyle bir şeyin hayatımızda zerre kadar bir yeri yoksa dahi, anayasal haklarımızın elden gitmesini arzulamamakla birlikte yönetim alanı tümden boş bırakır ve kendi işimize bakardık.

O zaman da ya hiç sızlanmayacaktık ya da belli bir usul içre; 1- Bir yol, yöntem bulacaktık, 2- Bulunan yol ve yöntemlerde, yanlıştan ziyade işin doğrusunu ve hikmet arayacaktık. Başka türlüsü olmazdı zaten…

Ki, belirtmiş olalım, bu ifadeleri suçlama niyetiyle değil, var olan olguyu ortaya koyma, olaya neşter vurmaya yönelik tanım ve tespitlerde bulunma şeklinde değerlendirerek, bir istifhama yol açmadan belirtmemiz gerekir ki, maksat hâsıl olsun, konu yanlış anlaşılmasın.

Osmanlının son döneminde baştan beri salt din eğitimi veren medresenin yerine batılı anlamda eğitim kurumları ihdas edilmişti. Bu tarz eğitimin içine din eğitimi de dâhil edilmişti. Osmanlı medresesinin aksine din eğitimi vermek için kurulan Darulfünûn’da, hem çağın gerekleri ve hem de hikmet arama sevdasıyla salt din eğitiminin yanında, o güne dek pek gündemde olmayan İçtimaiyat (sosyoloji), ruhiyat (psikoloji), dinler tarihi ile birlikte felsefe türü dersler de ilahiyat eğitimi alan öğrencilere verilmişti. Cumhuriyetle birlikte Darulfünûn’un yerine İlahiyat fakülteleri açılmıştı.

Bu fakültelerde verilen bilgiler uzun bir dönem büyük oranda halka ulaşmamış, ulaşmadığı gibi de bir açıdan “devlet ve onun din politikaları adına” resmileştirilmişti.

İşte, İslamcı öbeklerin, ders gruplarının yetmişlerin sonu ile seksenlerin başında, ev çalışmaları yoluyla başlatıp elde ettiği, etmeye çalıştığı “dinî” bilgiler, resmiyete, yani bir açıdan ilahiyatlara karşı ama ona düşman olmayan alternatif, özgün ve “bağımsız” eğitim olgusu içerisinde değerlendirilmeyi hak ediyordu.

Birbirleri arasında, o da insana hitap ettiği için olsa gerek, bazı açılardan İslamcı/Müslüman öbeklerin sürdürdüğü alternatif eğitim ile bilumum sol, liberal grupların, öbeklerin ideolojik alternatif eğitimi ile kıyaslandığında; Müslümanların bu tür uğraşlarının ana eksenini başta Kur’an’ı anlama ve bu sayede Allah rızasını temin etmeye yönelik olduğu söylenebilir.

İşin içerisinde Kitab’ı anlama ve O’nu rızasını kazanma düşüncesi iyi ve hayırlı bir düşünce olmakla birlikte, kademe, kademe evden sokağa, oradan meydana ulaşmayınca toplumsallaşamaz ve maksat da hâsıl olmazdı. Yani, kuvveden fiile huruç etmezdi, edemezdi.

Sol cenahta ise, bu tür ev, ya da hücre tipi çalışmalar elde tutulan değerlerden hareketle “devrim bilinci içerisinde” kendine yer bulur, giderek toplumsallaşır ve belli bir hedefe yönelirdi. Bu yolla bırakınız devrimi, iktidara gelemeyecek olsa dahi, belli bir dönem, o da var olduğu düşünülen zamanın ruhu gereği toplum katmanında kendine bir yer bulurdu.

Konumuz sol değildi, sadece alternatif eğitim açısından kısa bir değerlendirme ve mukayese yapmak istemiştik.

İslamcı cenahta ev ortamlarında başlayan, daha sonra evrilerek dernek türü yapılar çatısı altında yapılan alternatif “dinî” eğitimin, hayata dokunan ve onun hayat dini olarak fert, toplum ve dolayısıyla devletin hayatında belirleyici konumu bulunan bir olgu olarak yer bulup değerlendirilmesi gerekir.

Şimdi tamamen, işin esprisi yok olmamakla ve bu tür çalışmaların, istisnaları da var olmakla birlikte, din eğitiminin yanında sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik alanları pek kapsamayan bu tür bir eğitimin, zamanla işin olgunlaşmasını umarak söylersek eğer, kırk küsur yıldır devam eden çalışmalar, peyderpey AK Parti iktidarı döneminde parti politikalarına angaje edilmiş oldu.

Kur’an okuduk, ondan azami oranda yararlandık, yararlanmaya çalıştık; metinden hareketle onun mesajına kulak kabarttık, Allah’ın ne demek istediğini anlamaya, onunla amel edip yaşamaya çalıştık, Arap dilinin nice inceliklerine, belagatine şahit olduk, onun sayesinde iyi bir dil eğitimi de tahsil etmiş olduk.

Keza, Kur’an’ın yorumu olan tefsirle işi daha ileri boyutlara taşımaya çalıştık. Aramızdan meal çalışması yapıp da eser ortay koyanımız oldu. Yine, keza, Hz. Peygamber’in(s) hayatını okuduk, etüt ettik, onun söz ve fiillerini sünnet ve hadis formu altında önce öğrenme ve sonradan da yaşama cihetine gittik. Ardından, nefesi gayet yeterli olanlarımız kelam gibi din ile bağlantılı disiplinleri de elde etmeye çalıştık.

Bir de bu tür çalışmalara, çağın dilini anlama ve bu çağa bir şeyler söyleme ve hem de onda ilerlemek, amaca ulaşmak için sosyal, siyasal, kültürel ve iktisadi çalışmalar yapmak ve ortaya bir şeyler koymak için, işin biraz daha dışına çıkanlarımız oldu.

Salt alternatif anlamda da olsa, dini eğitime, yukarıda saymaya çalıştığımız disiplinleri de eklemeye çalışan kişi ve -eğer varsa- grup ve öbeklerin, çağdaş dünyaya söz söylemeye yönelik düşünsel uğraşıları bir noktaya yoğunlaştığı halde, alternatif dini eğitim tahsil eden ana kitlenin görünür İslami kaygısı bir hayli fazla olan Milli Görüş’e meyletmediği kadar AK Parti’ye meyletmesi; birtakım kazanımlara sahip olma isteğinin yanında, onu ilerisi için alternatif olmaktan çıkarıyor, onu ve söylemini öteliyordu.

Sonuçta AK Parti demokratik kulvarda seyreden bir parti idi. Ona meyleden kitle içerisinde, demokrasiye az, çok eleştirisi bulunan ama o yöntemi kabul etmiş bulunanlar dışında kalan insanların büyük bölümünün demokrasiye yönelik ciddi eleştirileri olmasına rağmen, gelecek kaygısı ve kazanımları kaybetme korkusu, onların AK Parti saflarında bulunmalarına temel teşkil etmişti.

Alternatif yollarla elde edilen bilgileri, yine alternatif yollarla insanlara anlatmak, onunla hayatı tekrardan tanzim etmek ne kadar zor ise, kendi alternatifliğini öne almadan, onları, hayatın inşasında değerlendirmeye tabi tutmadan, onları en azından bir denemeden geçirmeden, o tezlerden vazgeçmek daha kolay ve daha zahmetsiz olmalıydı ki, Müslüman kitle fevc, fevc AK Partili olmuştu.

AK Parti öncesine kadar kendilerini -haklı olarak- rejimden sakınan Müslümanların/İslamcıların büyük bölümü, henüz meşruluğu konusunda emin olmadıkları parti ve dernek gibi yapılarının STK olarak kabul edilmesini akıllarının ucundan dahî geçirmiyordular. Zamanla cemaat vb. yapıları baki kalmak şartıyla, ortada yapıp ettikleri engellenmesin, çalışmalar kesintiye uğramasın diye STK olarak kabulünü kerhen uygun görmüşlerdi.

Hepsi olmamakla birlikte, “ülkenin zencileri olmaktan çıkıp esas sahibi olduğu savıyla STK’lar birden SDK’lara, yani sivil devlet kuruluşları”na dönüşmüş oldu.

Devlete düşmanlık üzerine değil, sadece “özgün kalma adına devlet dışında durma” esprisine uygunluğu söz konusu olması gereken STK gerçeğini ıskalama yoluyla dindar STK’ların büyük bölümünün bir araya gelerek oluşturdukları “gönüllü STK’lar” ağırlıklı üst çatı yapıları, beraberinde küllî bir teslimiyeti de teyit ediyordu. Biz, bu STK’lardan İslam devrimi falan beklemiyorduk, keza devlete karşı bir düşmanlığı da!

Yapılması gereken ise gayet açık ve berraktı, o da uzunca sürelerde tahsil edilen ilmî, bilimsel disiplinlerden elde edilen bilgileri toplumun yararına, hizmetine sunmak için çalışmalara imza atmak; dergiler çıkarmak, yayınevleri kurmak, dernek türü yapılar oluşturmak, araştırma merkezleri açmak; bu yolla geleceğin “İslam” dünyasının oluşumuna mütevazı da olsa bir katkı sunmak…

Kendi yuvamızdan çıktık bir yuvaya girdik. Bir sürü tecrübeler elde ettik, yandık, yanıldık, piştik, küllî bir teste tabi tutulduk, para kazandığında biz de kazandık”, o olası bir kaybedişe uğradığında ise bizim de kaybetme ihtimalimiz söz konusu. Eğer, salt bir cemaat, özgün bir yapı ve STK olduğumuz gerçeğini göz ardı edip, AK Parti, ya da farklı ideolojiye mensup herhangi bir partiden yana tavır almaya devam edeceksek, bu alternatif işe niye ve ne diye girişmiş olduk ki!

Tamam, kabul edelim, isteyen herkesin bir partisi olsun, oyunu da versin, olabilir ama ana kimliği, yani Müslümanlığı geçici kimliklerle değiştirmek kime, ne kazandırırdı? Sorgulamak gerekir, sahil-i selamete ulaşmak için.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

Talep mi, Tevdi mi? – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

 

-Yusuf kıssasından ilham alarak-

İnsan fıtratı, tarih boyunca, değişik zamanlarda ve değişik sebeplerle birçok saldırıya maruz kalmış, ama bu modern/postmodern çağda olduğu kadar yıkıcı bir durumla karşılaşmamıştır.

İnsan, Allah’ın kendisine emanet ettiği fıtratını korumak isterken şeytanın ve insan-şeytanları sinsice saldırıları sonucu mühim bir yıkıma maruz kalmıştır.

İş böyle olunca, çoğu kez asıllarla asıl olmayan olgular yer değiştirmiş, doğru-yanlış birbirine karışmış; kişinin kendi ilmine istinaden elde etmesi gereken makamların o kişiye değil de bazı sâiklerle ona layık olmayan başka kişilere tevdi edilmesi söz konusu olmuştur.

Çağdaş dönemde -o da galiba yöneticiler açısından onlara kolaylık olsun diye- birtakım konumlara çoğu kez göreve layık olmayanların getirilmesinin zıddına Yusuf’un (as) görev talebinde bulunması, o alanda var olan paradigmayı yıkması açısından önem kazanmaktadır.

Bu sorunlu paradigmanın yıkılması Kur’an’da Yusuf sûresi’nde “Yusuf kıssası” olarak geçmektedir.

Rehberimizin Kur’an olmasına rağmen, genel anlamda geçmişte olduğu üzere günümüzde de “görevin istenmeyeceği, talep dahî edilemeyeceği; olsa olsa  üstteki yöneticiler (kral, padişah, devlet ve parti başkanı, amir, müdür vb.) tarafından -o da çoğu kez lütuf olarak belli bir bedel/minnet karşılığında- verilebileceği savunuluyor. Bu bedelin mahiyeti zamana, döneme ve duruma göre değişebilmektedir.

Kur’an kıssaları, kendilerine İslam’ı tebliğ eden peygamberlerin gönderildiği geçmiş dönemlerde yaşayan halkların/ümmetlerin tecrübelerine odaklanır ve bir hikmet ile olan bitenden ders alınmasını amaçlayan bir öze sahiptir.

Hikâye gibi “insani/edebi bir kurgu” değildir; bizzat yaşanmışlık üzerinden kendini ortaya koyar. Onun amacı, hikâye anlatmak değil, hadiselerden dersler ve ibretler çıkarmaktır.

Bununla birlikte, birçok din mensubuna ârız olan “dini kültürleştirme ve onu giderek foklorize etme” durumu maalesef geçmişten günümüze Müslüman çoğunluğu da etkilemiş; din yerine -hem de sözde onun adına- kültür ve folklor ön plâna çıkmıştır.

İşte bu kıssalardan birisi de Yusuf kıssasıdır.

Bu kıssa aile ve toplumsal hayat ve ona bağlı olarak kardeşler arası kıskançlık, babaya karşı yalan söyleme, aileyi bazı konularda beklenti içerisine sokma; kardeşlerin yaptığı yanlış karşısında “kuyuya layık görülen” Yusuf’un kuyudan çıkarılması, köle olarak Mısır’da satılması ve ondan sonra gelişen olaylar ve olgular şeklinde özetlenebilir.

Biz toplum olarak tüm kıssalardan dersler çıkarıp onda bir hikmet arayacağımıza, onu kültleştirdik. Foklorize ettik. Bu da yetmedi -insanî olan aşk duygusunu genele şâmil kılma yoluyla “yanlış bir iş yapan” Züleyha figürü üzerinden- doğruluğun, çalışkanlığın, işini en iyi şekilde yapma düşüncesi ile adaletin, Allah vergisi bir güzelliğin -bu, aynı zamanda bir imtihan gerekçesi idi- ve masumiyetin sembolü olan bir peygamberin de içerisinde bulunduğu ve belki de akılsızlık olarak tanımlanacak bir aşk hikâyesi olarak değerlendirip durduk!

Gelelim konuya.

Burada gayemiz Yusuf suresinin tümünü anlatmak değil; Yusuf’la (as) ilgili diye düşünülen, kurgulanan her türlü yanlış ve maksadı aşan gereksiz laf yığınına karşı, var olan hakikati ve onun Mısır melikinden bulunduğu taleple ilgilidir.

Bununla birlikte, yani ehliyet sahibi olduğunu belirtmenin yanında, işin esas mahiyetinin perdelenmesine sebep vermeden iki sevgiden bahis açılmaktadır: Bunlar, “Züleyha’nın tüketici sevgisi, Hz. Yakub’un üretici sevgisi.” (Mustafa İslamoğlu, Kur’an Surelerinin Kimliği,  s. 144, 4. Baskı, 2011, Akabe Vakfı Yayınları)

“İki sevgide de sevilen kişi Yusuf’tur. Fakat Züleyha Yusuf üzerinden nefsini severken Hz. Yakub, Yusuf üzerinden mazlumiyeti ve mağduriyeti sevmektedir.” (A.g.e, s. 144)

Yusuf (as) melikten ne talebinde bulunmuş ve onu nasıl ifadelendirerek dile getirmişti?

Şimdi ona bakalım.

O dönemde hemen her coğrafyada olduğu üzere Nil nehrinin beslediği Mısır’da da ekonomi tarıma dayalıydı. Dönem dönem uzun yılları kapsayan kıtlık durumu yine gelip kapıya dayanmıştı. Yusuf peygamber, kendisi de tarımdan ziyade ekonomik durum açsısından hayvancılıkla birlikte ticaretin hâkim olduğu bir ortamda büyüdüğü ve kendisine “ilim verildiği” için, kapıda olan kıtlığa karşı alınması gereken önlemlere yönelik yöneticilik talebinde bulunmuştu:

Yusuf “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim” dedi. (Yusuf, 12/55)

Yusuf (as) bu sözü elbette “iş olsun” diye söylememiştir. Kendi çağında, dünya genelinde olduğu üzere Mısır’da da tarıma dayalı ekonomik döngü içerisinde var olan hengâmeyi aşmak için çözüm arayan Firavun’a, Allah’ın verdiği “rüyaları tabir ilmi” aracılığıyla kendini takdim ve kabul ettirme düşüncesinin ön plânda olduğu görülür.

Mısır’a nazaran tarıma dayalı bir iktisadi hayattan ziyade, şartlar gereği uğraş olarak hayvancılık ve ticaretle uğraşan bir toplumun ferdi olması ve o kültür içerisinde yetişmesi hasebiyle, ticareti bilmesi ve adalet vasfına sahip olmasının ağırlığıyla da yöneticiliği en iyi bir şekilde yapabileceğini belirtiyor.

Bu arada Yusuf’un (as) çocukluğundan itibaren Vezir’in yanında iyi bir eğitim aldığını; devlet, siyaset, ekonomi meselelerinin tartışıldığı bir atmosferde yetiştiğini de hatırda tutmak gerekir. Bu durumda karşımıza bütünleyici bir tablo çıkıyor.

Burada, tarımın dışında ama bir açıdan tarımla bağlantılı kaim bir mesleğin izine rastlıyoruz. O da çobanlıktır. Keza tüm peygamberler şehirli oldukları gibi bir kısmı da ekonomik uğraş olarak da çobanlık işiyle meşgul olmuşlardı.

Bu böyle olmakla birlikte, Firavun’a yapılan teklifin içeriğinde, insanın üstesinden gelebileceği işe talip olmak isteyebileceği ve bu arzulanan işe dair ehliyet ve liyakatin da önemli unsurlar olduğu ortaya çıkmaktadır.

Kur’an, işin ehline verilmesini ister. (Nisa, 4/58)

Bu, her şeyden önce vahiyle insanlara bildirilen bir hakikat ve ona göre hareket etmesi gereken bizler için de vaz geçilemez bir ilkedir.

Ondan dolayı liyakat ve ehliyet büyük önem arz etmektedir.

Zaten bu kurala uyulmadığında işlerin sarpa saracağı, yapılıp edilenden belli bir verim alınamayacağı ve sonuçta bir çürümenin, yıkılıp gitmenin mukadder olacağı kabul edilmelidir.

İşin ehline verilmesi meselesinin toplumdan topluma, kültürden kültüre değişiklik içereceği de malumumuzdur.

Bu farklı durumlara rağmen genelde işin, görevin belli bir makamda yöneticilik konumunda olan kişiler ile resmi sıfatı bulunan kurullar, kurumlar tarafından çoğu kez ortaklaşa alınan kararlar sonucu verildiği gözlemlenmektedir.

Bir ya da birkaç işte kendini uzman olarak gören, o işi üstlenip yürüteceğini düşünen ve bunu açıkça dile getiren bir kişinin bu isteği çoğu zaman görmezden gelinmiş ve yadırganmıştır.

Peki, çoğu kişi için “istisnai bir durum” olarak değerlendirilebilecek Yusuf’un (as) yukarıda belirttiğimiz ayette vurguladığı mevzuyu bu durumda nasıl okumalıyız?

Kur’an’ı anlayarak okuma, onu tahlil etme, ondan ders çıkarma suretiyle elde edeceğimiz ilkeler eşliğinde, günlük hayatta reel olarak kabul gören ama hakikate terslik içeren mevzulara hayatiyet kazandırmak gibi bir vakıa ile karşı karşıyayız.

Kendisine rüyaların tabir edilmesi ilmi verilen ama yönetici makamında bulunmadığı hâlde kendi bilgisine güvenen bir ehil insanların, aslında çoğu kez görevin yönetici/ler tarafından ilgili kişilere verilmesinden ziyade kendini o işe ehil gören insanların üstesinden gelebileceklerine inandıkları için Yusuf (as) örneğinde olduğu gibi birçok sorumluluğu/görevi talep edebileceğini gösterir.

“Hz. Yusuf’un ülkenin hazinelerinin başına geçme isteği, bir işe ehil olan kimsenin o işe talip olabileceğine delil getirilmiştir. Kuşkusuz, Hz. Yusuf’un bu işe talip olması makam sevgisinden kaynaklanmıyordu. Onun hedefi adaletin hâkim olması ve insanlara haksızlık yapılmamasıydı. Ayette, zalim bir yönetimde görev almanın caiz olduğuna dair de delil vardır. Yeter ki kişi o zalim yönetime alet olmasın ve adaletle davransın.” (M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, 3. cilt, s. 33, Beyan Yayınları)

Yusuf’un (as) Allah’tan kendisine verilen bir ilim verilmesi ve iktisadi olarak çobanlık ile birlikte ticaretten de anlaması üzerine kendisine istediği o görev verilmektedir.

“Yusuf bu sözleriyle (12/55) ülkenin maliyesinin başına geçmek istediğini ve bu konuda hem güvenilir biri olduğunu hem de bu işten anladığını anlatıyordu. Kralın rüyasından hareketle yedi yıl sonra ülkede kıtlık olacağını biliyordu. Buna hazırlık yapacak, açlıktan insanların telef olmalarına engel olacaktır.(A.g.e, s. 33-34)

Buna binaen Allah’ın, Yusuf peygamberin Mısır melikinden görev talebine karşılık olarak belirttiği “Böylece Yusuf’a dilediği yerde oturmak üzere ülkede imkân ve iktidar verdik. Biz rahmetimizi istediğimize veririz ve iyi davrananların mükâfatını zayi etmeyiz.” (Yusuf, 12/56) beyanı görev talep etmeyi, her iki taraf için de açıklığa kavuşturmaktadır.

Burada öne çıkan espri, Yusuf’un (as) doğruluğu adil oluşu ile birlikte yönetilenlerle yöneticilerin aynı toplumun ferdi olmaları bir açıdan kolaylığa mebni iken, bir açıdan da ehliyetsizliğe ve liyakatsizliğe yol açan akraba kayırıcılığının (nepotizm) önüne geçmek, onu törpülemek ve -Yusuf (as) işin istisnası olmakla birlikte- katılıp yaşadığı toplumda yabancı olan ve istese de yanlış yapma lüksüne düşmeyecek insanların eğer işin ehli iseler yöneticilik yapmaları mümkün olabilir, gerçeğidir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Değişimin Siyasallaşması – Harun Özkarakaş

Yayınlanma:

-

Otoriter rejimlerden çıkışın en önemli anahtarı olarak siyaset görülmektedir. Sistem içi muhalefet yürüten akımlarda siyasetin anahtar rolü oynaması doğal bir sonuçtur. Ancak aynı rolü, başka bir dünya arayışı olan ve/veya olması gereken Müslümanların siyasete yüklemesi tabii bir durumdan öte kolaycılığı/yetersizliği ifade etmektedir çünkü başka bir dünya hakikat, insan, toplum üzerine başka bir irade ortaya koymaktan geçmektedir. Sistemin kendi ürettiği siyasallık kendisini değiştirecek bir paradigma ya da bu iradeyi sunmayacaktır.

Modern iktidarın yapısı üzerine önemli tespitleri olan Foucault, iktidarın ikili ilişkilerde başladığını dile getirmektedir. İkili ilişkilerde kendisini görünür hale getiren ve yeniden üreten iktidar üzerine konuşmak tartışmayı derinleştirmektedir. Bu derinlik İslam açısından hâlâ bir yeterlilik sunmamaktadır. Ra’d sûresinde “Siz benliğinizde olanı değiştirmediğiniz müddetçe Allah size ikramını değiştirmez.” buyurulmaktadır. Burada ekonomik, toplumsal, siyasi vb. her türlü iktidara yönelik değişimin ikili ilişkilerden de öte insanın benliğinde başladığı görülmektedir. İslam’ın öngördüğü benliğin ikili ilişkilerle ve kamusallıkla görünür hâle gelmesi değişimin en umut vaat edeni ve tek mümkün olanıdır. Bu süreçte rehber olarak modern siyasetin liderleri değil peygamberin varisi âlimler rehber olmalıdır. Müslümanların bugün “modern dünyanın nimetlerine” çağıran siyasi liderlerle değil, Müslümanca vâr oluşun imkânları üzerine fıkheden âlimlere ihtiyacı bulunmaktadır. Siyasetçi/âlim ikileminde âlimden yana tavır göstermek, parti/medrese ikileminde de medreseden yana tavır göstermeyi gerekli kılmaktadır.

Günümüzde değişimi siyasal yollarla mümkün gören anlayışlar bazı çelişkileri açıklamakla mükelleftir. Radikal biçimde ayrışan siyasi tabanlarda dahî aynı yerden bilgi edinimi, aynı eğlence anlayışı, aynı tüketim anlayışı, aynı başarı ölçütleri görünmektedir. Örnek verecek olursak, Ayasofya’da duygusal yoğunluk yaşayan bir gençle, Anıtkabir’de duygusal yoğunluk yaşayan genç arasında saydığımız (bilgi edinimi, aynı eğlence anlayışı, aynı tüketim anlayışı, aynı başarı ölçütleri vb.) insanın benliğine işaret eden alanlarda pek bir farklılık bulunmamaktadır. Kendi tabanında dahî değişimi görünür kılamayan herhangi bir siyasi parti bize nasıl bir değişim vaat edecektir?

Konuyu ayrıca post-modern düşüncenin modern siyasete etkileri bağlamında da tartışmakta gerekmektedir. Postmodernizm, hakikati bireye indirgeyerek modernitenin herkes için geçerli olan mutlak kaidelerini yerinden etmiştir. Modern dünyanın bu kaideler üzerine inşa ettiği insan, toplum, devlet algısı da bu minvalde anlam kaybına uğramıştır. Modern siyaseti var kılan bu mefhumların anlamını kaybetmesi kendisi içinde aynı kaderi doğuracaktır. Muhatap olacağımız post-modern kültüre, anlamını kaybedecek olan modernitenin siyasal, sosyal,  ekonomik araçlarıyla itiraz sunmak bizi en başta kaybetmeye mahkûm edecektir. Bizatihi bu kültüre karşı sunacağımız itiraz, İslam’ın özgün duruşunu ve insanda görünür kıldığı benliği ortaya koymakla başlamalıdır. Değişim modern siyasetin parantezinden çıkarılmalıdır.

Devamını Okuyun

Yazılar

Küreselci ve Kirli – Harun Özkarakaş

Yayınlanma:

-

Modern dünyanın doğrusal tarih yorumu, antik Yunan ve Hint felsefesinin döngüsel tarih yorumunu yerinden etmiştir. Ancak herhangi bir zevale uğramayan, uğramama konusunda da net bir görüntü sunan ve hepimizi yakından ilgilendiren bir döngü daha mevcuttur: modern Türkiye’nin siyasi tarihi.

Ne yazık ki Türkiye’nin siyasi tarihi, kirli vesayetler ve bu kirli vesayete karşı aynı şekilde kirli olan küresel işbirlikleriyle doludur. Türkiye siyaseti bu hâliyle bir döngü görüntüsü sunmaktadır. Bu döngü, bizi sürekli bir vesayetin ve vesayete itiraz sunan kirli işbirliklerinin içerisinde tutmaktadır. Yakın vakte kadar kendini bu döngünün dışında tutan farklı arayışlar olmakla birlikte, ne yazık ki bu arayışlar kendi toplumsallığını oluşturamamış, resmi ideoloji tarafından cezalandırılmış ve/veya topluma yabancılaştırılmıştır.

Bugünün vesayetinin ideolojisi olan Yerlilik ve Millilik (Cumhur ittifakı) bir önceki yazımızda kritik edilmişti ancak bu yazımızda bahsedilen döngünün görünür kılınması için tekrar değinilmesi gereken bölümler mevcuttur. Yerlilik ve milliliğin kurucu ideolojik partisi AKP kendi siyasallığına, bugün yine kendisinin itiraz sunduğu (gerektiğinde “anlaşan” şekilde) küresel emperyalizmle kurduğu işbirliğiyle başlamıştır. Ulusalcı vesayete karşı girdiği işbirliği, kendini Irak işgalinden Arap baharına kadar Ortadoğu’ya yapılan tüm emperyalist müdahalelerin ortağı yapmıştır. Nihâî olarak da bu süreçte kendi vesayetini kurmuştur. Gelinen nokta bize herhangi bir parti ve/veya ittifakın vesayet karşıtı olmasının oy vermek, kader birliği yapmak için yeterli olmadığını tarihsel olarak göstermektedir.

Yeni politik kültür, klasik emperyalizmin dönüşümünü de beraberinde getirmiştir. Modern dünya, yaptığı müdahalelerle yeryüzünde bakir bir coğrafya bırakmamıştır. Yeni emperyalizm bu aşamada fiziki müdahaleden daha çok, “kapalı toplum” olarak adlandırılan ve bunu besleyen düşünce yapılarına yönelmektedir. Yeni emperyalizmin bu görüntüsü, ne yazık ki antiemperyalist damara sahip İslamcılığın klasik dönemde gösterdiği tepkiyi yeniden üretememesi sonucunu doğurmuştur. Kimliği belirsizleşen yeni emperyalizm, karşıtında yüksek motivasyonun oluşmasını da engellemiştir.

Konuyu, Türkiye’nin güncel siyasal iklimine taşıdığımızda yeni politik kültüre angaje olan siyasallığa Millet ittifakının daha uygun bir model olduğunu söyleyebiliriz. Seçim sürecine Batıya yaptığı ziyaretlerle başlayan Kılıçdaroğlu, yalnızca küresel sermayeyi değil, küresel siyaseti, toplumsallığı, kimliği ve bilgi biçimlerini de Türkiye’ye çağırmış ve referans olarak kabul etmiştir. Bu referanslar “daha fazla özgürlük” temelinde sloganlaştırılmıştır. Peki, bu özgürlük toplumun hangi taleplerine karşılık gelmektedir? Kendine ait kimliği, merkeziyeti, gündemi ve müfredatı olan cemaat, tarikat vb. yapılara aynı özgürlük alanı sunulacak mıdır? Kur’an’a dayalı toplumsallıkları, kadın ve erkek rollerini, cinsiyet tanımlarını, haram ve helal ölçütlerini yapıbozumuna uğratan yeni politik kültür (neoliberalizm) itiraz sunacağımız bir emperyalizm üretmiyor mu?

Müslüman kimliğiyle bilinen birçok isim bizzat CHP aday listelerinde kendilerine yer bulabildiler. Bu kişilerin ortak noktası gerçekten Müslüman kimlikleri mi, yoksa neoliberal referansları mıydı? Millet ittifakında özgürlük, yalnızca neoliberal çerçeve içerisinde konuşmanın siyaset üretmenin özgürlüğüdür.

Bu minvalde yeni emperyalizmi gerçekleştirmede önemli bir rol de İskoçya örneğinde olduğu gibi LGBTİ’yi savunabilecek neoliberal Müslümanlara verilmiştir. “Yerli ve milli” çizginin ürettiği dini araçsallaştıran dil ve zihin burada tekrar karşımıza çıkacaktır. İnandığımız değerleri araçsallaştıran bu siyasallığa karşı seçim süreci sonrasında İslamcı camianın ilk eylemi, “yerli ve milli vesayet”le, “küreselci siyaset”e angaje olan bu iki yoldan kendisini ayırdığı bilgi, kimlik, toplum, kurumsallaşma gibi konularda yaklaşımını tekrar açığa çıkarmasıdır.

İslamcılar zemini kendilerine ait olmayan siyasallıkta kutuplaşmayı, oyalanmayı bırakıp tüm insanlığın ihtiyacı olan Rahmanî toplumsallığın arayışında birleşmelidirler.

Devamını Okuyun

GÜNDEM