Köşe Yazıları
Rotayı Yeniden Hesaplamak İçin Pusula
Yayınlanma:
2 yıl önce-
Modern kapitalist medeniyetin işleyişi bütün boyutlarıyla yıkıcıdır. Bunu birçok defa yeryüzünün farklı noktalarında görmüştük, Maraş depreminde tekrar tecrübe ettik. Büyük acıları beraberinde getiren yıkım bilip durduğumuz, görüp kavradığımız hakikati tekrar akıl almaz bir şekilde suratımıza çarpıverdi.
Söz konusu medeniyetin alâmet-i fârikası tabiata savaş açmaktır. Tabiata savaş açmak egemenlik iddiasının temel uygulama sahalarındandır. Tabiatın zapt u rapt altına alınması dolayısıyla şirkin açık tezahürlerinden biri olarak dikkat çeker. Sahte tanrısallığın bu göstereni yıkım ve felâket çevrimi sûretinde insanı mahkûm eder.
Disiplin toplumunun farklı veçheleri olduğunu artık bizzat yaşayarak, okuyup tartışarak iyice öğrendik. Biyopolitikadan psikopolitikaya uzanan kontrol ve tahakküm rejimlerinin inşa ettiği devasa panoptikon, uzayan bir Truman Show biçiminde arz-ı endâm ediyor. Bu hapishaneyi Trumanlar’a nasıl göstereceğiz?
Güçlü bir misal olarak Elazığ-Malatya hattında Rabbimizin vâr ettiği eşsiz tabiatın insan kalabalıklarını yutup duran bir beton cezaevine dönüşmesi üzerinde düşünülmelidir. Betonun tahakkümü insanı tutsak ederken tabiatı bir hançer gibi yaralamakta, ziraatı alabildiğine imkânsızlaştırmakta, börtü böceğe varana dek yine tabiatı katledip susturmaktadır.
Elazığ-Malatya hattı için söylediklerimizi depremde yıkılan-yıkılmayan bütün coğrafyalar için pekâlâ söyleyebiliriz, herkes bunu dillendiriyor zaten. Modern kapitalist medeniyete maruz kalıp da bunu görememek mümkün değildir. Bunu görüp onaylayanların ezen, maruz kalanların ezilen taraflarda yer aldığı da ehline malum olmalıdır. Bu kadar açık ve net bir hakikat karşısında kimin, nasıl pozisyon aldığı ya da alacağıdır aslolan.
Nasıl bir tavır alındı? Egemenlerin kurup idare ettiği dünyaya karşı fikrî/teorik ve fiilî hangi pozisyonda karar kılındı? İtiraz edildi mi, edildi ise hangi argüman ve araçlar öne çıkarıldı? Hangi düşünsel ve pratik direnişler örgütlendi? Bütün bunlar uzun erimli tartışmaları davet etmektedir, farkındayım ancak hem yüzleşmek hem de bu büyük kriz ânında ileriye doğru rotayı yeniden hesaplamak için bunu vakit yitirmeksizin yapmak zorundayız.
Rum Sûresi 41. ayette beyan olunan “İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıktı!” tespiti şaşmaz pusula olarak müslümanlara sunulmuştur. Bu hakikatten, bu büyük tespitten yola çıkarak çağları okumak ve esaslı bir ıslah mücadelesi yürütmek gerekiyor. Rabbimiz bu sosyolojik ve ekolojik ifsada karşı insanları “Düzene konulduktan sonra yeryüzünde fesat çıkarmayın!” (Araf, 56) uyarılarını sıklıkla tekrarlamıştır. Çünkü insan, şeytanın ayartmaları neticesinde hakikate pek çabuk sırt dönebilecek bir cehalet içine düşebilir, bu cehaletin zorunlu sonucu olarak hakikati gölgeleyecek karanlıklar üretebileceğinin farkına varamayabilir. (Ahzab, 72) Şaşmaz pusuladan uzak duruldukça insana isabet eden her musibet bu durumda kendisinin elleriyle kazandıkları dolayısıyladır. (Şûrâ, 30)
Türkiye özelinde konuşalım: Her ne kadar aydınlanmacı temelden hareket etseler de modern kapitalist medeniyetin yıkıcılığı karşısında ekolojik hassasiyetleri siyasetlerinin bir parçası yapmaya başlayan sol-sosyalist çevrelerin tabiatın talanına karşı HES protestolarıyla kendini gösteren, nükleer, maden ve turizm dolayımında gerçekleşen tabiat yıkımlarına karşı güçleri yettiğince verdikleri mücadeleye biz tanığız. Bu süreçte Karadeniz’deki yayla ve derelerle yaşayan halk kadını erkeğiyle bu çevreler tarafından harekete geçirilmiştir. Devlet-sermaye işbirliğinin tabiata, dolayısıyla kendi doğal yaşam alanlarına dönük yağma ve yıkıcılığını gören halk daha önce hayal bile edemeyeceği şekilde korkusuzca kolluk güçlerinin karşısına bile dikilebilmiştir. Aynı tecrübe ülkenin dört bir yanında, çok kez tekrar etmiştir.
İslamî hareketlerin, çok büyük oranlarda düzenle buluşup bütünleştiği yirmi yılı aşan son dönemde neoliberal yağma ve talan karşısında gösterdiği suskunluk ibretâmizdir. Bu meyanda eşsiz bir tablodur. Düşünsel sefaletleri bu gerçeği görmeye yetmemiş olmalıdır. Buna, bahse mevzu yılları bizzat yaşayıp gözlemleyerek tanık olmanın bahtsızlığı içindeyim. Düzenle buluşan İslami çevrelerin nispeten ve aşamalı olarak dışında kalan irili ufaklı yapıların da maalesef bu çerçevede kafa yorduklarını, tabiatın yağma ve talanına karşı koyan açık siyaset yürüttüklerini de pek söyleyemiyoruz doğrusu.
Teorik hazırlığı olmayıp pratiği de belli ezberlerin dışına çıkaramayan bu iradenin ürettiği yetersizlik elbette modern kapitalist medeniyetin sahaya doğrudan yansıyan boyutlarını kavrayıp püskürtmeye niyet edemez hatta onları yararlı bile görebilirdi. Ne acı!
Bu tablonun dışına çıkmaya çalışan, küresel ölçekte doludizgin ilerleyen neoliberal faşizmi Türkiye’yi de saran uzantılarıyla kavrayıp onunla hesaplaşmaya çalışan cılız da olsa karşı çıkışlar oldu. Bu, hakiki bir umut ışığı, gidilecek yolu gösteren işaret fişeğiydi ancak İslami çevrelerce görmezden gelindi, yalnız bırakılarak serpilip boy vermesine katkıda bulunulmadı. Bu da tarihi bir hata ve benzersiz bir yanlış olarak kayda geçmiştir.
Mera alanlarıyla orman ve zeytinliklerin sermayeye devrine, binlerce HES’le ırmak ve derelere kelepçe vurmaya; maden aramalarıyla dağı taşı zehirleyip imha etmeye; yapılaşma izinleriyle ziraat alanlarını beton ve asfalta teslim etmeye; şeker ve sigara fabrikalarının satılıp sermaye ve yapılaşmaya devredilmesiyle çiftçiliğin sona erdirilmesine; nükleer santrallerle geleceği ipotek altın almaya; rantsal dönüşümlerle 2-B kurnazlıklarına varan geniş bir yelpazede ilerleyen, tabiata ve halkın ortak kullanım alanlarına açılan savaşa dikkat çeken az sayıdaki karşı çıkışları ve tartışma faaliyetlerini örneklemek bu evrede kaçınılmaz hâle geldi. Böylece mümkün yol haritası/kaçırılan alternatif hat görünür olacaktır. Bu paragrafa bir demet örneklik bırakıyorum:
HES protestoları:
https://www.dailymotion.com/video/xevq8k
https://www.egitimilkesen.org/istanbulda-zile-ve-niksardaki-hes-direnisine-destek/
Nükleer protestoları:
https://www.haksozhaber.net/tokatta-nukleer-protestosu-23068h.htm
Ormanların maden arama faaliyetleriyle yok edilmesine karşı çıkan eylemler:
Şeker fabrikalarının satılarak şekerpancarı tarımının bitirilmesini protesto eylemleri:
https://www.saglikilkesen.org/eylemler/cargille-zehire-somuruye-hayir/
https://www.tokad.org/2018/03/04/seker-fabrikalari-halkindir-satilamaz/
2-B düzenlemesiyle orman alanlarının yok edilmesine karşı eylemler:
https://www.haberler.com/guncel/tokat-ta-2-b-yasasi-iptal-edilsin-eylemi-3856819-haberi/
Ekoloji meselesini tevhid bağlamında tartışan program:
https://www.ozguryazarlarbirligi.org/2019/12/09/mizan-ve-fitrat-ekseninde-ekoloji-ve-tevhid/
İfsad – mücadele aralığında ekolojiyi işleyen faaliyet:
https://yenipencere.com/videolar/ifsad-mucadele-ekseninde-ekoloji-murat-muratoglu/
Tarımda yaşanan çöküş ve çözümü tartışan etkinlik:
https://www.egitimilkesen.org/endustriyel-tarim-aclik-ve-kitliga-goturur/
Burada örneklemeye çalıştığım etkinlik ve eylemlilikler bugün yerel ve küresel ölçekte yaşadığımız yıkım tablosunun öncelikli bir mücadele alanı olduğunu işaretliyor. İslami hareket Kürt sorunundan ekolojik ifsada, her türlü kapitalist sömürü biçimine, emperyalist müdahalelere, ideolojik baskı ve tahakkümlere, emeğin yağmalanmasına, yeryüzünün mültecilere yasaklanmasına uzanan geniş bir yelpazede tavır alıp teklif üreten bütünlüklü bir yapı arz edemezse siyasal bir hat olarak vâr olamaz. Maraş depreminde yerle bir olan şehirlerin tekrar ayağa kaldırılması bağlamında zihinsel ve siyasal hazırlığı olmayan İslami çevrelerin büyük bir telâşla devleti, TOKİ’yi çağırması; başta İstanbul özelinde olmak üzere büyük bir kentsel dönüşüm için feryat etmesi yaşananlardan ders almadığını, betona ve devlete hayranlığından bir şey eksilmediğini açık bir şekilde gösteriyor. Bu çerçevede Murat Kurtuldu’nun yazısını muhakkak okumalısınız.
Tabiatın kucağında, onu hiç incitmeyen bir uyumla başka bir yaşamı kurmaya dönük mesafe ve hakikati kavrayışsızlık Müslümanların bu mevzulardaki geniş zihinsel hazırsızlıklarına işaret etmekte, bağlantılı olarak da siyasal çıkmazlarının derinliğini yakıcı bir şekilde göstermektedir.
Yaşadığımız acı tecrübe yeni yollar için çıkış noktası olabilir, olmalıdır. Yardım faaliyetlerinde gösterilen her türlü takdirin üzerindeki çaba ve fedakârlık, israf edilmeyen bir bilinç enerjisi biçiminde yeni rotaya yoğunlaşmalıdır. Aksi bir durum çok daha büyük bir kayıp hâlinde karşımıza dikilecektir.
8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)
Yorumlayın
2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.
Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.
Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:
“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz. |
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.” |
Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?
7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.
Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.
İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.
Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.
Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!
Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.
Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.
Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)
Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.
“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”
Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.
Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.
Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.
İsrail’in Gazze’de 2 milyondan fazla insanı köşeye sıkıştırıp soykırıma maruz bırakmaya başlaması üzerinden aylar geçmişti.
İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nde 50’den fazla devletin başkanı toplaşıyor, çay çorba içip boş laflar eşliğinde olaysız dağılıyorlardı. Bu devletlerin İsrail’in karşısında dik duramayacak kadar çapsız, esir düşmüş veya menfaat düşkünü oldukları uzaydan dahi görünür hâle gelmişti.
Türkiye’de bir grup duyarlı insan 10 Mart 2024 tarihinden bu yana, en az iki haftada bir sokağa çıkıp yürüyüş ve basın açıklamaları ile kamuoyuna ve iktidara çağrıda bulunuyor.
Direniş Çadırı çağrısı ile 20’den fazla şehrin meydanlarında aynı saatlerde gerçekleştirilen eylemlerde İsrail’le ticaretin sonlandırılması, limanların ve hava sahasının İsrail’e kapatılması gibi talepler dillendiriliyor.
Hükümetten talebimiz, İsrail’e hiç değilse soykırım süresince destek olmaktan vazgeçmesi. Filistin’in yanında olamasa da hiç değilse İsrail’le arasına mesafe koyması. Mesela, Azerbaycan petrolünü soykırımcı işgal ordusuna taşımaktan vazgeçmesi, Bakü-Ceyhan Boru Hattının vanasını İsrail’e kapatması. İşgali geçtik, hiç değilse soykırım ateşi sönene dek!
Türkiye’yi yöneten iktidar yalan dolanla hem ticareti hem petrol sevkiyatını sürdürüyor ne yazık ki.
Bizi tanıyanların gayet iyi bildiği gerçekleri tarihe tanıklık için kaleme alıyorum. Bundan 100 yıl sonra hangi gerçeklerin nasıl ve ne derece yamultulacağını veya ortadan kaldırılacağını bilemeyiz. Bu esnada kıyıda köşede kalmış hangi kayıtların gerçekleri ortaya çıkaracağını kim bilebilir ki?
İnsan da tarih de sürprizlerle doludur. Bazı hakikatler kazılarda değil yazılarda ortaya çıkar. Söz uçar, yazık olur!
Zulme ortaklığın hikayesini herkes yazıyor, herkes görüyor! Onursuzluğun, zalimlerle işbirliğinin, balina leşi gibi ağır vebalin kokusu burunları kırıyor.
Direniş hattının, kefiyenin bir ipliğinin ucu kadar da olsa direnenlerin hikayeleri ise görülmüyor, gösterilmiyor, bilhassa gözlerden uzak tutuluyor.
Her ilde, her beldede uzaktan bakınca aynı, yakından bakınca başka başka hikayeler sökün ediyor. Hikâyenin hası ara sokaklarda, ayrıntılarda kendini ele veriyor çoğu zaman.
Trabzon’da hâlihazırda beş yerel gazete çıkıyor günlük. Daha fazla sayıda internet sitesi de bu şehirde olan biteni 1 milyonu bulmayan nüfusuna haber ediyor. Türkiye’de Trabzon nüfusuna kayıtlı ortalama 1.5 milyon insan olduğu varsayılıyor.
Yerel basın 1.5 milyon insana Trabzon’la ilgili haberleri ulaştırmak için görev yapıyor diyebiliriz burada. Coğrafya gereği küçük bir şehir merkezine sahip Trabzon. Meydan Parkı ve etrafı bir km’lik bir alandan ibaret.
Valilik, Belediye Binası, PTT, Polis Merkezleri, Basın kuruluşları, parti merkezleri, sözüm ona sivil toplum kuruluşları ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı, hepsi bir arada, daracık sayılacak bir alanda bulunuyor.
Bu alanın merkezinde, pek çok defa Ak Parti İl Başkanlığı önünde en az 20 sefer basın açıklaması yaptık geride kalan 9 ayda, ortalama 40-50 kişiyle. Konu dünyanın gündeminde: Kapı komşumuz, insan ve din kardeşlerimiz Filistinlilerin maruz kaldığı malum soykırım.
Beş gazeteden yalnızca biri çağrımızın, talebimizin, eylemimizin haber değeri taşıdığına ikna oldu. Günebakış adındaki gazetenin sahibi ile görüştüğümüzde “Filistin konusunda duyarlı olduğunu” ifade etmişti.
Direniş Çadırı çağrı ve eylemleri birilerini rahatsız etmişti. Bu birileri, gazete sahibine bizimle ilgili iftiraları taşımaktan geri durmamıştı. Ne var ki gazete, iftira ve taşıyıcılara itibar etmemişti. Biraz baskı da gelse, bunu göğüslemişti. Ta ki Hamas’ın tarihi “7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu”nun birinci yıl dönümüne dek. Biz de dünyanın dört bir yanında olduğu gibi sokağa çıkmış ve soykırıma karşı duruşumuzu ortaya koymuştuk.
7 Ekim 2024 tarihli eylemimizin haberinden sonra şehirdeki tek sesimiz de kesildi. Günebakış o tarihten sonraki bir buçuk ayda gerçekleştirdiğimiz üç yürüyüş ve eylemi de görmedi, göstermedi. Şehrin tüm ışıkları kesilmişti artık! (Bir avuç insanın cep telefonlarının ışığı kaldı kala kala!)
Önümüzde cevap bekleyen sorular var:
Bizimle ilgili, kapalı kapılar ardında, WhatsApp gruplarında, kuytu köşede, “çucu-bucu” olduğumuza yönelik iftiralar mı etkili oldu?
Birileri şehirdeki tek “basın kuruluşumuz”u nasıl hizaya getirdi? Havuçla mı sopayla mı?
Tehdit mi rüşvet mi?
Kim bu birileri?
Filistin’i kırmızı çizgisi gören ve bunu da 7 aydan fazladır gösteren gazeteyi kim ne karşılığında susturdu?
Direniş Çadırı, İsrail’in Gazze’de giriştiği yakıcı soykırım ve işgal gündemi üzerine bir araya gelmiş duyarlı insanların inşallah yakın zamanda sona erdirecekleri açık, şeffaf bir çalışmadan ibaret.
Biz Trabzon’da kimliği ve kişiliği ile açık şekilde sözünü söyleyen beş kişilik bir istişare ekibinin çeperinde ufak bir grup insanız. Ticaret yapmıyoruz. Soykırım ve işgal altında inim inim inleyen mazlum bir halkın, o halkın onurlu evlatlarının sesini soluğunu, derdini tasasını taşıyoruz.
Siz kimsiniz, tam olarak bilemiyoruz lâkin kimlerin sesini soluğunu kesmeye gayretli olduğunuzu gayet iyi biliyoruz.
Allah şahit. Yazıyoruz ki, kayda geçsin, tarih de şahit olsun.
Bizim derdimiz siz küçük esnaflarınkinden kat kat büyüktür.
Biz yürüyüşümüze söz verdiğimiz üzere, söz verdiğimiz güzergâhta devam etmek istiyoruz. Mesele İsrail’den de siyonizmden de emperyalizmden de büyük.
Bizim Rabbimize verilmiş bir sözümüz var! Kusura bakmayın ve tezgâhınızı başka yere kurun.
Küçük esnafların sadece burada değil her devirde, her yerde yuvalandığı bilinen bir gerçek. Bu çağrımız onlara…
Bir kitabın toplumsal olarak gündemimizi değiştirdiği günleri çoktan geride bırakmış olabiliriz. Kitaplar, kutsal olsun-olmasın, bireysel hayatlarımızdan da çekiliyor her geçen gün. İtiraf edelim, biraz fazla yavaş ve sakinler, çağa ayak uyduramıyorlar! (Çağ onlara ayak uyduracak artık.)
Yine de bir kitap hakkında konuşmak, durup düşünmenin en iyi yollarından biri, birincisi olmayı sürdürüyor.
Ercan Jan Aktaş’ın “Vicdani Ret ve Sosyo Politik Yaşama Etkileri” adlı yeni kitabı bize belli başlı yakıcı konular üzerinde düşünme fırsatları sunuyor.
Vicdani Ret, “zorunlu askerlik” denen modern köleliğe, ağır angaryaya karşı çıkmak gibi bir çerçeveye sığmayan anlamlar ihtiva ediyor.
Türkiye’de 1989 yılında ilk vicdani ret beyanının ortaya konulmasından sonra vicdani retçiler “savaş karşıtlığı” çatısı altında “barış için” bir araya geldiler.
Kavram, “Vicdan” ve “Reddetme” (hayır deme) bilinci üzerinde yükseliyor. Bir asker kaçağını, “el mahkûm” bedelli askeri, vicdani retçiden ayıran çizgiye; devlet, ordu-millet, milliyetçilik, militarizm, erkeklik gibi kavram ve algılar konuşlanmış vaziyette.
“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorgulama teklifini başka bir açıdan idraklere sunarsak soru şu: Potansiyel bir askerden bir vicdani retçi yaratan rahatsızlık ve itirazları halının altına daha ne kadar süpürebiliz?
O halının altı, ki şiddet dolu. Cinayet dolu. Kadına, zayıfa, altta kalana, hayvanlara karşı şiddet dolu. Basına yansıyanlar yalnızca halının altından taşanlar.
Vicdani Ret hakkında konuşmalıyız.
Bugün dünyanın gözü önünde bir yılı geride bırakmış soykırımı ele alalım. İsrail’in Gazze’de sergilediği şiddetin, soykırımın bütün alametlerini gösterdiği bir zaman dilimindeyiz.
Mâlûm olduğu üzere İsrail, buldozerle özdeşleşmiş bir ordu-devlet, ordu-millet. Askerlik hem erkekler hem de kadınlar için zorunlu. Militarizmin ileri boyutlarda hayat bulduğu bu topluma yakından bakalım:
İsrail, kapalı bir toplum olduğu için tam isabet istatistik verememekle birlikte Vicdani Retçilerin oranı yüzde 1’in altındadır. Toplumdaki savaş (=İsrail işgali= terörü) karşıtlarının oranı yüzde 20’nin üzerinde değildir. Hâlihazırdaki soykırıma karşı olanların oranı iyimser tahminle bile yüzde 25’i geçmez.
İsrail sokaklarındaki hükümet karşıtı eylemler, motivasyonunu Filistinli bebeklerin, çocukların, masumların öldürülmesinden; binlerce, on binlerce defa öldürülmesinden ziyade İsrailli esirlerden, kayıplardan alıyor.
Sorun, İsrail sorunu değil Filistin sorunudur. Sorun İsrail devletinin kuruluş ve politikaları, kodları değil Netanyahu’nun yordam bilmezliğidir.
Merak ediyorum: İsrailliler de Filistinliler gibi (“insansı hayvan” değil) basbayağı, herkes gibi insan olduğuna göre, nasıl oldu da bu denli “çürük” vicdanlı olabildiler? Vergi, oy hatta kan ve can vererek doğrudan destek oldukları dehşetli şiddete, terör ve katliamlara, soykırıma vicdanları nasıl razı geliyor?
Ortalama bir İsrailli vicdanı nasıl oluşturuldu? Bir İsrailli rızası, hangi eğitim öğretim süreçlerinden geçirilerek imal edildi?
Bir bebekten bir soykırımcı yaratan karanlığın içinde gözleri kör eden sapık bir ırkçılık, devletçilik, şiddetsevicilik, militarizm ve tebaa ruhu var.
Türkiye’nin İsrail’e keskin biçimde benzediği yönler olduğu gibi benzemediği yönler de var. Bu yönlerin takdirini okuyucuya bırakarak kelimelerden tasarruf ediyorum. Soykırım boyunca Türkiye’nin İsrail’e petrol sevk etmeye, ticaretiyle o aşağılık orduyu beslemeye hız kesmeden devam ettiğini hatırdan çıkartmadan…
Vicdani Ret bize, “Hayır!” deme bilinci için sorgulayan bir akla ihtiyaç duyduğumuzu öğretiyor. Sivil olmanın da itaatsiz olmanın da ekmek gibi, su gibi gerekli olabileceği yerleri, zamanları ve koşulları ifade ediyor. Sanılmasın ki Cassius Marcellus Clay’i Muhammed Ali yapan ve milyarlara sevdiren sadece bokstu!
Vicdani Ret, devletin çoğu zaman Allah’tan üstün tutulduğu bu topraklarda devlet gibi değil de insan gibi düşünmeyi telkin ediyor.
Savaşları, kapitalist savaş makinelerini durdurmayı ve barışın imkanlarını sonuna dek kovalamayı hedefliyor Vicdani Ret.
Kendini hukukla bağlamayan bir azınlığın aile şirketine dönüşen devlete yasayı, yasanın da üstünde olan değerleri hatırlatıyor vicdan; “dur” diyerek, “hayır” diyerek, reddederek!
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” anlayışı ile kendi zorunlu askerliğini değil, bir müessese olarak askerliği, bütün askerlikleri, bütün emir erliklerini tasfiye ederek yeryüzünü esenlik yurdu haline getirebilmeyi ülkü ediniyor Vicdani Ret. Gerçekçi değil bir rüyaysa da, olmayacak bir duaysa da, olsun, amin diyelim.
Habil-Kabil kıssasında Habil olmak çağrısı değilse nedir Vicdani Ret?
Bir hayat memat meselesi. Dünya durdukça lazım oldu ve olacak.