Connect with us

Köşe Yazıları

Korkuyu Bedir’de Yenmek

Yayınlanma:

-

Korku insanı kilitler. Siyasal hareketleri kötürümleştirir. Müslümanın ufkunu kırpar, bir şeye benzemez hâle getirir. Bütün tumturaklı lafların boyasını döker. Onca emek, mücadele mirası anlamsız bir toplama dönüşür.

Âl-i İmran sûresinin 17. ayetine göre zorluklara sabretmek, yani direniş üzere ısrar etmek, sözünü tutmak, Rabbine yürekten bağlı olmak, Allah yolunda infak etmek ve bunların yanında bütün kalbiyle af dilemek korkuya, suskunluk ve geri çekilmelere karşı ayağa kalkmanın temel şartlarıdır. Bu ayetten bu sonucu çok rahat bir şekilde çıkarabiliriz.

Kur’an-ı Kerim, Müslümanlara, zalim Mekke müşrik ordusundan önce korkuyu yendiren Bedir savaşının eşsiz anlatımlarına ayrıntılı bir yer verir. Sabır/direniş ehli olmaya yükselinmişse Rabbimiz çok boyutlu bir desteğin, takviyenin, motivasyonun mü’minleri beklediğini açıkça beyan eder.

Ama önce Bedir meydanına çıkmaya niyet ve azim etmelidir.

Bedir’e çıkmaya niyet etmek de korkuyla savaşarak gerçekleşebilirdi. Bunu Kur’an da teyit etmektedir ancak Müslümanların tarihsel yürüyüşü Bedir’in muhakkak sûrette karşılarına çıkacağına onları inandırmış olmalıdır. Erdem Bayazıt’ın mısralarında şöyle karşılanır bu hakikat:

Bildim bileli kendimi

Hep düşlerimde yaşadım Bedir’i   

Bedir, uzun yürüyüşte etrafından dolanılacak bir aşama değilse muhakkak onunla yüzleşilecektir. Şair zaten çoktan ona niyet etmiştir. Hz. Peygamber ve meselenin künhüne vâkıf yârenleri de bunun elbette farkındaydılar ama korkunun nasıl izale dileceği ve Âlemlerin Rabbinin gaybî yardımının nasıl tecelli edeceğinin tecrübe edilmesi lazım gelmekteydi elbette.

Korkunun temelinde kim vardır? Âl-i İmran sûresi 175. ayete göre kendi dostlarından korkmayı içimize yerleştiren Şeytan’dan başkası değildir. “Öyleyse onlardan değil, yalnızca Benden korkun, eğer gerçek müminler iseniz!” der bu duruma cevaben Rabbimiz. Şeytan ve dostları, yeryüzündeki mümessilleri olan tağutlar/tâğûtî güçler mi kendilerinden korkulmaya daha lâyıktır yoksa Âlemlerin Rabbi olan Allah mı?

Bu hakikati sindirmiş mü’minler, “Bakın, size karşı bir ordu toplanmış, onlardan kendinizi koruyun!” şeklinde kendilerini uyaranlardan etkilenmemiş; bu uyarı, onların sadece imanlarını arttırmıştır. “Allah bize kâfidir; O, ne mükemmel bir koruyucudur!” diye cevap vermişlerdir kendilerinde korku ve panik yaratmak isteyenlere. (3/17) Korkuyu bir provokasyon olarak kullanmak isteyenler çıkacaktır elbette. Korkudan etkili bir şekilde yararlanmak hakikat inkârcılarının en büyük alışkanlığıdır. Çünkü korku insanın en kırılgan, en hassas yanlarına saldırır; bir “aşil topuğu” gediği açar hiç umulmadık cephelerde.

Modern kapitalist medeniyetin gayba iman eden cephelerde açtığı gedikler sayısızdır: En başta gayba imanın, gaybî yardımın siyasal-toplumsal mücadelelerde ifade ettiği ehemmiyete, hesapsız azimkârlık ve adanmışlığa, mü’minlerin Rableriyle interaktif bir süreç işletebileceği fikir ve imanına darbe vurmuştur. Bedir ve Huneyn günlerindeki vurgular gerçek ve bilim dışı anlatılar olarak algılanmaktan öteye gitmez çoğu zaman ne yazık ki…

Hâlbuki Allah, Enfal sûresi 9 ve 10. ayetlerde bambaşka bir pencere açar:

Hani, yardım için Rabbinize yakarıyordunuz; ve O da bunun üzerine size şöyle cevap vermişti: “Size birbiri ardından inen bin melekle yardım edeceğim!” Ve Allah bunu yalnızca bir müjde olsun diye ve Allah’tan başka kimsenin katından yardım umulamayacağına göre- bununla kalpleriniz huzur, itminan bulsun diye böyle takdir etti: gerçekten de, Allah, hikmetle edip-eyleyen en yüce iktidar sahibidir.

Bütün bu yardımlar ve dahası kimin içindir? Elbette Bedir meydanına çıkmaya azmetmiş kararlı bilinç ve yürekler için! Zorluklara direnen, ahdine sadakat gösteren, maddi-manevi bütün imkânlarını Allah yolunda seferber edenler için…

Böylece Rabbimiz mü’minlere katından bir güvence olarak, onları bir iç huzurunun kuşatmasını sağlamış, Şeytan’ın kirli vesveselerinden uzak tutmuş, kalplerini güçlendirip adımlarını sağlamlaştırmıştır. (8/11)

Rabbimizin direnişte sebat edenleri ödüllendirmesi korku siyasetini tersine çevirmiştir. Mü’minler arasında Şeytani bir gedik açmak için çırpınarak dolaşıp duran korku, bu durumda karşı cepheye bir ceza kırbacı olarak yönelir. Rabbimiz, Hakkı inkâra kalkanların kalplerine korku salmayı bir yükümlülük olarak üzerine alır. (9/11)

Enfal sûresi 15. ayet gaybî yardımı hak etmek için sıkı bir şart daha sürer öne. Bu şart Âl-i İmran 17. ayetteki ‘zorluklara direnme’yi açımlayan bir şarttır: Mü’minlerden,  hakikati inkâra şartlanmış olan topluluğu büyük bir kuvvetle karşılarında bulduklarında hiçbir sûrette arkalarını dönmemekle tembihler.

Aynı sûrenin 43 ve 44. ayetleri de açıkça gaybî yardımlarını beyan eder Rabbimizin. Düşmanı onlara sayıca az gösterdiğini, bu sûrette korkunun tabii neticesi olan panik ve yılgınlığa meydan vermediğini ifade eder. Benzer bir yardımı yaptığı Huneyn günü de Allah, dağılan, bozguna teslim olan Müslümanlara katından bir sükûnet indirmiş, onları görülmeyen güçlerle donatmış ve hakkı inkâra şartlanan kimseleri azaba uğratmıştır. (9/25-26)

Şimdi, sözü tamamlamak bahsinde Enfal-42’ye bakalım:

Sizin [Bedir] vadisinin bir ucunda, onların da tâ öteki ucunda ve kervanın sizden aşağılarda olduğu o gün[ü hatırlayın]. Ve (düşünün ki,) eğer bir savaşın patlak vereceğini bilseydiniz, muhakkak ki, böyle bir meydan okumayı göğüslemekten kaçınırdınız: Ama [her şeye rağmen] Allah, yapılması[nı irade buyurduğu] işi gerçekleştirsin de yok olup gidecek olan, hakkın açık tecellisiyle yok olup gitsin, kalıp yaşayacak olan da (yine) hakkın açık tecellisiyle yaşasın diye [savaş böylece olup bitiverdi].

Zorluklara direnmek’ imanın bir esası olarak alınıp kabul edildiyse eğer, hakikate meydan okumaları göğüsleyecek bir kararlılık ve iradeyi de kuşanmalıdır. Ayetlerden anlaşılan odur ki ikircikli bir hâle Rabbimiz izin vermeyecektir.

Bütün saha ve zeminlerde Bedir’e doğru ilerleyen bir akış olmalıdır. Bütün güç ve kudretine rağmen emperyalizmiyle, Siyonizm ve kapitalizmiyle, türlü çeşit şeytani ve tâğûtî saldırganlık ve kuşatmayla katlanıp derinleşen meydan okuyuşu, Rablerine yürekten bağlı olan ve zorluklara direnenlerin göğüslemesi gerekmektedir.

İhtiyaç duyulan yardım Rabbimizdendir. O’nun müdahalesiyle Şeytan ve dostları kendi gözleriyle direniş ehlini kendilerinin iki misli (kalabalık) görürler. Allah, dilediğini yardımıyla güçlendirir: “Bakın, bunda görecek gözleri olan herkes için muhakkak bir ders vardır.” (3/13) Binlerce melek, görünür görünmez güç ve imkânlar, mü’minlerin saflarında, alın teri ve çabalarında yan yana hizalanır. (3/125-126) Her bir yandan sekînet yağar, bir eminlik kaplar bütün hâllerini. (9/26)

Bu durumda mü’minler, korkuya kesin olarak galip gelirler.

8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Saraybosna Günlüğü

Yayınlanma:

-

Neydi 1931 Barselona doğumlu İspanyol şair, yazar ve romancı Juan Gostisolo’yu “caddeleri ve binaları tümüyle yok olmuş, yıkılmış, cerahat, koparılmış organlar, deşilmiş bağırsaklar, hâlâ kokan çürük yaralar, korkutucu izlerle dolu susuz, gazsız, elektriksiz, taşıtsız, telefonsuz, ilk bakışta bir hayalet şehre, parçalarına ayrılmış bir iskelete ya da cansız bir bedene benzeyen” Saraybosna’ya götüren sebep?

Bir Batılıyı, Batı’da müslümanlara karşı girişilmiş bir soykırımın orta yerine gönüllü bir gözlemci olarak yollayan duygu ve düşünceleri merak ettiğim için okudum Saraybosna Günlüğü’nü. Kitabın alt başlığı dikkat çekici: “Barbarlığa Doğru Bir Yolculuğun Notları”

1992 ila 1995 yılları arasında 3 yıl süren, Batılı devletlerin doğrudan izlediği, dolaylı olarak desteklediği saldırılar sonucu Boşnak halkı 140 bin canını kaybetti. Geride 151 bin yaralı, ikametgâhını terk etmek zorunda kalmış yaklaşık 2 milyon insan, 12 bin 100 sakat ya da özürlü, yaklaşık 38 bin tecavüze uğramış kadın bıraktı.

Ketebe Yayınları, Bosna’nın önde gelen kurucu liderlerinden Aliya İzzetbegoviç’in “Unutulan soykırım tekrarlanır!” uyarısını hatırlatmak istercesine, Kasım 2024 tarihinde okurların dikkatine sunmuş bu kitabı. Batı’nın ayakkabısının içindeki bir çakıl taşı bu.

Batı’nın Filistin’de, Gazze’de sergilediği son model barbarlığı, vahşeti, su katılmamış soykırımı, dünyanın bütün coğrafyalarında öfke patlamalarına yol açarken zamanda ve zeminde ufak bir sapmayla aynı filmi seyre dalmak sarsıcı bir “okuma” deneyimi… 

Avrupa’nın “saha ve seyirci” avantajından yararlandığı, internetin olmadığı 30 yıl öncesine götürüyor bizi Goytisolo. Sözünü sakınmıyor, şöyle bir mezar yazısı yazmalı, diyor:

Avrupa Birliği’nin saygınlığı ve Birleşmiş Milletler örgütünün güvenilirliği burada yatıyor, Saraybosna’da öldürülmüştür. Ortakların ve yöneticilerin o emsalsiz korkaklığı ve sinsiliği yüzünden burada can verdiler.”

Yazar, gün içinde canını tehlikeye atarak sokaklarda dolaşmış, insanlarla görüşmüş. Kitap, bu tanıklıklarla genişleyip derinleşiyor. Satır aralarında öğreniyoruz, kaldıkları otelin de pek tekin bir yer olmadığını. Katil sürülerine bağlı insanlık düşmanlarının atışları geliyor her yönden sabah akşam. Keskin nişancılar da cabası.

Otelde, karanlıkta, mum ışığı altında, gün içindeki görüşmelere ait notlarını toparlar; yemek yerken Susan Sontag’ın da yanlarına geldiğini öğreniyoruz. Çok acayip bir his bu da! Katiller etrafta cirit atar, ölüm kol gezerken, kitaplarını okuduğumuz, sevdiğimiz dünyaca ünlü Amerikalı kadın yazara 56 sayfa sonra rastlamak, orada, soykırım savaşının, kuşatmanın orta yerinde. 

Masamda duruyor “Başkalarının Acısına Bakmak”. Hiçbir kitap yazarına altın tepside sunulmuyor. Özgürlük gibi. Bahşedilmez. Gidip almalı, hiç değilse almayı göze almalısınız.

Sanırım, bu kitaptan öğrendiğimiz, sonuç vermemişse de takdire şayan çaba için bile tanınmayı hak ediyor bu insanlar, okunmayı hak ediyor bu kitaplar:

Benim ve Susan Sontag’ın, ünlü yazarları Saraybosna’ya çağırma çabalarımız bir fiyasko ile son buldu.”

Not:

Bizim kuşaklar Gazze’yi asla unutamazlar. Saraybosna’da neler olduğunu hayal meyal değil vücutta bir neşter yarası gibi hatırlamak isteyenler Semezdin Mehmedinoviç’in aynı yayınevinden çıkan şiir ve kısa hikayelerden oluşan Saraybosna Blues adlı anlatısını okumadan geçip gitmesinler.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizi Arındıracak Mücadele

Yayınlanma:

-

Geçen gün yerel bir gazetede tesadüf eseri gözüme ilişen kısa bir yazı tüylerimi diken diken etti.

Yazı, okuru 2007 yılına ışınlayan çarpıcı bir iki hatıra üzerinde boy gösteriyor. Hrant Dink Dünyası başlıklı yazı şu cümleyle başlıyor:

“Hrant, 19 Ocak 2007’de İstanbul’da öldürüldüğünde İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi yöneticisiydim.”

Yazıdan öğreniyoruz ki, İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine Santa Maria Kilisesi’ne çiçek bırakarak “Biz Ermenilerin düşmanı değiliz” mesajı vermiş.

Ne güzel bir hareket öyle değil mi?

Fakat bu, insan kardeşliğini koruma temennisi, birilerini çok rahatsız etmiş.

Yıllar sonra tanıştığı kişi, yazının sahibine bir gün, “sana bir itirafta bulunmak istiyorum” demiş. Devamını yazıdan okuyalım:

Biz Ermenilerin düşmanı değiliz, mesajı vermemizi bu kişi farklı yorumlamış ve bunun üzerine yönlendirilmiş beni öldürmeye karar verildiğini söyledi. Konuşmasına uzun takip sonucunda bir taksi ile Orman Bölge Müdürlüğüne geldiğimi, arabayı park edip kısa voltalar attığımı görünce hazneye mermi alarak bana doğrulttuğunu söyledi. Ancak tam da bu sırada bir minibüsten yaşlı bir kadının indiğini ve onun koluna girdiğimi görünce bu kadının muhtemelen annem olduğunu düşündüğünü ve kendi annesinin aklına gelmesiyle birlikte silahı indirdiğini anlattı. Annemin sayesinde halen daha yaşadığımı anılarımda yazmıştım.”

Bugün, “Santa Maria Kilisesi” nerde, nasıl bir yer diye arattığınızda karşınıza çıkan ilk sekmede şu yazıyor: Santa Maria Katolik Kilisesi (Trabzon)

Kısacık vikipedi bilgisi de şöyle:

Santa Maria Katolik Kilisesi Trabzon’un Ortahisar İlçesinde bulunan bir kilisedir. Kilise, misafirhane ve iki yardımcı binadan oluşan kompleks, 1869-1874 yılları arasında Sultan Abdülmecid tarafından Trabzon’a gelen turistler için inşa ettirilmiştir. Üç nefli bazilikanın üzeri beşik tonozla örülmüş ve kiremitle kaplanmıştır. Kilisenin içinde birçok ikona ve fresk bulunmaktadır. Yapı, günümüzde de kilise olarak hizmet vermektedir. Kiliseye 2006-2018 yılları arasında çok sayıda saldırı düzenlenmiştir. 2006 yılındaki saldırıda kilisenin rahibi Andrea Santoro silahla vurularak öldürülmüştür.”

Andrea Santoro kimdir diye baktığınızda şu bilgiyle karşılaşıyorsunuz:

“5 Şubat 2006’da kilisede diz çöküp dua ederken arkadan vurularak öldürüldü.”

İnandığı Tanrı’ya ibadethanesinde dua eden bir din adamı ne suç işlemiş olabilir ki! Ülkede misafirimiz sayılan bu insan suç işlemişse bile cezasını hukuka uygun, adil bir yargılama sonucu Mahkemenin vermesi gerekmez mi?

“Arkadan vurmak!”

İnsanlıktan, mertlikten daha ne kadar uzaklaşabiliriz diye düşünüp tasarlanmış eylemler. Rahatsız olmaktan daha beteri ise bu duruma aşina olmak:

Ermeni-Türk gazeteci Hrant Dink’in katilinin de Trabzonlu olması ve 18 yaşından küçük olması nedeniyle, Türk polisi Santoro ve Dink cinayetleri arasındaki olası bağlantıları araştırıyordu. Ekim 2007’de Türkiye’deki Yargıtay, Santoro’nun katilinin hapis cezasını onayladı. 2016’daki darbe girişiminin ardından katil, cezasının 10 yıldan azını çektikten sonra hapisten çıktı.”

Karşımızda birbirinin içinden çıkan matruşka bir kötülük, fitne ve fesat var.

Yabancı düşmanlığının içinden ırkçılık, onun içinden çocuk istismarı, onun içinden cinayet, onun içinden bir toplumu fitne sokarak çürütmek, onun içinden de küçük bir şehri karanlığa sürüklemek çıkıyor.

Bu matruşkayı imal eden kudret, yasamadan, yürütmeden ve yargıdan (damarlarımızdaki kandan, zihinlerimizdeki zandan) en kısa sürede tümüyle sökülüp atılmalı.

Farklılıkların bu ülkenin en büyük zenginliği olduğunu bize unutturmayı başardılar.

Rumlar, Ermeniler, Lazlar, Kürtler… Herhangi bir baskı veya ayrımcılık görmeden dilleri, dinleri ve olanca kültürleriyle bu ülkede en az Türkler kadar güven içinde yaşayabilseydiler biz daha medeni insanlar olacaktık. Hiç şüphesiz hem dünyamızı hem ahiretimizi çok daha nitelikli biçimde imar edebilecektik.

Ötekilerle iletişim ve ilişki kuracak, komşuluk yapacak, tanıyacak, anlayacak, empati geliştirecek, hoşgörülü olmayı yaşayarak öğrenecektik. Ülkenin her köşesinde evlatlarımız potansiyel dünya vatandaşları olarak büyüyecekti.

İlk kez Kürtçe konuşan insanlarla 18 yaşında ancak Trabzon’dan İstanbul’a gittiğinde karşılaşmış bir Türk olarak yazıyorum bu satırları. Bugün en candan, yiğit arkadaşlarım, dostlarım Kürtler.

Müsaade etselerdi eminim Ermeni, Rum, Laz, Süryani arkadaşlarım da olurdu. Çok da güzel olurdu. Birden çok dilden, kültürden nasibimi alırdım.

Beni, bizi, bu toplumu, evlatlarımızı tektipleştiren, yoksunlaştıran, madunlaştıran, renklerinden, kokularından tehcir eden, kopartıp buruşturup atan zihniyetten beriyim ve de şikayetçiyim.

Hrant’a Borcumuz başlıklı yazıma buradan devam edeyim:

Bugün buradan bakınca daha iyi anlıyorum; Hrant kimdi, Hrant’ın arkadaşları kimler!

Biz ayakkabılarımızın altı delik olsun istemiyoruz, biz alçakça vurulup arkadan, kaldırımlara düşmek istemiyoruz asla. Ama insan olmanın, insan kalmanın maliyeti ne kadar artsa da kimi -karanlık- zamanlar, ödemeyi göze alıyor, elimizi cebimize atıyoruz.

O gün orda, cenaze için yürüyüşe geçen kalabalığın içinde “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diye haykırmamız gerekiyordu. Geri durmadık. Tıpkı yeri geldi, “Hepimiz Filistinliyiz, Hepimiz Arap’ız” dediğimiz gibi.

Hrant’a, Hrantlara borcumuz olduğu aşikar. Ne olduğunu biliyoruz, tek kelimeyle!

Ödemeye buradan: bir bebekten katil yaratan karanlığın pilot şehrinden başlamak güzel olurdu. Bir hukukçunun biçare yazısı neyi değiştirir ki? Sözümüz geçmiyor, dua ve temenniden başka.

Ama bu şehrin temiz akıl sahipleri, bir araya gelip bir açıklama yapabilir, bir adım atabiliriz.

Bu şehir, kayıp bir şampiyonluk kupasını müzesine getirmekten çok daha gerekli, haysiyetli, büyük bir Adalet mücadelesi vermeye layık olabilir.

Bu mücadele bizi arındıracak, olgunlaştıracaktır.

Buna Hrant’ın, Ermenilerin değil bizim ihtiyacımız var.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

YouTube Ne Tarz Şiddet Sever?

Yayınlanma:

-

2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.

Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.

Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:

“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.”

Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?

7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.

Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.

İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.

Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.

Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!

Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.

Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.

Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)

Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.

“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”

Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.

Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.

Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.

Devamını Okuyun

GÜNDEM