Connect with us

Köşe Yazıları

Herkes Kaybedecek (mi?)

Yayınlanma:

-

Ulus devletlerin tesisinden sonra dondurulmuş gibi görünen ancak dünyanın farklı bölgelerinde farklı yoğunluklarla devam eden göç hareketlilikleri küreselleşmenin hızına paralel bir şekilde hız kazanmıştı.

Türkiye gibi katı ulus devlet formları aşırı homojen yapılarıyla uzun süre bu hareketliliğin dışında kalırken ideolojik pedagojileri yabancı/öteki olana karşı müntesiplerinde aşırı korkular yaratmayı başarabilmişti.

Küresel kapitalizmin hemen her şeyi dünyanın dört bir yanına transfer edebilme kabiliyeti elbette kendi sınırlarına kapanmış bütün yapıları çözecekti. Doğrudan ya da dolaylı müdahalelerle bu çözülmeler hız kazandı.

Eski sömürgelerinden kendi ülkelerine akan göçmenlere batılı ülkeler yoğun ırkçı tepkilere rağmen bir şekilde alışkanlık kesbetmişti. Bir başka ifadeyle Nasreddin Hocanın geri kalan eşyalarını da yüklenerek hırsızın ardına düşmesi gibi günahları peşlerine takılıp gelmişti.

Türkiye, Ermeni – Rum tehcir ve kırımları ile Kürt meselesini ırkçı söylem ve uygulamalarla dondurup bahsettiğimiz pedagojik araçlar vesilesiyle yarattığı sanal gerçekliğe sırtını yaslamıştı ancak tarih ve toplumların dinamizmi bu gerçekliği parçaladı.

Sovyetlerin Afganistan işgalinden sonra Kenan Evren tarafından ülkeye getirilen Afgan mülteciler, Saddam Hüseyin’in zulmünden kaçan Kürtler, Türkiye için önemli göçmen hareketlilikleri olarak görülebilir. Artık küresel bir metropol olması ve neoliberalizmle birlikte sınırların aşınması, sermayenin ucuz iş gücünü, yolunu bulup yeni köle ticareti olarak istediği mıntıkaya aktarabilme kabiliyeti İstanbul’a Afrika’dan, Asya’dan çok sayıda göçmenin akmasına sebebiyet vermişti.

Aslında tersinden bir göç hareketliliğinden bahsetmek de gerekir. Türkiye’den başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine çalışmaya giden yoksul aileler kitleselliği ve yabancıyla temas bakımlarından dikkate değerdir, bu hareketlilik sinema ve edebiyatın da yoğun bir şekilde ilgi alanına girmiştir.

Bilemiyorum, Avrupa’ya giden kitlelere karşı oradan Türkiye’ye yönelen turist akınına bu bahiste değinmek ne kadar doğrudur? Yabancı/öteki ile temasta ürkütücü bir kırılma yaşayan halkımızın batılı insanlara hürmetinde şaşırtıcı bir abartıyı gözlemlemek her dâim mümkündür. Bunu vurgulamadan geçemiyorum çünkü doğu halklarına dönük açık aşağılamayı anlamada bu kıyas halkımızın tutumunu tahlil edebilmek bakımından zorunlu geliyor bana.

Suriye savaşını çıkaran, körükleyen, o ateşe odun taşıyan aktörleri çokça konuştuk. Türkiye’nin bu acı tecrübedeki rolü de aşikârdır ve maalesef alabildiğine hatalıdır. Bu hatanın faturası, yıkılmış bir ülke ve dünyanın dört bir yanına dağılmış bir halk finaliyle ortadadır.

Büyük güçlerin temel aktörlüğünde doğrudan dâhil olunan ve bölge ülkelerini uzun yıllar boyunca etkileyecek bu savaşın doğurduğu mülteci kriziyle acı bir şekilde yüzleşiyoruz. Daha haysiyetli bir yaşam talep ederek sınır telleriyle, denizlerin acımasız dalgalarıyla, bomba ve kurşunlarla kapışa kapışa yol almaya çalışan insanları dünyanın farklı noktalarında elbette mutlak güzellikler beklemeyecekti.

Ülkelerin yıkımına, halkların perişanlığına rağmen yürütülen mücadeleyi hangi hareket fıkhından, hangi siyer örnekliğinden çıkardıkları sorularını bir kenarda tutarak kendilerini anlamaya çalıştığımız bir kısım İslamcı eskisinin siyasi iktidara ve Suriye’deki iç savaşa verdikleri koşulsuz desteğin sonuçlarından kendilerini sıyırmaya çalışmalarını da kabul edemeyiz.

Yoksulluğun ve ideolojik pedagojinin planyasından geçmiş halkımızın kendilerine musallat olan sömürücü kapitalist politikalar ve onların aktörleriyle kapışacak, yine onları anlayıp zulüm politikalarına karşı örgütlenecek kabiliyetleri olmayınca mülteci karşıtı faşizan söylemlere prim vermesi kaçınılmaz olacaktı.

‘Halk’ ya da ‘Anadolu irfanı’ gibi söylemler gerçekleri açıklamaktan uzak güzellemelerdir. İnsanlara bir vahiy sabitesi ve ezen-ezilen münasebetinde devrimci bir bilinç gerekir. Bu bilinçten soyutlanan ve çalınan ekmeğinin adresi olarak en zayıf pozisyonda olana yönelen/yöneltilen insanı “ezilenlerin pedagojisi”ne muhatap kılmalıdır.[1]

Suriyeli, Afganistanlı ya da başka bir coğrafyaya ait olsun, bütün insanlar Allah’ın yarattığı yeryüzünün ortak sahibidirler ve hiç kimse adil yargılamalar sonucu belirlenmiş bir suçu yoksa yeryüzünde özgürce rızkını ve güvenliğini aramaktan men edilemez.

Suç, hata insanın bir parçasıdır. Türkiye’de kitleleri yoksullaştıran, her birinin ekmeğini elinden çalan ekonomiyi mülteciler vâr etmedi. Bakın, emekçi kitleler, sendikalar, bilumum toplumsal örgütler on yıllardır emek mücadelesi veriyor. Kime karşı? Mülteci patronlara karşı mı?

Bu ülkede her yıl sayısız kadın öldürülüyor. Katillerin çoğu eşleri ya da yakın akrabaları! İş cinayetlerinde sayısız emekçi katlediliyor. Peki, katil(ler) kim(di)?

Mülteciler de insandır, hiç arzu etmesek de onlar da suça karışabilir. Suç işlendiyse yapılacaklar bellidir. Adil yargılamalar neticesinde hukuk bir karara varmalıdır. Total ve yargısız infaz sûretiyle gerçekleştirilen “cezalandırmalar(!)” linçtir, katliamdır, vahşettir.

Emperyalist zalimlerin küresel organizasyon ve ittifaklar marifetiyle işleyen birtakım plânları vardır. Halkları kırmak ya da kırdırtmak, coğrafyaların dengeleriyle oynamak bunlardan bazılarıdır. Bize düşen bu plânları kavramak, ifşa etmek, zulme karşı adaletin, dayanışmanın yanında durmaktır.

Emperyalizmin türlü şeytani desiselerini atlayarak mazlum ve mağdur halklara, sığınmacılara, göçmenlere yüklenmek en hafif tabiriyle ahlaksızlıktır.

Afgan göçmenlerin eskiden beri kaybeden bir halkın çocukları olarak Ortadoğu’da, Avrupa’da hangi güçlüklerle kapışarak hayata tutunmaya çalıştıklarını hepimiz görüyoruz, komşuluk ve dostluk ilişkileriyle buna yakından şahidiz. Afrika ve Asya’dan gelen göçmenlerin de büyük çoğunluğu böyledir.

Türkiye’de mülteciliğin kriz aşamasına geçmesine neden olan hâdise Suriye halkının dünyanın dört bir yanına dağılırken komşu ülke olması hasebiyle yoğun bir şekilde Türkiye’ye yerleşmesidir. İç savaşın kışkırtıcı aktörlerinin niyetlerine, Suriye’nin çalınan alt yapısından büyük güçlerin denge savaşına, oradan Kürt meselesine, Türkiye yöneticilerinin Osmanlıcı hülyalarına kadar mevzu derinleştikçe içinden çıkılmaz bir batağa dönüşen bu meselenin analizi elbette kolay değildir.

Yirmi yıla yaklaşan iktidarın yoruculuğuna eklenen Suriyeli mültecilerin durumları türlü talihsizlikleri barındırıyor maalesef. Savaşın bütün çirkinliğini alabildiğine hisseden çocukların tüm dünyaya karşı intikam arzusuyla büyüyeceğini öngörmek zor değildi. Hesapsız kitapsız yetişen kuşakların geleceğin şekillenmesindeki belirsiz konumları tabi ki ürkütücüdür ve buna onlar neden olmamıştı.

Çok boyutlu mağdurlar yelpazesinde küresel dengelerden iktidar ve rant devşirmeyi Abdülhamit’ten öğrenerek sürdürmeye çalışan yöneticilerin cambazlık marifeti bir yerde tükenecektir. Örgütsüz yoksul kitleler düşünsel-ideolojik bir hat oluşturamadıkça ulusalcı çevrelerin kışkırtmalarıyla öfkelerini en yakın ve en zayıf düşman olarak gördükleri mültecilere, göçmenlere yöneltecektir.

Herkes kaybedecek, öyle görünüyor.

Batıda hemen her ülkede milyonlarcası yaşayan göçmenlere kırılgan yapısı nedeniyle saydığımız gerekçelerle tahammül edemeyen toplumsallığımız utanç verici tablolara hazır olmalıdır. Bunu engellemenin yolları yok mudur, elbette vardır ancak bunun için de iyiliğin örgütlü oluşu gerekli. Küçük yapılanmalar dışında ufukta bu da görünmüyor.

Küçük yapılanmalar dışında bu örgütlülüklerin olmaması şaka kaldırmayan bir gerçekliğe muhatap olmamızdandır. Mülteci meselesinde yerel faşizmden küresel faşizme uzanan bir dalgayla, büyük niyetlerle kapışılması gerektiği açıktır. İşte bu da gerekli ve yeterli cesaretin yokluğunda yapılabilecek bir iş değildir.

İnsanlığa, bütün varlık âlemine vahiyden yola çıkan, Allah Resulü’nün Mekke ve Medine örnekliğini özümseyerek bugüne taşıma cehdini göstermiş bir modeli örneklemekle mükellefiz. Resûl’ün sınır ve coğrafyaları, kavim ve kabile kimliklerini aşan ve insanlığın ufkuna mutlak kurtuluşu armağan eden projesini anlamak ve anlatmak, tarihin belli anlarında somutlanan o projeyi bugün tekrar hayata geçirmek tek şansımızdır.

[1] Ezilenlerin Pedagojisi, Paulo Freire

8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)

Söyleşiler

Filistin Hamaseti Yapanlar Kaybetti

Yayınlanma:

-

Yazar ve aktivist Harun Özkarakaş’ı Aksa Tufanı sürecinde Ankara’daki Filistin eylemlerinin organize edilmesinde emek veren biri olarak tanıdım. İnsanlar onun eylem alanlarındaki etkili doğaçlama konuşmalarından övgüyle bahsediyorlardı. Direniş Çadırı’nın tüm illerden katılımcılarla Ankara’da BOTAŞ önündeki tarihi eyleminde bizzat buna şahitlik etmiş ve bu tecrübeyi nerede, ne ara edindiğine şaşırmıştım. Bilenler bilir, eylem alanları bazen gerilimlidir. Hele Ankara polisi gibi sert ve yer yer eylemcileri tahrik eden sivil polislerin arasında işiniz pek kolay sayılmaz.

Harun Özkarakaş burada bir kısmını okuyacağınız düşüncelerini Hertaraf’’tan sonra, şimdilerde İslamianaliz haber sitesindeki köşesinde okurlarla paylaşıyor. Sorularıma cevap verirken “gizli” güçlerini (son fotoğrafta da görüleceği üzere) açık etmiş oldu!

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufanı, içinde bulunduğumuz coğrafya, Müslümanlar, batılı toplumlar ve daha özelde de Filistin Dostları için farklı düzeylerde kırılmaya yol açan tarihi bir olay. Filistinlilerin meşru müdâfaa hakkını kullanmasına Amerika ve İsrail’in başı çektiği emperyalist ve Siyonist bloğun verdiği karşılık 20 aydır devam eden bir soykırım oldu. Yıkım ve katliamlarla dolu bu dehşet verici modern soykırım tablosuna baktığınızda ne hissediyorsunuz?

Öncelikle sorunun giriş bölümünde bahsetmiş olduğunuz kırılmalar ciddi bir önem taşıyor. Burada yaşanan kırılmaya sahada gerçekçi mücadele veren Filistin dostlarını dahil etmediğimi belirtmek isterim. Düşünce dünyası ve eylemselliği paralel olan kişiler için bir kırılmadan ziyade kararlılık ve ihlasın arttığını düşünüyorum. Geriye kalan, zulmün apaçık hale geldiği bir dönemde kendi bireysel bencillikleriyle hayatına devam eden kişi ve kurumlar için kırılmalardan bahsedebiliriz.

Bilginin küreselleştiği bu çağda kimse “Gazze’den haberim yok” deme lüksüne sahip değil. Bu çerçevede “ben insan olma erdemine sahibim” diyen bir kimsenin, zulmün bu kadar görünür hale geldiği bir dönemde sessizliğe bürünmesi, kitabi veya seküler temelde inandığı hangi hakikat varsa artık ona yabancılaşması anlamına gelir. Aynı şekilde, varoluşunun küresel ortak değerlere dayandığını iddia eden kurumların da etkisizliği hem bağlayıcılık hem de anlamlılık açısından, başta BM olmak üzere bir çok kurumu boşa düşürmüştür.

Nihai olarak bu durum insanın varoluşsal anlamda hayatını anlamlı kılan birçok değerin sorgulanmasıyla ya yeni bir arayışa ya da arayışı da anlamsız görerek tamamen değersiz mekanik bir yığına dönüşmesine neden olacaktır. Belki bu süreçte Filistin dostları olarak ayrı bir sorumluluk da bu alanda üzerimize düşecektir.

Soykırım tablosuna baktığımda ne hissediyorum sorusuyla ilgili de düşüncelerimi belirtmek isterim. Sürecin erken dönemleri için farklı hissiyatlar vardı. Herkesin üzerine düşeni yapması için beklentiler içerisindeydim. Şimdi aradan geçen 20 aylık süreç böyle mi olmalıydı sorusunu akla getiriyor.

7 Ekim başlığı her açıldığında ilk şu cümleyi duyarız: süreci 7 Ekim den başlatmak doğru değildir. Benzeri yorumu tarih belirtmenin dışında diğer konularla ilgili de yapabiliriz. Mesela işgali yalnızca Gazze’den tanımlamamalıyız. Coğrafyada görülen edilgenlik esasında başka bir işgali bize gösteriyor. Siyasi iradesizlik bir başka işgali. Nihayetinde sömürü her yanımızı sarmışken muhatap olduğumuz kutuplaşmalar bir başka işgali. Gazze’nin etrafını saran duvarlardan bahsediyoruz. Belki bu duvarlardan daha uzun soluklu ve geçilmez hale geleni coğrafyamızdaki mezhepçi-ulusçu-kutuplaştırıcı duvarlardır.

Bugün Gazze’deki soykırım ve işgali sürdürebilir kılan etkenlerin hiçbirisi Gazze kaynaklı değildir. Bilakis orada buna karşı kolektif bir mücadele bulunmakta. Soykırım ve işgali bölgenin geri kalanında görmüş olduğumuz edilgenlik, kutuplaşmalar sürdürülebilir hale getiriyor.

Ak Parti iktidarı sonrası Türkiye’de adeta “İslami Sivil Toplum Kuruluşları” patlaması yaşandı. Bu minvalde sayısız STK kuruldu. Geniş mi geniş imkân ve insan kalabalığına sahip bu yapılar Gazze’de soykırım olurken iyi bir imtihan veremediler ne yazık ki. Bunu bekliyor muydunuz? Sebepleri üzerine neler söylemek istersiniz?

STK kavramının açılımında ilk kavram sivil kavramıdır. Bahsi geçen çoğu yapının bu sivilliği tartışmalıdır. Toplumsal alandaki çalışmalarda, kamu iştiraki veya yarı özel şirket gibi iktisadi alanda devletin dahlini belirten kavramlar doğrudan bulunmuyor. Ancak iktisadi alandaki devlet ortaklığından fazlası bahsi geçen STK’larda bulunuyor diyebiliriz.

Mesela Türkiye’nin etki kurmak istediği, hinterland haline getirmek istediği coğrafyalara bakalım… Buralarda belki birçok devlet kurumundan önce Türkiye’de kitlelere hitap edebilen soruda bahsi geçen geniş imkanlara sahip STK’ları görürüz.

Ülke dışında bu yapılar doğrudan devlet için kamu diplomasisi süreçlerini yürütür ve devletin anlatılarıyla hareket eder. Gazze meselesini de yine devletin anlatılarıyla ele alan bu yapılar elbette ki iyi bir imtihan veremezler. Açıkçası soykırımın ilk günlerinde de bu durumu görünür kılan birçok örneklik yaşandı. İsrail’e yaptırım ve kurulan ilişkilerin kesilmesinden çok, tıpkı hükümetin yaptığı gibi hamasi bir söyleme hapsettiler eylemselliklerini.

Bu yapılar yurt dışında olduğu gibi yurt içinde de bağımsız anlatı ve varoluşa sahip olmadığından hükümetin arzusu ve beklentisi dışına çıkma iradesini göstermediler/gösteremediler. Ondan dolayı Filistin dostları bu tip yapılardan yüzlerini çevirip kendi insiyatifleriyle çaba içerisinde olmalılar.

Belki bu konuda İslami camianın sözüne kıymet verdiği bir kesim hocayı da konuşmamız gerekiyor. Haklarını teslim etmemiz gereken elbette hocalar vardı bu süreçte, onları ayrı tutarak bir eleştiri sunmak istiyorum. Hitap ettikleri kitlelere yıllarca “Filistin davamız”, “Kudüs kıblemiz” diyerek motivasyon oluşturan hocaların devlete karşı “İsrail’e yaptırım” konusunu dile getirmede ne kadar düşük motivasyona sahip olduklarını gördük.

Bugüne dair yapılacak işleri terk edip, “Kudüs’e bayrak dikeceğiz” masallarıyla kitlelerini uyutmaya devam ettiler. Alimliğin en önemli vasfı cesaret ve hakikati dile getirmek iken burada ana roller terk edilip korkaklık ve masal anlatıcılığı rolüne büründüler. Türkiye de Filistin konusunda gerekli sınavın verilmemesinde yarı özel STK’ların rolü olduğu kadar bu hocaların da bir rolü olduğunu düşünüyorum.

Bu süreçte ortaya çıkıp insiyatif alan birçok yeni, küçük oluşumun adını duydu Türkiye. Onlardan biri olan Direniş Çadırı’nın en başından beri içindesiniz. Direniş Çadırı nasıl doğdu? Görev bölümü içinde siz nasıl bir gayreti sırtlandınız?

Direniş çadırı esasında şu ana kadar bahsi geçen eleştirilerin çoğunu yapan kişilerin çıkış yolu olarak ortaya koyduğu bir anonim çağrı. Direniş Çadırı’nın 30’dan fazla şehirde eylemsellik üretme süreci tahmin edilenin tersine herhangi bir zorluk barındırmadı. Var olan irade bir bütünlük oluşturularak daha görünür hale geldi.

Karizma siyaseti kaygısıyla var olan çalışmaların büyütülerek efsun oluşturulmaya çalışılmasını şahsen doğru bulmuyorum. Bu ve benzeri çabaların ortaya konması önünde engelleyici olabilecek bir yaklaşım. Direniş Çadırı çok basit bir şekilde doğdu ve devamlılığını sağladı. Olması gereken de buydu. Kıymetli olan Direniş Çadırı’ndan çok, Direniş Çadırı’nı mümkün kılan iradedir. Bu irade bugün bir isme yarın başka bir isme sahip olabilir. Önemli olan bu iradenin toplumsal tabanda yaygınlaşmasıdır.

Direniş Çadırı’nın ilk eyleme çağrı süreciyle ilgili küçük bir hatıramı paylaşmak isterim. Bir kısmı da şu anda Direniş Çadırı’nda koşturan arkadaşlarımızla “İslami camia Gazze için daha fazla ne yapabilir? Bizler bu süreçte direnişe nasıl bir destek sağlarız?” kaygısıyla istişarelerde bulunurken, bu süreçten haberdar olan bir abimiz aramıştı. Aron Bushnel’i örnek vererek bir şeyler yapılması gerektiğini dile getirmişti. Esasında yakınarak, adam kendisini feda etti bizler de bari yaşadığımız ülkeden devam eden ticaretin durdurulması için elimizden geleni yapalım demişti. Bu çerçevede o günlerde açıktan devam eden İsrail’le ticaret meselesine karşı kitlesel bir eylemi organize etme teklifinde bulundu. Bu teklifin geldiği günlerde bir başka abim de “Kocaeli’nde eyleme çıkacağız siz de Ankara da çıksanız, İstanbul’da da eyleme çıkan arkadaşlarımız var” demişti.

Bu diyaloglar neticesinde bir şehirde toplanıp kitlesel eylem yaparak devamlılığı zor olan bir sürece girmektense sürekli şekilde birçok şehirde eşzamanlı eylem yapılması fikrine varıldı. Esasında yaptırım eylemleri için yeni bir fikir üretilmedi. Bu fikir birçok şehirde birçok kişi için belirgin hale gelmiş ancak kıvılcım bekleyen bir meseleydi.

10 Mart’ta çağrıya çıkalım, sizler de müsait misiniz” sorusu esasında bu kıvılcımın kendisi oldu. “Biz de eyleme çıkacağız” diyen her kişi bir başka şehirdeki arkadaşını arayarak bu sürece dahil etti. Belki Direniş Çadırı’nı mümkün kılan iki kritik meseleden bahsedecek olursak; biri Aron Bushnel’dir, diğeri “biz Kocaeli’nde yaptırım temalı eyleme çıkıyoruz siz de çıkabilir misiniz” diyen iradedir.

Görev bölümü kısmıyla ilgili şunu söyleyebilirim. Direniş Çadırı’nda herhangi bir görev dağılımı bulunmamakta. Merkezi bir yapısı da olmadığından işler istişare ile yürür. Yer yer eylem duyuruları için bir arkadaş şehirleri arar bir diğer arkadaş da duyuru çalışmasını yapar. Direniş Çadırının var olma süreci ve işleyiş süreci yatay yapıdadır.

7 Ekim 2023 ila Direniş Çadırı olarak ilk eylemi gerçekleştirdiğiniz 10 Mart 2024 arasında geçen 6 ayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Heba veya israf edilmiş bir zaman mı Filistin Mücadeleniz içinde?

Bu 6 aylık süreçte Ankara’daki farklı eylem süreçlerine dahil olmakla birlikte kendi arkadaş çevremizle de İsrail diplomatların istenmeyen kişi ilan edilmesi ve ticaretin kesilmesi için birkaç eylem yapmıştık. Pek görünürlüğü olmamakla birlikte daha sonraki eylem süreçlerimiz için bizlere tecrübe sağladı. Kendi kişisel hikayemde ayrıca Gazze temasıyla eylemlerin içeriği ve yapısı üzerine, Türkiye de sivil toplum ve İslamcılık üzerine yazılar kaleme almıştım. Tüm bu süreçler şu anda hala devamlılığı olan Direniş Çadırı eylemleri için kendi tecrübemde hazırlık boyutu taşıdı aslında. Bu eylemsellikler olmasaydı israf edilmiş veya heba edilmiş olarak değil de eksikliği olan bir sürecin içerisinde olduğumu hissederdim. Direniş Çadırı tecrübesi bu eksikliği doldurdu.

Sizce Türkiye’deki Filistin Mücadelesinin bu süreçte elde ettiği kazanımlar oldu mu? Baktığınızda, limanlar ve hava sahası Siyonist çetelerin kullanımına açık halen. İsrail ile ticaret açık veya örtülü yollardan devam ediyor. Azerbaycan petrolünü Bakü Ceyhan hattı üzerinden İsrail’e sevk ediyor Türkiye halen. Daha geniş bakacak olursak, sizce Aksa Tufanı sürecinde Türkiye’de kazanan ve kaybedenler kimler?

Devam eden bir sürecin içerisindeyiz. Şu ana kadar en büyük kaybı yıllarca tabanına “Filistin’in hamisiyiz” söylemini kuran hükümet yaşadı. Önemli bir durum olarak anlatıları boşa düştü. Hemen yanında diğer büyük kaybeden de ana muhalefet oldu. Soykırımın göbeğinde olan halkı konuşmak yerine Hamas’a terörist ithamında bulunmak ve bunu tekraren dile getirmek ana muhalefetin en büyük hatasıydı. Birçok yaptırım başlığında -hiç konuşmadılar demiyorum- gerekli iradeyi gösteremediler.

Ekonomik alandaysa sosyal sorumluluk projeleriyle kendilerini şirin gösteren birçok şirketin soykırımla ısrarlı bir şekilde nasıl ilişkisine devam ettiğini gördük. Yarın çıkıp, herhangi bir duyarlılık açıklaması yapsalar ne kadar inandırıcı olur? Başta SOCAR olmak üzere tüm işbirlikçi şirketler kaybettiler. Daha da kaybedecekler.

Toplumsal alanda kaybedenler için daha önceki sorularda bahsi geçen STK’ları dile getirebiliriz. Kendi tabanları dahi hamasi söylemlerinden bıkıp farklı insiyatiflerin eylemlerine katılmaya başladılar. Aradan bir yıl geçtikten sonra soykırıma petrol satan ülkeyi söyleyip, petrolü taşıyan kendi ülkesine tek laf edemeyen STK başkanı ve benzer yapıdaki kişiler kaybettiler.

Bu süreçte kazananlar belli: Kısıtlı imkana ve her türlü baskıya rağmen direnişin sesi olan ve Filistin mücadelesini hamasete kurban ettirmeyen Filistin dostları. Bugün Türkiye’de Filistin’i konuşan herkes biliyor ki Türkiye’de İsrail’e kendimizi aradık diyen ABD ve Nato’ya ait 30 civarı üs ve depo var, limanlara siyonizme tedarik sağlayan ve siyonist misyona hizmet eden gemiler yanaşıyor, ticaret ve petrol sevkiyatı örtülü olarak devam ediyor.

Topluma bu bilgileri yayma ve hamaseti yıkma işini az sayıda insan başardı. Yıllardır ahtapot gibi ülkeyi saran emperyalizme ve siyonizme karşı nihai zaferi elde etmek zaman isteyen bir süreç. İnşallah hamaseti yıkanlar, siyonizmi ve emperyalizmi de coğrafyamızdan kovacaklar.

Sahada aktif bir eylemlilik halindeki Filistin Dostlarının hedef ve gayretlerini değerlendirdiğinizde, eleştiri veya özeleştirileriniz var mı?

Bu sorular bana ulaştığında Madleen gemisi yola çıkmıştı. Cevap verme sürecindeyse aktivistler esir alınmıştı. Bu süreci farkındalığı yüksek Filistin dostları gerektiği şekilde dile getirip esir alınan aktivistlere gereken desteği sağladılar. Ancak ne yazık ki bir kesim Greta’nın şortuna, gemideki cesur aktivistlerin inancına odaklandı. Bu olayı tüm meseleyi özetleyecek konu olması hasebiyle dile getiriyorum. Bizler eylem alanlarında en çok “yaşasın küresel intifada” sloganını atarız.

Küresel intifada yalnızca aynı giyinen, aynı düşünen, aynı inanca ve düşünceye sahip insanlarla mümkün olmaz. Öyle olsa küresellik iddiası temelsiz olurdu. Hayatını ortaya koyan insanların cesaretini ve fedakarlığını görmeyen bir akıl ortalıkta dolaşıyor. Ne yazık ki 20 aylık süreçte bu aklı yeterince saf dışı edemedik. Belki bir eleştiri buna yapmak gerekir.

Küresel intifada şiarının bir gereği olarak bu meseleyi Türkiye’de her kesimin sırtlanması adına daha fazla diyalog ve temasa ihtiyacımız var. Müslümanlar olarak daha önce yapmakta zayıf kaldığımız mahallenin dışına çıkma refleksini kuvvetlendirip farklı ideolojik gruplarla teması artırmalıyız. Yer yer ortak eylemsellikler içerisinde olmalıyız. Filistin yalnızca bizim meselemiz değildir ve Türkiye’de yalnızca bizler yaşamıyoruz. Yaptırım talebimiz varsa bunu mümkün kılmak için bu mücadeleyi toplumun her kesimine anlatmak ve mücadeleyi ortak şekilde örgütlemek zorundayız. Bu eksikliğimizde bir eleştiri başlığı olmalı.

Yaklaşık 20 aydır çok yoğun bir tempoda çalışıyorsunuz. Mecliste görüşmeler yapmaktan, çeşitli eylem noktalarında ve illerde sayısız eylem organize etmeye, görüşmeler, toplantılar, konuşmalar yapmaya, yazılar yazmaya günlerce, haftalarca vakit ayırdınız. Bu süreç size neler kattı? Tecrübelerinizi paylaşır mısınız?

Bahsettiğiniz sürecin gerçekleşmesinde bana en çok desteği veren eşime teşekkür etmek istiyorum. Gözaltına da alınsam, nöbette de kalsam onun desteğini hep yanımda hissettim. Kendisinin de ortaya koyduğu fedakarlık olmasa bu mücadele içerisinde daha kısıtlı bir yerde duruyor olurdum.

Bu süreç öncelikle duyarlılık seviyesi ve politik bilinci yüksek olan birçok kişiyle tanışmama vesile oldu. Tanıştığım her kişi yeni bir farkındalık kazandırdı. Farklı ideolojik gruplardan birçok arkadaş edindim. Filistin mücadelesi içerisinde olmak insanın ufkunu genişletiyor. Bu çerçevede yine soykırıma maruz kaldığı halde katkının büyüğünü Filistin’in bizlere sağladığını düşünüyorum.

Hayatı yalnızca idealler anlamlı kılmıyor, aynı zamanda bu idealler için mücadele de gerekiyor. Filistin bize bu mücadele alanını açtı. Mücadele de şüphesiz dayanışmayla mümkün oluyor. Bahsettiğiniz ziyaret ve organizasyonların arka planında çabalayan arkadaşlarımızın emeği söylediğimiz sözü daha doğru ve etkili kıldı. Meclise rapor sunmak için ziyarette bulunursunuz veya bir yayına çıkarsınız. Ama arka planda bu raporu hazırlayan veya yayında size doğru bilgiyi ulaştıran dostlarınız vardır. Esas emek onlara aittir.

Tüm eylemleriniz hukuka uygun ve barışçıl diye biliyorum. Buna rağmen hakkınızda açılmış herhangi bir dava var mı?

Eylemlerin devamlılığı açısından barışçıl niteliği önemli. Alanda bulunan kolluk eylem güvenliği görevinin dışına çıkıp ideolojik davranmadığı sürece Filistin dostları olarak bizler müzakere süreçlerimizi hep açık tutuyoruz. Birçok hukuksuz müdahaleye maruz kaldık. BOTAŞ varlık fonu üzerinden Cumhurbaşkanlığına bağlı bir kurum olduğundan petrol kesilmesi talebiyle Beştepe’de gerçekleşen nöbetimize iki defa sert müdahalede bulunuldu. Bizler de aynı yere üçüncü kez gitme iradesinde bulunmuştuk. Bu konuda bir dava açılabilir. Bir de SOCAR önünden AKP genel merkezine yürüyüş yapacağımız eyleme hukuksuz müdahale olmuş ve bir gece nezarette kalmıştım. Bununla ilgili açılan davam düştü. Soykırıma birileri petrol satıyor ve ödüllendiriliyor buna karşı çıkanlar ise yargılanıyor. Hukuk açısından fecaat bir durum.

Bu süreçte sizi olumlu ve olumsuz anlamda şaşırtan bir olayı paylaşır mısınız bizimle?

Beni olumlu anlamda şaşırtan bir olay olarak; 10 Mart’ta 3-5 şehir eyleme çıkalım düşüncesindeyken, Van’dan Tekirdağ’a tanıdığımız-tanımadığımız birçok kişiyle eş zamanlı 32 şehirde eyleme çıkmaktı.

Dışardan bakınca şaşırtıcı bir durum. İçeriden bakınca da pek farklı değil. Bu Filistin mücadelesinin bereketiydi.

Olumsuz anlamda şaşırtan güncel bir konu olarak; dünyada birçok ülke İsrail’le olan ilişkisini en azından el altından yürütecek utanca sahipken, Azerbaycan bürokratlarının açıktan İsrail’le olan dostluğunu tekraren dile getirip yeni ortaklıklar kurması ve buna Türkiye siyasetinde yeterli tepkinin gösterilmemesidir.

 

Aksa Tufanı Süreci ile İlgili diğer söyleşileri okumak için tıklayınız:

Muammer Bilgiç:

Küresel Bir Direniş Hattı Oluşturmalıyız”

https://yenipencere.com/soylesiler/kuresel-bir-direnis-hatti-olusturmaliyiz/

Şeyma Yıldırım:

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

https://yenipencere.com/soylesiler/cumhurbaskanini-protesto-etmenin-bedeli-gozalti-iskence-ve-tutuklama/

Gülşah Eldemir:

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: “Gözaltı, İşkence ve Tutuklama”

https://yenipencere.com/soylesiler/cumhurbaskanini-protesto-etmenin-bedeli-gozalti-iskence-ve-tutuklama/

Mücahit Gültekin:

Aksa Tufanı Her Şeyi Altüst Etti”

https://yenipencere.com/soylesiler/aksa-tufani-her-seyi-altust-etti/

Murat Kurtuldu:

Ümitvâr Olmanın Tam Zamanı”

https://yenipencere.com/soylesiler/umitvar-olmanin-tam-zamani/

Salih Ulusal:

Kur’an Bir Vadide, Onlar Başka Bir Vadide”

https://yenipencere.com/soylesiler/kuran-bir-vadide-onlar-baska-bir-vadide/ 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Nevzat Güngör: Köroğlu Değil Körünoğlu Geldi!

Yayınlanma:

-

“Gencin biri Köroğlu gibi namlı bir yiğit olmak ve halk tarafından sevilip sayılmak istediğinden gece gündüz demeden hep düşünüyormuş. Sonunda kendince bir yol bulmuş ve tutup babasının gözlerini kör etmiş. Böylelikle de halk arasında Körünoğlu olarak anılmaya başlamış.”

Koskoca romanlar bazen bir söz, bir koku, bir hatıra üzerine kurar otağını uçsuz bucaksız düzlüklere. Körünoğlu da bu kısacık mesele yaslıyor sırtını.

Roman başlı başına koskoca değildir elbette. Yazarlar, geniş-derinlikli evrende bir düzenek kurarlar. Şayet bu düzenek işlerse, roman “olur”. Kurmaca düzenek iyi işler, üstüne bir de zamanın sınamasından geçer ve evrenselleşirse, bu defa koca, dahası koskoca bir roman çıkar ortaya.

1972 doğumlu yazar Nevzat Güngör’ün geçen ay yayınlanmış ikinci romanı Körünoğlu okura 389 sayfa boyunca doludizgin giden bir macera sunuyor. Hızlı başlıyor, hızlı devam ediyor ve okurunu açık uçlu bir sonda kendi yoluna gitmek üzere yolcu ediyor. Yanında pek çok soru ve sorgulamayla birlikte.

Bu, bir olayı çözmeye ayarlanmış, gizem ve merakla çerçevelenmiş edebiyatla sınırlı bir kitap değil. Çok daha fazlasını vaad eden okumalara açık.

Bölüm başlıkları, başımızı eğip hangi kemerlerin altından geçeceğimize dair işaretler veriyor. Hoşuma giden birkaçı şunlar:

  1. Bölüm: Hakikat ile yalanın gölgesi ortak mıdır?
  2. Bölüm: Kâinat, Tanrının görmekte olduğu kâbusun adı mıdır?
  3. Bölüm: İnsan, doğanın zamana yayılmış intiharı mıdır?
  4. Bölüm: Aşk insanlığın yeni afyonu mudur?
  5. Bölüm: Dünya bir yalansa, bu yalanı kim, kime ve niye söylemiş?
  6. Bölüm: Cehalet mutluluk mudur?

Hikâye gayet sıradan bir aile içinde başlıyor. Kırk yaşındaki Ahmet, okumayı çok seven, kitaplara gömülmüş bir edebiyat öğretmenidir. On altı yıldır evli olduğu eşi Nurgül ve iki çocukları ile mutlu mesut bir hayatın içinde yaşayıp gidiyorken bir olay cereyan eder.

Yazar sanki Tolstoy’a selam ederek açılışı yapıyor. Anna Karanina’nın çokça alıntılanan o ilk cümlesini gömmüş ruhuna: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”

Erlend Loe, “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” adını vermişti romanına. Nevzat Güngör ise sık sık örselediği kahramanı Ahmet ile bildiğimiz dünyanın dışına çıkıyor ve okuru her şeye farklı gözle bakmak üzere peşinden sürüklüyor. Onun peşinden, içine düştüğümüz “yeni dünya”da olan biten tuhaflıkları garipserken esasında düşünce kaslarımızı kuvvetlendiriyoruz ister istemez.

Kısa cümlelerle tempolu bir koşu tutturmuş yazar. Kitabı eline alana “yarına bırakma” imkanı vermemek için tüm mazeretleri ortadan kaldırıyor. Çocuklar için yazan biri olarak ben de bu yöntemi mecburen kullanıyorum. Hemencecik sıkılıp kitabı bir kenara atacak zamane çocuklarının elini bırakmadan hoplayıp zıplayarak kitabın sonuna varmak kolay mı?

Roman boyunca bir Allah’ın kulu ile özdeşlik kuramıyoruz. Kimseye kendimizi yakın hissetmemiz pek mümkün görünmüyor. Bilhassa yabancılaştırılmış bir evrende, her şeyle ve herkesle mesafelenerek yürümeye yazgılıyız. Burası dünya ve alışmamız istenmiyor. Deplasmanın da deplasmanındayız.

Nevzat Güngör’ün Körünoğlu’dan önce yayınlanmış üç öykü kitabı var. Bu kitabın niteliği hakkında sizde bir önyargı oluşturmak adına bir önceki romanının künyesinden bahsedebilirim. 2014 yılında Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ilk romanı “Özgür Ölüler” Ömer Türkeş gibi bir duayenin editörlüğünde Ahmet Büke gibi saygın bir yazar tarafından yayına hazırlandı.

Buradan hareketle Körünoğlu’nun tek “kusur”unu da dile getirmiş oldum: Kitap büyük bir yayınevinin etiketini taşımıyor!

Nevzat Güngör keşfedilmeyi bekleyen (kimseyi beklemeden, has edebiyat ürünü eserlerini birbiri ardına okurla buluşturmaya hazır) büyük bir yazar. Kendisini Türk Edebiyatına tanıtmak gibi bir vazife (kamu hizmeti!) ifa edersem memnun olacağım.

Kapak tasarımı, özgün işlerin işçisi Murat Kurtuldu’ya ait. Bu vesileyle kendisini de anmış olalım.

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Erem Şentürk Neden Mahkemeye Gelmiyor?

Yayınlanma:

-

Erem Şentürk

Ben, Erem Şentürk adını, kendisi Filistin dostlarına hakaret edene dek hiç duymamıştım.

Açıkçası ağır eleştirilerde bulunmakla yetinse, haddi aşıp hakaret etmese hiç umursamazdım. Ciddiye alınacak bir insan olduğunu düşünmüyorum.

Kendisini gazeteci olarak tanıtan nice insanın sosyal medya hesapları üzerinden ne amaçlarla, neler yaptıkları akıl ve vicdan sahibi herkesin malumudur.

Bu şahıs, yaklaşık yarım milyon takipçi üzerinden kamuoyuna kişisel yargılarını boca ederken Filistin dostlarına fotoğrafta görüldüğü üzere iftira ve hakaret etti.

Elbette kötü söz sahibine aittir. İki defa, yani ısrarla hakaret ettiği için şikâyetçi olundu ve kendisi hakkında Trabzon 7. Asliye Ceza Mahkemesi’nde “hakaret” suçunu işlediği gerekçesiyle dava açıldı.

Özür dilemedi, uzlaşmaya yanaşmadı, hakaret ve iftira içerikli paylaşımlarını da hâlâ silmedi.

Böylesi “dik duruşlu”(!) bir arkadaştan ne beklersiniz?

Mahkemeye gelmesini, savcının hazırladığı iddianameye katılmadığını, kimseye hakaret etmediğini, dolayısıyla suçsuz olduğunu beyan etmesini; öyle değil mi?

Öyle olmadı, olmuyor.

Niyeyse, nasılsa Erem Şentürk’e ulaşılamıyor.

İki duruşma geçti, kendisi ortalarda yok. Hâkim, savcı, müşteki ve vekili de dâhil mahkeme heyeti iki duruşmadır bekliyor.

Savcı, müşteki ve vekili, yaptığı paylaşımın hakaret suçunu oluşturduğunu biliyor.

Bilgisayar başından kalkıp sanık kürsüsüne geçmesi ve kimin “kahpe” olduğunu izah etmesi gerekiyor.

3. duruşma, 8 Temmuz saat 09.35’te.

İnsan merak ediyor: Koskoca Asliye Ceza Mahkemesi iki duruşma geçmiş, aylardır Erem Şentürk’e neden ulaşamıyor?

Yoksa kendisi tebligatı almaktan mı kaçınıyor?

Yoksa kendisi resmi yollardan ulaşılmaya kapalı mı?

Yoksa sosyal medya üzerinden mi tebligat bekliyor?

Mahkemeye dilekçe verdik ve “adresinin tespit edilebilmesi, çağrı yapılabilmesi ve yargılamanın ilerleyebilmesi için ifadesi alınmak üzere sanık hakkında yakalama kararı çıkartılmasını” talep ettik.

Bekliyoruz.

Ne Olmuştu?

7 Ekim 2023 tarihinde, içinde bulunduğumuz yüzyılın en büyük trajedilerinden biri ve birincisi, Filistin’de yaşanmaya başlandı: Gazze Soykırımı. Türkiye, soykırımı durdurmak için elindeki imkânları neredeyse hiçbir şekilde kullanmaya yanaşmayınca 10 Mart 2024 tarihinde Direniş Çadırı çağrısı ile Türkiye’nin 25 ilinde toplanan insanlar, iktidardan somut adım talebinde bulunan basın açıklamaları yaptı. Gazze’de soykırım olanca vahşetiyle devam ederken, Direniş Çadırı, iki hafta sonra çağrısını büyüterek 30 ilde sokağa çıktı. Göstericiler “İsrail’le Ticaret İnsanlığa İhanet” sloganı ile seslerini yetkililere duyurdular.

Erem Şentürk Ne Demişti?

erem şentürk

Erem Şentürk, Direniş Çadırı’nın “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganıyla yaptığı protesto gösterilerinde bulunan Filistin dostlarına hakaret etmişti.

Erem Şentürk, Direniş Çadırı çağrısını takipçilerine duyuran Daily Islamist adlı hesabın, “Yarın 30 ilde eşzamanlı olarak “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganıyla protesto gösterileri düzenlenecek.” paylaşımı üzerine aşağıdaki twiti attı.

“Hiç lafı eğip bükmeden söyliyeyim: Bu kahpeler yine her zamanki gibi Filistin maskesiyle Müslümanlara saldırmayı, başa bela olmayı fitne fesat çıkarmayı planlıyorlar. 28 Şubat belası yaşanırken Nurettin Şirin, “Kudüs Gecesi” gecesi diye bir operasyon çekmişti. Sokağa tanklar davet edilmişti ve vesayetçi hainler Türkiye işgal provası yapmıştı, Daha sonra “Sincan Belediye Başkanı Refah Partili Bekir Yıldız yaptırdı” demişti. Aşağıda Filistin destek maskeli fitne fesat işini yine Nurettin Şirin organize ediyor.”

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x