Connect with us

Köşe Yazıları

Hayat

Yayınlanma:

-

Zeki Demirkubuz’un 2023 yılında izleyici ile buluşan son filmi Hayat’ı sinemada değil dün bilgisayar başında seyrettim. Dünden beri kafamda gezinip duruyor pek çok sahnesi. Hakkında yazmak için belki de çok erkendir. Bu, uzun süre okurun zihninde demlenecek sanat eserlerinden biri bana kalırsa.

Filmi seyretmemiş olanlar buradan geri dönebilirler. Üzerinde saatlerce konuşulmayı hak eden bu eserle ilgili dört başı mamur bir değerlendirme yapma iddiasında değilim. Sadece beni en çok etkileyen belli başlı kısımlar üzerine birkaç kelam etmekten alamıyorum kendimi.

Pandeminin alışkanlığımızı değiştirmesi, bilet fiyatlarının yüksek olması ya da yoksullaştırma politikaları sonucu sinemaya gitmenin bu ülkede artık lüks haline gelmesi… Nasıl değerlendirirseniz artık… Sinemaya gitmiyorum 5 yıldır. Ne var ki böyle sanatsal filmleri sinemada seyretmek gerektiğini düşünüyorum.

Filmin künyesinde 193 dakika olduğu yazıyor, bense tam 3 saatlik (180 dakikalık) bir film seyrettim. TV’de yayınlanırken genel izleyici için bir kısım çıkartılmış olabilir. Hayat, bu haliyle, yönetmenin diğer filmlerine nazaran bir aile filmi olmuş, iyi de olmuş, diyebilirim.

Ben Kader ile kıyaslama yoluna sapacağım. Bu filmi kolayca Masumiyet ve Kader’in yanına koymak yanlış olmayacaktır. Ne var ki bende Masumiyet ne kadar yoksa Kader o kadar var! Benim için en iyi Zeki Demirkubuz filmi halen odur. Dahası, en sevdiğim filmlerden biridir de. Hayat’ı da beğendiğimi, yer yer çok beğendiğimi de ifade edeyim peşinen. Ama bir Kader değil, o kadar değil.

(Elbette bu beğeni işleri fazlasıyla görecelidir. Zeki Demirkubuz ile Nuri Bilge Ceylan, biraz da magazinin köpürtmesi ile kıyaslanırlar sürekli. Dostoyevski mi Tolstoy mu diye tartışılır durulur. Orhan Pamuk “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı kitabında, romancıları ikiye ayırır. Kendisini Düşünceli romancı sınıfına koyar. Ben kendimi saf romancılara, sezgilerine güvenen, içten insanlara daha yakın hissediyorum. Düşünceli romancılar, analitik düşünen, bilinçli, aşırı hesap kitap yapan insanlardır. Bu bakımdan her iki yönetmeni de yazarı da -bu arada Orhan Pamuk’u da- izler, okur, beğenir, takdir ederim. Ne var ki illa birini tercih etmem gerekirse Demirkubuz derim, Dostoyevski derim.)

Hayat’ta Hicran ve Rıza’nın umutsuz aşkına odaklanıyoruz. Tam da yönetmenin tarzına uygun olarak saplantılı, arızalı ilişkilerin ortasında yine bir kadın duruyor. İlk bölümde Rıza’nın gözünden okuyoruz olan biteni, ikinci bölümde Hicran’ın ve bu iki hayat/hikâye bir yerde kesişiyor ve giderek kesintiye, parçalanmaya uğruyor.

Daha en başında bu iki genç insanın isimleri bile bize epey şey söylüyor. Kadın hep rıza gösteren midir? Kadın ona erkeklerce çizilen hayata razı gelmeli mi? Her seferinde mi? Ya isyan edip çekip giderse?

Hicran da öyle yapıyor. Küçük bir taşra kasabasından, evden kaçıp İstanbul’a gidiyor. Gerekçe: istemediği biriyle evlendirilmek üzere nişan yapılması. Kaçarak, babasının zorlamasına, kendisine çizdiği kadere isyan mı ediyor? Ortadan mı kayboluyor? Kendini mi kaybediyor? Yoksa buluyor mu? Biraz ondan biraz bundan. Hem öyle hem böyle. İç içe geçmiş halkalar içinde çözülüyor bağlar.

Hicran’ın ilk anlamı “ayrılık, ayrılık acısı”. İkinci anlamı: “İnsanın içinde yer alan unutulmaz, onulmaz, dinmez acı.”

Kader’de Bekir’in Uğur’a, Uğur’un ise Zagor’a olan aşkı, bu iki insanı perişan eden, yakıp yıkıp yok eden, akıl ve mantığın sınırlarını fazlasıyla aşan bir boyut taşıyordu. Zagor ise psikopatın önde gideni, cezaevi cezaevi dolaşan, suça bağımlı bir tipti. Zagor’u pek görmüyorduk. Bekir’i ise Uğur’un peşinde sürüklenirken görüyorduk film boyu.

Kader, izleyicinin ciğerini sökmeye niyet etmiş, nakavt yumrukları savurup duran bir film. Hayat bu denli radikal değil. Tutku var yine ama dozu düşük, mahvetmeye meyilli değil. Zagor’un yerini bu defa “z kuşağı”ndan bir genç diyebileceğimiz Ferit alıyor. Psikopatlık değil zırtapozluk düzeyinde bir arkadaş!

Dedesinin, beğenirsen evlenmek üzere bir görüşürsün kendisiyle, diyerek Rıza’ya fotoğrafını verdiği kızdır Hicran. Bir fotoğraf üzerine tutkuya kapılır Rıza. Bu durum da Metin Erksan’ın meşhur Sevmek Zamanı filmine götürür bizi haliyle.

Yönetmenin sinemasında öne çıkan bir özellik olan etkili tiratlar bu filmde de hak ettiği gibi yerini alır. Rıza’nın, anne babasının vefatı üzerine hayatını dolduran fırıncı dedesi aklın ve sağduyunun, peygamberlere yaraşır duruşun rüzgârını estirir.

Kader’de kahvehanede görülen bir hesaplaşma vardı. Hayat’ta ise artık modern bir cafede unutulmaz bir karşılamada patlamıştır silah. Açıkçası Rıza gibi eli yüzü düzgün, halim selim görünümlü bir erkekten beklemiyordum bunu. Dahası o silah, Ferit’in üzerinde tereddütsüz patladıktan sonra birkaç saniye Hicran’ın üzerinde de gezindi ki, bu tüyler ürperticiydi. Yönetmen, ustalığını konuşturmuş bu sahneyi çekerken. Kader’de buna tekabül eden sahneyi de 2006 yılından beri unutamıyorum. Bu sebepledir belalı bir tip gördüm mü, “erkek”liğin onda dokunuzu devreye sokup olay yerinden uzaklaşırım!

Erkeklik demişken… Zeki Demirkubuz’un büyük hesaplaşmasına, arıza dolu erkeklikler sergisine bizi davetine icabet ederiz her seferinde.

Hayat’ta beni şaşırtan ve mutlu eden rüya sahnelerini de kolay kolay unutabileceğimi sanmıyorum. Bu sahnelerin ikisi aynı, biri farklı.

Filmin ilk çeyreği içinde Rıza, rüyasında Hicran’ı görüyor. Hicran Rıza’nın evine gelmiştir ve kendisine su ikram edilir. Emil Cioran Umutsuzluğun Doruklarında dolaşmıştı, yönetmen de bu sahnede sembolizmin doruklarına tırmanmış. Bayıldım bu sahneye. Gördüğümüz rüyadan aşinayızdır hepimiz az çok. Bir şeyler arar bulamayız, debelenir dururuz. Bardak bulunamıyor mutfakta. Sonra birden beliriveriyor. Ve su bardağa dolmasına rağmen dökülmeye devam ediyor. Filmin sonlarına doğru Hicran da aynı rüyayı görecektir.

Hayat’ta kapanış sahnesi ise hoşuma gitmedi. Hevesimizi kursağımızda bırakan, boğazımızda yumru olup takılı kalan o alametifarika tavrını bir kenara bırakmış yönetmen. Kimin olduğu belirsiz bir rüya ile bitirmiş filmi. Mutlu, umutlu son yakışmadı Zeki Demirkubuz’a!

Bir bayram sabahı memlekete gidiyorlar. Hicran ve Rıza evlenmiş. Hicran hamile. Babasının onu bu defa affedeceğini umuyorlar. Direksiyonda yine bir erkek var diye eleştirenler olmuş. Nuri Bilge’nin Kuru Otlar Üstüne filmindeki benzer bir sahne ile kıyaslanmış. Orda da biri kadın üç öğretmen var. Karlı ve karanlık bir yolda ilerliyorlar. Kadın önde oturuyor ama direksiyonda yine bir erkek var. Oysaki orda kadın engelli, burada ise hamile. Bu da mı erkek egemen dünya! Yapmayın arkadaşlar.

Benzer şekilde Hayat’ta, rüya olduğu bence aşikâr sahnede araba karanlık bir tünele giriyor ve film yine de yönetmene yaraşır tekinsizlikte bitiyor. Oysaki Hicran’ın, Rıza ile çay bahçesinde konuşmasının ardından, doğanın bağrında bir ağacın altında ağladığı sahneden sonra filmin sona ermesini beklerdim. Ne gerek vardı uzatmaları oynamaya!

Geçen gün okuduğum bir romanda (Mumlar Sonuna Kadar Yanar) kahraman şöyle bir tespitte bulunuyordu: “Asıl olanı ancak ayrıntılardan anlayabiliriz; kitaplar ve hayat bana bunu öğretti.”

Hayat’ta pek çok ayrıntı gözüme ilişki ve üzerinde konuşmaya beni sevk etti. O ayrıntılardan biri ile virgül koyayım bu yazıya. Siz bu yazıyı okurken belki yazıldığı günlerde, belki yıllar sonra, ben yine bu ayrıntıları hatırlıyor, üzerine düşünüyor olacağım hayattaysam. Neyi ne zaman niye nasıl hatırlıyoruz, bunları da fena halde merak ederek… Tüm bunların yaşlanmakla veya yaş almakla bir alakası olmalı.

Hicran rüyasında Rıza’yı görür. Aynı rüya. Hicran mutfağa su getirmek üzere gittiğinde Rıza odaya, salona oturduğu yerden şöyle bir göz gezdirir. Kitaplığa gözü ilişir. 10-15 kitap görürüz. Bu kitaplar içinde iki-üçü ancak seçilebiliyordur. Ben hemen seçtim kitabımı: Hakan Günday’ın Az’ı. Yazar ve eser ile yönetmen ve filmleri arasında bağlantıyı aramaya başladı zihnim. En iyisi dedim, şu kitabın arka kapak yazısına bir bakayım:

“Bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen 11 yaşındaki korucu kızı Derdâ ile hapisteki bir gaspçının aynı yaştaki oğlu “mezarlık çocuğu” Derda’nın bir mezarlıkta kesişen hayatlarının, bu iki çocuğun kırk yıl boyunca her tür şiddetle yontulup birbirlerine hazırlanışlarının, (bütün anlamlarıyla) Yazı’nın onları birleştirmesinin hikâyesi. Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine, A’dan Z’ye şiddet üzerine, dilin ve yazının şiddetiyle bir roman…”

Anahtar kelimeler: Evlendirilmek, şiddet, aşk, hırs…

1983 Trabzon doğumlu avukat. Ufak Tefek Şeyler (+10), Sevimli Türkçe Sözlük (+10), Kelebek Ve Arı (+14), Ceza Hikayeleri (+18), Kuzularla Saklambaç (+9), Nasreddin Hoca'nın Bisikleti (+9) ve Gazete Okuyan Tavuk (+9) adlı kitapların yazarı.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Akay Yokuşunda Tek Başıma Kutladım, 29 ARALIK 1984 ATILIMI’nın Birinci Yıldönümünü

Yayınlanma:

-

Nuri Pakdil’le ilgili etraflıca bir yazı kaleme almak istedim şimdiye değin lâkin bu, bir türlü nasip olmadı ancak daha önce Tasfiye’de “Nuri Pakdil Mektuplarını Okuma Denemesi-Yazı ve Devrim”[1] ile “Takvim Yırtıkları”ndan Sızan “Entelektüel Öfke”[2] başlıklarıyla iki yazı yayımlamıştım.

Bu iki yazı, Pakdil’in mektuplarını[3] ve Hüseyin Su’nun günlüklerini[4] odağa aldığı için daha çok Nuri Pakdil’den aktarılan ilkelere odaklanıyordu. Çok daha önce Hece dergisinin Nuri Pakdil özel sayısı[5] da bu bağlamda oldukça önemli bir içeriğe sahipti. Elbette süreç içerisinde farklı dergilerce başka özel sayı ve kitaplar yayımlandı Pakdil için ancak bunların pek çoğu sadra şifa olmayan ve birbirini tekrar eden çalışmalar olmaktan öteye gidemedi doğrusu.

Nuri Pakdil vefat edeli altı sene oldu. En sonda söylenmesi gerekeni hemen başta söyleyelim: Hoyrat muhafazakâr siyasetin elinde Nuri Pakdil’i ve onun hakkı teslim edilmemiş söylem birikimini, öncülüğünü yağmaladılar! Buna vesile olan herkes, tarih önünde ve elbette Allah katında suçludur. Hüseyin Su, Nuri Pakdil’i anlattığı “Entelektüel Öfke”[6] kitabının sonunda -henüz gerçekleşmeyen bir vaat olarak- Nuri Pakdil’in imhasını anlatmak istediğini yazmıştı. Açıkçası benim de heyecanla beklediğim bu çalışmanın Hüseyin Su’nun da bir şekilde dahil olduğu mevcut siyasal atmosferde vücut bulacağına olan inancım epeyce zayıflamış durumda.

Nuri Pakdil’in Edebiyat dergisi ile bütünleşik siyasal-ideolojik hattının kısa manifestosu olarak sunulabilecek şu kısa metni, iddia ediyorum ki Nuri Pakdil’i ölmeden önce bütün varlığı ile yağmalayanlar zerrece anlamaktan fersah fersah uzaktılar:

Edebiyat dergisi; sermayeye, mülkiyete, kâra sırtını dönmüş bir inanmışlığın adıdır; çünkü, bu üç kavram (yani; mülkiyet, sermaye, kâr; ülkemiz özelinde çok kirli ve lekelidir): İNSANI BUGÜN ESİR ALMIŞTIR. Herkesin boynunda, ince kalın, görünür ya da görünmez, paganizm ipleri: bağlı herkes. Sermaye (mülkiyet): özgürlüğe ivme kazandırmıyor: ayaklarımızın altında, toprağın altında çatışma: inanç, mülkiyetten arındırılmadıkça, o insana feyz bulaşmayacak : feyz, burada, faizi silmek için: aşkımızda: kırıklıklarımızda: kinimizde: sanatımızda: yapıtımızda: Kelâm’dan koyu yeşil kırmızı tohumlar saçılıyor: ruhumun, vicdanımın derinliklerinde.[7]

Nuri Pakdil’in çok öncesinde filizlenip 70’li yıllar boyunca güçlenen ve yukarıdaki alıntıda özünü, mahiyetini genel çerçevesi itibariyle beyan eden ideolojik çerçevesi kabul etmeli ki ülkedeki İslami çevrelerde görülemeyecek bir düzey ve netlikteydi. O gün Pakdil’i anlamayanlar bugün de anlamadı ve onun tarihsel misyonunu bir Kudüs şairi parantezine hapsederek imha ettiler. Suçları, veballeri büyüktür.

Ölümüne yakın yıllarında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a varana kadar Nuri Pakdil’e yönelen teveccühü anlamak için biraz kafa yormak gerekir. Demans teşhisi konulan yaşlı birinin peşi sıra konuşmalara, kitap imzalarına taşınması, altı doldurulup konuşulmayan sloganlar çerçevesinde sunulması yakın dönem İslamcılığının can yakıcı ihanetlerinden biri olmuştur. Yedi İklim dergisinin özel sayısında[8], Pakdil’le ilgili bir hatıra nakledilirken onun, yaşlılığın da tesiriyle konuşmak, anlatmak istediği, anlattıkça açıldığı yazılmıştı. Bu ifadeler, yozlaşan muhafazakâr siyasanın farklı uzantılarıyla nasıl bir Pakdil muhasarası ve yağması icra ettiğini gözler önüne sermektedir.  Ketumluğu, ciddiyeti ile bilinen ve sükût sûretinde yaşamış Pakdil’in bir aileden mahrum oluşun da getirdiği handikaplarla örülmüş korunmasızlıkta nasıl istismar edildiği bu sayede belki tahmin edilebilir.

İslam’a karşı katı ideolojik saldırıların boy verdiği cumhuriyet uygulamalarına karşı keskin bir muhalefet dili üreten Pakdil’in, sosyal hafıza hastalığının tesiriyle mevcut AKP iktidarının neredeyse bir devrim yaparak bambaşka ve yeni bir sayfa açtığına inandı(rıldı)ğı pekâlâ savunulabilir.

İslami çizgide eşi benzeri olmayan antikapitalist/antiemperyalist bir tutum/gelenek ve buna bağlı kavramlar üreten Pakdil’in neoliberal uygulayıcılığın ve emperyalizmle süregiden işbirlikçiliğin şampiyonluğunu yapan mevcut muhafazakâr iktidarı ve onun politikalarını onaylaması ilkesel olarak elbette düşünülemez.

Nuri Pakdil’in eserleri ve özellikle mektupları ortadadır. Dileyen herkes bu eserlerde savunulan hattı müzakere edebilir. Hüseyin Su da “Takvim Yırtıkları”nda benzersiz bir çalışma koymuştu ortaya. Yakından, oldukça yakından bir Nuri Pakdil portresi, fikriyatı o eserde görülebilir ve ömrünün sonunda yağmalanan bir entelektüeli/yazarı/devrimciyi ve onun yakın çevresi tarafından bile anlaşılamamış/benimsenmemiş bir fikriyatı herkes kolaylıkla tespit edebilir.

Bu kısa yazıyı, ömrünün sonuna doğru kendi amaç ve çıkarları için kalabalıklara hitap ettirilen, hâl-i hazırdaki kapitalist sömürünün sınırsız yürütücüsü muhafazakâr iktidarın tüm varyantlarıyla meşrulaştırılması misyonuna koşulan, ölür ölmez de neredeyse tümüyle unutturulan tarihsel bir şahsiyetin Edebiyat dergisiyle mücessem hareketinin ölüm anlarına doğru iç çekişleriyle bitirmek istiyorum. Yalnızlığa terk edilen ve layıkıyla anlaşılıp kavranılamayan bir portre, bakın bu ızdırabı bir feryat hâlinde mektuplarına nasıl yansıtıyordu:

Ciddiyetine inandığım bütün arkadaşları böyle bir sorumluluk çizgisine çekmek istiyorum. Bir de böyle deneyeceğim. Bu deneme de tutmazsa, bu sorumluluk çizgisinde de bilinçli olan arkadaşlar çıkmayacak olursa, bir başka ve son denemem daha olacaktır. O son ve başka denememde de, yine arkadaşları ciddiyet çizgisinde yakalayamayacak olursam, bütün arkadaşların bilinçsiz ve sorumsuz olduklarına inanıp, yalnız başıma eylemi sür dürmeye devam edeceğim.

Sorumsuzluk, boş vermişlik gitgide yaygınlaşıyor; hatta ukalalık da giriyor kimi insanların davranışlarına. Sorumluluk duygusu artacağına, hafifliyor. Sorumluluktan herkes uzaklaşıyor. Bu da değil sadece; ‘kopmak’ için bahaneler icat edecekler neredeyse. Ama, ben bu belirtilere çok alıştım; bütün gücümle sabırlı olmaya çalışıyorum. Kalıcı olan, sorumluluk bilincidir.

 Ciddî, güvenilir hemen hemen kimse yok, denebilir. Herkes kendi keyfinde, denebilir. Ama, ne olursa olsun, bir yöne doğru direniş, gerçekten emsalsiz güzel!

Akay Yokuşunda tek başıma kutladım 29 ARALIK 1984 ATILIMI’nın birinci yıldönümünü.[9]

Nuri Pakdil’in fikriyatı pek çok eleştiriye tâbi tutulabilir. Kavramsallaştırmalarının bir kısmına itiraz edilebilir ancak onun henüz bağımsız bir İslam düşüncesinin vâr olma çabalarının cılız örneklerinin görüldüğü dönemlerde yerel ve küresel sömürüyü tespit ve teşhis etmesi, müslüman fikriyâtın bu işleyişe devrimci karşı koyma potansiyel ve iradesine işaret etmesi -kim ne derse desin- efsanevî bir hamledir!

Yazıma dahil ettiğim son alıntılar, onu yağmalayan muhafazakâr çeşninin özünü ve esasını ele vermektedir. Zor zamanlarda -tam da 12 Eylül yılları- Pakdil’i terk eden zevât, bu alıntılarda bütün mahiyetleriyle işaretlenmiştir. Yazıklanıp durmanın bir işe yaramayacağını, pek çok kişi tarafından bir aklama gayretinde olduğumuzun söyleneceğini tahmin edebiliyorum ancak çok şükür ki kişilerin değil ilkelerin takipçisi olmaya ahdettik ve söylemimizin kökenlerine dair kazılar yapmaya inşallah devam edeceğiz.

Dipnotlar: 

[1] Ahmet Örs “Nuri Pakdil Mektuplarını Okuma Denemesi: Yazı ve Devrim”, Tasfiye dergisi 48. sayı.

[2] Ahmet Örs, “Takvim Yırtıkları”ndan Sızan “Entelektüel Öfke”, Tasfiye dergisi, 55. sayı.

[3] Nuri Pakdil, Mektuplar-I, II, III. EDy.

[4] Hüseyin Su, Takvim Yırtıkları, Şule yay.

[5] Edebiyat Dergisi ve Nuri Pakdil, Hece dergisi, 85. sayı.

[6] Hüseyin Su, Entelektüel Öfke, Şule yay.

[7] Nuri Pakdil, Mektuplar-I, II, III. EDy.

[8] Nuri Pakdil Özel Sayısı, Yedi İklim dergisi, 358. sayı.

[9] Nuri Pakdil, Mektuplar-I, II, III. EDy.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Türkiye İle İsrail’i Aynılaştıran Zindan

Yayınlanma:

-

Küresel Sumud Filosunda yer alan vicdanlı ve yürekli insanlardan Ayçin Kantoğlu ve İkbal Gürpınar’ı dinliyorken aklıma ilk olarak bizim arkadaşlar geldi.

Soykırımcı İsrail tarafından zorla alıkonulup işgal topraklarına kaçırılan ve sonra zorla “sınır dışı” edilen insanlardan ikisi de kadın olarak aynı zulümleri yaşamışlardı. Türkiye’ye dönüşte başlarından geçenleri anlattılar basına:

Müslüman kadınların başörtüleri çıkartıldı, hepsi çıplak aramaya maruz bırakıldı, kendilerine su verilmedi, pis tuvaletlerden su içebilirsiniz, denildi.

Biraz geriye gidelim.

29 Kasım 2024 tarihinde İstanbul Kongre Merkezi’nde düzenlenen TRT World Forum isimli etkinlikte yaşananları kaç kişi hatırlıyor?

Soykırımcı İsrail’e petrol satan Azerbaycan şirketi Socar’ın Türkiye CEO’sunun konuşmacı olarak davet edilmesini, Türkiye’nin Azerbaycan petrolünü BOTAŞ aracılığıyla İsrail’e taşımasını, İsrail’le ticaretin gizli kapaklı şekilde sürdürülüyor olmasını protesto etmek isteyen birbirinden bağımsız ve habersiz gençler Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşurken bu durumu protesto etmek ve soru sormak istediklerinde yaka paça sürüklenip darp edilerek salondan çıkartıldılar. Kongre Merkezi önünde protesto gösterisinde bulunan gençler de gözaltına alındı.

Yedisi kadın toplam dokuz kişi hakarete uğradı, darp edildi, tehdit edildi, 18 saat aç ve susuz bırakıldılar. Üç gün boyunca bilhassa hijyen imkanları bulunmayan nezarethanelerde tutuldular. Ardından tutuklandılar. Cezaevinde çıplak arama gibi aşağılayıcı, onur kırıcı bir muameleye maruz bırakıldılar. Başörtüleri ve feraceleri kesilerek koğuşlara sokuldular.

Ülkeler farklı, “dava” ve muamele aynı. Peki, bu nasıl oluyor?

Ayçin Hanım da İkbal Hanım da bizim ablalarımız, şahitliklerine kesinlikle inanıyoruz. İnanmayan var mıdır? Peki Cumhurbaşkanını protesto eden arkadaşlara, “bizim” arkadaşlara inanır mı bu ülke? Geniş kitleler, en azından Müslüman ahali?

Türkiye’nin önde gelen insan hakları örgütlerinden olan Mazlum-Der, “bizim” arkadaşların maruz kaldığı ağır insan hakları ihlalleriyle ilgili şöyle bir açıklama yayınlamıştı olayların hemen ardından:

“İktidar mensuplarının bu tür protestoların muhatabı olması gayet doğal olup bu protestoları olgunlukla karşılamaları işgal ettikleri makamların gereğidir. Meşru yollarla protesto hakkını kullanan kişilerin yakalama, gözaltı ve tutuklama gibi yollarla sindirilmeye çalışılması kabul edilemez. MAZLUMDER olarak, canlı yayında gerçekleşen bir soykırıma karşı insanlık olarak yaşadığımız çaresizliğin kahredici sessizliğinde, protestocuların susturulmaya çalışılmasını ve insanlara gözdağı verilmesini kınıyor, ifade özgürlüğünü kullanan kişilerin derhal serbest bırakılmasını bekliyoruz.”

Filistin gönüllüsü dokuz genç, işkence ve kötü muamele içinde geçen bir haftanın ardından kamuoyunda yükselen yoğun tepkiler üzerine apar topar serbest bırakıldılar. Haklarında 2911 sayılı Kanuna Muhalefet iddiasıyla dava açıldı.

Söz konusu dokuz genci temsil eden dört avukat 9 Aralık 2024 tarihinde müvekkillerinin maruz kaldıkları devlet şiddetini belgeleriyle ortaya koyan bir suç duyurusu dilekçesini İstanbul Cumhuriyet Başsavcılılığı’na teslim ettiklerinde, işlenen suçları şöyle sıraladılar: İşkence, Nitelikli Kasten Yaralama, Cinsel Taciz, Hakaret, Tehdit, Kamu Görevlisinin Suçu Bildirmemesi ve Görevi Kötüye Kullanma.

Bir sonraki paragrafa geçmeden bu aralıkta biraz durup düşünmeye davet ediyorum sizi. Suçsuz, günahsız Filistin Dostu kadınlara, kızlara, kardeşlerimize “devletin elinin altında” gerçekleştirilen işkenceden, kasten yaralamadan, cinsel tacizden, hakaretten ve tehditten bahsediyorum burada. Bunun ne kadar ağır (bir itham) olduğunu biliyorum, empati yeteneğine sahibim. İftira oklarını kırmak üzere eklemek isterim ki ben bir avukatım ve meslektaşlarımla görüşerek, ifade tutanaklarını ve eklerini incelemiş olarak yazıyorum bu satırları.

Türkiye’de devlet, halkın yoğun Filistin duyarlılığını sivil görünümlü oluşumları/uzantıları aracılığıyla adeta kamulaştırmış durumda. Makbul bir vatandaşlık, makbul bir dindarlık algısı oluşturduğu gibi, bilhassa 7 Ekim 2023’teki tarihi kırılma sonrasında makbul bir “Filistin Davası” edindi kendine.

Dahası ve asıl sorun, bu davasına asla itiraz kabul etmemesi.

Farklı düşünen, itiraz eden, soru soranlara reva görülen muamele baskı, şiddet ve işkence.

Son 2 yılda en az 245 Filistin dostu hakkında adli işlem başlatılmış. Bu insanlardan bir kısmı işkence gördü, bir kısmı gözaltına alınıp serbest bırakıldı, birkaçına şafak operasyonu yapıldı, bir kısmı hapse yollandı, bir kısmı ev hapsine alındı, geriye kalanlar, kendisi bir cezalandırma olan yargılama süreçleri içine sokuldu.

Rahman ve Rahim olan direnmenin adıyla başladık, şiirle bitirelim. Bizi makbul görmeyen devlet için gelsin…

“ey devlet, beni de ötekileştir!
çünkü ötelenen, merkeze göre menzile daha yakındır.
ey devlet, beni de başkalaştır!
çünkü başkalaşan, sana benzemeyi bırakmıştır.
ey devlet, beni de yabancılaştır!
çünkü yabancılaşan, neden sevilmediğini anlayacak kadar
düşünmeye başlamıştır.”

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Kararsız Bir Berzahta Büyüyen Yenilgi Psikolojisinden Kurtulmak

Yayınlanma:

-

Küresel Sumud Filosu ile Trump’ın Gazze’deki sözüm ona “ateşkes plânı” ve elbette Erdoğan-Trump görüşmesi birbirini tamamlayan parçalar olarak bir tablo oluşturdu bizim için.

Atasoy Müftüoğlu’nun çoğu kez aceleci genç kuşaklarda hoşnutsuzluk uyandıran çözümlemeler ve köklü dönüşümler bahsinde sunduğu önerilerle İsmet Özel’in “Uzun yola çıkmaya hüküm giydim” mısraının kesiştiği bir kavşaktayız. Bu kavşak, esasen çok uzun zamandır bulunduğumuz bir berzahtı ancak peşi sıra cereyan eden ve aksiyon alınması gereken hadiseler ile yine onlarla bağlantılı tavırlar, sahte aktörler gibi pek çok nedenle lâyıkıyla muhasebesini yapamadığımız, sürekli ertelediğimiz bir hâlden/sorumluluktan/ödevden bahsediyorum.

Sumud Filosuyla mesafe alan vicdani çıkışların paradigmatik örgütlenme bahsinde bir değerlendirmesini yaptığım yazı[1] buradaki tartışma için bir zemin oluşturabilir.

Türkiye heyetinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan öncülüğünde 25 Eylül 2025 tarihinde Trump’la yaptığı görüşmelerdeki bütüncül tutumu bu yazıda işlemeye çalışacağım mevzuu için önemli bir istinat oluşturacaktır. Bu istinadın diğer ayağında elbette sekiz İslam ülkesinin, daha sonra Trump’ın ilan ettiği Gazze’de ateşkes öneren plâna onay buluşması olduğu anlaşılan toplantı var. Bu toplantı ve takip eden kararın onaylanmasının, yazımızın ana teması bahsinde ne denli ehemmiyete sahip olduğu görülecektir.

Aksâ Tûfânı’nın tam olarak iki yılını tamamladığı bir dönemde oluşan tabloda neredeyse eksik kalmamış gibi! Bu iki yılın ne kadar zorlu geçtiğine, yaşayan herkes doğrudan tanıklık etti. Gazze’deki soykırım ve eşsiz direniş ile Hizbullah’ın kuzeyden açtığı cephe bu sürecin zaten önemli ve temel parçalarındandı. İsrail/ABD-İran savaşı, Yemen’in sürece dâhil oluşu, Katar’ın İsrail tarafından vurulması, Direniş liderlerine suikastlar sanırım dünya tarihinin en hızlı akan döneminin baş döndüren aşamalarını oluşturdu.

Bütün bu çerçevenin dünya halklarınca öfke ile karşılanması, vicdan ve haysiyet mücadelesinin yankılanması olarak Madleen, Hanzala, March to Gaza, Sumud biçiminde somutlaşması benzersiz bir enerji üretse de egemen dünya düzeninin güçlü işleyişini sarsacak seviyeye ulaşamadı. Bunu, dipnota aldığım yazımda gerekçeleriyle tartışmıştım.

Bu tartışmanın vaktine dâir itirazlar gelebilir ancak hiçbir tartışma zamansız değildir. Muhasebe her koşulda kaçınılmazdır. Tartışmaları yürütürken fiilî sorumlulukları ötelemek elbette kabul edilemez ancak fiilî süreçler gerekçe gösterilerek de muhasebeden sakınılamaz.

Trump’ın sekiz İslam ülkesi lideri ile ABD’de pişirip ilan ettiği ve birkaçı hariç umum İslam ülkeleri yöneticilerince heyecanla karşılanıp alkışlanan teklif ile Gazze’nin hâl-i hazırdaki durumu moral bozukluğuna sebebiyet verirken alttan alta da bir yenilgi psikolojisi enjekte etme kabiliyetine sahiptir. Harap edilen Gazze, soykırım silahı olarak kullanılan açlığa maruz bırakılan Filistin halkı ve İslam dünyasının kâhir ekseriyetinin Trump önderliğinde Direniş’e karşı ortak cephede saf tutması bütün bu yenilgi psikolojisinin anlaşılabilir gerekçeleri olarak karşımızda duruyor.

Yüz yıllardır egemen dünya düzeni karşısında yaşanan genel mağlubiyet, sömürü ve horlanmanın Müslümanların zihin ve gönül dünyalarında nasıl bir tesir bıraktığını bilenler için bahsettiğim yenilgi psikolojisi anlaşılabilir bir neticedir. İslam dünyasının bilinç olarak değil elbette ama siyasi, ekonomik, askerî bakımlardan belki de en zayıf, en çaresiz halkası olan cephesinin büyük beklentileri karşılayabilme gücü, peşinen kolayca anlaşılabilirdi ancak asırların biriktirdiği duygusal yük buna engel oldu.

Diğer yandan kritik bir mesele daha var ki ona da Sezai Karakoç’un meşhur mısraı ile çarpıcı bir başlangıç yapılabilir: “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır!” Buradaki “yenilgi”, bütün rasyonel hesaplamaların, aydınlanmacı zihniyetlerin tümüyle dışındadır. Hesapların sadece bu dünya hayatında görüleceğine, galibiyet ve mağlubiyetin sadece burada vukû bulacağına dâir tasavvurlar, bu mısrada ifadesini bulan iman tarafından reddedilmektedir. Zafer, Allah katındandır ve bu dünyada yenilgileri göze alan, ona meydan okuyan bir azim, cehd ve kararlılık âhiretteki zaferin biriktiricisidir. Dolayısıyla mutlak kayıp ve kazancın mahiyetine ilişkin hakiki tavrın ne olduğunu buraya not düşerek yenilgi psikolojisinin ne mana ifade ettiğini sürekli biçimde sorgulamayı itiyat edinmek icap eder.

Şimdi murâdımızı belirginleştiren aşamaya geçelim.

Modern dönem siyasal hareketlerinin meşhur bir sorusu vardır: Ne Yapmalı? Lenin’den Ali Şeriatî’ye, Ümit Aktaş’tan Kur’an ve sohbet halkalarındaki tartışmalara kadar bu soru sayısız kere sorulmuş; kimi zaman kitap sûretinde kimi zaman da sözlü olarak cevaplandırılmak istenmiştir. Pek çok mesele gelip oraya dayanıyor ister istemez ve maalesef çoğu zaman, tatmin edici cevaplar üretilemediğinden bir çaresizlik ve savrukluk bilinçlerden eksik olmuyor.

Fiilî ve zihinsel işgallere maruz kalan müslümanlar için Trump etrafında çevrelenen İslam ülkelerinin liderlerinin sunduğu fotoğraftan bahsetmiştim. Bu fotoğraf, Gazze direnişinin hem dünya genelinde hem de İslam ülkelerinde nasıl bir seyir takip ettiği hususunda güçlü izlenimler verme potansiyeline sahip! İşbirlikçilikleri ile nam salmış ülke temsilcilerinin Filistin direnişini boğma, küresel liderliğin Trump ve avenesinde olduğunu itirazsız kabul etme tavırlarındaki rahatlık, İslam ülkelerindeki İslami siyasi mücadelelerin niteliğini açık etmektedir. Hiçbir toplumsal muhalefetten hiçbir ciddi tehdit algılaması söz konusu değildir ve liderler bu rahatlıkla emperyalist şefin etrafında dizilmişlerdir.

Bu tablodan çıkarılabilecek pek çok sonuç var. Müslüman dünyanın fotoğrafını eleştirirken bütün coşkun görünürlüğüne karşın Batı, bu değerlendirmelerden uzak değildir. O coşkun görünürlüğün aldatıcılığı hakkında yine bir önceki değerlendirme yazıma atıfta bulunacağım, gerekçelerimi, orada sıralamıştım. İnsan hakları mücadelesi dolayımında gezinen toplumsal tepkiler -evet, sadece toplumsal tepki diyebiliriz- kimseyi rahatsız edemez. Kurucu iddialardan uzak hareketlerden kimse endişe edip de köklü politik manevralar yapmaz. Gazze’deki direniş ve soykırım boyunca toplumsal itirazlar bu çaresizliği yaşadı. Eksik ve zaaflarıyla birlikte Gazze’de vücut bulan paradigmatik iradenin zerresine sahip olmayan itiraz dalgalarının bu acziyet hâlini yaşamaması mümkün müydü?

Müslümanlar olarak “özgürleşmeden özgürleştirmek[2]” diye tanımladığım bir patinaj hâlinde enerji tüketiyoruz. Yazının başında işaret ettiğim gibi tam da burada “Ne Yapmalı?” sorusu etrafında şekillenen tartışmalar giriyor devreye. Entelektüel bir kavrayışla şiddet dışı direniş, temel İslami kavramlar, Kur’an ve siyerin teorik siyasal çıkarımlar yapılması beklenen birlikte okunup tartışılması, devlet hakkında birtakım mülâhazalar, öteden beri devredip duran kalıplarla zihinleri donduran telâkkilerle hesaplaşma, siyasal mücadele alanlarını çeşitlendirme, kurucu irade tartışmaları…  Bunların yokluğunda dönüp dolaşıp devletlere müracaat eden çaresizliklerin içinde bağımsız, devrimci söylem üretemeyen hak arayışlarıyla geçen bir süreç![3]

Bağımsız İslami siyasi mücadelelerin üretilmesinin ehemmiyetini Aksâ Tûfânı süreci herkese bir kez daha öğretti. Trump’ın sözüm ona ateş kes plânıyla farklı bileşenlerden oluşan geniş bir rahatlama dâiresi oluşabiliyorsa kendisi özgürleşmediği için başkalarını özgürleştirmeye nefesi yetmeyenlerce domine edilen bir alana mahkûm edilişin hazin tablosu karşımızda duruyor demektir.

Türkiye heyetinin Trump hayranlığı, sekiz İslam ülkesi liderinin Gazze direnişini boğmayı amaçlayan plânı onaylama toplantısı ve bütün bu tabloya rağmen kısmî rahatlamaları hedefleyen toplumsal taleplerin, teslimiyet fotoğraflarını servis etmekten çekinmeyen siyasi aktörlere yöneltilmesi yazımızda bahsetmeye çalıştığımız temel çelişkidir ve mezkûr toplumsal hareketlilikler kurucu irade tartışmalarına evrilmedikçe bu çelişki derinleşecektir. Yerel ve küresel ölçekte hegemonya herhangi bir tehdit algılaması hissetmeyecek ve taşıyıcı kolonlarına “meşruiyet” dağıtmaya devam edecektir!

Yazının başında bahsettiğim istinat noktalarının paradigmatik kavranışındaki zaaflar üzerine kafa yoracak, bu alanda teorik ve pratik mesafeler alacak bir irade ete kemiğe bürünmelidir. Bu, elbette mümkündür. Çaresizlik ancak devrimci bir tutumla, iradeyle aşılabilir. İslami hareketliliklerin düşünce ve pratik ufukları en azından bir başlangıç kabiliyetini bize öteden beri sunmaktadır[4] lâkin “sivil” sıfatının fazlaca yaygınlık kazandığı bir zemin, kabul etmeli ki bu kabiliyetleri yazıda da yer yer bahsettiğim gibi çok boyutlu olarak aşındırdı. Önce bu aşınmayı izale etmek gerekiyor. Yenilgi psikolojisinin kökenlerinin teşhisten sonra kurucu tartışmalara yol bulunmalıdır.

“Özgürleşmeden özgürleştirme” arzusundaki özgüvenin aldatıcılığı, kimseyi egemen dünya düzenince tanzimi yapılan bir somutlukta vicdanları geçici de olsa rahatsız olmaktan kurtaracak kısmî düzenlemelerle yetinmekten öte bir neticeye taşıyamayacaktır.

Dipnotlar:

[1] Vicdan ve Haysiyetin Paradigmatik Örgütlenmesi, Ahmet Örs: https://yenipencere.com/kose-yazilari/vicdan-ve-haysiyetin-paradigmatik-orgutlenmesi/

[2] Aksâ Tûfânı Dersleri: Özgürleşmeden Özgürleştirmek, Ahmet Örs: https://yenipencere.com/kose-yazilari/aksa-tufani-dersleri-ozgurlesmeden-ozgurlestirmek/

[3] İnsan Haklarının Yükü, Emre Berber: On İki Levha yay.

[4] İslamcılığın Trajik Düşüşünden Çıkış Mümkündür, Ahmet Örs: https://www.tasfiyedergisi.net/islamciligin-trajik-dususunden-cikis-mumkundur/

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x