Connect with us

Köşe Yazıları

Edebiyattan Pek Anlamam

Yayınlanma:

-

Bir söz, bir sözcük, bir fotoğraf karesi, bir bilgi kırıntısı zihnimize girdiğinde nasıl bir hale dönüşür, neye nasıl yol açar, bunu kestirmek kolay değil. Yediğimiz içtiğimiz vücudumuzda nasıl bir işlemden geçiyor, az çok biliyoruz. Peki ya okuduklarımız, gördüklerimiz zihnimizde nasıl bir süreç izliyor?

Öyle zannediyorum ki hayatta işimize yaramaz sandığımız, “alakasız” görünen bir bilgi bile insanın zihninde bir süre demini aldıktan, başka bilgilerle etkileşime girip harmanlandıktan sonra bir ilgiye, oradan da geçerse somut bir hamleye dönüşür.

İlme hürmet ve algıları açık tutarak merakları beslemek, değeri ölçülemez bir hazinedir.

Ernest Hemingway’in İhtiyar Adam Ve Deniz adlı kitabından altı çizili şöyle bir cümleyle karşılaştığımızı düşünelim: “Erkek yenilgi için yaratılmamıştır. Erkek mahvedilebilir ama yenilmez.”

Bu sözle “erkek olmak” ve ilişkili olarak “kadın olmak” üzerine düşünebiliriz. Ernest Hemingway de kimmiş diye sorup araştırabiliriz. Yahut, yazarı veya kitabı, okumak üzere adım atabiliriz. Bu isim ve kitabı, zihnimizin bir kenarına, “ileride bakarım” notuyla iliştirebiliriz. Bu bilgiyi zerre umursamayıp derhal çöp kutusuna yollamak da pekâlâ mümkün. Seçenek çok. Birini işaretlemek veya soruyu boş bırakmak herkesin kendi bileceği iş. Netice, büyük düşünürümüzün taksirle buyurduğu gibi: Herkesin hayatına kimse karışamaz.

Ölü Ozanlar Derneği” adlı filmi izleyenler lise öğrencilerine hayat dersi olan dizeleri, o dizelerin şairini hatırlıyorlar mı?

bir ormanda yol ikiye ayrıldı ve ben /ben gittim daha az geçilmişinden” (Robert Frost)

Yollar ayrılır ve bir tercihte bulunmak durumunda kalırız sıklıkla. “Herkes” ve “hiç kimse”yi ihtiva eden seçenekler işaretlenir ya büyük oranda. 

Büyülü gerçekçiliğin ustası Kolombiyalı büyük yazar Gabriel Garcia Marquez, nevi şahsına münhasır anlatım tarzını, “en fantastik şeyleri en normal şeylermiş gibi anlatan” büyükannesinden miras aldığını belirtmişti. 1982 yılında Nobel Ödülünü alırken, konuşmasında William Faulkner’i ustası olarak anmıştı.

Geçmiş asla ölü değildir, hatta geçmiş bile değildir diyen Faulkner’in romanlarında “geçmiş, şimdinin yakasını bırakmaz.”

Hukuk Edebiyat Okuma Grubumuzun bu sezonki 14 kitaplık listesinde “Kırmızı Pazartesi” ve “Döşeğimde Ölürken” kitaplarına yer vermemiz tevafuk olmuş.

Afro-Amerikalı Nobel ödüllü yazar Toni Morrison, bir konuşmasında, Amerika’nın kölelik tarihine adanmış hiçbir anıtı, hatta yol kenarında bir bankı bile olmadığını söylemiş. Bunun üzerine, 2008 yılında, Güney Carolina’da Charleston yakınlarında kendisine adanmış bir anıt dikilmiş: Yol Kenarında Bir Bank (A Bench By The Road).

Edebiyatla biraz ilgili biri “Uğultulu Tepeler” romanını okumamışsa bile duymuştur. Emily Bronte’nin bu tek kitabı dünya klasikleri içinde özel bir yere sahiptir. Emily’nin, edebiyata meftun üç kız kardeşten biri olduğunu biliyor muydunuz? Bir kardeşi (Charlotte), “Jane Ayre”, diğeri (Anne) ise “Agnes Grey” romanının yazarıdır. Victoria dönemi yazarı üç kız kardeş ve üç klasik. Hayli sıra dışı bir başarı.

Pek çok yazar henüz ilk kitaplarında büyük başarı elde etmiş, edebiyat dünyasına adını yazdırmıştır. Çavdar Tarlasında Çocuklar, Salinger’in, Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay Anar’ın, Bülbülü Öldürmek, Harper Lee’nin, İnsancıklar ise Dostoyevski’nin ilk romanıdır.

Şilili dünyaca ünlü şair Pablo Neruda 1971’de Nobel ödülünü alırken yaptığı konuşmada “en iyi şair, günlük ekmeğimizi yapandır: Kendisinin tanrı olduğunu düşünmeyen, köşedeki fırıncı” diyerek şiire ve şaire bakışını veciz biçimde ortaya koymuştu. Neruda, Walt Whitman’ın resmini çerçeveletip evinin duvarına astırmıştı. Resmi duvara asan marangoz “portre büyükbabanızın mı” diye sorunca, Neruda “evet” cevabını vermiş.

Lev Tostoy’un ne büyük bir yazar olduğunu anlatmaya gerek yok. Time Dergisi’nin 2007 yılında yayınladığı, dünyanın en büyük romanları listesinde Anna Karenina birinci, Savaş ve Barış üçüncü sırada yerini almış.

Azizlerden daha çok, yenik insanlara yakınlık duyarım” diyen, iyi bir kaleciyken tüberküloza yakalanınca bu hayalinden vazgeçen Albert Camus doğma büyüme Cezayirlidir.

Stephen King dünyanın en ünlü ve üretken yazarlarından biri. Pazarı yılda birden fazla Stephen King romanlarıyla boğmamak için uzun süre takma adla da roman yayınlamış. Ne kadar düşünceli bir insan! (Yoksa o bir ahi mi?)

Siyasi mahkûm olarak Sibirya’da dört yıl çalışma kampında kalan Dostoyevski’nin okumasına izin verilen tek kitap İncil’miş.

Kim demiş edebiyat karın doyurmaz diye? J. K. Rowling’in Harry Potter ve Ölüm Yadigarları adlı kitabı 2007 yılında yayımlandığı ilk gün 11 milyon satmış. (Siz yine de üniversite tercihlerinde ilk sıraya Edebiyat Fakültesi’ni yazmayın!)

Ben edebiyattan pek anlamam, bu bilgileri “Edebiyattan Pek Anlamam” adlı kitaptan seçtim. Bilgilerin ilgilere dönüşmesi, ilgilerin yeni yeni kapılar açması temennisiyle. 

1983 Trabzon doğumlu avukat. Ufak Tefek Şeyler (+10), Sevimli Türkçe Sözlük (+10), Kelebek Ve Arı (+14), Ceza Hikayeleri (+18), Kuzularla Saklambaç (+9), Nasreddin Hoca'nın Bisikleti (+9) ve Gazete Okuyan Tavuk (+9) adlı kitapların yazarı.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Saraybosna Günlüğü

Yayınlanma:

-

Neydi 1931 Barselona doğumlu İspanyol şair, yazar ve romancı Juan Gostisolo’yu “caddeleri ve binaları tümüyle yok olmuş, yıkılmış, cerahat, koparılmış organlar, deşilmiş bağırsaklar, hâlâ kokan çürük yaralar, korkutucu izlerle dolu susuz, gazsız, elektriksiz, taşıtsız, telefonsuz, ilk bakışta bir hayalet şehre, parçalarına ayrılmış bir iskelete ya da cansız bir bedene benzeyen” Saraybosna’ya götüren sebep?

Bir Batılıyı, Batı’da müslümanlara karşı girişilmiş bir soykırımın orta yerine gönüllü bir gözlemci olarak yollayan duygu ve düşünceleri merak ettiğim için okudum Saraybosna Günlüğü’nü. Kitabın alt başlığı dikkat çekici: “Barbarlığa Doğru Bir Yolculuğun Notları”

1992 ila 1995 yılları arasında 3 yıl süren, Batılı devletlerin doğrudan izlediği, dolaylı olarak desteklediği saldırılar sonucu Boşnak halkı 140 bin canını kaybetti. Geride 151 bin yaralı, ikametgâhını terk etmek zorunda kalmış yaklaşık 2 milyon insan, 12 bin 100 sakat ya da özürlü, yaklaşık 38 bin tecavüze uğramış kadın bıraktı.

Ketebe Yayınları, Bosna’nın önde gelen kurucu liderlerinden Aliya İzzetbegoviç’in “Unutulan soykırım tekrarlanır!” uyarısını hatırlatmak istercesine, Kasım 2024 tarihinde okurların dikkatine sunmuş bu kitabı. Batı’nın ayakkabısının içindeki bir çakıl taşı bu.

Batı’nın Filistin’de, Gazze’de sergilediği son model barbarlığı, vahşeti, su katılmamış soykırımı, dünyanın bütün coğrafyalarında öfke patlamalarına yol açarken zamanda ve zeminde ufak bir sapmayla aynı filmi seyre dalmak sarsıcı bir “okuma” deneyimi… 

Avrupa’nın “saha ve seyirci” avantajından yararlandığı, internetin olmadığı 30 yıl öncesine götürüyor bizi Goytisolo. Sözünü sakınmıyor, şöyle bir mezar yazısı yazmalı, diyor:

Avrupa Birliği’nin saygınlığı ve Birleşmiş Milletler örgütünün güvenilirliği burada yatıyor, Saraybosna’da öldürülmüştür. Ortakların ve yöneticilerin o emsalsiz korkaklığı ve sinsiliği yüzünden burada can verdiler.”

Yazar, gün içinde canını tehlikeye atarak sokaklarda dolaşmış, insanlarla görüşmüş. Kitap, bu tanıklıklarla genişleyip derinleşiyor. Satır aralarında öğreniyoruz, kaldıkları otelin de pek tekin bir yer olmadığını. Katil sürülerine bağlı insanlık düşmanlarının atışları geliyor her yönden sabah akşam. Keskin nişancılar da cabası.

Otelde, karanlıkta, mum ışığı altında, gün içindeki görüşmelere ait notlarını toparlar; yemek yerken Susan Sontag’ın da yanlarına geldiğini öğreniyoruz. Çok acayip bir his bu da! Katiller etrafta cirit atar, ölüm kol gezerken, kitaplarını okuduğumuz, sevdiğimiz dünyaca ünlü Amerikalı kadın yazara 56 sayfa sonra rastlamak, orada, soykırım savaşının, kuşatmanın orta yerinde. 

Masamda duruyor “Başkalarının Acısına Bakmak”. Hiçbir kitap yazarına altın tepside sunulmuyor. Özgürlük gibi. Bahşedilmez. Gidip almalı, hiç değilse almayı göze almalısınız.

Sanırım, bu kitaptan öğrendiğimiz, sonuç vermemişse de takdire şayan çaba için bile tanınmayı hak ediyor bu insanlar, okunmayı hak ediyor bu kitaplar:

Benim ve Susan Sontag’ın, ünlü yazarları Saraybosna’ya çağırma çabalarımız bir fiyasko ile son buldu.”

Not:

Bizim kuşaklar Gazze’yi asla unutamazlar. Saraybosna’da neler olduğunu hayal meyal değil vücutta bir neşter yarası gibi hatırlamak isteyenler Semezdin Mehmedinoviç’in aynı yayınevinden çıkan şiir ve kısa hikayelerden oluşan Saraybosna Blues adlı anlatısını okumadan geçip gitmesinler.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizi Arındıracak Mücadele

Yayınlanma:

-

Geçen gün yerel bir gazetede tesadüf eseri gözüme ilişen kısa bir yazı tüylerimi diken diken etti.

Yazı, okuru 2007 yılına ışınlayan çarpıcı bir iki hatıra üzerinde boy gösteriyor. Hrant Dink Dünyası başlıklı yazı şu cümleyle başlıyor:

“Hrant, 19 Ocak 2007’de İstanbul’da öldürüldüğünde İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi yöneticisiydim.”

Yazıdan öğreniyoruz ki, İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine Santa Maria Kilisesi’ne çiçek bırakarak “Biz Ermenilerin düşmanı değiliz” mesajı vermiş.

Ne güzel bir hareket öyle değil mi?

Fakat bu, insan kardeşliğini koruma temennisi, birilerini çok rahatsız etmiş.

Yıllar sonra tanıştığı kişi, yazının sahibine bir gün, “sana bir itirafta bulunmak istiyorum” demiş. Devamını yazıdan okuyalım:

Biz Ermenilerin düşmanı değiliz, mesajı vermemizi bu kişi farklı yorumlamış ve bunun üzerine yönlendirilmiş beni öldürmeye karar verildiğini söyledi. Konuşmasına uzun takip sonucunda bir taksi ile Orman Bölge Müdürlüğüne geldiğimi, arabayı park edip kısa voltalar attığımı görünce hazneye mermi alarak bana doğrulttuğunu söyledi. Ancak tam da bu sırada bir minibüsten yaşlı bir kadının indiğini ve onun koluna girdiğimi görünce bu kadının muhtemelen annem olduğunu düşündüğünü ve kendi annesinin aklına gelmesiyle birlikte silahı indirdiğini anlattı. Annemin sayesinde halen daha yaşadığımı anılarımda yazmıştım.”

Bugün, “Santa Maria Kilisesi” nerde, nasıl bir yer diye arattığınızda karşınıza çıkan ilk sekmede şu yazıyor: Santa Maria Katolik Kilisesi (Trabzon)

Kısacık vikipedi bilgisi de şöyle:

Santa Maria Katolik Kilisesi Trabzon’un Ortahisar İlçesinde bulunan bir kilisedir. Kilise, misafirhane ve iki yardımcı binadan oluşan kompleks, 1869-1874 yılları arasında Sultan Abdülmecid tarafından Trabzon’a gelen turistler için inşa ettirilmiştir. Üç nefli bazilikanın üzeri beşik tonozla örülmüş ve kiremitle kaplanmıştır. Kilisenin içinde birçok ikona ve fresk bulunmaktadır. Yapı, günümüzde de kilise olarak hizmet vermektedir. Kiliseye 2006-2018 yılları arasında çok sayıda saldırı düzenlenmiştir. 2006 yılındaki saldırıda kilisenin rahibi Andrea Santoro silahla vurularak öldürülmüştür.”

Andrea Santoro kimdir diye baktığınızda şu bilgiyle karşılaşıyorsunuz:

“5 Şubat 2006’da kilisede diz çöküp dua ederken arkadan vurularak öldürüldü.”

İnandığı Tanrı’ya ibadethanesinde dua eden bir din adamı ne suç işlemiş olabilir ki! Ülkede misafirimiz sayılan bu insan suç işlemişse bile cezasını hukuka uygun, adil bir yargılama sonucu Mahkemenin vermesi gerekmez mi?

“Arkadan vurmak!”

İnsanlıktan, mertlikten daha ne kadar uzaklaşabiliriz diye düşünüp tasarlanmış eylemler. Rahatsız olmaktan daha beteri ise bu duruma aşina olmak:

Ermeni-Türk gazeteci Hrant Dink’in katilinin de Trabzonlu olması ve 18 yaşından küçük olması nedeniyle, Türk polisi Santoro ve Dink cinayetleri arasındaki olası bağlantıları araştırıyordu. Ekim 2007’de Türkiye’deki Yargıtay, Santoro’nun katilinin hapis cezasını onayladı. 2016’daki darbe girişiminin ardından katil, cezasının 10 yıldan azını çektikten sonra hapisten çıktı.”

Karşımızda birbirinin içinden çıkan matruşka bir kötülük, fitne ve fesat var.

Yabancı düşmanlığının içinden ırkçılık, onun içinden çocuk istismarı, onun içinden cinayet, onun içinden bir toplumu fitne sokarak çürütmek, onun içinden de küçük bir şehri karanlığa sürüklemek çıkıyor.

Bu matruşkayı imal eden kudret, yasamadan, yürütmeden ve yargıdan (damarlarımızdaki kandan, zihinlerimizdeki zandan) en kısa sürede tümüyle sökülüp atılmalı.

Farklılıkların bu ülkenin en büyük zenginliği olduğunu bize unutturmayı başardılar.

Rumlar, Ermeniler, Lazlar, Kürtler… Herhangi bir baskı veya ayrımcılık görmeden dilleri, dinleri ve olanca kültürleriyle bu ülkede en az Türkler kadar güven içinde yaşayabilseydiler biz daha medeni insanlar olacaktık. Hiç şüphesiz hem dünyamızı hem ahiretimizi çok daha nitelikli biçimde imar edebilecektik.

Ötekilerle iletişim ve ilişki kuracak, komşuluk yapacak, tanıyacak, anlayacak, empati geliştirecek, hoşgörülü olmayı yaşayarak öğrenecektik. Ülkenin her köşesinde evlatlarımız potansiyel dünya vatandaşları olarak büyüyecekti.

İlk kez Kürtçe konuşan insanlarla 18 yaşında ancak Trabzon’dan İstanbul’a gittiğinde karşılaşmış bir Türk olarak yazıyorum bu satırları. Bugün en candan, yiğit arkadaşlarım, dostlarım Kürtler.

Müsaade etselerdi eminim Ermeni, Rum, Laz, Süryani arkadaşlarım da olurdu. Çok da güzel olurdu. Birden çok dilden, kültürden nasibimi alırdım.

Beni, bizi, bu toplumu, evlatlarımızı tektipleştiren, yoksunlaştıran, madunlaştıran, renklerinden, kokularından tehcir eden, kopartıp buruşturup atan zihniyetten beriyim ve de şikayetçiyim.

Hrant’a Borcumuz başlıklı yazıma buradan devam edeyim:

Bugün buradan bakınca daha iyi anlıyorum; Hrant kimdi, Hrant’ın arkadaşları kimler!

Biz ayakkabılarımızın altı delik olsun istemiyoruz, biz alçakça vurulup arkadan, kaldırımlara düşmek istemiyoruz asla. Ama insan olmanın, insan kalmanın maliyeti ne kadar artsa da kimi -karanlık- zamanlar, ödemeyi göze alıyor, elimizi cebimize atıyoruz.

O gün orda, cenaze için yürüyüşe geçen kalabalığın içinde “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diye haykırmamız gerekiyordu. Geri durmadık. Tıpkı yeri geldi, “Hepimiz Filistinliyiz, Hepimiz Arap’ız” dediğimiz gibi.

Hrant’a, Hrantlara borcumuz olduğu aşikar. Ne olduğunu biliyoruz, tek kelimeyle!

Ödemeye buradan: bir bebekten katil yaratan karanlığın pilot şehrinden başlamak güzel olurdu. Bir hukukçunun biçare yazısı neyi değiştirir ki? Sözümüz geçmiyor, dua ve temenniden başka.

Ama bu şehrin temiz akıl sahipleri, bir araya gelip bir açıklama yapabilir, bir adım atabiliriz.

Bu şehir, kayıp bir şampiyonluk kupasını müzesine getirmekten çok daha gerekli, haysiyetli, büyük bir Adalet mücadelesi vermeye layık olabilir.

Bu mücadele bizi arındıracak, olgunlaştıracaktır.

Buna Hrant’ın, Ermenilerin değil bizim ihtiyacımız var.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

YouTube Ne Tarz Şiddet Sever?

Yayınlanma:

-

2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.

Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.

Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:

“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.”

Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?

7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.

Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.

İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.

Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.

Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!

Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.

Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.

Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)

Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.

“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”

Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.

Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.

Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.

Devamını Okuyun

GÜNDEM