Connect with us

Köşe Yazıları

Düşene Değil, Düşürene Vurarak!

Yayınlanma:

-

İbn Haldun’un vaktiyle çözümlediği gibi seyrediyor birçok hâdise. Sermaye, dünya düzenini evirip çeviriyor. Coğrafyalara ve insanlığa rahat yok. Yaşlı kıta ve toplumlar, köleleştirilen genç ve enerjik insanlarla, kitlelerle takviye olunuyor. Suriye örneğinde olduğu gibi kapitalizme açılıyor araziler, insan kaynakları.

Evet, insana “kaynak” dediler, sürdüler onu sermayenin namlusuna, tetiği kıldılar bir yandan. Belki de tamamen silahı… Şimdi koşturup duruyorlar onu dikenli tellere doğru, sonra sürüyorlar denizlere, binlerce ve binlerce ölümleri pahasına…

İşte bu hengâmeden kimse huzurlu, mutlu çıkamayacak, biliyorsunuz değil mi? Yeryüzünün her bir yanına vaziyet etmek isteyen şeytanîliğin küresel kapitalizm şeklinde vücut bulmuş güncel hâli bu mekanizmayı kurup durmaktadır. İnsanlık, hadi diyelim insanlığın biraz kuzey ve batı taraflarında meskûn olanları bir ulus devlet korunaklığı yanılsamasına maruz kaldı bir müddet. Kutu gibi, ne hoş… Dünya yansa kendilerine bir şey olmaz! Tel örgülerle çevrelenmiş kutsal vatana ne sirayet edebilir ki! İşte öyle olmadı, olamazdı da. Birkaç sıra dikenli tel, birkaç gözetleme kulesi çağlar boyunca akıp durmuş göçler karşısında ne kadar direnebilirdi?

Nasreddin Hocamız merhumun evine hırsız girmiş. Ne var ne yok yüklenmiş, vurmuş sırtına hırsız, çıkmış evden. Hocamız da kalanı omuzlamış, düşmüş peşine hırsızın. Hırsız, yükünü atınca kendi evinin avlusuna, bir de ne görsün! Hoca, sırtında yatak ve yorganıyla orada öylece dikiliyor. “Ne yapıyorsun burada be adam!” diye efelenecek olmuş hırsız, Hocamız gayet sakin… “Ne yapması var mı yahu,” demiş, “biz buraya taşınmadık mı?”

Londra’dan New York’a, Paris’e kadar her bir batı memleketi, soyup soğana çevirdiği coğrafyaların insanlarıyla dolu değil mi? Onca insan Hocamızı takip etmiş pek tabii olarak. Bugün de öyle bir süreç var bir yandan lâkin bir yandan da İbn Haldun’u andık ya yazının başında, hem Hocamızın nüktesi, hem İbn Haldun’un gerekçeli beyanı birlikte işliyor gibi ancak sonuç tek ve ortada. Hepimiz ayn’el-yakîn şahidiyiz üstelik.

“Dünya küçük bir köy oldu.” hikâyesiyle büyüdük biliyorsunuz. O zaman öyleyse, Afganistan’a düşen bombanın en azından kokusundan rahatsız olacaktır köyün üst başındaki komşular! Suriye’deki, Yemen’deki savaşlardan her bir ev etkilenecektir, etkilenmelidir. Çocuk oyunundan değil, savaştan bahsediyoruz. Küçük köyde savaş olur da etkilenmeyen hane mi kalır! Hangi akl-ı evveller itiraz ediyor buna!

O hâlde haneler mırın kırın etse de, homurdanıp dursa da şimdi Doğu Avrupa’ya da sıçrayan, bütün bir Ortadoğu’yu harlayıp geçen savaşlar esasen yakıp duracak yeryüzünün dört bir yanını! Ne kadar ırkçılıkları köpürtse de birileri sonuç değişmez. Bilinen bütün eski göç hikâyeleri, hareketlilikleri güncellenecektir. İnsan göçle büyür. Göç, insanın kaçınılmaz kaderidir. Zaten yeryüzünde bulunuşu bir göç halidir, kısa bir yolculuktur ancak çoğu gafil unutmuştur bunu! Unutmuştur da racon kesmektedir şimdi. Garip gurabayı incitmektedir, kalpler kırmaktadır.

Hâlbuki bütün insanlık ikrar etse şu hakikati ne güzel olur: “Yeryüzü Allah’ındır! Kimseye yasaklanamaz! (özelde mültecilere)” Temellük etmese bazı mıntıkaları! Mülk Allah’ın değil midir? İnsan, ne ara el koydu arza!

İşte kırılan kalpleri daha da kıran bu mülkiyetçi arzu, arzı ifsad etmektedir. Düşene bir tekme de o arzu vurmaktadır. İfsad derinleşip kök salmaktadır. Şeytan ve adamları, yani tağutlar cihanı mazlum ve mustazaflara dar eylemektedir. İyilerin nefesi çoğu zaman yetmemektedir ıslaha, güzelliğin yayılmasına. Göç yolları dikenli tellerden, Akdenizlerden geçmektedir. İnsan insana çokça sığınamamaktadır. Canı, Akdeniz ya da dondurucu ayazlar teslim almakta; emeği, patronlar çalmaktadır. Kin ve nefretin paratoneri varlığıyla yersiz-yurtsuz kılınan bu âdem evladı, boşlukta sallanmaktadır.

Oysaki Rabbimizin düzeninde yolda kalmışa omuz vermek, yani dayanışma vardır. İnsanlık yolda kalmışsa ilâhi emir bellidir. Köyün bir mahallesi bombalanıp işgale maruz kalmışsa yapılacaklar açıktır. Kendini kurtarmaya ayarlı duruşlar açıkça kınanmakta, ifsad olarak tanımlanmaktadır.

Sancılı bir dönüşüm olacağa benziyor. Dünya düzeni, kontrolü ne kadar koruyabilecek, ulus devlet korunaklılıkları ne kadar dayanacak, çoktan mülke ulaşıp çürümüş medeniyetler bu hareketliliği ne kadar tolere edebilecek,  Allah bilir ancak şüphe hâsıl olmuştur bir kere. İnsanlığın uzun tarihinde ne çok örneklikler vardır ibret alınası!

Kısa göçmenliğimizde şu dünyada, doğru tarafta durmaya bakmalı. Adaletten, dayanışmadan yana… Darda ve yolda kalmışın saflarında ısrar ederek… Kötülüğü üretenlerin tam karşısında durarak; düşene değil, düşürene vurarak!

8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Aksâ Tûfânı Dersleri: Özgürleşmeden Özgürleştirmek

Yayınlanma:

-

Aksâ Tûfânı üzerinden bir yıl geçti.

Muhatapları bakımından karşılıklı bir tûfân bu, kabul etmeli. Muhataplara sadece muharipleri, Siyonistleri, katliama uğrayan Filistin halkını dâhil etmiyorum. Yeryüzünün farklı coğrafyalarında Filistin halkının, Gazze şehrinin acısıyla sokakları, meydanları dolduran vicdan sahibi insanları, soykırımı destekleyenleri de o cepheler içinde anıyorum.

Her tûfânın birtakım sonuçları olur ya da olmaya devam eder. Aksâ Tûfânı, bir asrı aşan bir geçmişin ürünü. Her ne kadar şaşırtıcı bir çıkış, tahmin edilemeyecek bir hamle olsa da derinlere ulaşan kökleriyle güçlü bir ağacı andıran direniş sürecinin bir meyvesinden başka bir şey değildi ve her meyve gibi sürprizlere açık bir lezzeti oldu.

Aylar boyunca pek çok analiz okuyup dinlediğiniz için benzer tartışmaları genişletmek istemem lâkin kayıtlara geçsin diye birkaç hususun altını çizmekte yarar görüyorum. Aksâ Tûfânı sürecine şahitliğimizi doğrudan bir “taraf” olarak ortaya koymaya çalıştık; eylem ve beyanlarımızla hakikatin tecelli etmesi için gayret gösterdik lâkin kabul etmeli ki murâdımızın muhataplarda güçlü tesirler uyandırdığını söylemek oldukça zor.

İslami Hareketlerin seyri dolayımında yaptığımız tartışmaları besleyen bir süreçtir Aksâ Tûfânı; bir kere onu vurgulamak, yerini bihakkın tespit etmek gerek. İslami Hareketlerin olumlu-olumsuz bütün tecrübe ve birikimleri toplamında masaya yatırıp tartışmadığımız durumda bu süreçle ilgili değerlendirmeler hamasete ya da yazıklanmalara teslim edilecek, takipçileri için ortaya konulması gereken değeri yitip gidecektir.

Kassam Tugaylarının, Hamas’ın siyasi heyetlerinden bile gizli operasyonu olarak sunulan Aksâ Tûfânı, Filistin direnişinin askerî karakterini pekiştirmiştir. Bu hususun geniş bir anlaşmazlık zemini olarak karşımızda durduğunu elbette kabul ediyorum ancak kapsadığı alanın neredeyse sorgulanamaz genişliğini böylesi kritik bir aşamada bile tartışmak gerektiği kanaatindeyim. Direniş(ler)in tümüyle askeri faaliyet olarak eşitlenmesi, İslami hareketlerin ufkunu kökten etkileyecek bir tablo sunmaktadır. Bu tablonun tesirinde kaçınılmaz olarak kalacak her bir hareket için ıskalanamaz bir değerlendirme perspektifidir bu.

Hizbullah’ın hemen 8 ekimde başka bir muharip muhatap olarak Gazze’ye destek maksadıyla sürece dâhil olması ve başta Nasrullah olmak üzere lider kadrosunun suikastlara maruz kalması; yine Haniye’nin İran’da suikasta maruz kalmasıyla İran’ın sıcak savaş temrinlerine süratli başlangıcı; Yemen, Irak ve Suriye hatlarının inişli çıkışlı savaşkan fotoğraflarının daha da netleşmesi askeri faaliyetin direnişe eşitlenmesi hususiyetini iyice pekiştirdi.

Bu sarmal hakkında konuşmak şarttır. Direnişin çok boyutluluğu, farklı karakteristik veçheleri bağlamında söylenecek çokça sözümüz olmalıdır. Özellikle îmânî bir yükümlülük olan “şûrâ” kavramının gereği gibi anlaşılıp icra aşamasına geçirilememesiyle alâkalı problemler silsilesinin neredeyse tümüyle askerî bir faaliyet olarak tecessüm eden bir direniş algısının oluşmasına; bunun da halkları, toplumları doğrudan etkileyen ve ucu bucağı kestirilemeyen sonuçlar ürettiğine dikkat kesilmeliyiz. Batı Asya’nın/Ortadoğu’nun neredeyse akamete uğramayan güçlü bir döngü olarak şiddetin tutsağı olduğu gerçeğini belirleyebilirsek bunun bütün olası ya da fiili sonuçlarını kestirip gözlemek imkânına da pekâlâ sahip olabiliriz.

Egemen dünya düzeni tarafından Batı Asya’nın yamacına yapıştırılan Siyonist garnizon rejiminin mahiyetini Aksâ Tûfânı sürecinde bir kez daha görüp deneyimledik. Savaşın kaçınılmazlığı, tarihin durdurulamaz aşamalarında kendini gösterebilir ancak müslüman kalabalığın temerküz ettiği Batı Asya mıntıkasında emperyalizme/Siyonizm’e direnişin sadece bir avuç Filistin halkının omuzlarına yüklenmiş oluşu, bölge İslami hareketleri tarafından düşünülmeli ve bu mücadelenin hangi evrelerde askeri ya da “başka biçimler faaliyeti” olarak seyredebileceği şûrâ formunda müzakere edilmelidir. Bu zorunluluk, emperyalist-siyonist köklerin Filistin’i de içine alan Batı Asya mıntıkasının geniş coğrafyasından beslendiği dolayısıyla Filistin halkından önce o geniş coğrafi alanlarda meskûn toplumların bu kökleri Batı Asya’dan söküp atma yükümlülüğü ile de ahlâkî olarak uyum hâlindedir. Bunun siyasal mücadele programını da askeri faaliyetin çok önünde olacağı izahtan vârestedir.

“İslam dünyası” klişesinin bir-iki küçük kıpırdanış dışında hem entelektüel hem siyasal iradesizlik bağlamında bir kez daha parçalandığına tanık olduğumuz bir süreç oldu Aksâ Tûfânı. İşbirlikçilik ve ihanet sarmalının müslüman halkları yuttuğunu, iradelerini rehin aldığını acı bir şekilde bir kez daha gördük. Öfkemizi dindirecek bir ma’kes bulamadık. Siyonist katliam makinesine -başta Türkiye tarafından olmak üzere- gönderilen petrolün bir damlasını kesemedik, ticaretin bir kuruşluk hacmini iptal ettiremedik. Rüştünü ispat edip ümmete yol haritası olamadan Seyyid Kutupların, Ali Şeriatilerin beslemeye çalıştığı damarların salt askeri faaliyetlere evrilen güzergâhları hakkında düşünme çağrısı şu aşamada hiçbir değer görmeyecektir farkındayım lâkin Allah’ın günleri çoktur, aksi taktirde aynı hatalarla kuşaklar boyunca yüzleşmek kolayca yazgımız olabilecektir.

Popülist siyasi liderlere yakışan popülist eylem coşkunluğunun ürettiği ve ulus-devlet tecrübesinin son bir yüz yıldır öğrettiklerinden hiçbir ders alınmadığını gösteren “başkenti Kudüs olan bağımsız Filistin devleti” şeklindeki ucuz çözüm önerisinin coşkulu kabulü hâl-i pür melâlimizin etkili fotoğraflarından olmuştur. Son derece açık ve anlaşılır örnekler toplamı olarak başta İncirlik ve Kürecik olmak üzere çok sayıda ABD-NATO üssü barındıran, maddi manevi kaynaklarıyla tümüyle kapitalizmin/emperyalizmin avuçlarına teslim etmiş Türkiye’deki İslami çevrelerde olduğu gibi İslami hareketlerin kendi mıntıkalarını özgürleştirecek, yaşamın tüm alanlarını kuşatacak toplumsal/siyasal hareketler üret(e)meden, böyle bir zahmete tevessül etmeden füze ve roketlerle remzedilen askeri faaliyetlere özgürlük muştusu olarak bel bağlamaları trajediden öte bir durumu işaret eder.

“Özgürleşmeden özgürleştirmek” iddiası hakkında konuşulmalıdır. Sömürge zincirini tamamlayan bir halka olarak bütünden kopmadan ya da o halkayı koparmadan çizilen o çerçevenin iddiası hangi seviyede değerlendirilmeyi hak edecek, göreceğiz. Şeytanın bütün ordularını hizaya dizip hakikatin, mazlum ve mustazafların üzerine sevk ettiği bir vasatta hakikat cephesinin başta hakikat, sonra da stratejiler hakkında lâyıkıyla fikredip müzakere etmemesi sefaletimizin devamının garantisi olma bahtsızlığını bize tekrar yaşatmaktadır.

“Wall Street’i İşgal Et” eylemlerinden bu yana anti-kapitalist isyanlar, Arap Baharı gibi süreçler ideolojik çerçevesizlik ve şûrâyı esas alan irili-ufaklı örgütlülüklerden yoksunluk gibi nedenlerle akması gereken havuzlara yönelip tesirli neticeler üretemedi, mevcut düzenleri sarsamadı. Aksâ Tûfânı’nın başından bu yana özellikle Batı’da sokakları dolduran coşkulu protestolar için de bu değerlendirmeler geçerli. İslami hareketlerin Batı Asya ya da başka diğer coğrafyalarda yaşadıkları da bundan bağımsız değil. Dönüp dolaşıp ancak insan hakları söyleminin kıyılarına tutunabilen mücadelelerdeki başarısızlık hissiyatı şiddet ve ona bağlı olarak askeri faaliyet ortaya çıkınca sorgusuz bir yücelticilik eğilimine teveccüh gösterebiliyor.

Direniş/ler/in mahiyeti hakkında yeterli bir fıkhetme ediminden mahrum olduğumuz ortada. Zülkarneyn peygamberin misyonunun mirasçı olmak bu fıkhedişin zaman ve mekâna göre çeşitlenmesi demek. “Özgürleşmeden özgürleştirmek” bahtsızlığından ancak kimlik kirliliğini izhar eden sembol ve söylemlerden azat olmayla başlayıp yüksek bir iman ve ideoloji makamına kanatlanmakla kurtulunabilir.

Yerelden küresel ölçeğe uzanacak ittifak halkaları, şûrâyı ihmal etmeden bir zincire dönüşebilirse Zülkarneyn modeline ulaşılabilir. Şûrâ ihmal edilirse hikmet kaybolur. Hikmetin Batı Asya’da insanların dinî saik ve motivasyonlarla birbirini boğazladığı yakın geçmişte bir kez daha bizi terk ettiğine kânî olduk. Cemel ve Sıffîn mirasçılarının tekraren hikmetle buluşması “şûrâ”yı diriltmekten geçmektedir.

Egemen dünya düzeninin farklı cephelerinin yaşadıkları rekabetin bir gereği olarak direniş hareketleriyle temas kurma niyetleri, mezkûr direniş hareketleri için ölümcül hamleler olabilir. Kat’î sûrette bu tuzaklardan sakınmak icap eder. Filistin’deki direniş örgütlerinin Çin aracılığıyla bir araya gelişleri bu durumun yakın dönemdeki çarpıcı bir örneğidir ve özgürleşme amacındaki mücadeleleri egemen dünya düzeni içindeki rekabetin taraflarından biri yapar ki bu da ancak “özgürleşmeden özgürleştirmek” çelişkisinin yeni, talihsiz bir örneği olur.

Hucurât sûresi 9. ayetin bir gereği olarak problemlerini çözemeyen müslümanların İslam düşmanı organizasyonların arabuluculuğuna onay vermesi; yine bir küresel güce karşı başka küresel güçlerle ittifak kurması reel siyasetin İslami kimlik ve sorumluluğa galebe çaldığının göstergesidir. Bu aşamada teorik ve çarpıcı bir yaşanmışlık olarak kurucu bir siyasi irade olan “hicret”in üreteceği dinamizmin de üzerinde düşünülmekten uzaklaşılmış temel İslami kavramlardan biri olduğu rahatlıkla söylenebilir.

İradelerini kısmen ya da bütünüyle bir şekilde ulus devletlerin iradelerine teslim etmiş toplumsal hareketlerin ya da direniş örgütlerinin zihinsel/entelektüel bir yenilenmeye ihtiyaç duyduğu açıktır. Yola, şartların zorladığı istikamette devam etmek zorunda değiliz. “Son saat”e değin adalet ve zulmün, tevhid ile şirkin kapışması sürecekse Rabbimizin ısrarla vurguladığı vahyî ilkelere tutunmada sebat etmeliyiz. Aksi taktirde dünyada da ahirette de herhangi bir muzafferiyetten bahsedemeyiz.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

7 Ekim’den Bugüne: Bir Yılın Muhasebesi

Yayınlanma:

-

7 Ekim 2023 tarihinde bölgemizde büyük olasılıkla geri dönüşü olmayacak bir dönem başladı. Bugün, tam bir yıl sonra, Gazze’yle birlikte Lübnan’ın da savaşın bir cephesine dönüştüğü, Batı Şeria’da büyük bir altüst oluşun yaşandığı; Yemen, Irak ve Suriye’nin düşük yoğunlukla da olsa savaşın içinde olduğu; İran’ın da doğrudan müdahil olmaya başladığı olağanüstü bir sürecin içindeyiz ve yakın dönemde çatışmasızlık ortamının oluşmasını beklemek için fazla bir sebep yok. Bir yıllık süreç, 1948’den beri benzeri görülmemiş bir insani yıkım meydana getirdi ve İsrail tüm bu altüst oluş sürecinden kalıcı kazanımlarla çıkmaya çalışıyor. Ne var ki çatışmaların ne zaman son bulabileceğini öngörmek zor olduğu gibi, nasıl bir nihai sonuç üreteceğini de öngörmek kolay değil. Hemen hemen kesin olan bir şey varsa, 7 Ekim 2023 öncesi statükoya dönülmeyeceğidir.

Aksa Tufanı neden başladı?

Filistin direnişinin Aksa Tufanı olarak adlandırdığı harekatın sebepleri üzerine bugüne kadar pek çok değerlendirme yapılmış olsa da bazı temel hususların yeniden altını çizmek gerekiyor.

İsrail rejimi 2005 yılında, artık yönetemez hale geldiği Gazze Şeridi’nden çekilmek zorunda kaldığında, 38 yıl sonra ilk kez Filistin topraklarının bir parçası özgürleşmişti. Ancak kısa süre sonra bir siyasi altüst oluş başladı. Nitekim 2006 yılında yapılan demokratik seçimlerden birinci çıkan Hamas’a ilk darbe El Fetih hareketi tarafından vurulmuş, Filistin Yönetimi’ni bırakmak istemeyen hareketin Hamas’la yaşadığı ve kan dökülmesine de sebep olan iç krizin ardından 2007 yılında işgal altındaki Batı Şeria’nın El Fetih, özgür Gazze’nin ise Hamas tarafından yönetildiği bir denklem oluşmuştu. Ne var ki İsrail, bu yeni durumun oluşmasından hemen sonra, ABD ve başka Batı ülkelerinin de tam desteğiyle Gazze Şeridi’ni denizden, karadan ve havadan abluka altına aldı. Dahası, 2008 sonu/2009 başında 22 gün boyunca, 2012 yılının kasım ayında 8 gün boyunca, 2014 yazında ise 52 gün boyunca Gazze’ye büyük çaplı saldırılar düzenlendi. Tüm girişimlere rağmen Gazze teslim alınamadı ve halk direnişe isyan etmedi. Ancak Gazze günden güne yaşanamaz hale geldi ve 2 milyondan fazla insanın yaşadığı 360 kilometrekarelik bir açık hava hapishanesine dönüştü.

Gazze’deki statükonun ilanihaye sürdürülmesi mümkün değildi. Üstelik İsrail eş zamanlı olarak Batı Şeria’daki işgalini de derinleştiriyor ve ilhak plânları yapıyor, Kudüs’ü Arapsızlaştırma çabalarını hızlandırıyor ve Mescid-i Aksa’nın kutsallığını çiğniyor, çıkardığı yeni kanunlarla 1948 sınırları içinde yaşayan Filistinli Araplar üzerindeki apartheid baskısını arttırıyordu. Tüm bu çabalarında birkaç sözlü çıkış dışında dünyadan hiçbir tepki ve engelle karşılaşmayan İsrail, bir yandan da bölgenin yeni keşfedilen doğalgaz kaynaklarına el koymak için bir yol haritası geliştiriyordu. Arap rejimleri ise yarım asırlık utanç verici duruşlarını yeni bir boyuta taşıyarak, birer birer normalleşme anlaşmaları imzaladığı İsrail’le ikili ve çoklu işbirliklerine girişiyordu. Filistin boğuluyor, Filistin halkı ve davası unutuluyor ve gündemden düşürülüyordu.

İşte Aksa Tufanı tüm bu koşullarda başladı. Mısır ve Suriye’nin İsrail’e sürpriz bir saldırı düzenlediği 1973 tarihli Yom Kippur Savaşı’nın ellinci yıldönümünde, direniş güçleri sınırı aşarak İsrail güçlerine bir dizi saldırı düzenledi, hatta bir süreliğine bazı bölgelerin kontrolünü ele geçirdi.

Dünya medyasının iddia ettiğinin aksine, 7 Ekim saldırılarında ölenlerin 373’ü asker ve istihbarat görevlisiydi ve bunların önemli bir kısmı Gazze’yi en iyi bilen birimlerdendi. 695 sivilin ise önemli bir bölümü İsrail ordusunun açtığı ateşle ölmüştü. Nitekim kısa süre içinde ortaya çıkan çok sayıda video görüntüsü ve tanıklık, saldırının şokunu yaşayan İsrail ordusunun Hannibal Direktifi’ni uygulamaya soktuğunu göstermektedir. Bu direktife göre ne pahasına olursa olsun ve bedeli ne olursa olsun İsraillilerin düşman bir güç tarafından esir alınmasına izin verilmemelidir. Bu sebeple İsrailli askerleri ve yerleşimcileri esir almaya çalışan direniş unsurları makineli tüfeklerle, helikopter atışlarıyla taranmış, hatta direnişçilerin ilerlediği kibbutzlar tanklarla vurulmuş, bu büyük çaplı eylemler neticesinde Hamas üyeleriyle birlikte yüzlerce İsrailli de ölmüştür.

İsrail’in yanıtı: soykırım

Hannibal Direktifi’nin uygulanmasına rağmen direniş güçleri, aralarında üst düzey subayların da olduğu iki yüzden fazla İsrailliyi esir alarak Gazze’ye götürmeyi başardı. Amaç İsrail’i bir esir takasına zorlamaktı; nitekim Aksa Tufanı’nı doğuran faktörlerden biri de İsrail’in keyfi ve kitlesel tutuklamalarıyla hapishanelerin binlerce Filistinliyle doldurulmuş olmasıydı. Ne var ki Netanyahu liderliğindeki İsrail yönetimi ilk saatlerden itibaren Gazze’ye tüm gücüyle saldırma yoluna gitti ve apaçık bir şekilde, kendi vatandaşlarını da gözden çıkardı. İşgal ordusunun Gazze’de “insansı hayvanlarla” savaştığı söylendi ve bazı Tevrat ayetlerine de referansla, Gazze’nin içindeki herkesi ve her şeyi yok etme isteği ve yönelimi açıkça ortaya konuldu.

Gerçekten de ilk günlerden itibaren elektrik, su, yiyecek, yakıt ve ilaçtan mahrum bırakılan Gazze’de hedef olmayan hiçbir şey ve hiçbir yer kalmadı. Okullar, hastaneler, Birleşmiş Milletler yerleşkeleri, cami ve kiliseler, yemek ve su dağıtım noktaları, hatta yerinden edilen sivillerin oluşturduğu araç konvoyları ve sonraki aşamalarda çadırkentler dahi sistematik olarak hedef alındı. Tam da Netanyahu’nun gönderme yaptığı “Amalekler” vakasında olduğu gibi, atlar, eşekler ve kedilerin bile kasten ve keyfi şekilde öldürüldüğünü gösteren sayısız görüntü mevcut. İsrail güçleri tarafından tam 17 defa mezarlıklar bile vuruldu ve tahrip edildi. Çoğu kadın ve çocuk olmak üzere en az 42 bin (muhtemelen bundan çok daha fazla sayıda) insan hayatını kaybetti; bunların içinde sığındıkları hastanelerin avlularında tankla ezilenler ve diri diri gömülenler de bulunuyor.

Filistin tarihinde eşi benzeri görülmeyen bu fiiller, hukuki anlamda bir soykırımın bütün özelliklerini taşımaktadır ve İsrail liderleri eninde sonunda bu soykırım sebebiyle hesap verecektir.

Amaç neydi ve başarılı oldu mu?

İsrail’in bir yıldır devam eden soykırım saldırıları bir yanıyla çocuklar dahil tüm Gazze nüfusuna toplu cezalandırma uygulama ve bir daha yeni bir 7 Ekim’e girişmemeleri için “unutamayacakları bir ders verme” amacına matuf olarak gerçekleşti. Ancak Netanyahu ve ekibinin tek amacı bu değildi. Varlığını etnik temizlik yoluyla inşa etmiş ve sonraki dönemlerde de aynı yoldan konsolide etmiş olan İsrail, en başından beri Gazze’deki Filistinli nüfusu Mısır’a doğru sürme ve/veya Gazze Şeridi’ni tamamen yaşanamaz hale getirerek halkı “kendi isteğiyle” gitmeye zorlama amacı da güttü. Ne var ki tarihlerinden yeterince ders çıkaran Filistinliler topraklarına sımsıkı tutundu. Şu anda, yaşamsal ihtiyaçların neredeyse hiçbirinin karşılanamadığı Kuzey Gazze’de bile on binlerce Filistinli, bölgelerinden ayrılmamış durumda.

İsrail’in elbette başlıca amaçlarından biri de Filistin direnişinin Gazze’deki varlığına kalıcı olarak son vermek ve bölgenin mümkün olan en geniş kısmında askeri kontrol sağlamaktı. Ne var ki meydana getirdikleri büyük yıkıma rağmen, bir yıllık sürecin sonunda Gazze’nin çoğunda kontrol sağlayamadılar ve kontrol sağladıklarını söyledikleri mahalle ve bölgelerin bir kısmından geri çekilmek zorunda kaldılar.

Bugün Gazze’nin bir kısmının işgal edilmiş olduğu ve bunun uzun süreli olabileceği doğruysa da İsrail’in başlangıçtaki hedefleriyle bir yılın sonunda sahada elde edebildikleri arasında bir uçurum bulunmaktadır.

Gazze’ye uzanan dayanışma elleri

Son derece çetin geçen bu bir yıl boyunca, Gazze’ye bölgenin ve dünyanın pek çok yerinden dayanışma elleri uzatıldı. Bundan kastımız Gazze’ye sınırlı bir ölçekte girebilen – ve elbette son derece önemli ve hayati olan – insani yardımlardan ibaret değil. Yine aynı şekilde son derece önemli ve değerli olan, ancak tek başına bir etki üretmeyen protesto gösterilerinden de daha fazlasından söz ediyoruz.

İsrail bugüne kadar işlediği suçları, bedel ödemediği ve yaptırımla karşılaşmadığı için işleyebildi. Bu sebeple 7 Ekim sonrasında boykot ve yaptırım çağrıları daha da elzem hale geldi ve önemli sonuçlar da elde etti. Sayısız kurum ve kuruluş, İsrailli partnerleriyle olan işbirliklerini sonlandırdı. İsrail ekonomisi ciddi ve ağır darbeler aldı. Aynı zamanda İsrail’in ve kurumlarının tecrit edilmesi yönünde önemli mesafeler kaydedildi ve 1948’den beri belki de hiç görülmemiş derecede İsrail’in varlığının ontolojik temelleri sorgulanır hale geldi.

Tüm bunların yanında, dünyadan gelen ateşkes çağrıları kayıtsızlık ve oyalamayla karşılanırken bölgedeki pek çok başka direniş gücü, İsrail’i, Gazze saldırılarını durdurmaya zorlayacak doğrudan eylemlere girişti. İşgal ordusu ve altyapısı, Yemen’den, Suriye’den, Irak’tan ve İran’dan hedef alındı. En büyük askeri çaba ise kuzeyde yeni bir cephe açarak İsrail güçlerini bölmeyi ve yıpratmayı hedefleyen Lübnan Hizbullah hareketinden geldi. 8 Ekim’den başlayarak çatışmaların yoğunluğu giderek arttı ve hareket, genel sekreteri Hasan Nasrallah da dahil olmak üzere çok sayıda yöneticisini ve yüzlerce kadrosunu Filistin halkı ve davası uğruna feda etti.

Bugün, sürecin bir bölgesel savaşa dönüşme ihtimali giderek artarken, Gazze’yi ve orada yaşama tutunmaya çalışan 2 milyondan fazla Filistinliyi unutmamak gerekiyor. Diğer yandan Gazze’nin kaderinin başta Lübnan olmak üzere bölge halklarının kaderiyle ortaklaştığını da görmek gerekiyor. Önümüzdeki süreç büyük bir ihtimalle ya yıkımın bölgeselleşmesiyle ya da bölge halklarının güç birliğine giderek İsrail’e gerçek bir yenilgi yaşatmasıyla sonuçlanacaktır.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

12 Eylül Dipdiri

Yayınlanma:

-

12 Eylül, temel hedefleri itibariyle canlılığını koruyor.

12 Eylül askeri darbesinin egemen dünya düzenini yerelde tahkim eden rolü yıllar içinde daha iyi anlaşıldı. Asker-sivil koalisyonuyla darbe süreci kurucu rolünün hakkını vermiş, hedeflerini uzun yıllara yayılan başarısıyla gerçekleştirerek enteresan bir tarihsel aşama örneği sunmuştur.

Tanzimat Fermanı ile küresel kapitalizme dâhil olma kararı veren Osmanlı Devleti-Türkiye Cumhuriyeti arasındaki kesiksiz akış, onarıcı darbelerle tehlikelerden azade kılınmıştır. Azgın sermayenin önündeki bilumum engelin kaldırıldığı neoliberal aşamasıyla kapitalizm, bâkir coğrafyalara dizginlerinden boşanan bir hız ve ihtirasla dalmıştır.

Şili’deki Pinochet darbesinin tıpkı basım benzer bir örneği olarak gerçekleşen 12 Eylül darbesi, yakın dönemlerinde bütün dünyada gerçekleşen neoliberal dönüşümün yereldeki kolaylayıcısıydı. Kapitalizmin krizini aşmayı hedefleyen 24 Ocak kararlarının uygulanabilmesi mevcut koşullarda mümkün olmadığından sert bir yönetim ihtiyacına cevap olarak askeri darbe geldi.

12 Eylül’ün kapitalizmi himayesi iki koldan gerçekleşmiştir. Yükselen işçi hareketleri hedef alınmış, sendikal mücadele ve sosyalist örgütlenmeler baskılanıp önemli ölçüde dağıtılmıştır. Sol-sosyalist çizgi, 12 Eylül’de aldığı darbenin tesirinden hâlâ kurtulabilmiş değildir. Neredeyse bütün dünyada eş dönemli olarak gerçekleşen neoliberal saldırı[1] farklı coğrafyalarda benzer sonuçlar doğurmuştur.

24 Ocak kararlarının açtığı yarık giderek büyümüş, halkı ve coğrafyasıyla bütün bir ülkeyi yoksulluk ve yağma düzenine teslim etmiştir. Kim ne derse desin 24 Ocak-12 Eylül hattının şampiyonu 22 yıllık AKP iktidarıdır. Her ne kadar Turgut Özal’ın önce 24 Ocak kararlarını ilan eden hükümetin program hazırlayıcısı sonra da kararları sert bir şekilde uygulayan darbe hükümetinin başbakan yardımcısı olarak başlayan ve Anavatan Partisi ile iktidar olarak süren yaldızlı imajının dönemsel popülaritesinden bahsedilebilirse de istikrarlı hükümetler kuran AKP’nin 24 Ocak kararlarının ruhuna iman etmiş yaygın ve kalıcı neoliberal politikalarının eline kimse su dökemez!

Neoliberal saldırganlığın Türkiye özelindeki başarısı ancak bazı siyasal, kültürel, dini ve sosyolojik müdahalelerle mümkün olabilirdi.

12 Eylül darbesinin önemli ölçüde yenilgiye uğrattığı sol-sosyalist hareketlerin yerine Türk-İslam sentezinin ikame edilmesini isteyen rejim, bu doğrultuda bütün imkânlarını seferber etti. En nihayetinde Türkiye bir NATO üyesiydi ve kapitalist blok için kaybı göze alınamayacak değerdeydi. Hele de İran’da hemen kısa bir süre önce İslam devrimi gerçekleşmişken!

Kapitalist blok hem dünyada hem de Türkiye’de sosyalist hareketleri ve devletleri/paktları mağlup etmenin eşiğindeyken Batı Asya’da (Ortadoğu’da) önemli bir üssünü kaybetmişti. Ayetullah Humeynî önderliğinde gerçekleşen İslam devrimi, bölgede yükselen diğer İslami hareketlerle birlikte NATO önderliğindeki Batı bloğunu ürkütmüştü. Bir taşla iki kuş vurmanın tam zamanı sayılabilirdi!

İslam’ın devrimci yükselişini Türk-İslam senteziyle bulandırıp engellemek için İslamizasyon politikalarını devlet imkân ve araçlarıyla devreye sokan 12 Eylül rejimi sosyalizm ve İslam tehlikesini birlikte savuşturmanın hesabını yapıyordu. Irak’ın İran’a saldırtılmasıyla kuşatılmak istenen İslam devriminden sonra Türkiye’de de serpilme emareleri gösteren tevhîdî yönelim mecrasından saptırıldı.

24 Ocak-12 Eylül hattının mütemmim cüzü olarak yapılan ve “terbiye süreci” olarak değerlendirdiğimiz 28 Şubat[2] darbesinin doğurduğu AKP iktidarının Şili’ye benzer biçimde ironik “12 Eylül’le hesaplaşma” muhabbeti, hakikati perdeleme çabasından başka bir amaç gütmemiştir.

Başörtüsü yasağı üzerine gelen ve kapanan imam-hatip okullarının açılmasıyla dindar kitlelerin gönlünü fethederek düzen adına rıza üreten AKP iktidarı, NATO’dan ve küresel sermayeden yana tutumunu neredeyse engelsiz bir şekilde fiiliyata geçirdi. Irak işgaline yol veren, Libya’dan Afganistan’a, Suriye’den Filistin’e kadar egemen dünya düzeni saflarında yer alan AKP iktidarı bütün bunlara paralel biçimde ülkeyi baştan başa sermayenin talanına açmıştır.[3] Bir yandan TÜSİAD sermayesini kollayan AKP, diğer yandan kendine yakın çevreleri de ayrıca ihya etmiştir.[4] Vâr oluşsal pozisyon olarak da emek mücadelesinin tam karşısında konumlanmıştır. Bunun en somut örneği OHAL koşullarında yasaklanan grevlerdir.[5]

Cumhur ittifakı ile Türk-İslam sentezini icraya olan gönüllülüğünü kanıtlayan AKP iktidarı, ideolojik referansı olarak da Necip Fazıl çizgisini[6] türlü vesilelerle öne çıkardı, İslam’ın devrimci mesajının Batı Asya’daki ilerleyişine set çekmekten imtina etmedi. Kemalizm’in sembol ve ritüellerine teslimiyete, içi boşaltılan bir kısım İslami semboller için itiraz etmeyen;[7] II. Abdülhamit’ten bu yana benimsenmiş dış politika olan denge siyasetiyle ayakta kalmaya çalışan ve bu yolla iyice kimliksizleşerek küresel güçlerin iradesine teslim olan 22 yıllık iktidarın 12 Eylül’ün şampiyonu olmadığını kim reddedebilir!

15 Temmuz’dan bu yana yükseltilen şovenist dalganın gizlediği yağma Anadolu’nun her bir köşesine ulaşmış, delik deşik etmediği yer bırakmamıştır. Sermayenin önündeki engelleri kaldırmanın programı olan 24 Ocak, 12 Eylül darbesinden güç almasaydı bile son 22 yıllık iklimde pekâlâ çok daha güçlü bir şekilde uygulanabilirdi.[8] Kırsalın boşaltılarak küçük köylülüğün yok edilmesiyle beraber büyükşehir yasasıyla beraber iptal edilen köy statüleri, mera ve ormanların 2-B gibi yasalar yardımıyla sermayeye devrini hızlandırdı[9] ve bunlar kamulaştırma kanunları marifetiyle cılız gösterilerin rağmına sert bir şekilde gerçekleştirildi.

Türkiye’nin Çin modeli vizyonuyla[10] ucuz işçi cenneti olması resmi politika olarak savunuldu, bunun için asgari ücret genel geçer ücret hâline getirildi. Yoksul kitlelerin, emekçi sınıfların haysiyetleri[11] hedef alınarak devrimci hareketlerin boy vermesi 12 Eylül’ün şampiyonları tarafından baştan engellenmek istendi.

12 Eylül’ün zulümleriyle büyüyen Kürt meselesi, yasaklarla boğuşan İslami çevrelerin yaşadığı aldatma tecrübelerine maruz kalarak sistem içine çekilme sürecinin bir benzerini yaşadığı söylenebilir: Çözüme kavuşturuluyormuş gibi yapılan pek çok meselenin şiddet-rıza sarmalında sistem içine çekilerek sönümlendirilmesi ve egemen şoven sistemin söyleminin pekiştirilmesi[12] yine AKP’nin marifetli politikalarıyla mümkün oldu.

Eğitimde, kerameti kendinden menkul 12 Eylül ruhuyla uygun erdem-değer modeliyle Avrupa Yeterlilikler Çerçevesini esas kabul eden Türkiye Yeterlilikler Çerçevesi[13] üzerinden kapitalizmle bütünleşerek küresel sermayenin iş gücü ihtiyacı amacını birleştirerek Protestan ahlâkını mücessem hâle getirmeyi amaçlamıştır. Böylece 12 Eylül’ün en başarılı uygulayıcısı olma sıfatını hak etmiştir.

 

[1] Neoliberalizm: Muhalif Bir Seçki; Alfredo Saad-Filho Deborah Johnston; Yordam Kitap

[2] Bir Terbiye Süreci Olarak 28 Şubat, Ahmet Örs; https://www.tasfiyedergisi.net/bir-terbiye-sureci-olarak-28-subat/

[3] Türkiye Maden Ruhsatlarının Tehdidi Altında: 24 İlde 20 Bine Yakın Maden Ruhsatı: https://www.tema.org.tr/basin-odasi/basin-bultenleri/turkiye-maden-ruhsatlarinin-tehdidi-altinda

[4] Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP, Erol Balkan-Neşecan Balkan-Ahmet Öncü; Yordam Kitap

[5]Erdoğan: Greve tevessül etmek isteyen işçilere OHAL ile müdahale ettik; https://www.evrensel.net/haber/350636/erdogan-greve-tevessul-etmek-isteyen-iscilere-ohal-ile-mudahale-ettik

[6] Necip Fazıl Ödülleri; https://www.necipfazilodulleri.com/

[7] Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi, Cihan Tuğal; Koç Üni. Yay.

[8] Alevler değil, bir imza yok etti; https://www.birgun.net/haber/alevler-degil-bir-imza-yok-etti-540949

[9] Toprakları Kapatmak: Kamu Arazilerinin Özelleştirilmesi, Melek Mutioğlu Özkesen; İletişim Yay.

[10] Erdoğan ekonomide yol haritasını anlattı: Çin de böyle büyüdü; https://www.hurriyet.com.tr/gundem/erdogan-ekonomide-yol-haritasini-anlatti-cin-de-boyle-buyudu-41952854

[11] Ekmek ve Haysiyet Mücadelesi: Günümüz Türkiye’sinde Üç İşçi Hareketinin Etnografisi, Alpkan Birelma; İletişim Yay.

[12] Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi ve Krizi, Barış Ünlü; Dipnot Yay.

[13] Müfredat Taslağı Yeni Sıfatını Hak Etmiyor: https://www.egitimilkesen.org/mufredat-taslagi-yeni-sifatini-hak-etmiyor/

 

Devamını Okuyun

GÜNDEM