Connect with us

Köşe Yazıları

Birinci İntifada’nın Mirası

Yayınlanma:

-

Geride bıraktığımız 8 Aralık 2020 günü, Filistinlilerin işgale karşı ilk büyük kitlesel başkaldırısı kabul edilen Birinci İntifada’nın başlangıcının otuz üçüncü yıldönümüydü. 1987 yılının son ayında başlayan İntifada, 1990’ların başlarında son bulduğunda arkasında önemli siyasi sonuçlar bırakmıştı. Ancak bundan belki daha da önemli olan, İntifada’nın günümüze bıraktığı önemli miras olacaktı. Bu mirası doğru bir bağlama oturtmak için önce, 1987’yi önceleyen süreçlerin kısaca üstünden geçmek gerekiyor.

Yarım asırlık tedrici işgal

Filistin tarihinde birkaç önemli dönüm noktası bulunuyor. Kuşkusuz bunların en başında, kitlesel göçün, mülksüzleştirmenin ve on yıllar boyunca devam edecek mülteci hayatının başlangıç noktası olan, çok sayıda katliamın da gerçekleştiği ve çok sayıda Filistin köyünün haritadan silindiği Nekbe (1948) geliyor. Ancak Nekbe, Filistin tarihinin en önemli kırılma noktası ve etkileri bugüne kadar süren kolektif bir travma anlamına gelmekle birlikte, aynı zamanda kendisinden önce başlamış ve kendisinden sonra da devam edecek tedrici bir işgal sürecinde yeni bir merhale anlamını taşıyordu.

Nitekim Filistin’deki Siyonist yerleşimci sömürgeciliği süreci daha Osmanlı yönetiminin devam ettiği son dönemlerde başlamış, 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’yla birlikte Britanya hükümetinin resmi politikası haline gelmiş ve manda yıllarında bu hükümetin himayesi altında yoğunlaştırılarak sürdürülmüştü. Bu dönemde İzzeddin el-Kassam öncülüğünde başlayan 1936 ayaklanması gibi önemli ayaklanmalar da gerçekleşmişti. 14 Mayıs 1948 tarihinde Britanya mandası biter bitmez David ben Gurion’un Filistin topraklarının bir kısmı üzerinde İsrail devletini kurduğunu ilan etmesi ve arkasından gelen tehcir, katliamlar ve Arap ordularının yenilgisiyle sonuçlanan Birinci Arap-İsrail Savaşı, Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’ün doğu kısımları hariç Filistin’in tamamını Siyonist işgal altına soktu. Bir sonraki felaket ise, İsrail karşıtı söylemleri dilinden düşürmeyen popülist Arap yöneticilerin altı günde yüz kızartıcı bir yenilgi aldığı 1967 savaşı oldu. O yılın haziran ayı itibariyle, bir zamanlar haritalarda “Filistin” olarak adlandırılan toprak parçasının tamamı İsrail’in egemenliği altına girmişti.

Yalnız kalan Filistinliler

1967 yenilgisinin Filistinliler için en öğretici tarafı, Arap devletlerine güvenilmeyeceğinin ve pan-Arabist söylemlerin bir karşılık bulmayacağının ilk kez gün yüzüne çıkması oldu. O zamana kadar Nasırcılığa yakın bir çizgi izleyen Corc Habaş liderliğindeki Milliyetçi Arap Hareketi’nin savaş sonrasında Marksizm’i benimseyip Filistin Halk Kurtuluş Cephesi adını alması, bu sürecin sembolik tezahürlerinden biriydi.

Takip eden yıllarda Filistinli örgütler, Arap “kardeşlerinden” başka darbeler de yiyeceklerdi. 1967’den sadece üç yıl sonra Ürdün’deki Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) militanları, Haşimi Krallığı’nın askeri gücü tarafından ezildi. Filistin devriminin bir sonraki tutunma noktası olan Lübnan’da ise, etnik olarak Arap olmalarına rağmen kültürel ve ideolojik kodları itibariyle kendilerini Araplıktan ve Arap dünyasından ayrı tanımlayan Falanjist milislerin 13 Nisan 1975 tarihinde Tel Zaatar kampına giden Filistinli işçilerin minibüsünü taramasıyla başlayan iç savaş süreci, esas olarak ülkedeki Filistinlileri hedef alacaktı. Her ne kadar Falanjistler ve müttefikleri sorunlarının Filistinli mültecilerle değil, ülkelerini üs olarak kullanan Filistinli militanlarla olduğunu söylese de, iç savaş süreci, kurbanlarının neredeyse tamamen sivillerden oluştuğu 16-18 Eylül 1982 tarihli Sabra-Şatila katliamı gibi korkunç olaylara da tanık olacaktı.

İntifada’nın özgünlüğü

8 Aralık 1987’de başlayan Birinci İntifada sürecinin tarihsel bir kırılma özelliğini taşıması, kanaatimizce esas olarak bu bağlamdan kaynaklıdır. Zira Filistinliler, işgalcilere karşı ilk defa, kendi topraklarında, Arap devletlerinden bağımsız olarak ve hatta siyasi örgütlerin doğrudan yönlendirmesi olmadan başkaldırmışlardır. Nitekim Gazze’nin kuzeyindeki Cebaliye mülteci kampında dört Filistinlinin bir İsrail askeri aracı tarafından ezilmesine karşı verilen tepki ve akabinde büyük bir hızla yayılan eylemler silsilesi temel olarak tabandan gelişen bir dinamik olmuş ve Filistin toplumunun tamamını içine almıştır.

Kuşkusuz 30 Mart 1976 tarihinde yapılan toprak eylemleri başta olmak üzere, Filistin topraklarının önemli kitle gösterilerine sahne olduğu başka süreçler de yaşanmıştı. İntifada’yı diğer benzer süreçlerden ayıran ise halkın tüm kesimlerini kapsaması ve çok boyutlu bir başkaldırı olmasıydı. Tarihe kazınan fotoğraflardaki “taş atma” eylemleri en önemli simgesel unsurdu. Fakat Birinci İntifada aynı zamanda, genel grevlerden İsrail ürünlerinin boykot edilmesine, işgal altındaki topraklardaki İsrail kurumlarına gidilmemesinden halk komitelerinin kurulmasına, şiirler ve marşlar yazılmasından şehirlerin duvarlarının yaygın grafitilerle süslenmesine kadar sayısız eylem tipine ve sivil itaatsizlik örneklerine de sahne oldu.

Siyasi sonuçlar

İntifada on yılların biriktirdiği dinamiklerin ürünü olsa da, patlak vermesi kuşkusuz sürpriz olmuş ve ansızın gelişmişti. Taşlarla tankların karşı karşıya geldiği süreçte binlerce Filistinli hayatını kaybetse de, direniş kültürü geri dönüşsüz olarak halkın bağrında kök saldı. Süreci sonlandıracak olan ise aynı derecede sürpriz olarak görülen siyasi gelişmeler oldu.

İntifada başladığı zaman Yaser Arafat ve diğer FKÖ liderleri Tunus’ta sürgündeydi. Ayaklanma dalgasının etkisiyle 1988 yılında, Altı Gün Savaşı öncesindeki sınırlarda “Bağımsız Filistin Devleti” ilan edildi. Bağımsızlık ilanı 12 devlet tarafından aynı gün içinde, onlarca başka devlet tarafından da çok kısa süre içinde tanındı.

Gelişmeler, Filistin sorununun “uluslararası toplum”un da gündemine girmesini sağladı. Çatışmaya bir çözüm bulunması için ilk olarak 1991 yılında Madrid Konferansı düzenlendi. Bunu, Filistinli liderler ile Tel Aviv’deki siyasetçilerin barış görüşmeleri ve nihayet 1967’de işgal edilen topraklarda özerk bir Filistin yönetiminin kurulmasını ve İsrail ordusunun buralardan kademeli olarak çekilmesini öngören 1993 tarihli Oslo Anlaşması izledi. Ayrıca anlaşmayla birlikte FKÖ ve Yaser Arafat artık “Filistin halkının meşru temsilcisi” olarak tanınıyordu.

Ne var ki, hayal kırıklıkları gecikmeyecekti. Başta mülteciler sorunu olmak üzere can yakıcı meselelerin hiçbiri Oslo sürecine dâhil edilmedi. Beş yıl içinde kurulması beklenen bağımsız Filistin devleti kurulamadı. En önemlisi, İsrail işgal ettiği topraklardan askerlerini çekmedi ve buradaki yasadışı Yahudi yerleşim birimlerini boşaltmadı. Biriken öfke ve hayal kırıklığı, Ariel Şaron’un 28 Eylül 2000 tarihinde beraberinde çok sayıda işgal gücüyle birlikte Mescid-i Aksa’ya girmeye çalışmasıyla patlak verecek ve birincisine göre çok daha kanlı geçecek olan İkinci İntifada süreci başlayacaktı.

***

8 Aralık 1987 tarihinden bugüne kadar geçen 33 yıl içinde Filistinlilerin yaşamında fazla bir değişiklik olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değil. İşgal, mülksüzleştirme, mültecilik ve (2007’den beri) abluka halen sürüyor. Arap rejimlerinin birer birer İsrail’le “normalleşme” anlaşmaları yapmak üzere sıraya girdiği bu dönemde ise Filistinlilerin yalnızlığı hiç olmadığı kadar artmış durumda. Bu sebeple varlık mücadelesinin yolu, Birinci İntifada’nın işaret ettiği yoldan geçiyor: kendi ayakları üzerinde durma ve kendi içinde tam bir birlik sağlama.

 

* Faris Odeh, AP’den bir foto muhabiri fotoğrafını çekerken, 29 Ekim 2000’de elinde bir taşla bir tankın önünde tek başına duruyordu. On gün sonra, İsrail birlikleri tarafından boynundan vurulduğunda tekrar taş atıyordu. Çocuk ve resim daha sonra İsrail işgaline direnişin bir sembolü olarak ikonik statü aldı. Faris, vurulduktan birkaç gün sonra şehit oldu. (Ed.)

Siyaset Bilimi alanında doktora derecesine sahip olan ve 2016 yılından beri çeşitli vakıf üniversitelerinde ders vermekte olan Selim Sezer, ağırlıklı olarak Filistin ve Ortadoğu siyasetiyle ilgilenmektedir. Bu ilgiyi aktivizm alanına da taşıyan Sezer, BDS Türkiye gönüllüleri arasındadır. Dönemsel olarak bölgedeki siyasi gelişmeler hakkında çeşitli basın kuruluşlarına görüş ve röportajlar veren Sezer, Kasım 2020 itibariyle Yeni Pencere için yazmaya başlamıştır.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Erem Şentürk Neden Mahkemeye Gelmiyor?

Yayınlanma:

-

Erem Şentürk

Ben, Erem Şentürk adını, kendisi Filistin dostlarına hakaret edene dek hiç duymamıştım.

Açıkçası ağır eleştirilerde bulunmakla yetinse, haddi aşıp hakaret etmese hiç umursamazdım. Ciddiye alınacak bir insan olduğunu düşünmüyorum.

Kendisini gazeteci olarak tanıtan nice insanın sosyal medya hesapları üzerinden ne amaçlarla, neler yaptıkları akıl ve vicdan sahibi herkesin malumudur.

Bu şahıs, yaklaşık yarım milyon takipçi üzerinden kamuoyuna kişisel yargılarını boca ederken Filistin dostlarına fotoğrafta görüldüğü üzere iftira ve hakaret etti.

Elbette kötü söz sahibine aittir. İki defa, yani ısrarla hakaret ettiği için şikâyetçi olundu ve kendisi hakkında Trabzon 7. Asliye Ceza Mahkemesi’nde “hakaret” suçunu işlediği gerekçesiyle dava açıldı.

Özür dilemedi, uzlaşmaya yanaşmadı, hakaret ve iftira içerikli paylaşımlarını da hâlâ silmedi.

Böylesi “dik duruşlu”(!) bir arkadaştan ne beklersiniz?

Mahkemeye gelmesini, savcının hazırladığı iddianameye katılmadığını, kimseye hakaret etmediğini, dolayısıyla suçsuz olduğunu beyan etmesini; öyle değil mi?

Öyle olmadı, olmuyor.

Niyeyse, nasılsa Erem Şentürk’e ulaşılamıyor.

İki duruşma geçti, kendisi ortalarda yok. Hâkim, savcı, müşteki ve vekili de dâhil mahkeme heyeti iki duruşmadır bekliyor.

Savcı, müşteki ve vekili, yaptığı paylaşımın hakaret suçunu oluşturduğunu biliyor.

Bilgisayar başından kalkıp sanık kürsüsüne geçmesi ve kimin “kahpe” olduğunu izah etmesi gerekiyor.

3. duruşma, 8 Temmuz saat 09.35’te.

İnsan merak ediyor: Koskoca Asliye Ceza Mahkemesi iki duruşma geçmiş, aylardır Erem Şentürk’e neden ulaşamıyor?

Yoksa kendisi tebligatı almaktan mı kaçınıyor?

Yoksa kendisi resmi yollardan ulaşılmaya kapalı mı?

Yoksa sosyal medya üzerinden mi tebligat bekliyor?

Mahkemeye dilekçe verdik ve “adresinin tespit edilebilmesi, çağrı yapılabilmesi ve yargılamanın ilerleyebilmesi için ifadesi alınmak üzere sanık hakkında yakalama kararı çıkartılmasını” talep ettik.

Bekliyoruz.

Ne Olmuştu?

7 Ekim 2023 tarihinde, içinde bulunduğumuz yüzyılın en büyük trajedilerinden biri ve birincisi, Filistin’de yaşanmaya başlandı: Gazze Soykırımı. Türkiye, soykırımı durdurmak için elindeki imkânları neredeyse hiçbir şekilde kullanmaya yanaşmayınca 10 Mart 2024 tarihinde Direniş Çadırı çağrısı ile Türkiye’nin 25 ilinde toplanan insanlar, iktidardan somut adım talebinde bulunan basın açıklamaları yaptı. Gazze’de soykırım olanca vahşetiyle devam ederken, Direniş Çadırı, iki hafta sonra çağrısını büyüterek 30 ilde sokağa çıktı. Göstericiler “İsrail’le Ticaret İnsanlığa İhanet” sloganı ile seslerini yetkililere duyurdular.

Erem Şentürk Ne Demişti?

erem şentürk

Erem Şentürk, Direniş Çadırı’nın “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganıyla yaptığı protesto gösterilerinde bulunan Filistin dostlarına hakaret etmişti.

Erem Şentürk, Direniş Çadırı çağrısını takipçilerine duyuran Daily Islamist adlı hesabın, “Yarın 30 ilde eşzamanlı olarak “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganıyla protesto gösterileri düzenlenecek.” paylaşımı üzerine aşağıdaki twiti attı.

“Hiç lafı eğip bükmeden söyliyeyim: Bu kahpeler yine her zamanki gibi Filistin maskesiyle Müslümanlara saldırmayı, başa bela olmayı fitne fesat çıkarmayı planlıyorlar. 28 Şubat belası yaşanırken Nurettin Şirin, “Kudüs Gecesi” gecesi diye bir operasyon çekmişti. Sokağa tanklar davet edilmişti ve vesayetçi hainler Türkiye işgal provası yapmıştı, Daha sonra “Sincan Belediye Başkanı Refah Partili Bekir Yıldız yaptırdı” demişti. Aşağıda Filistin destek maskeli fitne fesat işini yine Nurettin Şirin organize ediyor.”

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Filistin Dostlarına Gözaltında Çıplak Arama

Yayınlanma:

-

Bu yazının  fotoğrafında gördüğünüz kısa basın açıklaması, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün resmi (x) hesabından 10.04.2025 tarihinde çıplak arama iddialarına ilişkin olarak kamuoyuna duyuruldu.

Bu, kurumsal ağırlıktan yoksun, parmak sallayan “atarlı giderli” açıklamada bahsi geçen hususların gerçekliğini irdelemek istiyorum.

“TRT World Forum” adlı programda Cumhurbaşkanına soru sormaya çalışırken engellenip yaka paça salondan çıkartılan ve aynı zaman dilimi içinde Kongre Merkezi önünde yine barışçıl protesto gösterisinde bulunan Filistin dostlarından 9’u gözaltına alınmış, tutuklanıp hapse atılmıştı.

Bu 9 kişinden 7’si kadındı ve gürültü, bu suçsuz kadınların önce Emniyet Müdürlüğü’nde, ardından sevk edildikleri Silivri Cezaevi’nde çıplak arama adlı işkenceye maruz kaldıklarının duyulmasıyla koptu!

2012-2020 yılları arasında Türkiye’de pek çok F Tipi Cezaevinde farklı siyasi davalardan mahpus onlarca insanı ziyaret etmiş bir avukat olarak cezaevinde çıplak arama uygulamasının rutin bir aşağılama yöntemi olarak yaygın biçimde uygulandığını biliyordum.

Bu satırları kaleme almadan önce cezaevinde çok uzun yıllar kalmış bir mahpusu aradım, ona da sordum. Bana iki yıl öncesine kadar bunun standart bir uygulama olduğunu aktardı. İlk girişte ve çeşitli sebeplerle farklı cezaevlerine her nakilde mahpuslar çıplak aramaya maruz bırakılıyorlar. Hatta 2005 yılında Kocaeli 2 Nolu F Tipi Cezaevi’ne nakledildiğinde yaşadığı bir olayı anlattı.

Gardiyan kendisini çıplak arama boyunca kameraya almış. O da bu “katmerli aşağılama çabası”nı protesto amacıyla zafer işareti yapınca aralarında hırgür yaşanmış.

Cezaevlerinde bu işkence son iki yıla kadar kesinlikle rutin bir uygulama! (İki yıl içinde insan hakları açısından devrim niteliğinde bir gelişme yaşansa sanırım haberim olurdu!) Bu kısmı geçiyorum.

Peki, Emniyet Müdürlüklerinin nezarethanelerinde bu tür işkenceler yapılıyor mu?

AKP iktidar olduğunda işkenceye karşı sıfır tolerans politikası ile ciddi bir iyileşme yaşanmıştı. 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrasında bu kazanımlarda kesin ve keskin zayiatlar yaşandığı bilinen bir gerçek. Düşmanlaştırılan, kamuoyu önünde aşağılanan insanlara gözaltında çok kötü muameleler yapıldı ne yazık ki! OHAL içindeydik. (O halden çıkıldı mı sahiden?)

Kadınlara, kızlarımıza gözaltında çıplak arama neden infial yarattı peki? Buna kendimce şöyle bir cevap kotarıyorum:

  1. Bu insanlar Gazze’de soykırım yaşanırken silahsız, saldırısız, barışçıl yöntemlerle iktidardan adım atmasını talep ettiler. Tümüyle suçsuz ve masum olmakla birlikte kendi menfaatleri için değil, topluca yok edilmek istenen bir halk adına, Allah rızası için öne atılmışlardı.
  2. İktidar içeride ve dışarıda Filistin davasının hâmisi pozları keserken Filistin dostlarını (Cumhurbaşkanı korumaları marifetiyle) haksız yere darp ettiriyor, gözaltına aldırıyor ve o hışımla bu göstericiler hem emniyette hem de bir hafta kalmadan salıverilecekleri cezaevinde çıplak aramaya maruz kalıyorlardı. Yargılanmış ve suçlu bulunmuş değillerdi, ki böyle olsa bile çıplak arama, insanın onurunu kırmak için yapılan, tasarlanmış bir aşağılama yöntemi, bir işkence! (İstisna olarak uygulanmasının özel şartları ayrı bir yazının konusu.)

Emniyette ve cezaevinde sistematik olarak çıplak aramaya maruz kalmış 7 kadın, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına 09.12.2024 tarihinde dört avukatın imzasıyla sunulmuş 21 sayfalık suç duyurusu dilekçesinde yaşadıklarını ayrıntılı olarak anlattılar.

Yazıyı, İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü’nde yaşanan çıplak arama işkencesinin aktarıldığı o pasajı doğrudan alıntılayarak bitireceğim; siz okuyucularımızı gerçeklerle baş başa bırakarak!

ciplak-arama-roportaji

Gözaltına alınan Filistin dostlarının yaşadıkları çıplak arama ve kötü muamele ile ilgili verdiği röportaj, Emniyet Genel Müdürlüğünün talebi üzerine geçtiğimiz günlerde yayından kaldırılmıştı.

Öncesinde yanıtlanması gereken büyük bir soru var:

Emniyette işkence gerçekse bunun iftira olduğunu öfkeli bir dille beyan eden Emniyet Genel Müdürlüğü, müfteri durumuna düşmüyor mu?

Kararı okuyucuya bırakıyorum.

Ben bu davanın avukatlarından biri olan Adem Bingöl’ü aradım ve ona şunu sordum:

“Filistin dostları nezarethane çıplak aramaya maruz kalmışlarsa avukatları huzurunda alınan ifadelerinde bu iddiaları neden dile getirmediler?”

Cevabı şu oldu:

“Olayın şoku vardı. Korku ve baskı altındaydılar. İlkin gelen avukatlar erkekti ve bunun da etkisiyle anlatmaya çekindiler.”

Filistin dostlarının İstanbul Emniyet Müdürlüğünde ve Silivri Cezaevinde maruz kaldıkları hukuksuzluklara ilişkin bahsini ettiğim suç duyurusunda sıralanan suçlar şunlar:

İşkence, Nitelikli Kasten Yaralama, Cinsel Taciz, Hakaret, Tehdit, Kamu Görevlisinin Suçu Bildirmemesi ve Görevi Kötüye Kullanma!

Bu suçların soruşturulacağına inanan kaç saftrik var bu ülkede?

İşkence ve Cinsel Taciz Boyutunda Çıplak Arama

EGM, öfkeli bir dille algı oluşturmaya dönük yalan yanlış beyanla “kamuoyuna saygıyla duyursa” da çıplak aramaya ilişkin gerçekler, yüzleşmek isteyenler için ortada duruyor:

“Müvekkiller, nezarethaneye girişleri yapılmadan önce ilk olarak aynı katta bulunan camlı küçük bir odaya alınmışlardır. Odada bulunan üç kadın polis memuru, müvekkillerin başörtülerini ve kabanlarını çıkartmalarını söylemiştir. Üstlerinde tişörtleri ve pantolonları kalan müvekkillerin burada üst araması yapılmış, saçları açılarak aranmış ve ayakkabı bağcıkları alınmıştır.

Devamında nezarethane bölümüne girişi yapılan müvekkiller burada bir bölümü perde ile kapatılmış küçük bir odaya teker teker alınmıştır. Küçük oda içerisinde bulunan sarışın, 1,65 – 1,68 boylarında, saçları omuz hizasında, hafif kabarık saçlı, ön dişleri belirgin, hafif kilolu bir kadın polis memuru müvekkillerin kıyafetlerini tamamen çıkarmalarını söylemiştir.

Vücutlarının belden aşağı kısımlarında tayt ve külotlu çorapları, vücutlarının üst kısmında ise yalnızca iç çamaşırları kalacak şekilde kıyafetleri çıkartılan müvekkillere dokunmak suretiyle üst araması yapılmaya başlanmıştır.

İlgili polis memuru müvekkillerin alt ve üst iç çamaşırlarının içerisine iki elini birden sokmak ve gezdirmek suretiyle dokunarak arama işlemi gerçekleştirmiştir.

Müvekkiller ısrarla işbu uygulamaya itiraz etmiş fakat ilgili polis memurunun aşağılayıcı, onur kırıcı sözlerine maruz kalan müvekkillerin itirazları karşılıksız bırakılarak zorla çıplak arama işlemi yapılmıştır.”

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Bir Hak mıdır?

Yayınlanma:

-

10 Nisan Duruşma Eylemi

“Bu nasıl bir soru böyle, elbette ki haktır!” diyeceksiniz.

Doğru, haktır. Hatta anayasal güvence altındaki bir haktır. Gel de bunu polislere, polislere talimat verenlere anlat!

O kadar sık ve hoyratça ihlal ediliyor ki bu hak, işte bu yazı ile isyan ediyorum bu apaçık zulme.

— Direniş Çadırı (@direniscadiri) April 10, 2025

Dün, 10 Nisan’da Ankara Adliyesi’nde bu hakkı ihlal edilen göstericiler, uyduruk sebepler gerekçe gösterilerek yargılandıkları davanın ilk duruşmasına katıldılar.

Duruşma Salonu Önünde Filistin Dostları

Haksız yere yargılanan Filistin dostlarıyla dayanışmak için duruşma salonu önündeydik.

Ardından Mısır Konsolosluğu önünde bir basın açıklaması ve protesto yapmak istediler.

Mısır devletinin, Refah Sınır Kapısını açarak Gazze’de soykırım ve açlık ile imtihan olan insanlar için gönderilen yardımları ihtiyaç sahiplerine ulaştırması çağrısında bulunuyorlardı.

Sertliği ile bilinen Ankara polisi yine göstericileri kasıtlı olarak gerdi, taciz etti, darp etti ve gözaltına aldı.

Bunun adı sertlik değil sadece, ayrıca serserilik de!

“Arkadaşlar, süpürün bunları!”

Görüntülerde, yine barışçıl gösteri hakkını kullanan, çoğu kadınlardan oluşan küçük bir gruba haksız ve hukuksuz olarak müdahale eden polisleri görüyoruz. Bir polis, eline megafonu almış, kaldırıma sıkışmış kadınlar için arkadaşına hiddetle sesleniyor: “Arkadaşlar, süpürün bunları!”

Polise bak! Allah rızası için işini gücünü bırakmış, açlıktan ölen çocuklar için çabalayan, barışçıl gösteri yapan, savunmasız kadınlar için, “Süpürün bunları!” diye talimat veriyor.

Yazıklar olsun senin insanlığına! Ellerinde pankartlarla mazlumlar için çare arayan bu insanlar haşere mi? Sen kimsin ve neyi, kimi süpürüyorsun? Aklınca o insanları aşağıladığını sanıyorsun. Bu iğrenç üslup ve yaklaşımla aşağıladığını sandığın o insanlar, senin kendi ülkenin vatandaşları!

Kirli dil ve üslubunla, zorba tavrınla aslında kendi karakterin hakkında kameralar önünde kanaatini beyan ediyorsun, haberin yok!

Bir Allah’ın kulu bu şikâyetimi Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne ulaştırırsa sevinirim. Memurlarınızı çirkefleşmemeleri, edepli, ahlaklı, birazcık nazik olmaları konusunda uyarır mısınız?

İnsan sormadan edemiyor: Herkesin içinde kadınlarımız, kızlarımız için “Süpürün bunları!” talimatı veren polis, onlara kuytuda neler yapmaz? Nasıl emin olacağız? Mesela kuytuda bir yerde bir polis amiri gaza gelmiş erkek polislere “mıncıklayın bunları” şeklinde talimat verse, bu tacizin nerede ve ne şekilde sona ereceğinden nasıl emin olacağız?

Ankara polisi sertliği ile meşhurmuş. Aman ne güzel bir nam!

Bu işin Ankara’sı, İstanbul’u yok!

Hak ve hukuk var!

10 Nisan Duruşma Eylemi

Barışçıl toplantı ve gösteri hakkı anayasal güvence altındadır, engellenemez.

2911 Sayılı Kanun Neyi Düzenliyor?

Anayasa, madde 34 açık: “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.”

2911 sayılı kanun, bu anayasal hak ışığında düzenlenmiş. Ne var ki bu kanuna, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu‘na, göstericilerden çok daha fazla yerde, çok daha fazla kere polislerin muhalefet ettiğine şahit oluyoruz.

Bu yasaya aykırı davranan onlar, gelin görün ki darp edilen, gözaltına alınan ve tutuklanıp yargılanan çoğu zaman mağdur göstericiler oluyor. Böylece halka gözdağı veriyorlar: “Sakın ha, haklarınız için sokağa çıkmayın. Zulme uğradığınızla kalın! Yıllar sonra bir sandık gelirse önünüze, oy verirsiniz!”

(Oylar geçersiz sayılmaz, çalınmaz, seçimler iptal edilmezse, yönetim değişirse, ölme eşeğim ölme!)

Direnişi Değil Soykırımcıları Yargıla

“Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü” ifade özgürlüğü hakkının ayrılmaz bir parçasıdır.

Barışçıl gösteri hakkı, ifade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasını oluşturuyor.

Polis, gösteri düzenleyenlerin güvenliğini sağlayacağı yerde onları taciz ediyor, engelliyor!

mevzuat

“Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu”nun 3. maddesi

Madde 3 – Herkes, önceden izin almaksızın, bu Kanun hükümlerine göre silahsız ve saldırısız olarak kanunların suç saymadığı belirli amaçlarla toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.

Toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılacağını önceden emniyete bildirmek, izin talebi anlamına gelmiyor. Bunun anlamı şu: Biz; şu gün, şurada, şu saatte bir eylem/protesto/yürüyüş/basın açıklaması yapacağız. Siz de bu hakkımızı kullanmamıza engel olunmaması için gerekli tedbirleri alın!

Gazze'de çocuklar ölürken susamayız

Toplantı ve gösteri sırasında emniyet mensuplarının görevi eylemcilerin güvenliğini sağlamaktır.

Bu hakkı kullanmak isteyenlere polisin yaptığı sistematik hukuksuzluk şöyle oluyor genelde:

Yüzde yüz hakkı olan bir eylemde bulunmak isteyen göstericilere polis, öyle bir tavır takınıyor ki, haklarından habersiz biri şöyle düşünebilir pekâlâ:

“Burada göstericiler yüzde yüz haksız bir iş yapıyorlar da iyi niyetli polis, göstericilere kendi belirlediği bir yerde, kendi belirlediği bir şekilde, uygun gördüğü bir süre için seslerini duyursunlar diye lütfediyor, hak tanıyor!”

Oysaki 2911 sayılı kanun bunun tam tersini söylüyor: Gösteri silahsız ve saldırısız olduktan sonra polise düşen görev, gösterinin sağ salim yapılabilmesi için bu hakkı kullananlara yardımcı olmaktır!

Türkiye’de bu hakkın kullanımında devletin öyle sistematik ve yoğun hak ihlâlleri var ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sayısız kez hak ihlali kararı verdi. Anayasa Mahkemesinin de çok sayıda örnek kararı var bu konuda.

Evet, Türkiye’de hakkı en çok yenen haklardan biridir bu: Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hakkı!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x