Connect with us

Köşe Yazıları

Aksâ Tûfânı Dersleri: Özgürleşmeden Özgürleştirmek

Yayınlanma:

-

Aksâ Tûfânı üzerinden bir yıl geçti.

Muhatapları bakımından karşılıklı bir tûfân bu, kabul etmeli. Muhataplara sadece muharipleri, Siyonistleri, katliama uğrayan Filistin halkını dâhil etmiyorum. Yeryüzünün farklı coğrafyalarında Filistin halkının, Gazze şehrinin acısıyla sokakları, meydanları dolduran vicdan sahibi insanları, soykırımı destekleyenleri de o cepheler içinde anıyorum.

Her tûfânın birtakım sonuçları olur ya da olmaya devam eder. Aksâ Tûfânı, bir asrı aşan bir geçmişin ürünü. Her ne kadar şaşırtıcı bir çıkış, tahmin edilemeyecek bir hamle olsa da derinlere ulaşan kökleriyle güçlü bir ağacı andıran direniş sürecinin bir meyvesinden başka bir şey değildi ve her meyve gibi sürprizlere açık bir lezzeti oldu.

Aylar boyunca pek çok analiz okuyup dinlediğiniz için benzer tartışmaları genişletmek istemem lâkin kayıtlara geçsin diye birkaç hususun altını çizmekte yarar görüyorum. Aksâ Tûfânı sürecine şahitliğimizi doğrudan bir “taraf” olarak ortaya koymaya çalıştık; eylem ve beyanlarımızla hakikatin tecelli etmesi için gayret gösterdik lâkin kabul etmeli ki murâdımızın muhataplarda güçlü tesirler uyandırdığını söylemek oldukça zor.

İslami Hareketlerin seyri dolayımında yaptığımız tartışmaları besleyen bir süreçtir Aksâ Tûfânı; bir kere onu vurgulamak, yerini bihakkın tespit etmek gerek. İslami Hareketlerin olumlu-olumsuz bütün tecrübe ve birikimleri toplamında masaya yatırıp tartışmadığımız durumda bu süreçle ilgili değerlendirmeler hamasete ya da yazıklanmalara teslim edilecek, takipçileri için ortaya konulması gereken değeri yitip gidecektir.

Kassam Tugaylarının, Hamas’ın siyasi heyetlerinden bile gizli operasyonu olarak sunulan Aksâ Tûfânı, Filistin direnişinin askerî karakterini pekiştirmiştir. Bu hususun geniş bir anlaşmazlık zemini olarak karşımızda durduğunu elbette kabul ediyorum ancak kapsadığı alanın neredeyse sorgulanamaz genişliğini böylesi kritik bir aşamada bile tartışmak gerektiği kanaatindeyim. Direniş(ler)in tümüyle askeri faaliyet olarak eşitlenmesi, İslami hareketlerin ufkunu kökten etkileyecek bir tablo sunmaktadır. Bu tablonun tesirinde kaçınılmaz olarak kalacak her bir hareket için ıskalanamaz bir değerlendirme perspektifidir bu.

Hizbullah’ın hemen 8 ekimde başka bir muharip muhatap olarak Gazze’ye destek maksadıyla sürece dâhil olması ve başta Nasrullah olmak üzere lider kadrosunun suikastlara maruz kalması; yine Haniye’nin İran’da suikasta maruz kalmasıyla İran’ın sıcak savaş temrinlerine süratli başlangıcı; Yemen, Irak ve Suriye hatlarının inişli çıkışlı savaşkan fotoğraflarının daha da netleşmesi askeri faaliyetin direnişe eşitlenmesi hususiyetini iyice pekiştirdi.

Bu sarmal hakkında konuşmak şarttır. Direnişin çok boyutluluğu, farklı karakteristik veçheleri bağlamında söylenecek çokça sözümüz olmalıdır. Özellikle îmânî bir yükümlülük olan “şûrâ” kavramının gereği gibi anlaşılıp icra aşamasına geçirilememesiyle alâkalı problemler silsilesinin neredeyse tümüyle askerî bir faaliyet olarak tecessüm eden bir direniş algısının oluşmasına; bunun da halkları, toplumları doğrudan etkileyen ve ucu bucağı kestirilemeyen sonuçlar ürettiğine dikkat kesilmeliyiz. Batı Asya’nın/Ortadoğu’nun neredeyse akamete uğramayan güçlü bir döngü olarak şiddetin tutsağı olduğu gerçeğini belirleyebilirsek bunun bütün olası ya da fiili sonuçlarını kestirip gözlemek imkânına da pekâlâ sahip olabiliriz.

Egemen dünya düzeni tarafından Batı Asya’nın yamacına yapıştırılan Siyonist garnizon rejiminin mahiyetini Aksâ Tûfânı sürecinde bir kez daha görüp deneyimledik. Savaşın kaçınılmazlığı, tarihin durdurulamaz aşamalarında kendini gösterebilir ancak müslüman kalabalığın temerküz ettiği Batı Asya mıntıkasında emperyalizme/Siyonizm’e direnişin sadece bir avuç Filistin halkının omuzlarına yüklenmiş oluşu, bölge İslami hareketleri tarafından düşünülmeli ve bu mücadelenin hangi evrelerde askeri ya da “başka biçimler faaliyeti” olarak seyredebileceği şûrâ formunda müzakere edilmelidir. Bu zorunluluk, emperyalist-siyonist köklerin Filistin’i de içine alan Batı Asya mıntıkasının geniş coğrafyasından beslendiği dolayısıyla Filistin halkından önce o geniş coğrafi alanlarda meskûn toplumların bu kökleri Batı Asya’dan söküp atma yükümlülüğü ile de ahlâkî olarak uyum hâlindedir. Bunun siyasal mücadele programını da askeri faaliyetin çok önünde olacağı izahtan vârestedir.

“İslam dünyası” klişesinin bir-iki küçük kıpırdanış dışında hem entelektüel hem siyasal iradesizlik bağlamında bir kez daha parçalandığına tanık olduğumuz bir süreç oldu Aksâ Tûfânı. İşbirlikçilik ve ihanet sarmalının müslüman halkları yuttuğunu, iradelerini rehin aldığını acı bir şekilde bir kez daha gördük. Öfkemizi dindirecek bir ma’kes bulamadık. Siyonist katliam makinesine -başta Türkiye tarafından olmak üzere- gönderilen petrolün bir damlasını kesemedik, ticaretin bir kuruşluk hacmini iptal ettiremedik. Rüştünü ispat edip ümmete yol haritası olamadan Seyyid Kutupların, Ali Şeriatilerin beslemeye çalıştığı damarların salt askeri faaliyetlere evrilen güzergâhları hakkında düşünme çağrısı şu aşamada hiçbir değer görmeyecektir farkındayım lâkin Allah’ın günleri çoktur, aksi taktirde aynı hatalarla kuşaklar boyunca yüzleşmek kolayca yazgımız olabilecektir.

Popülist siyasi liderlere yakışan popülist eylem coşkunluğunun ürettiği ve ulus-devlet tecrübesinin son bir yüz yıldır öğrettiklerinden hiçbir ders alınmadığını gösteren “başkenti Kudüs olan bağımsız Filistin devleti” şeklindeki ucuz çözüm önerisinin coşkulu kabulü hâl-i pür melâlimizin etkili fotoğraflarından olmuştur. Son derece açık ve anlaşılır örnekler toplamı olarak başta İncirlik ve Kürecik olmak üzere çok sayıda ABD-NATO üssü barındıran, maddi manevi kaynaklarıyla tümüyle kapitalizmin/emperyalizmin avuçlarına teslim etmiş Türkiye’deki İslami çevrelerde olduğu gibi İslami hareketlerin kendi mıntıkalarını özgürleştirecek, yaşamın tüm alanlarını kuşatacak toplumsal/siyasal hareketler üret(e)meden, böyle bir zahmete tevessül etmeden füze ve roketlerle remzedilen askeri faaliyetlere özgürlük muştusu olarak bel bağlamaları trajediden öte bir durumu işaret eder.

“Özgürleşmeden özgürleştirmek” iddiası hakkında konuşulmalıdır. Sömürge zincirini tamamlayan bir halka olarak bütünden kopmadan ya da o halkayı koparmadan çizilen o çerçevenin iddiası hangi seviyede değerlendirilmeyi hak edecek, göreceğiz. Şeytanın bütün ordularını hizaya dizip hakikatin, mazlum ve mustazafların üzerine sevk ettiği bir vasatta hakikat cephesinin başta hakikat, sonra da stratejiler hakkında lâyıkıyla fikredip müzakere etmemesi sefaletimizin devamının garantisi olma bahtsızlığını bize tekrar yaşatmaktadır.

“Wall Street’i İşgal Et” eylemlerinden bu yana anti-kapitalist isyanlar, Arap Baharı gibi süreçler ideolojik çerçevesizlik ve şûrâyı esas alan irili-ufaklı örgütlülüklerden yoksunluk gibi nedenlerle akması gereken havuzlara yönelip tesirli neticeler üretemedi, mevcut düzenleri sarsamadı. Aksâ Tûfânı’nın başından bu yana özellikle Batı’da sokakları dolduran coşkulu protestolar için de bu değerlendirmeler geçerli. İslami hareketlerin Batı Asya ya da başka diğer coğrafyalarda yaşadıkları da bundan bağımsız değil. Dönüp dolaşıp ancak insan hakları söyleminin kıyılarına tutunabilen mücadelelerdeki başarısızlık hissiyatı şiddet ve ona bağlı olarak askeri faaliyet ortaya çıkınca sorgusuz bir yücelticilik eğilimine teveccüh gösterebiliyor.

Direniş/ler/in mahiyeti hakkında yeterli bir fıkhetme ediminden mahrum olduğumuz ortada. Zülkarneyn peygamberin misyonunun mirasçı olmak bu fıkhedişin zaman ve mekâna göre çeşitlenmesi demek. “Özgürleşmeden özgürleştirmek” bahtsızlığından ancak kimlik kirliliğini izhar eden sembol ve söylemlerden azat olmayla başlayıp yüksek bir iman ve ideoloji makamına kanatlanmakla kurtulunabilir.

Yerelden küresel ölçeğe uzanacak ittifak halkaları, şûrâyı ihmal etmeden bir zincire dönüşebilirse Zülkarneyn modeline ulaşılabilir. Şûrâ ihmal edilirse hikmet kaybolur. Hikmetin Batı Asya’da insanların dinî saik ve motivasyonlarla birbirini boğazladığı yakın geçmişte bir kez daha bizi terk ettiğine kânî olduk. Cemel ve Sıffîn mirasçılarının tekraren hikmetle buluşması “şûrâ”yı diriltmekten geçmektedir.

Egemen dünya düzeninin farklı cephelerinin yaşadıkları rekabetin bir gereği olarak direniş hareketleriyle temas kurma niyetleri, mezkûr direniş hareketleri için ölümcül hamleler olabilir. Kat’î sûrette bu tuzaklardan sakınmak icap eder. Filistin’deki direniş örgütlerinin Çin aracılığıyla bir araya gelişleri bu durumun yakın dönemdeki çarpıcı bir örneğidir ve özgürleşme amacındaki mücadeleleri egemen dünya düzeni içindeki rekabetin taraflarından biri yapar ki bu da ancak “özgürleşmeden özgürleştirmek” çelişkisinin yeni, talihsiz bir örneği olur.

Hucurât sûresi 9. ayetin bir gereği olarak problemlerini çözemeyen müslümanların İslam düşmanı organizasyonların arabuluculuğuna onay vermesi; yine bir küresel güce karşı başka küresel güçlerle ittifak kurması reel siyasetin İslami kimlik ve sorumluluğa galebe çaldığının göstergesidir. Bu aşamada teorik ve çarpıcı bir yaşanmışlık olarak kurucu bir siyasi irade olan “hicret”in üreteceği dinamizmin de üzerinde düşünülmekten uzaklaşılmış temel İslami kavramlardan biri olduğu rahatlıkla söylenebilir.

İradelerini kısmen ya da bütünüyle bir şekilde ulus devletlerin iradelerine teslim etmiş toplumsal hareketlerin ya da direniş örgütlerinin zihinsel/entelektüel bir yenilenmeye ihtiyaç duyduğu açıktır. Yola, şartların zorladığı istikamette devam etmek zorunda değiliz. “Son saat”e değin adalet ve zulmün, tevhid ile şirkin kapışması sürecekse Rabbimizin ısrarla vurguladığı vahyî ilkelere tutunmada sebat etmeliyiz. Aksi taktirde dünyada da ahirette de herhangi bir muzafferiyetten bahsedemeyiz.

8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)

Köşe Yazıları

YouTube Ne Tarz Şiddet Sever?

Yayınlanma:

-

2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.

Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.

Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:

“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.”

Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?

7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.

Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.

İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.

Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.

Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!

Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.

Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.

Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)

Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.

“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”

Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.

Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.

Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

küçük esnaflara çağrı

Yayınlanma:

-

İsrail’in Gazze’de 2 milyondan fazla insanı köşeye sıkıştırıp soykırıma maruz bırakmaya başlaması üzerinden aylar geçmişti.

İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Birliği’nde 50’den fazla devletin başkanı toplaşıyor, çay çorba içip boş laflar eşliğinde olaysız dağılıyorlardı. Bu devletlerin İsrail’in karşısında dik duramayacak kadar çapsız, esir düşmüş veya menfaat düşkünü oldukları uzaydan dahi görünür hâle gelmişti.

Türkiye’de bir grup duyarlı insan 10 Mart 2024 tarihinden bu yana, en az iki haftada bir sokağa çıkıp yürüyüş ve basın açıklamaları ile kamuoyuna ve iktidara çağrıda bulunuyor.

Direniş Çadırı çağrısı ile 20’den fazla şehrin meydanlarında aynı saatlerde gerçekleştirilen eylemlerde İsrail’le ticaretin sonlandırılması, limanların ve hava sahasının İsrail’e kapatılması gibi talepler dillendiriliyor.

Hükümetten talebimiz, İsrail’e hiç değilse soykırım süresince destek olmaktan vazgeçmesi. Filistin’in yanında olamasa da hiç değilse İsrail’le arasına mesafe koyması. Mesela, Azerbaycan petrolünü soykırımcı işgal ordusuna taşımaktan vazgeçmesi, Bakü-Ceyhan Boru Hattının vanasını İsrail’e kapatması. İşgali geçtik, hiç değilse soykırım ateşi sönene dek!

Türkiye’yi yöneten iktidar yalan dolanla hem ticareti hem petrol sevkiyatını sürdürüyor ne yazık ki.

Bizi tanıyanların gayet iyi bildiği gerçekleri tarihe tanıklık için kaleme alıyorum. Bundan 100 yıl sonra hangi gerçeklerin nasıl ve ne derece yamultulacağını veya ortadan kaldırılacağını bilemeyiz. Bu esnada kıyıda köşede kalmış hangi kayıtların gerçekleri ortaya çıkaracağını kim bilebilir ki?

İnsan da tarih de sürprizlerle doludur. Bazı hakikatler kazılarda değil yazılarda ortaya çıkar. Söz uçar, yazık olur!

Zulme ortaklığın hikayesini herkes yazıyor, herkes görüyor! Onursuzluğun, zalimlerle işbirliğinin, balina leşi gibi ağır vebalin kokusu burunları kırıyor.

Direniş hattının, kefiyenin bir ipliğinin ucu kadar da olsa direnenlerin hikayeleri ise görülmüyor, gösterilmiyor, bilhassa gözlerden uzak tutuluyor.

Her ilde, her beldede uzaktan bakınca aynı, yakından bakınca başka başka hikayeler sökün ediyor. Hikâyenin hası ara sokaklarda, ayrıntılarda kendini ele veriyor çoğu zaman.

Trabzon’da hâlihazırda beş yerel gazete çıkıyor günlük. Daha fazla sayıda internet sitesi de bu şehirde olan biteni 1 milyonu bulmayan nüfusuna haber ediyor. Türkiye’de Trabzon nüfusuna kayıtlı ortalama 1.5 milyon insan olduğu varsayılıyor.

Yerel basın 1.5 milyon insana Trabzon’la ilgili haberleri ulaştırmak için görev yapıyor diyebiliriz burada. Coğrafya gereği küçük bir şehir merkezine sahip Trabzon. Meydan Parkı ve etrafı bir km’lik bir alandan ibaret.

Valilik, Belediye Binası, PTT, Polis Merkezleri, Basın kuruluşları, parti merkezleri, sözüm ona sivil toplum kuruluşları ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı, hepsi bir arada, daracık sayılacak bir alanda bulunuyor.

Bu alanın merkezinde, pek çok defa Ak Parti İl Başkanlığı önünde en az 20 sefer basın açıklaması yaptık geride kalan 9 ayda, ortalama 40-50 kişiyle. Konu dünyanın gündeminde: Kapı komşumuz, insan ve din kardeşlerimiz Filistinlilerin maruz kaldığı malum soykırım.

Beş gazeteden yalnızca biri çağrımızın, talebimizin, eylemimizin haber değeri taşıdığına ikna oldu. Günebakış adındaki gazetenin sahibi ile görüştüğümüzde “Filistin konusunda duyarlı olduğunu” ifade etmişti.

Direniş Çadırı çağrı ve eylemleri birilerini rahatsız etmişti. Bu birileri, gazete sahibine bizimle ilgili iftiraları taşımaktan geri durmamıştı. Ne var ki gazete, iftira ve taşıyıcılara itibar etmemişti. Biraz baskı da gelse, bunu göğüslemişti. Ta ki Hamas’ın tarihi “7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu”nun birinci yıl dönümüne dek.  Biz de dünyanın dört bir yanında olduğu gibi sokağa çıkmış ve soykırıma karşı duruşumuzu ortaya koymuştuk.

7 Ekim 2024 tarihli eylemimizin haberinden sonra şehirdeki tek sesimiz de kesildi. Günebakış o tarihten sonraki bir buçuk ayda gerçekleştirdiğimiz üç yürüyüş ve eylemi de görmedi, göstermedi. Şehrin tüm ışıkları kesilmişti artık! (Bir avuç insanın cep telefonlarının ışığı kaldı kala kala!)

Önümüzde cevap bekleyen sorular var:

Bizimle ilgili, kapalı kapılar ardında, WhatsApp gruplarında, kuytu köşede, “çucu-bucu” olduğumuza yönelik iftiralar mı etkili oldu?

Birileri şehirdeki tek “basın kuruluşumuz”u nasıl hizaya getirdi? Havuçla mı sopayla mı?

Tehdit mi rüşvet mi?

Kim bu birileri?

Filistin’i kırmızı çizgisi gören ve bunu da 7 aydan fazladır gösteren gazeteyi kim ne karşılığında susturdu?

Direniş Çadırı, İsrail’in Gazze’de giriştiği yakıcı soykırım ve işgal gündemi üzerine bir araya gelmiş duyarlı insanların inşallah yakın zamanda sona erdirecekleri açık, şeffaf bir çalışmadan ibaret.

Biz Trabzon’da kimliği ve kişiliği ile açık şekilde sözünü söyleyen beş kişilik bir istişare ekibinin çeperinde ufak bir grup insanız. Ticaret yapmıyoruz. Soykırım ve işgal altında inim inim inleyen mazlum bir halkın, o halkın onurlu evlatlarının sesini soluğunu, derdini tasasını taşıyoruz.

Siz kimsiniz, tam olarak bilemiyoruz lâkin kimlerin sesini soluğunu kesmeye gayretli olduğunuzu gayet iyi biliyoruz.

Allah şahit. Yazıyoruz ki, kayda geçsin, tarih de şahit olsun.

Bizim derdimiz siz küçük esnaflarınkinden kat kat büyüktür.

Biz yürüyüşümüze söz verdiğimiz üzere, söz verdiğimiz güzergâhta devam etmek istiyoruz. Mesele İsrail’den de siyonizmden de emperyalizmden de büyük.

Bizim Rabbimize verilmiş bir sözümüz var! Kusura bakmayın ve tezgâhınızı başka yere kurun.

Küçük esnafların sadece burada değil her devirde, her yerde yuvalandığı bilinen bir gerçek. Bu çağrımız onlara…

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Vicdani Ret Hakkında Konuşmalıyız

Yayınlanma:

-

Bir kitabın toplumsal olarak gündemimizi değiştirdiği günleri çoktan geride bırakmış olabiliriz. Kitaplar, kutsal olsun-olmasın, bireysel hayatlarımızdan da çekiliyor her geçen gün. İtiraf edelim, biraz fazla yavaş ve sakinler, çağa ayak uyduramıyorlar! (Çağ onlara ayak uyduracak artık.)

Yine de bir kitap hakkında konuşmak, durup düşünmenin en iyi yollarından biri, birincisi olmayı sürdürüyor.

Ercan Jan Aktaş’ın “Vicdani Ret ve Sosyo Politik Yaşama Etkileri” adlı yeni kitabı bize belli başlı yakıcı konular üzerinde düşünme fırsatları sunuyor.

Vicdani Ret, “zorunlu askerlik” denen modern köleliğe, ağır angaryaya karşı çıkmak gibi bir çerçeveye sığmayan anlamlar ihtiva ediyor.

Türkiye’de 1989 yılında ilk vicdani ret beyanının ortaya konulmasından sonra vicdani retçiler “savaş karşıtlığı” çatısı altında “barış için” bir araya geldiler.

Kavram, “Vicdan” ve “Reddetme” (hayır deme) bilinci üzerinde yükseliyor. Bir asker kaçağını, “el mahkûm” bedelli askeri, vicdani retçiden ayıran çizgiye; devlet, ordu-millet, milliyetçilik, militarizm, erkeklik gibi kavram ve algılar konuşlanmış vaziyette.

“Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı” sorgulama teklifini başka bir açıdan idraklere sunarsak soru şu: Potansiyel bir askerden bir vicdani retçi yaratan rahatsızlık ve itirazları halının altına daha ne kadar süpürebiliz?

O halının altı, ki şiddet dolu. Cinayet dolu. Kadına, zayıfa, altta kalana, hayvanlara karşı şiddet dolu. Basına yansıyanlar yalnızca halının altından taşanlar.

Vicdani Ret hakkında konuşmalıyız.

Bugün dünyanın gözü önünde bir yılı geride bırakmış soykırımı ele alalım. İsrail’in Gazze’de sergilediği şiddetin, soykırımın bütün alametlerini gösterdiği bir zaman dilimindeyiz.

Mâlûm olduğu üzere İsrail, buldozerle özdeşleşmiş bir ordu-devlet, ordu-millet. Askerlik hem erkekler hem de kadınlar için zorunlu. Militarizmin ileri boyutlarda hayat bulduğu bu topluma yakından bakalım:

İsrail, kapalı bir toplum olduğu için tam isabet istatistik verememekle birlikte Vicdani Retçilerin oranı yüzde 1’in altındadır. Toplumdaki savaş (=İsrail işgali= terörü) karşıtlarının oranı yüzde 20’nin üzerinde değildir. Hâlihazırdaki soykırıma karşı olanların oranı iyimser tahminle bile yüzde 25’i geçmez.

İsrail sokaklarındaki hükümet karşıtı eylemler, motivasyonunu Filistinli bebeklerin, çocukların, masumların öldürülmesinden; binlerce, on binlerce defa öldürülmesinden ziyade İsrailli esirlerden, kayıplardan alıyor.

Sorun, İsrail sorunu değil Filistin sorunudur. Sorun İsrail devletinin kuruluş ve politikaları, kodları değil Netanyahu’nun yordam bilmezliğidir.

Merak ediyorum: İsrailliler de Filistinliler gibi (“insansı hayvan” değil) basbayağı, herkes gibi insan olduğuna göre, nasıl oldu da bu denli “çürük” vicdanlı olabildiler? Vergi, oy hatta kan ve can vererek doğrudan destek oldukları dehşetli şiddete, terör ve katliamlara, soykırıma vicdanları nasıl razı geliyor?

Ortalama bir İsrailli vicdanı nasıl oluşturuldu? Bir İsrailli rızası, hangi eğitim öğretim süreçlerinden geçirilerek imal edildi?

Bir bebekten bir soykırımcı yaratan karanlığın içinde gözleri kör eden sapık bir ırkçılık, devletçilik, şiddetsevicilik, militarizm ve tebaa ruhu var.  

Türkiye’nin İsrail’e keskin biçimde benzediği yönler olduğu gibi benzemediği yönler de var. Bu yönlerin takdirini okuyucuya bırakarak kelimelerden tasarruf ediyorum. Soykırım boyunca Türkiye’nin İsrail’e petrol sevk etmeye, ticaretiyle o aşağılık orduyu beslemeye hız kesmeden devam ettiğini hatırdan çıkartmadan…

Vicdani Ret bize, “Hayır!” deme bilinci için sorgulayan bir akla ihtiyaç duyduğumuzu öğretiyor. Sivil olmanın da itaatsiz olmanın da ekmek gibi, su gibi gerekli olabileceği yerleri, zamanları ve koşulları ifade ediyor. Sanılmasın ki Cassius Marcellus Clay’i Muhammed Ali yapan ve milyarlara sevdiren sadece bokstu!

Vicdani Ret, devletin çoğu zaman Allah’tan üstün tutulduğu bu topraklarda devlet gibi değil de insan gibi düşünmeyi telkin ediyor.

Savaşları, kapitalist savaş makinelerini durdurmayı ve barışın imkanlarını sonuna dek kovalamayı hedefliyor Vicdani Ret.

Kendini hukukla bağlamayan bir azınlığın aile şirketine dönüşen devlete yasayı, yasanın da üstünde olan değerleri hatırlatıyor vicdan; “dur” diyerek, “hayır” diyerek, reddederek!

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” anlayışı ile kendi zorunlu askerliğini değil, bir müessese olarak askerliği, bütün askerlikleri, bütün emir erliklerini tasfiye ederek yeryüzünü esenlik yurdu haline getirebilmeyi ülkü ediniyor Vicdani Ret. Gerçekçi değil bir rüyaysa da, olmayacak bir duaysa da, olsun, amin diyelim.

Habil-Kabil kıssasında Habil olmak çağrısı değilse nedir Vicdani Ret?

Bir hayat memat meselesi. Dünya durdukça lazım oldu ve olacak.

Devamını Okuyun

GÜNDEM