Köşe Yazıları
Aksâ Tûfânı Dersleri: Özgürleşmeden Özgürleştirmek

Yayınlanma:
6 ay önce-

Aksâ Tûfânı üzerinden bir yıl geçti.
Muhatapları bakımından karşılıklı bir tûfân bu, kabul etmeli. Muhataplara sadece muharipleri, Siyonistleri, katliama uğrayan Filistin halkını dâhil etmiyorum. Yeryüzünün farklı coğrafyalarında Filistin halkının, Gazze şehrinin acısıyla sokakları, meydanları dolduran vicdan sahibi insanları, soykırımı destekleyenleri de o cepheler içinde anıyorum.
Her tûfânın birtakım sonuçları olur ya da olmaya devam eder. Aksâ Tûfânı, bir asrı aşan bir geçmişin ürünü. Her ne kadar şaşırtıcı bir çıkış, tahmin edilemeyecek bir hamle olsa da derinlere ulaşan kökleriyle güçlü bir ağacı andıran direniş sürecinin bir meyvesinden başka bir şey değildi ve her meyve gibi sürprizlere açık bir lezzeti oldu.
Aylar boyunca pek çok analiz okuyup dinlediğiniz için benzer tartışmaları genişletmek istemem lâkin kayıtlara geçsin diye birkaç hususun altını çizmekte yarar görüyorum. Aksâ Tûfânı sürecine şahitliğimizi doğrudan bir “taraf” olarak ortaya koymaya çalıştık; eylem ve beyanlarımızla hakikatin tecelli etmesi için gayret gösterdik lâkin kabul etmeli ki murâdımızın muhataplarda güçlü tesirler uyandırdığını söylemek oldukça zor.
İslami Hareketlerin seyri dolayımında yaptığımız tartışmaları besleyen bir süreçtir Aksâ Tûfânı; bir kere onu vurgulamak, yerini bihakkın tespit etmek gerek. İslami Hareketlerin olumlu-olumsuz bütün tecrübe ve birikimleri toplamında masaya yatırıp tartışmadığımız durumda bu süreçle ilgili değerlendirmeler hamasete ya da yazıklanmalara teslim edilecek, takipçileri için ortaya konulması gereken değeri yitip gidecektir.
Kassam Tugaylarının, Hamas’ın siyasi heyetlerinden bile gizli operasyonu olarak sunulan Aksâ Tûfânı, Filistin direnişinin askerî karakterini pekiştirmiştir. Bu hususun geniş bir anlaşmazlık zemini olarak karşımızda durduğunu elbette kabul ediyorum ancak kapsadığı alanın neredeyse sorgulanamaz genişliğini böylesi kritik bir aşamada bile tartışmak gerektiği kanaatindeyim. Direniş(ler)in tümüyle askeri faaliyet olarak eşitlenmesi, İslami hareketlerin ufkunu kökten etkileyecek bir tablo sunmaktadır. Bu tablonun tesirinde kaçınılmaz olarak kalacak her bir hareket için ıskalanamaz bir değerlendirme perspektifidir bu.
Hizbullah’ın hemen 8 ekimde başka bir muharip muhatap olarak Gazze’ye destek maksadıyla sürece dâhil olması ve başta Nasrullah olmak üzere lider kadrosunun suikastlara maruz kalması; yine Haniye’nin İran’da suikasta maruz kalmasıyla İran’ın sıcak savaş temrinlerine süratli başlangıcı; Yemen, Irak ve Suriye hatlarının inişli çıkışlı savaşkan fotoğraflarının daha da netleşmesi askeri faaliyetin direnişe eşitlenmesi hususiyetini iyice pekiştirdi.
Bu sarmal hakkında konuşmak şarttır. Direnişin çok boyutluluğu, farklı karakteristik veçheleri bağlamında söylenecek çokça sözümüz olmalıdır. Özellikle îmânî bir yükümlülük olan “şûrâ” kavramının gereği gibi anlaşılıp icra aşamasına geçirilememesiyle alâkalı problemler silsilesinin neredeyse tümüyle askerî bir faaliyet olarak tecessüm eden bir direniş algısının oluşmasına; bunun da halkları, toplumları doğrudan etkileyen ve ucu bucağı kestirilemeyen sonuçlar ürettiğine dikkat kesilmeliyiz. Batı Asya’nın/Ortadoğu’nun neredeyse akamete uğramayan güçlü bir döngü olarak şiddetin tutsağı olduğu gerçeğini belirleyebilirsek bunun bütün olası ya da fiili sonuçlarını kestirip gözlemek imkânına da pekâlâ sahip olabiliriz.
Egemen dünya düzeni tarafından Batı Asya’nın yamacına yapıştırılan Siyonist garnizon rejiminin mahiyetini Aksâ Tûfânı sürecinde bir kez daha görüp deneyimledik. Savaşın kaçınılmazlığı, tarihin durdurulamaz aşamalarında kendini gösterebilir ancak müslüman kalabalığın temerküz ettiği Batı Asya mıntıkasında emperyalizme/Siyonizm’e direnişin sadece bir avuç Filistin halkının omuzlarına yüklenmiş oluşu, bölge İslami hareketleri tarafından düşünülmeli ve bu mücadelenin hangi evrelerde askeri ya da “başka biçimler faaliyeti” olarak seyredebileceği şûrâ formunda müzakere edilmelidir. Bu zorunluluk, emperyalist-siyonist köklerin Filistin’i de içine alan Batı Asya mıntıkasının geniş coğrafyasından beslendiği dolayısıyla Filistin halkından önce o geniş coğrafi alanlarda meskûn toplumların bu kökleri Batı Asya’dan söküp atma yükümlülüğü ile de ahlâkî olarak uyum hâlindedir. Bunun siyasal mücadele programını da askeri faaliyetin çok önünde olacağı izahtan vârestedir.
“İslam dünyası” klişesinin bir-iki küçük kıpırdanış dışında hem entelektüel hem siyasal iradesizlik bağlamında bir kez daha parçalandığına tanık olduğumuz bir süreç oldu Aksâ Tûfânı. İşbirlikçilik ve ihanet sarmalının müslüman halkları yuttuğunu, iradelerini rehin aldığını acı bir şekilde bir kez daha gördük. Öfkemizi dindirecek bir ma’kes bulamadık. Siyonist katliam makinesine -başta Türkiye tarafından olmak üzere- gönderilen petrolün bir damlasını kesemedik, ticaretin bir kuruşluk hacmini iptal ettiremedik. Rüştünü ispat edip ümmete yol haritası olamadan Seyyid Kutupların, Ali Şeriatilerin beslemeye çalıştığı damarların salt askeri faaliyetlere evrilen güzergâhları hakkında düşünme çağrısı şu aşamada hiçbir değer görmeyecektir farkındayım lâkin Allah’ın günleri çoktur, aksi taktirde aynı hatalarla kuşaklar boyunca yüzleşmek kolayca yazgımız olabilecektir.
Popülist siyasi liderlere yakışan popülist eylem coşkunluğunun ürettiği ve ulus-devlet tecrübesinin son bir yüz yıldır öğrettiklerinden hiçbir ders alınmadığını gösteren “başkenti Kudüs olan bağımsız Filistin devleti” şeklindeki ucuz çözüm önerisinin coşkulu kabulü hâl-i pür melâlimizin etkili fotoğraflarından olmuştur. Son derece açık ve anlaşılır örnekler toplamı olarak başta İncirlik ve Kürecik olmak üzere çok sayıda ABD-NATO üssü barındıran, maddi manevi kaynaklarıyla tümüyle kapitalizmin/emperyalizmin avuçlarına teslim etmiş Türkiye’deki İslami çevrelerde olduğu gibi İslami hareketlerin kendi mıntıkalarını özgürleştirecek, yaşamın tüm alanlarını kuşatacak toplumsal/siyasal hareketler üret(e)meden, böyle bir zahmete tevessül etmeden füze ve roketlerle remzedilen askeri faaliyetlere özgürlük muştusu olarak bel bağlamaları trajediden öte bir durumu işaret eder.
“Özgürleşmeden özgürleştirmek” iddiası hakkında konuşulmalıdır. Sömürge zincirini tamamlayan bir halka olarak bütünden kopmadan ya da o halkayı koparmadan çizilen o çerçevenin iddiası hangi seviyede değerlendirilmeyi hak edecek, göreceğiz. Şeytanın bütün ordularını hizaya dizip hakikatin, mazlum ve mustazafların üzerine sevk ettiği bir vasatta hakikat cephesinin başta hakikat, sonra da stratejiler hakkında lâyıkıyla fikredip müzakere etmemesi sefaletimizin devamının garantisi olma bahtsızlığını bize tekrar yaşatmaktadır.
“Wall Street’i İşgal Et” eylemlerinden bu yana anti-kapitalist isyanlar, Arap Baharı gibi süreçler ideolojik çerçevesizlik ve şûrâyı esas alan irili-ufaklı örgütlülüklerden yoksunluk gibi nedenlerle akması gereken havuzlara yönelip tesirli neticeler üretemedi, mevcut düzenleri sarsamadı. Aksâ Tûfânı’nın başından bu yana özellikle Batı’da sokakları dolduran coşkulu protestolar için de bu değerlendirmeler geçerli. İslami hareketlerin Batı Asya ya da başka diğer coğrafyalarda yaşadıkları da bundan bağımsız değil. Dönüp dolaşıp ancak insan hakları söyleminin kıyılarına tutunabilen mücadelelerdeki başarısızlık hissiyatı şiddet ve ona bağlı olarak askeri faaliyet ortaya çıkınca sorgusuz bir yücelticilik eğilimine teveccüh gösterebiliyor.
Direniş/ler/in mahiyeti hakkında yeterli bir fıkhetme ediminden mahrum olduğumuz ortada. Zülkarneyn peygamberin misyonunun mirasçı olmak bu fıkhedişin zaman ve mekâna göre çeşitlenmesi demek. “Özgürleşmeden özgürleştirmek” bahtsızlığından ancak kimlik kirliliğini izhar eden sembol ve söylemlerden azat olmayla başlayıp yüksek bir iman ve ideoloji makamına kanatlanmakla kurtulunabilir.
Yerelden küresel ölçeğe uzanacak ittifak halkaları, şûrâyı ihmal etmeden bir zincire dönüşebilirse Zülkarneyn modeline ulaşılabilir. Şûrâ ihmal edilirse hikmet kaybolur. Hikmetin Batı Asya’da insanların dinî saik ve motivasyonlarla birbirini boğazladığı yakın geçmişte bir kez daha bizi terk ettiğine kânî olduk. Cemel ve Sıffîn mirasçılarının tekraren hikmetle buluşması “şûrâ”yı diriltmekten geçmektedir.
Egemen dünya düzeninin farklı cephelerinin yaşadıkları rekabetin bir gereği olarak direniş hareketleriyle temas kurma niyetleri, mezkûr direniş hareketleri için ölümcül hamleler olabilir. Kat’î sûrette bu tuzaklardan sakınmak icap eder. Filistin’deki direniş örgütlerinin Çin aracılığıyla bir araya gelişleri bu durumun yakın dönemdeki çarpıcı bir örneğidir ve özgürleşme amacındaki mücadeleleri egemen dünya düzeni içindeki rekabetin taraflarından biri yapar ki bu da ancak “özgürleşmeden özgürleştirmek” çelişkisinin yeni, talihsiz bir örneği olur.
Hucurât sûresi 9. ayetin bir gereği olarak problemlerini çözemeyen müslümanların İslam düşmanı organizasyonların arabuluculuğuna onay vermesi; yine bir küresel güce karşı başka küresel güçlerle ittifak kurması reel siyasetin İslami kimlik ve sorumluluğa galebe çaldığının göstergesidir. Bu aşamada teorik ve çarpıcı bir yaşanmışlık olarak kurucu bir siyasi irade olan “hicret”in üreteceği dinamizmin de üzerinde düşünülmekten uzaklaşılmış temel İslami kavramlardan biri olduğu rahatlıkla söylenebilir.
İradelerini kısmen ya da bütünüyle bir şekilde ulus devletlerin iradelerine teslim etmiş toplumsal hareketlerin ya da direniş örgütlerinin zihinsel/entelektüel bir yenilenmeye ihtiyaç duyduğu açıktır. Yola, şartların zorladığı istikamette devam etmek zorunda değiliz. “Son saat”e değin adalet ve zulmün, tevhid ile şirkin kapışması sürecekse Rabbimizin ısrarla vurguladığı vahyî ilkelere tutunmada sebat etmeliyiz. Aksi taktirde dünyada da ahirette de herhangi bir muzafferiyetten bahsedemeyiz.
8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)

Yorumlayın
-
Ateşkesin Ardında Kalan “Gazze” – Yusuf Şanlı
-
“Dağ”ın Ardında Kalan Gazze – Yusuf Şanlı
-
ZIM, Aksâ Tûfânı Sürecinde de İsrail Ordusu Saflarında
-
Sınır Tanımaz, Mekânlar ve Zamanlar Üstü Bir Çerçeve
-
ÖYB’de “Bölgesel ve Küresel Karşılıklarıyla Aksâ Tûfânı Süreci” Paneli Düzenlendi
-
7 Ekim’den Bugüne: Bir Yılın Muhasebesi

19 Mart yargı darbesinin ardından sokağa çıkıp anayasal protesto hakkını kullanan vatandaşlardan kaç bin kişi gözaltına alındı, kaç yüz kişi tutuklandı bilmiyoruz.
25 Mart’ta İçişleri Bakanı 1.418 kişinin gözaltına alındığı bilgisini paylaşmıştı. Bu sayı ne kadar arttı, içlerinden ne kadar insan tutuklandı, bilmiyoruz.
Artık iyice dozunu arttıran hukuksuzlukları protesto edenler bir veya birkaç partiye mensup gençler değil z kuşağı diye tabir edilen çoğu 20’li yaşlardaki üniversite gençliği. Gözaltına alınan ve tutuklananlar da çoğunlukla onlar.
Gözaltındakilere işkence iddiaları vahim. T24’te yer alan habere göre İstanbul Barosu avukatlarından Halil Enes Kavak, Vatan Emniyet ve Gayrettepe Emniyet’de gözaltına alınan gençler hakkında “İçlerinde, darp izi olmayan hiç kimse yok. Çoğunun gözü, kulağı patlamış, vücutları yara bere içinde,” dedi.
Zulme, hukuksuzluğa, tek adam rejiminin vatandaşı hor ve hakir gören anlayışına karşı itiraz eden bu gençlik, ülkede her şeye rağmen umudun yeşerebileceğini gösterdi.
Son 10 yılda kesif bir karanlık ve ağır bir yoksulluk içine düşürülürken ülke, ihtiyarlar ve 40 yaş üstü, üzerine düşen uyarı ve itirazları ne sandıkta ortaya koyabildi ne de sokakta. Açık konuşalım, berbat bir imtihan verdiler.
Gelecek vaad etmeyen, yaşlı, bir ayağı çukurda siyasetçiler ve pısırık, hantal, eski düzen siyaset anlayışı gençliğin umutlarını zayi etmeye daha ne kadar devam edebilir!
Millet, özelde de gençler, “yeter artık!” dedi, patladı ve sokağa taştı.
Hukuksuzlukları protesto edenleri yine hukuksuz şekilde gözaltına alıp tutukluyorlar. Bir kere sınırı aşan iktidarlar için artık sınır yok!
Elbette göstericiler arasında barışçıl olmayan yollara sapanlar da olabilir. İstisnalar vardır ve onlar da tutuksuz yargılanmayı hak ederler. (Sivil polis veya milis güç filan değillerse!)
Bu yazıda, evlerinden gözaltına alınıp tutuklanan kişiler arasından 11’inin tutuklama kararına dair mesleki bilgiler de içeren kısa bir değerlendirme yapacağım.
İstanbul 5. Sulh Ceza Hâkimliği’nin 25 Mart 2025 tarih ve 317 sorgu numaralı 11 sayfalık kararı ile tutuklanan 11 kişinin yaş ortalaması 32. (içlerinde 2005 doğumlu iki genç var.)
Tutuklanma gerekçeleri: Kanuna Aykırı Toplantı ve Yürüyüşe Silahsız Katılarak İhtara Rağmen Kendiliğinden Dağılmama Suçu.
Böyle bir suç mu varmış demeyin!
Anayasa M. 34’e göre “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.”
Bu insanlar anayasanın, yasaların hiçe sayılmasını protesto için orda bulunuyordu. Silahsız oldukları ve polise mukavemet etmedikleri ortada. Çoğu, bir, “dağılın” ihtarı da duymamıştı. Kaldı ki bu ihtar da valiliğin yasağı gibi hukuka aykırı olurdu. Durduk yere “dağılın” ihtarında bulunmaya hakkı yok polisin. Bulunması, gösteriyi tek başına yasa dışı hale getirmez. Göstericiler arasında suç işleyen varsa onları tespit etmeli, ayırmalı ve gözaltına almalı polis.
Sonuçta zulüm üstüne zulüm üstüne zulüm bindirerek bu gençleri, yüzlerce, binlerce insanı apar topar tutuklayıp hapse atarak toplumu baskılamak, yıldırmak, korkutmak ve haklarını arayamaz hale getirmek ve tebaa –kul köle- zihniyetini tahkim etmek istiyor rejim.
Bunun adı artık -en basit tabirle- darbe rejimidir. 10 yılını doldurmuş bu rejime, gözünü Erdoğan iktidarı ile açmış gençler isyan ediyor. Elhamdülillah ki, zulme itiraz ediyor, razı gelmiyorlar. Bir farzı, en azından bir sünneti yerine getiriyorlar.
Açıkça iftira ettikleri, birer gazı ve coplarla müdahale ettikleri, nihayet hapsettikleri bu gençler, kendilerince hakkı tutup kaldırmaya çalışıyorlar. Bir zulmü elinle, dilinle engellemeye çalışmak ibadet değil mi?
Tutuklananlar arasında, Filistin eylemlerinden dolayı bizzat tanıdığımız Hüseyin Arif de var. Öyle zannediyorum ki Türkiye’nin İsrail’e, Gazze’de soykırım devam ederken dahi sağladığı desteği kesmesi için yapılan eylemlerde başı çektiği için bardağı doldurmuş. Bu protestolar da bardağı taşıran son damla olmuş.
Zulme razı gelmeyen, biat etmeyip açıkça itiraz eden herkes, hiçbir suça ve şiddete karışmasa da bu ülkede bardağı dolduruyor, taşırıyor ve hapse atılıyor! Yazık ki ne yazık.
2000 doğumlu Hüseyin Arif, Emniyet Sorgusunda şu ifadeyi vermiş:
“22.03.2025 günü akşam saatlerinde bir iki saat kadar Saraçhane taraflarında mitinge katıldım. Mitingdeki konuşmacılar Özgür Özel ve birkaç siyasetçiydi. Ben polis bölgesinde herhangi bir polis müdahalesi olmadan mitinge katıldım. Kitleler dağılınca ben de saat 23’ten önce oradan ayrılarak evime gittim. Ben mitingden sonra orada kalmadım. Herhangi bir taş atma, sopa sallama gibi eylemde bulunmadım. Bu tarz materyaller temin etmedim. Devlete veya hükümete karşı herhangi bir provokasyonda bulunmadım. Ben sadece demokratik hakkımı kullanmak için oradaydım. Ben bu mitinge tek başıma gittim. Tanıdığım kimse yoktu.”
İşte, gözaltına alınan binlerce insandan biri, bu “suçları” işlediği için tutuklandı! Kaçma ve (olmayan) delilleri karartma şüphesini de hesaba katmış hâkim! Yoksa tutuksuz yargılanması gerekirdi.
Hukuk olmayınca böyle oluyor ne yazık ki. Devirler değişiyor, muktedirler değişiyor lakin zulüm hiç bitmiyor.
Başlığa dönersek… Gençler Neden Tutuklandı?
Zulme, hukuksuzluğa karşı çıktıkları için.
Onlar bu bayrama zindanda girecekler.
Yazık ki bu ülkenin dört bir yanında haksız ve hukuksuz olarak zindanlara atılmış nice vatandaş yıllardır bayram yüzü göremiyor.
Bu ağır ve sistematik adaletsizliğe imza atanlar bir yana, bu zulüm rejimini yıllardır bile isteye destekleyenlerin yüklendiği dehşet verici vebal bir yana…
Biz ülke olarak niye bu haldeyiz, sorusunun cevabı burada, bu suçların, günahların, veballerin altında cansız yatıyor.
*fotoğraf: Ümit Bektaş /REUTERS

Bu yazıda okuyacaklarınızın hiçbir yeni ve özgün tarafı bulunmadığını en baştan ifade edeyim.
Geniş bir kesimin duygu ve düşüncelerine tercüman olur sanırım ve dua ile karşılık bulur umarım.
Mâlûmunuz, 15 Temmuz 2016’da bu ülkenin başına büyük bir felaket geldi: Darbe. Halkın püskürtmesi sonucu teşebbüs aşamasında kaldı lakin o gün bugündür Türkiye iyi değil. Vücutta hızla yayılan bir kansere yakalanmış gibi.
O çağ dışı askeri darbe püskürtüldükten sonra oluşan geniş meşruiyet alanında başka bir darbe meydana geldi ve bir iç kanama gibi “sessiz ve derinden” ülkenin vücuduna yayıldı.
19 Mart 2025’te zirvesine ulaşıp artık infilak etmiş bu sivil darbe Türkiye’nin sinir uçlarında geniş bir dalgalanmaya yol açtı beş gündür.
Göstergeler vahim: Hukuk, yasa, anayasa yok.
Bunu kabul etmenin zorluğunu yaşıyor geniş bir kesim. Bir kesimse, “biz yıllardır uyarıyorduk” diyor. Bir diğer kesim ise kafasını kuma gömmüş, görmemek için çaba sarf etmeye devam ediyor. Kolay değil.
Yargı mekanizması paçavraya dönüştürüldü. Ülkedeki kurumlar iflas etmiş vaziyette.
Basın ve sivil toplum görünümlü yapılar çok büyük oranda çöp. Kötü koku ve yalan dolandan başka bir şey yaymıyorlar ülkeye. Utanmaksa eski devirlerde kalmış bir haslet adeta.
Yoksulluk diz boyu. Geniş halk kesimleri, bilhassa gençler feci derecede umutsuz. Umutları hunharca çalındı, yağmalandı.
Bu rejim, toplumun geniş kesiminin yüreğine nifak, öfke ve umutsuzluk tohumları ekmekle harcadı son 10 yılını.
Bu saatten sonra sanki bir hukuk devletinde yaşıyormuşuz gibi, sanki seçimler, sandık bir anlam ifade ediyormuş gibi yaparak kendimizi kandırmanın âlemi var mı?
İsmet Özel, “tam düşecekken tutunduğum tuğlayı kendime rab bellemeyeceğim” demişti Yahudi Olmamak adlı şiirinde. İsme bak, harika bir şiir.
Tayyip Erdoğan o tuğlayı adeta Rab belledi, “ölene kadar bu koltuğu bırakmam” diyor. Kazanamadığı seçimi iptal ediyor, seçimde yenildiği rakibine kin güdüyor, ilk fırsatta o ve onun gibileri hapse attırıyor. Allah pervasızları sever, eyvallah ama hak yolunda!
Ortalık siyasi dava ve yurdun dört bir yanında o davalardan hapse atılmış siyasetçilerle dolu. Gazeteciler, aydınlar da cabası.
Allah aşkına artık şu işin adını bi’ koyalım ve bu ülkeyi elinde oyuncak gibi gören zat ve çevresindeki menfaat ordusu da rahatlasın.
Diyelim ki ona, “buyur, ülke senindir, sen Allah ömür verdikçe oyna, kafana göre takıl. Kimseye hesap vermeyeceksin, hiç ama hiç endişen kalmasın. Sal bu ülkedeki muhalifleri zindanlardan, sal bizi kafkaesk ülkenden. Sen sağ biz selamet! Allah’ın takdiri ecel, kapımızı çalana kadar takılalım olabildiğince başımızı belaya sokmadan. Sen de rahatla sana karşı olanlar da rahatlasın.”
Trump ve Netanyahu’nun soykırımdan henüz çıkamamış Gazze’de halen ne vahşetlere imza attığını görünce, halimize şükretmemiz gerektiğini bize vaaz eden rejime kulak verelim ey ahali!
Çoktan çivisi çıkmış, bir hayli gözü dönmüş bir dünyada savaşlar, işgaller, terör, türlü türlü kargaşa, kumpaslar, yağma, talan ve yalanlar içinde yaşadığımız gerçeğini kim inkâr edebilir. Allah sonumuzu hayreylesin.
Bana göre Erdoğan ömrünü darbeci olarak sürdürecek, darbeci olarak ölecek ve öyle de anılacaktır tarihte. Yanılıyor olmaktan memnuniyet duyarım. Ben Müslümanım ve Allah şahittir ki herkes için iyilik ve güzellik dilerim. Bir karıncayı bile incitmek istemem, “bile” diyerek hakkına girdiğim için de ayrıca helallik dilerim kendisinden.
Darbe süreci içinde yaşıyoruz. Demokrasi tiyatrosunda perdeler 19 Mart (yargı darbesi) itibariyle tümüyle kapandı, anlamayan kalmasın. Gişe önünde kuyruğa girmeye gerek yok.
Darbe karşısında beş gündür devam eden, belki de Cumhuriyet tarihinin en geniş katılımlı sivil itaatsizlik süreci ne kadar devam eder, ne olur, tahmin etmek güç.
Yalnız, sivil itaatsizlik candır, not etmeden geçmek istemem. İnşallah kan dökülmez, insanlar tutuklanmaz, kimsenin canı yanmaz. Bunun için samimiyetle dua ediyorum. Herkesi hukukun içinde, sakin ve sağduyulu olmaya davet ediyorum. Bolca da gürültü koparmaya elbette. Anayasanın geçerliliği kalmadıysa da, hakkımız bâkî: “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” (M. 34)
Öyle zannediyorum ki belirsiz bir süre, bu acı gerçekleri içimize sindirmekle geçecek.
Bir kesim, söz konusu darbe sürecinde, darbecilerin kanatları altında bu dehşet verici vebali destekleme karşılığında sahte bir güvenlik satın alacak, şu yalan dünyada.
Bir diğer kesimse açıktan veya gizliden sivil itaatsizlik mezhebine geçiş yapıp direnmenin haklı onur ve gururu ile yaşayacak, razı olmayarak karşı gelecek ve “hak, hukuk, adalet” sloganları eşliğinde yaşamaya devam edecek.
Allah mazlum halkları korusun. Bizi haktan, adaletten ve direnmekten alıkoymasın. AMİN.

19 Mart 2025 tarihinde İBB Başkanı ve CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun bir şafak operasyonu ile gözaltına alınması Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcı olsa gerek.
Bu olayın, bir ismin veya partinin ötesinde, Türkiye’nin geleceği ile ilgili önemli bir eşik olduğu aşikâr.
Herhalde o gün yaşananlar, gözaltı ve operasyonlar 19 Mart Hadisesi gibi bir isimle anılacaktır. Bu da 15 Temmuz gibi bir gün işte. 15 Temmuz’da yaşadıkları güç zehirlenmesi ile hak ve hukuk yolundan tümüyle sapan Fethullahçıların darbesi şükür ki yarım kalmıştı. Bu darbe de yarım kalır mı? Milletin karşı çıkmasına bağlı.
Henüz belli değil ne zaman tamamlanacağı veya tamamlanıp tamamlanmayacağı.
Erdoğan’ın görünen en büyük rakibi gözaltında halen. Tutuklanır, mahkûm edilir, İBB’ye kayyum atanır ve CHP kapatılırsa iş bitmiş olur mu?
Seçimlerin de -en azından bir süre için- resmen ortadan kaldırılması lazım. Neden mi? Erdoğan bir süredir seçim kazanamıyor da ondan. (Erdoğan kazanamadıktan sonra seçim yapmanın ne anlamı var?)
Ne acı ki darbelerle, darbecilerle haklı olarak hesaplaşarak milleti arkasına alıp Cumhurbaşkanı olan bir isim yargı mekanizmasına atadığı “emir erleri” (memurlar) üzerinden darbe yapıyor -ülkenin başına darbeci kesilmiş- görüntüsü veriyor. Sayısız gazeteci, köşe yazarı, vatandaş, yıllardır olan bitenleri şu kelimelerle izah ediyor: “darbe”, “sivil darbe”.
35 yıl sonra gelen “diploma kararı” su katılmamış bir hukuksuzluk.
İstanbul Valiliği’nin 19-23 Mart tarihleri arasında sokaklardaki gösteri ve protestoları yasaklamak için aldığı karar su katılmamış bir hukuksuzluk.
İktidarın, pespaye bir cunta gibi apar topar ilave yasaklara sarılması müthiş bir acziyet göstergesi. Kaldı ki valiliğin kararına saygı duyan da uyan da pek yok. On binlerce insan 2 gündür sokaklarda protesto ediyor bu hukuksuzlukları.
Üzülerek belirtmeliyim ki iktidar, hukuk dışında cirit atmaya devam ederse 19 Mart, can çekişen hukuk devletinin resmen öldüğü ve yerine polis devletinin faaliyetlere geçtiği gün olarak, kara bir leke olarak tarihe geçti şimdiden.
Elbette 19 Mart şafağına bir günde gelmedi ülke. 15 Temmuz’dan sonra hukukta ve anayasal haklarda aşama aşama radikal şekilde kısıtlama ve karartmaya gidilmişti. Nasıl ki ilk 10 yıl iktidarın parlak yılları ise, son 10 yıl da feci derecede karanlık yıllardı.
Biz böyle bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Asker veya sivil, tanklı tüfekli veya savcılı hâkimli darbelerin, darbeciliğin sahne aldığı bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Şahsen ülkeyi bu hale getirenlerden ve tüm bunlar olup biterken bile isteye iktidara destek verenlerden razı değilim. Çocuğunun beslenme çantasına yiyecek koyamayan anneler ve karnı aç çocuklar aklıma gelince hakkımı helal edeceğimi hiç sanmıyorum.
Biz hukukun en temel ilkelerinin geçerli olduğu, anayasal hakların korunduğu, ifade ve basın özgürlüğünün bulunduğu, masumiyet karinesinin hayatta olduğu bir ülkede yaşamak istiyoruz.
Fethullahçılar darbe yaparken mesele yolsuzluk değildi. Ak Partili tepe kadronun yaptığı darbede de mesele yolsuzluk değil. Eğer öyleyse, eyvallah, ne güzel. Yolsuzlukla mücadeleye kim hayır der! Her belediye araştırılsın, elbette Ak Parti’nin yönettiği belediyeler dâhil!
Mesela Melih Gökçek yönetiminde Ankara’da vatandaşların hakları parsel parsel kimlere satıldı, neler oldu, araştırılsın. Bunu sıradan bir vatandaş olarak ben değil sonraki belediye başkanı Mansur Yavaş da talep etmiş hatta bunun için yetkili mercilere başvuru yapmış kaç kez. Araştırılsın.
Hukuktan, dürüstlükten, ahlaktan, mertlikten bahsedecekseniz, gelin suçla, suçluyla, yolsuzlukla, adam kayırmayla parti ayrımı yapmadan tam saha mücadele edelim. Bu ülkeyi bu çamurdan, bataktan kurtaralım. Var mısınız?
Birilerinin, “aman Allah korusun!” dediğini duyar gibiyim! Geniş mi dar mı bilmiyorum ama bir kesimin bu hukuksuzluktan çok sağlam menfaatleri var.
Kanun önünde, hukuk karşısında asla ama asla eşit olmak istemiyorlar.
Milleti, bir yaşam tarzı olarak sefalette, bitmek bilmez ekonomik krizlerde, yoksulluk ve açlık sınırının altında eşitlediler.
Yukarlarda hukuktan bağımsız iktidar kapışması son sürat devam ederken, kurumların itibarı yerlerde sürünürken, ülke darbelerle çalkalanırken oluşan faturayı yine gariban millet ödeyecek. Halk daha da fakirleşecek. Kimin umurunda!
Her cuma hutbeden millete “sabır” ayetleri okuyup Allah ile aldatırken, kendileri yedi sülalelerine yetecek konfor içinde yüzmeye devam ediyor nasıl olsa.
Olan millete oldu, oluyor, olacak. Değişmeyen yazgısı budur ülkenin. 100 yılı az çok böyle geldi geçti, Türkiye Yüzyılı da böyle geldi ve geçiyor.
Cumhurbaşkanı için harbiden üzülüyor insan. Sahneye çıkarken karşı çıktığı, kıyasıya eleştirdiği ne varsa yaşıyor, yaşatıyor, yapıyor, yaptırıyor!
“Ölmeden ben bu mevki makamdan, bu koltuktan ayrılmam” fotoğrafı yıllar sonra bir karikatür olarak kahvehane köşelerine asılırsa hiç şaşırmam.
O artık ibretlik bir hikâyenin kahramanı.
Geçmiş olsun diyelim. Ama geçmiyor, gitmiyor ve bitmiyor.
Darbeler ve darbecilik esas, hak hukuk ve özgürlükler bu ülkede istisna olarak ancak ara dönemlerde, yalancı baharlar gibi kısacık yaşanıyor halen. O aralara denk gelmek, o araları açmak, çok açmak, uzatıp yaymak, genişletip temellendirmek, hukukla tahkim etmek temennisi ile.