Connect with us

Köşe Yazıları

Hamza Er İle Röportaj

Yayınlanma:

-

Hamza Er, geçtiğimiz Ağustos ayında Çıra Kitap etiketiyle yayınlanan iki röportaj kitabıyla okur karşısına çıktı. “Sordum Söylediler”, Gazze’den Patani’ye, Doğu Türkistan’dan, Lübnan’a, İngiltere’ye, Keşmir’e… uzanan geniş bir çoğrafyada, kanaat önderleriyle gerçekleştirilmiş 18 kritik röportajdan oluşan bir kitap. “Sordular Söyledim” ise farklı zaman dilimlerinde kendisiyle gerçekleştirilen ilim, davet, İslâmi mücadele, Mavi Marmara, mültecilik, İslâmofobi, direniş temalı 16 röportajdan müteşekkil kardeş kitap. İki röportaj kitabıyla çıkagelen yazarla bir röportaj gerçekleştirdik.

“Hamza Er” mahlasının hikâyesi ile başlamak isterim. Eskiden daha yaygın olan edebiyatçı-yazar tavrıyla mı tercih ettiğiniz bir isim mi yoksa dinini-inanç dünyasını değiştirenlerin tercihi gibi bir tercih mi sizinki?

İlgi ve alakanıza teşekkür ederek başlamak istiyorum. Tabi ki edebiyatçı-yazar tavrıyla seçilen bir tercih olduğunu söylersem tam doğru olmaz. Ama mahlas isim seçmeyi inanç dünyamı değiştirerek yapmak zorunda olduğum bir girişim olarak da görmediğimi söylemek isterim. Bizimkisi biraz ani gelişti. 1997 yılında radyo programları teklifi almıştım. Radyo, insanların dışarıyla temasa geçtiği tek ses, tek fırsattı… Radyo programcıları etkileyici sesleri ile bir karizma oluşturuyorlardı. Yaşım daha 21’di… Ben o dönem koruyucu bir kalkan olarak mahlas kullandım. Programlarımızın başında okunan tanıtım metninde rahatlıkla söylenebilmesi için 3 heceli olarak Hamza Er’i tercih ettim. Hamza ismini zaten çok seviyordum. Üniversitenin son dönemlerinde arkadaşlar ‘Hamza gibi olursun inşallah’ diyerek o ismi benimle özdeşleştirmişlerdi. Tabi ki Hz. Hamza’dan ötürü… Ben de radyoda bu ismi kullanmaya başladım. Radyo programlarımız hamdolsun iyi bir dinleyici kitlesine sahip oldu ve böylece isim üzerimize yapıştı. Programlarla beraber aylık İslâmi içerikli dergilerde de yazılar yazmaya başlamıştım. O gün, bugündür “Hamza Er” ismi kendi ismimin önüne geçmiş oldu.

Ancak şunu da belirtmek isterim ki ben isimlerin kendi dil ailesinde kullanıldıkları anlamının önemli olduğunu düşünüyorum. Yani İslâm’ı seçen herkesin Arap coğrafyamızdaki isimleri kullanmalarının gerekli olmadığına inanıyorum. Kendi toplumu içinde kabul görmüş, bir küfür, zulüm şahsını temsil etmeyen ve anlamı şirk, günah öğeleri içermeyen, güzel, olumlu anlamlara gelen isimler kullanılabilir. Ben kendi ismimden de çok memnunum. Ailemin benim için seçtiği ismin Türkçedeki anlamı ‘korkusuz, yiğit’dir. Aileme böyle güzel anlamı olan bir ismi tercih ettikleri için müteşekkirim.

Öncesi de olmakla birlikte bilhassa son 10 yılınız gençlerle sahada yoğun biçimde ilim, tebliğ ve davet çalışmalarıyla geçti. Sizce bugün yirmili yaşlardaki gençlerin eski kuşaklara kıyasla zaaf ve imkânları nelerdir?

Gençliğin hâli, her dönem yetişkinlerin üzerinde konuştukları ve huzursuz oldukları bir konu ve konuşulanlar sadece bu döneme ait değil. Sürekli şikâyet, sitem ve tatminsizlik üzerine değerlendirmeler yapılmış. Eski tarihi yazıtların tercümelerinde bile gençliğin gidişatından endişe edildiğiyle alakalı vurguların tespit edildiğini görüyoruz. Bu da Yaratıcı’nın yarattığı insanın ömür evrelerinde ve o evreye ait tavır ve duygularında aslında bir değişiklik olmadığını gösteriyor. Değişen yalnızca çağ ve o çağa ait araç gereçler…

Gençler maalesef, genelde insan ömrü içerisinde üzerine en çok oynanan, en çok hesaplar yapılan bir sınıf hâline gelmiş… Eğer sağlıklı düşünme, tefekkür yönleri geliştirilmezse ya popülerliğin, tüketimin kölesi oluyorlar ya da örgütlerin hamasi sloganlarla militan devşirdikleri bir kesime dönüşüyorlar.

“İsyankâr bir tabiata sahip olmak, cesaret, günlük yaşamak, gelecek kaygısı duymamak, tüketime meyilli bulunmak” gibi vasıflara sahip olan gençlerin bu yönleri, emperyalist güçler, onların kumanda ettiği örgütler ve sermaye sahibi kapitalist elitler tarafından daima istismar ediliyor. Yeryüzünü talan eden bu zalimler, gençlerimizin terini, kanını, canını, malını sinsi yaklaşımlar sonucunda kullanıyorlar.

Tüm bu saydıklarım her dönem ve mekân için geçerli olabiliyor.

Bu eğilimleri eğer siz İslâmi açıdan gerçek ve sağlıklı hedeflere yönlendirebilirseniz bir imkâna dönüştürmüş olursunuz. İsyankâr ruhu; şirke, zulme ve haksızlıklara itirazla anlamlandırabilir, cesareti; Allah için, Allah yolunda korkmadan yürümeyle ilişkilendirebilir, yarını düşünmeme tabiatını da dava edinmeye, ahiret merkezli yaşamaya ve bu uğurda çalışmaya yöneltebilirsiniz. Bunlar gençlik dönemiyle ilgili genel tespitler…

“Bugünün gençlerine özel zaaflar nedir?” diye bakarsak derinlikli düşünmeye fırsat bulamıyor olmalarını söyleyebiliriz. Hız ve haz çağında, teknolojinin bunca yaygın bir hâle gelmesi sonucunda maalesef, spot başlıklar ve 3-5 dakikalık videolarla hayatı soluyan bir nesil yetişti. Fikrî tecrübelere değer veren, onlardan istifade etmeye çabalayan, toplumsal eminliği sağlamış itibarlı öncüleri birebir dinleyen, onlara soran, konuşan bilgi için fedakârlık yapan dert ehli kişileri göremiyoruz. Bunu özgüvenle açıklayamazsınız. Bu daha çok, teknolojinin sağladığı imkânlardan ötürü kendine yettiğini sanmak ve böylece ukalalaşmak olarak tanımlanabilir. Oysa gerçekten bir rehberlikten faydalanma, sıcak temasla, birebir iletişimle, saygı ve ahlak çerçevesinde sağlanır. Gençlerin bu dönemde çabuk manipüle edilip anlık geçişler yaşayabilmelerini, işte bu ilmi ve istişari disiplinden kopuk olmalarına bağlayabiliriz.

Gençlerle ilgili konuşurken genelde önceki kuşakların özveri hikâyeleri anlatılarak açıkça veya alttan alta şimdiki gençlerin ilgisizliğinden, gayretsizliğinden ve “bunca imkânı” değerlendirememesinden yakınılır. Buna mukabil dernek, vakıf, cemaat gibi yapıların, bu tür yapıların yönetici “büyükleri”nin özeleştiri yaptıklarına da pek şahit olmayız. Hatayı nerede aramalı?

Bu çok önemli bir soru ve sorun… Farkındaysanız demin fikri tecrübelerin öneminden ve onlardan istifade edilmesinden bahsettim. Toplumsal eminliği sağlamış itibarlı öncülerin önemine vurgu yaptım. Kimdir bu itibarlı öncüler? Mücadele sürecinde keskin fikri zikzakları olmayan, güce, konjonktüre, ortama göre kendini konuşlandırmayan, hakkı, doğruyu, adaleti kim ve kime karşı olursa olsun muhafaza etmeye çalışan kişiler…

Bakın, insan hayatın içinde edineceği tecrübeyle kendini revize edebilir. Benim kastettiğim fikri, düşünsel bir omurgaya hiçbir zaman sahip olmamış kişilerdir. Sadece duygusallık ve çevresel etkenlerle siyah beyaz kadar gelgitler yaşayanlardır. Bunlar önce kendi eminliklerini kaybederler sonra kendilerini takip edenlerin hayatlarına mâl olurlar. Yola çıktıklarına dudak büküp artık onları beğenmeyen, sınıf, statü, makam ve servete göre duruşunu şekillendirenlerin itibarları yok olur. Sonrası ise daha vahimdir. Örneklik teşkil ettikleri gençlerin yaşayacakları muhtemel buhran ve savrulmalar…

Sağlıklı, ilkeli ve istikrarlı bir mücadelenin kendilerine model olarak sunulamadığı gençler de ya inançlarına yönelik güven kaybı yaşayarak amaçsızlaşacaklar ya da oluşan boşluktan faydalanacak militarist, sadist, tekfirci grupların oltalarına yem olacaklardır.

İşte büyüklerin özeleştiri yapacakları yer de burasıdır. Toplumun temiz bir inanç ve yönteme sahip olabilmesi için onlara örneklik yapacak muvahhit modellerin varlığı zorunludur.

İslâm’ın “sivil” bir din olduğunu düşünüyorum ve şahsi gözlemim, Türkiyeli Müslümanlar’ın, her ne kadar yaygın bir sivil toplum ağına sahip görünseler de bu dini, devletle kaim, devlet merkezli düşünmekten kendilerini alamadıkları yönünde. Bu tespite belli bir oranda katılıyorsanız, söz konusu durumun sebep ve sonuçları hakkında neler söylenebilir?

“Sivil bir din” derken ne kastedildiği biraz izahata muhtaç sanırım. Kelimeleri meşhur yüklenmiş güncel anlamları ile mi bakıp değerlendireceğiz, yoksa kendi içinden çıktığı kültürün tanımlamasıyla mı okuyacağız. Ben ikincisinden yanayım. Çünkü kelimeler ve kavramlar masum değildir. Belli bir zeminin ürünüdür. Her kelime ve kavramın, yaşanılan hayat tarzı ve kültürü içinde bir karşılığı, manası vardır. Bu sebeple birilerinin ne kastettiğinden ziyade kavramın doğduğu, tanımlandığı, anlam yüklendiği döneme bakılması gerekir. Kavramın fikir babalarını es geçerek uyarlamalarda bulunmak sanırım pek sağlıklı olmaz.

‘Sivil’ de böyle bir kavramdır. Medeni, uygar; nazik, kibar, laik anlamlarına gelir. Batının karanlık çağına ait kelimelerdendir.

Bugün “Sivil” kavramının en kısa tanımında, bireylerin ve kurumların devletten bağımsızlığı söz konusudur. Günümüzde sivil din, sivil toplum ile birlikte anılmaktadır. Sivil duruş, sivil toplum, Batı siyasal düşünce geleneğinde, devlet, toplum, birey ilişkilerinin analizinde başvurulan, devlet tarafından kontrol edilmeyen kitle iletişim araçları, gönüllü kuruluşlar ve sosyal hareketler alanına gönderme yapılarak kullanılan bir kavramdır. Sivil duruş, “merkezi otoriter gücün baskı ve kontrolünden kaçmayı başararak kendi başına bir duruş sergileyen, bu yolla devletin dışında ve devlete rağmen var olabilen bir hâl” olarak tanımlanır.

Sanırım siz bu tanımdan yola çıkarak Türkiyeli Müslümanlar üzerinden bir eleştiride bulunuyorsunuz. Buradan baktığımızda kendi özgün değerlerine göre topluma yön vermeyi hedefleyip bağımsız, âdil bir muhalif tavra sahip olması gereken Müslüman camiaların, statükocu, muhafazakâr görüntüsü tabi ki kabul edilebilir değildir.

Bugün maalesef devlet, kurucu değişmez değerlerle geçmişten bu yana varlığını sürdüren, mutlak güç sahibi, insanlara hayat hakkı bahşeden, hatta gerek duyulduğunda sivil toplumu vareden, biçimlendiren ve denetleyen bir mekanizma olarak karşımızda duruyor. Oysa egemen devletin bakış açısından yani resmi ideolojiden ayrışmadan örgütlenmeye çalışan sivil toplum anlayışı İslâmi örgütlenmeler için söz konusu olmamalıydı.

Bu egemen sistemle barışık, muhafazakâr yaklaşımın ana sebebi, dinin temel değeri olan Tevhid inancının yeterince anlaşılamamış olmasıdır. Her türlü zulümattan, fahşadan, haksızlık ve kötülükten, sapkın yanlış uygulamalardan beri olmanın ilanı olan Tevhid inancı eğer doğru anlaşılsaydı “maslahat, âli menfaat” adına ilkesiz ve onursuz duruşları göremezdik.

Gönderildikleri cahili toplumların sapkın uygulamalarına itiraz eden resuller ve takipçileri, kendi ölçeklerinde “dindar” olan bu toplumlarla yakın gözükecek bir uzlaşma ve ittifak teşebbüsü asla göstermemişlerdir. Tevhidi yaklaşım gereği; Allah’tan başkasına itaat, kulluk ve ibadetin önüne geçmeye çalışan peygamberler, aynı zamanda bu bozuk ortamdan üreyen “ahlaksızlık, soygun, ırkçılık, hak yemeler, rüşvet, cinayetler, terazi adaletsizliği, yol kesme, haramilik, kadına, çocuğa işkence, doğaya ve tüm canlılara yönelik ifsadın” da net bir şekilde karşısında durmuşlardır.

Kendilerine yönelik yürütülen baskı ve işkencelere karşı vazgeçmemişler, rüşvet, statü, makam, servet tekliflerine karşı da varoluşlarını anlamsızlaştıracak adımlar atmamışlardır. Susmamışlar, görmezden gelmemişler, dünyevi endişelerin kendilerini âdil bir duruştan geri bırakmasına fırsat vermemişlerdir.

İşte cahiliye toplumlarında o toplumu kökünden değiştirecek bir çalışmayı göstermesi gereken mü’minler, İslâmi bir yönetimin, devletin hükmü altında yaşarken de sağlıklı örgütlenmelerle yol gösterici tavırlarını devam ettirmelidirler. Müslüman cemaat, adil vasfı gereği yanlış olanı dile getirebilmeli, ıslah edici uyarı ve davet yükümlülüklerini de asla terk etmemelidir.

Allah(c), Al-i İmran Suresi 104 ve 110. ayetlerinde Müslüman cemaatin bu yönüne vurgu yapmakta, iyiliği emredip, kötülükten sakındıran bir topluluğun her koşulda var olması gerektiğinin önemine işaret etmektedir. Üç kuruşluk dünya menfaati, konfor ve rahatlık uğruna bu görevlerin ihmali ve iptali, ağır vebali olan kötü bir tercihtir.

İlk kitap sevinci diye bir şeyden bahsedilir, ki sizin iki kitabınız birden yayınlandı. Nasıl bir duygu? Son 15 yılın mahsulü olan kitapları elinize aldığınızda neler düşündünüz?

Kişinin gerçekten emek harcadığı, yıllardır gösterdiği çabaların bir meyvesi olarak gördüğü kitaplarını eline alması tabi ki mutluluk verici bir durum. İzi silinenler ve iz bırakıp izi sürülenler gibi hayatta iki sınıfın olduğunu düşünürsek küçük de olsa bir iz bırakacak olmanın iç huzurunu yaşıyorsunuz. Fırsat ve imkân verdiği için Allah’a hamd ediyorum.

“Kitap çıkarmış olmak için değil de bir katkı sağlamak, bir farkındalık oluşturmak için çaba harcanmalı” diye düşünüyorum. Rahat ve kolay okunacağını umduğum bu iki söyleşi kitabımızın okuyucularımıza bir ışık yakması için Allah’a dua ediyorum. Bilinçaltında saklı olan anlamların ortaya çıkmasında ve bilinci etkin olarak harekete geçirmede soru-cevap yönteminin yalın ifadelerden çok daha güçlü olduğunu düşündüğümüzde, bu yöntemle hazırlanmış iki kitabın her kesimden okuyucuya faydalı dokunuşlar sağlamasını umuyorum.

Çevremizde beni tanıyan ve üzerinde çalıştığım konuları bilen birçok kardeşimiz için bu kitaplar açıkçası biraz sürpriz oldu. Çünkü tamamlamak için yoğunlaştığımız farklı iki üç kitap hazırlığımız vardı. Onlar devam ederken bu iki söyleşi serisinin çıkması ilgi çekti. İnşallah Allah-u Teâlâ fayda sağlayıp iz bırakmasını ümit ettiğim o çalışmalarımızın da tamamlanmasını bizlere nasip eder.

 

https://www.dunyabizim.com/soylesi/hamza-er-toplumun-temiz-bir-inanc-ve-yonteme-sahip-olabilmesi-icin-onlara-orneklik-yapacak-muvahhit-modellerin-varligi-zorunludur-h42081.html

“Gazete Okuyan Tavuk”, “Nasreddin Hoca’nın Bisikleti”, “Kuzularla Saklambaç”, “Ceza Hikayeleri” ve “Kelebek Ve Arı – Malcolm X Ve Muhammed Ali’nin Kesişen Hayatları” kitaplarının yazarı. 1983 Trabzon doğumlu avukat.

Köşe Yazıları

Seyahat Notları 2024

Yayınlanma:

-

Dört kişilik küçük ailemizle otuz altı gün süren bir yurt içi seyahatinden henüz dönmüşken izlenimlerimi satırlara dökmek istedim. Bunu yaparken, kişi ve yer adlarını mümkün olduğunca tasarruflu kullanmam gerekiyor ki okuyanı boğuntuya sokmayayım.

Arka koltukta iki küçük çocuğumuz, kemer takma zorunluluğunun da katkılarıyla yolları ve molaları uzattıkça uzattılar. Olsundu. Tema: gitmek, amacımız biraz da yollarda olmak değil miydi?

İnsan insanın yurdu olduğundan, rotamızı eş dost akrabalar, arkadaşlar oluşturduğundan “yurt içi” olarak nitelendiriyorum bu seyahati. Ulusal sınırlara inandığımdan, itibar ettiğimden değil.

Kim söylemişse haklı: Şehirde manzara insandır. Kırsalda da öyle değil mi günün sonunda?

Biriktirmek kulağa hoş gelmiyor ama insan biriktirmek kıymetli bir edim.

Trabzon’dan Tokat, Ankara, Eskişehir, Sakarya, Kocaeli ve Gebze’ye uğrayarak bir haftada İstanbul’a vardık. İstanbul’da bir süre Kadıköy’de, bir süre de Başakşehir’de kaldık. Dönüş yoluna bir de Konya’yı kattık.

Her durakta farklı insanlar, aileler, coğrafya, ortam, imkân ve neyse nasibimiz bizi bekliyordu.

Tokat’ta geniş, bereketli ovaları sulamak için oluşturulmuş, huzur içinde uzun kilometreler boyu akan kanalda yüzmek harika bir deneyimdi. Biz Niksar’da kanalımıza abone olduk! İki gün üst üste girdik, çocukları zor çıkarttık. Su tertemiz. Ne tuz ne klor. Genişliği 3 metre kadar, derinliği ise sulama durumuna göre değişmekle birlikte iki metreyi bulmuyor. Akıntı çok kuvvetli değil. Ortalama bir yetişkinin boyunu aşmaz, alıp götürmez. Eh, yüzme bilmeyen çocuklara da göz kulak olursanız, değmeyin keyfinize. Gözlerden uzak, ıssızlık içinde, gece gündüz, pırıl pırıl serinleme, rahatlama imkânı.

Tıpkı Eskişehir gibi ortasından nehir akan Tokat’ı gezerseniz Tokat Arkeoloji ve Etnografya Müzesi’ni (1926) görmeyi ihmal etmeyin derim.

Ankara Kalesi’nde el yapımı seramik ürünleri üreten sanatçı kardeşimiz bizi atölyesi Od Seramik’te ağırladı. Sağ olsun, çocuklarla birlikte 2 saatlik bir üretim deneyimini paylaştı. Bana da masaüstüne, kitaplığa kondurmayı çok sevdiğim şirinlikler hediye etti.

Eskişehir’in Beylikova ilçesinde tek katlı, yıllar içinde sağa ve sola oda, fırın, ardiye, tamirhane gibi eklentilerle genişleyen eski bir köy evinde kaldık. Ağaçlara, insanlara, hayvanlara, doğaya tepeden bakmayan bir tevazu az bulunuyor. Bu iki avlulu evin her köşesine yılların tozu bir yaşanmışlık, yaş almışlık sinmiş. Mekânın insan üzerindeki etkisini test etmek istermişiz gibi birkaç gün sonra Fikirtepe’ye gideceğiz. Binaların insanın üstüne üstüne geldiği, tahakküm boca ettiği ürpertici bir yer Fikirtepe. Neyse ki biz o kibir abideleri kulelerin yanında makul kalan bir aile apartmanında konaklayacağız.

Beylikova’da dikkatimi çeken naifliklerden biri de pazarı oldu. Salı günleri kurulan pazar için sabah erkenden belediye hoparlörlerinden alıverişin bereketli olması için dua ediliyor. Ne güzel, antikapitalist bir gelenek. Malum olduğu üzere kapitalizm ile bereket asla yan yana gelmez. Sahi, bereket ne hoş bir kelime.

Sakarya yeşili, mavisi, iklimi, İstanbul’a yakınlığı ve yakınlığımız olan insanları dolayısıyla her zaman sevdiğim bir şehir. Kocaeli ise İstanbul’dan sonra benim ikinci şehrim diyebilirim. Ortaokuldan bu yana, ibadetin makbulü gibi, az da olsa düzenli, daimî olarak görüştüğüm bir dostum dolayısıyla bilhassa üniversite yıllarında çokça kaldığım bir şehir.

Dostum 4 yıllık üniversite hayatında en az 6 ev değiştirdiğinden dolayı pek çok ilçesinde yaşadım. Bunda tam bir işçi ve öğrenci dostu Haydarpaşa- Adapazarı treninin de payı büyüktür. O hattı ortadan kaldıran, Haydarpaşa tren istasyonunu devre dışı bırakan iktidara, milyonlarca insanın hatıralarına saygısızlık yaptıkları için hakkımı helal etmiyorum.

Dostum evlendikten sonra istikrarlı bir şekilde Başişkele’de yaşıyor çünkü artık bir evi var!

Gebze’de evlerine misafir olduğumuz arkadaşlarımızın kızlarının adı Rachel. Ne, nasıl, neden diye soracak kızlarıyla her tanışan ve hikâyeyi dinleyecek. İnşallah yakın zamanda Rachel ve Esma’nın hayat hikayelerinin bir arada anlatıldığı nitelikli bir kitap yayınlanacak ve evlerimize konuk olacak. Ben Rachel kısmını okudum ve çok beğendim. Yazar ve yayınevi sürpriz olsun.

Ve İstanbul!

Tanpınar’ın Beş Şehir’inin baş şehri. Onu anlatmaya kelimeler yetmez.

Yine yürüyorsun, yine bir tarih, bir sürpriz çıkıyor bir ara sokağından, bir binasından, bir hanından, pasajından, taşından, duvarından.

Karaköy’de yürürken İhsan Oktay Anar kitapları geliyor aklıma, Beyoğlu’nda Sait Faik, başka bir yerinde bir şiir, bir türkü, bir film sahnesi… Yıllarca sokaklarında yürüdüğünüz, adalarında gezindiğiniz, boğazında yüzdüğünüz, camilerinde, parklarında, bahçelerinde dinlendiğiniz şehrin yüzlerce insan ve binlerce olayla sizde mevcut biricik hatırası bir yana, devasa bir ortak tarih ve hafıza üzerinde yürüdüğünüzü düşünün.

Her İstanbul ziyaretinde olduğu gibi yine Muharrem Balcı’yı ziyaret ettik. Kendisiyle hukuk atölyesine dönüşmüş bürosunda Genç Hukukçular Hukuk Okumaları üzerine bir video söyleşi gerçekleştirdik.

Avukat arkadaşlarımızla bir araya gelsek de gelenekselleşmiş cezaevi ziyaretlerimizi bu defa gerçekleştiremedik ne yazık ki. ÇHD ve Gezi Davalarından tutuklu bulunanlar, kararları Yargıtay tarafından yakın zamanda onandığı için artık hükümlü statüsüne geçtiler. Bu durumda vekalet veya yetki belgesi gerekiyor görüşmek için. Adli tatilde ve kısa süre içinde bu, ‘işi yokuşa sürme prosedürleri’ni yerine getiremedik. Yine de ben Bakırköy Kadın Cezaevi’nde 29 yıldır “içerde” olan bir mahpusu ziyaret ettim. Ardından, cezaevi ziyaretlerimiz üzerine bir sohbeti kayıt altına aldık. (İlgi duyanlar tıklayabilir.)

21 Temmuz’da Direniş Çadırı’nın çağrısı üzerine Tokat’ta, 3 Ağustos’ta Levent’te pek çok farklı grupla birlikte İsrail Konsolosluğu önünde, 18 Ağustos’ta Eminönü’nde Filistin için eylem ve yürüyüşe katıldık.

18 Ağustos’ta yine Eminönü’nde Eğitim İlke Sen’in bilhassa ve ısrarla dert edinip açıktan itiraz ettiği “derinleşen yoksulluğa, zam, sömürü ve yağma düzenine hayır” eylemine katıldım. Şairin dediği gibi çünkü “açlık çoğunluktadır.”

Konsolosluk önünde, ilerleyen yaşlarına rağmen Ümit Aktaş, Burhan Kavuncu, Yıldız Ramazanoğlu gibi insanları görmek beni mutlu etti. Burhan Abi ayrıca “yoksulluk eylemi”ne de gelmişti.

Ümit Aktaş, yazıları, fikirleri ve kitaplarıyla önemli bir isim, düşünür ve uyarıcı. Abdurrahman Arslan da bir o kadar hürmete layık bir isim bence.

Ne mutlu bize ki bu gelişimizde de A. Arslan’ı evinde ailecek ziyaret etme, kendisiyle saatlerce sohbet etme imkânı bulduk. Böyle insanlarla bir saat sohbet etmek bir avuç dolusu kitap okumaktan daha çok besler beyni ve yüreği.

Eskişehir’de Atasoy Müftüoğlu’nu evinde ziyaret etme imkânı bulmamız da ayrıca bir nimet oldu. Ziyarete birlikte gittiğimiz Levent Baştürk elinde Atasoy Hoca’ya ulaştırılmak üzere bir kitapla gelmişti.

Atasoy Hoca, “Ben bu kitabı okudum” dedi. Teşekkür etti.

Oysa kitap daha yeni yayınlanmış sayılırdı.

Ben de ayıp olmasın diye KURAMER’de bana hediye edilen bir kitabı kendisine hediye ettim. Hoca da bana Mahya Yayınları tarafından en kaliteli şekilde basılan kitaplarından birini (“Akılsız Ve Düşüncesiz Umutlar”) imzalayıp hediye etti.

Laf arasında Ketebe Yayınları’nı andığımda, ayağa kalktı, masasına gitti,  kitaplarını çok sevdiğim Byung Chul Han’ın Hiperkültürellik kitabını eline aldı ve onu da hediye etti.

Hoca yaşına, ağır aksak yürümesine aldırmadan bize çay ikram ediyordu. Bizim davranmamıza müsaade etmiyordu. Bir ara mutfağa gidince, şu masanın üzerinde hangi kitaplar var, diye baktım.

Kimi görsem beğenirim!

Ümit Aktaş. Mana Yayınları’ndan çıkan son kitabı (02.08.2024 tarihinde yayınlanmış!) “Pastoral Siyasetten Neoliberal Siyasete” adlı kitap.

Vay arkadaş!

Sohbetin bir yerinde Levent Abi, Murathan Mungan’ın “995 km” adlı kitabını andı. Atasoy Hoca kitaptan övgüyle bahsetti. (Onu da okumuş!) Baktım şimdi, kitap Ekim 2023’te yayınlanmış. Chul Han’dan Mungan’a, felsefeden romana çok geniş bir yelpazede okuyan bir entelektüel var karşımızda.

Atasoy Hoca benim görüp görebileceğim en iyi okur olabilir.  Son derece üretken bir yazar ayrıca. Eminin onu tanıyan yüz binlerce insan kıymetini “anlamak” için ölmesini bekliyordur!  Yaşarken hakkını teslim etme “risk”ini göze alamayanlar ölünce onu göklere çıkaracaklar ve bu hiç şaşırtıcı olmayacak.

Eskişehir Ankara Konya Tokat arasını navigasyonun rehberliğinde gitmek ayrıca güzel bir tecrübe oldu. Bilindiği üzere Navigasyon denen uygulama (ben Yandex’i tercih ediyorum) en kısa yollardan götürüyor.

Uygulamanın komutuma yanıtı şöyle oldu:

“Merak etme. Seni en kısa sürede gideceğin yere ulaştıracağım. Yakalanma şansını en aza indireceğim! Ne bir polis göreceksin ne jandarma! Pek veya hiç tercih edilmeyen yollardan, gözdelerden uzak, tarlaların arasından, tek şeritli yollardan, dinlenme tesisi, petrol ofisi filan görmeden gideceksin.”

O kadar tenha yollardan, uçsuz bucaksız tarlalardan, yüzlerce kilometre uzanan ovaların ortasından gittim ki, rahmetli Ahmet Uluçay’ın çekmeye ömrünün vefa etmediği filminin kahramanı gibi hissettim kendimi: Bozkırda Deniz Kabuğu.

NBC’nin efsanesi Bir Zamanlar Anadolu’da şu sahnede, sıcakta beş saat yolculuğu hayal edin. Claire Keegan’ın kitabı “Mavi Tarlalardan Yürü”. Ben sarı tarlalardan yürüyordum ve yürü Allah yürü bitmiyordu! 38 km sonra sağa dönün. Bozkır. 121 km sonra sola dönün. 72 km dümdüz gidin. Aynı pastoral manzara, kavruk şiir.

İnsan hayıflanmadan geçemiyor: Bu kadar geniş topraklarda bu kadar verimsiz bir tarım ve iskân elde etmek için bilinçli bir cehalet ve son derece kasıtlı bir kötü yönetim gerekirdi. Oldu. Olmaya devam ediyor.

36 günlük, yollarla, karşılaşmalarla dolup taşan yolculuğun ardından eve dönerken insan ister istemez soruyor kendine: Ev neresi?

İnsanları, kitapları, doğayı, tarihi biraz okuyunca, bir de ansızın çekip gidenleri aramızdan… Ev maddi anlamda daha bir muğlak, manevi anlamda daha bir muhkem sanki.

Hayat her gün yeni sözler ve gözler seriyor okumasını bilenin önüne. Marcel Proust buna benzer bir şey söylüyordu:

“Gerçek keşif yolculuğu yeni görünümler arayarak değil yeni gözler edinerek yapılır.”

 

Teşekkürler:

Bizi evlerinde ağırlayan Süda-Ali Yılmaz ailesine, onların anne babalarına, İlyas-Meliha Arabacı Ailesine, onların anne babalarına, Ahmet-Mine Örs Ailesine, onların anne babalarına, Emre-Meryem Berber Ailesine, Murat-Ayşe Kurtuldu Ailesine, onların anne babalarına, Sinan-Selma İhtiyar Ailesine, Erhan-Zeynep Duru Ailesine, Ahmet-Feyza Orhan Ailesine, Abdurrahman- Handan Arslan Ailesine, Safa-Handan Dallı Ailesine, Rahmi-Şeyma Özyurt Ailesine, Selim-Seda Murutoğlu Ailesine, Cihad-Seher Aydın Ailesine, Cemil Öğmen’e, Gökhan Türkoğlu’na, Hamza Er’e, Ali Öner’e, İsmail Duman’a, Atasoy Müftüoğlu’na, Muharrem Balcı’ya, Hasan Ormancı’ya, Ahmet Kılıç’a, Mahir Orak’a, Kadir Bal’a, Burhan Akdoğan’a, Nevzat Güngör’e, Mücahid Sağman’a, Sinan Tenşi’ye, Harun Özkarataş’a, Ömer Carullah- Saliha Sevim çiftine, Mehmet Özkan’a, Sacide Uras’a, Levent Baştürk’e ve adı şimdi hatırıma gelmeyen herkese teşekkür ederiz.

 

Mehmet Ali Başaran

m.ali.b@hotmail.com

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Yeni Hayırsız Adacılar!

Yayınlanma:

-

“Başıboş sokak hayvanları/köpekleri” dediklerinde tartışmalarda peşinen avantaj elde edeceklerini düşünüyorlar.

Bir kere bunlar “hayvan” hatta “köpek”; o nedenle kategorik olarak kendileri üstünler! Kendilerince bütün olumsuzlukların kaynağını işaret edebilecek bir uyanıklıkla kelime seçiminde bulunuyorlar.

Sanıyorlar ki “insan” şu evrende tek başına “insan”dır, çevresel bir münasebetler ağının bir parçası değildir. Sadece biyolojik olarak “insan” olmaları onların üstünlüğü için yeterli olacaktır, diye düşünüyorlar. Aynen, herhangi bir kavimden olmanın üstün olmayı sağlayacağına inanan ırkçılar gibi!

Bu kibirli cenahın üstenciliğidir yeryüzünü ifsad eden. Dönüp hakikatle yüzleşmediklerinden bunu görebilecek kabiliyetlerinden soyunmuşlardır. Burada sokak köpeklerini katletmeye çalışanla Amazon ormanlarını, Kazdağlarını kapitalist talana açan, bu talanı onaylayan aynı zihniyettir.

Sahilleri betona boğan, zeytin ağaçlarını beş yıldızlı oteller için söken de…

Şehirleri yaşanmaz kılanla meraları şirketlere peşkeş çeken de…

Başa dönerek devam edelim. “Hayvan/köpek” diye kötü ve yoz algıya oynadılar ya, bunun önüne bir sıfat lazım olacaktır elbette: başıboş!

Çoğu hayvan kıskanılası bir hayat yaşıyor. İnsan gibi kendi kendine tuzak kurmamış. Gregor Samsa olmamış. Kuş ise mesela ulus devlet sınırlarına tâbi değil. Kurt ise, balık ise eğer tabiatın derinliklerinde bir yaşam kurar. Mahallede yaşayan bir köpek ise dört duvar zindanlara korkunç kiralar vermez: Sere serpe uzanır kaldırıma, hesap vermez kimseye!

İşte bu nedenlerle kölelik düzenine teslim olmuş kişiler hazzetmez bu durumdan. “Başıboş” der çünkü kendi başı bağlıdır! Onlardan örnek alıp özgürleşmek istemez: İllâki başında biri olacak!

“Sokak” lafı da enteresan bir çağrışıma sahiptir aynı zihniyetin bilinçaltında. Kim yaptı bu sokakları? Kötü yani… Kötü olduğunu bildiğin bir şey yaptın ve onunla ilgili olan şey de kötüdür, yabancıdır, vebalıdır!

Şunu demek istiyor: Tabiattan koptum. Kurduğum yaşam alanları, azman metropoller yabancılaşmadan başka bir şey üretmiyor. Aslında suçlu ortada ama ben faturayı hayvanlara kesmek istiyorum. Onları da tabiatlarından kopardım. Yabancılaşmayı katmerleştirdim. Evet, bunları demek istiyor; çıkarmak istediği yasayla bunu kanıtlamak istiyor.

Sıkça tekrarladığımız bir ayet var: “İnsanın karada ve denizde yaptıkları nedeniyle karada ve denizde fesat çıktı!” Rum Sûresi 41. ayet bu… Sosyolojik ve ekolojik ifsat, bundan güzel anlatılamaz. İnsanın tarihsel rolü bundan tesirli verilemez. Özellikle modern kapitalist medeniyetin sebebiyet verdiği çürüme ve yozlaşma bundan daha öz biçimde sunulamaz.

Hayvanlara kıymak, canları katletmek isteyenler bu bütünle, bu toplamla baksalardı keşke hakikate! Yeryüzünde talan edilmedik tabiat parçası bırakmayanlar, altın madenleri için suyu toprağı siyanürleyenler, sermayeyi ormana dağa tepeye musallat edenler, ormanları ‘orman’ vasfından çıkarıp talana açmak için kararname üstüne kararname yayımlayanlar keşke A’raf sûresi 56. ayetteki “Düzene konulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!” uyarısına kulak verselerdi!

Hakikate kulak vermeyen modern kapitalist medeniyet muhipleri için börtü böcek, dağ bayır, orman mera bir şey ifade etmiyor. Dinleri ritüelden öteye geçmiyor. Kur’an’ın peşi sıra yüreğimize ve zihnimize yağan “kevnî ayet” göndermelerini görmezden geliyorlar. Yazık!

Şimdi birkaç görsel okuması yapalım. Propaganda egemenin elinde ya, sözüm ona bizi kandıracak!

Yalan ve sahte rakamların şampiyonu TÜİK’e göre son üç yılda 4 bin 269 başıboş köpek saldırısı olmuş. Maalesef 10 can kaybı yaşanmış. Veriye göre çok sayıda yaralı ve “mağdur” var.

Ölümler için üzülmemek elde değil. Son üç yılda 10 kişi hayatını kaybetmiş. Bu ölümlerin engellenebilmesinin mümkün olduğunda herkes pekâlâ hemfikir olabilir, diye düşünüyorum.

Bu görseldeki bir başka enteresan istatistik ise köpeklerin 2666 kazaya sebebiyet verdiği bilgisidir. Bu kazalarda da maalesef 37 kişi can vermiş. İşte tam burada büyük bir manipülasyonla karşılaşıyoruz: Tabiatın işleyişine keyfince müdahale etme hakkını kendinde gören “insan” bunun için mahcup olmuyor; köpeğin, kaplumbağanın, ceylanın yaşam alanlarını parçalayıp parsellediğine bakmıyor, bütün bu eylemlerin sorumlusu olarak kendini görmüyor da bir şekilde yola çıkmak durumunda kalan hayvanları suçluyor!

Burada durup düşünüyoruz ve karşımıza modern kapitalist medeniyetin tabiatla ilişkisi geliyor ister istemez. Bu ilişkiyi anlamak vicdan ve entelektüel ilgi ister ki Mustafa Kutlu’nun “Bu Böyledir” hikâyesinden çarpıcı bir bölümü işleyen okuma parçasını başlangıç olsun diye dipnota bırakalım.[1]

Egemen iradenin propaganda aygıtı TRT, görselde saldırmaya hazır bir köpek çizimi kullanmış ki herkesi korkutalım, katliam yasası için ikna imkânımız artsın, diye düşünmüş. Yazının sonundan buraya alalım soruyu: saldırgan kim?

TRT görselini tartışmaya açtıktan sonra bir başka düzeleme geçelim. İki görsel daha kullanacağım yazıda. Bunlardan biri yine egemen propaganda araçlarından Anadolu Ajansına ait:

Bu görsele göre 2023 yılındaki 1,5 milyona yakın trafik kazasında maalesef 6 bin 548 kişi ölmüş, 350 binden fazla insan da yaralanmış.

Bunca ölüm ve yaralanmanın hayvanlarla ilişkisi sıfır, tümüyle insan merkezli ve her sene katlanarak artıyor! Hayvanları hedef göstermekte öne fırlayanların binlerce ölüm için arabalara, yollara, insanlara fatura kestiğine şahit oldunuz mu? Başka bir ulaşım biçimine ve makineleşmeye, teknolojiye dâir eleştirel tartışmaların önünü istihza ile kestiklerini fark etmediniz mi? Mustafa Kutlu’nun hikâyesindeki göndermeye burun kıvıranların onun adına şaşaalı ödül törenleri düzenleyen arsızlıklarına denk gelmediniz mi?

Şimdi de bir başka kanayan yaramızı belgelen bir görsele gelelim:

Bu görsel İSİG (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi) tarafından hazırlanmış, takip edenler zaten aşinadır. Bu ülkede her ay en az 150 emekçi iş cinayetlerinde can veriyor yani “işçiler ölüyor, sermaye büyüyor!” İSİG de bunları her ay raporlaştırıyor. Bu raporlara göre geçen yıl en az 1932 işçi kardeşimiz kapitalist çarkın cinayetlerinde katledildi ve bununla ilgili bir AA ya da TRT görseli ya da haberi yok!

Elbette ölümleri yarıştırmıyoruz. Kötülerin düzeninde hesap, “yüzü kara” hayvanlara kalıyor. İnsanın sadık dostu ve yoldaşı köpekler hedefe konuyor. Elbette sorunlar var, olacaktır ancak bu sorunların müsebbibi öncelikle fıtrata ve tabiata yabancılaşan insanın kendisidir. Uzun ve kısa vadelerde pek çok çözüm imkânı vardır. Bunlara odaklanmayan ve yeni bir “Hayırsız Ada” kötülüğüne sebebiyet verecek süreç kendi lânetine koşmaktan başka bir şey olmayacaktır.

 

 

[1] “Bu Böyledir” adlı eserde küçük bir kasabanın ortasından geçen asfalt yol üzerinden kasabanın kentleşme serüvenine şahit olmaktayız. Yol burada kasabayı bozucu bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.’’ Geleneksel bir hayatı kendi mütevazi ve mutmain şartları ile yaşayan bir küçük kasabanın ortasından geçen asfalt yol ve bu yolun getirdiği imkânlar sonucu kasabanın kentleşmesi sürecini, bu süreç içinde değişen sosyal yapıyı ve bozulan insan ilişkilerini anlatan Bu Böyledir, yol, park, lunapark gibi ögeler çerçevesinde metaforik bir okumaya imkân veren bir metin olarak öne çıkar.’’

Yolun, tabiatın bakirliğine müdahalede bulunması Kuran-ı Kerim’deki kıyamet sahnesinin anlatıldığı Tekvîr, İnfitâr, İnşikâk sureleriyle tasvir edilmektedir. Asfalt yolun tabiata müdahale etmesi kasabanın modernleşmeye başlamasının ilk basamağıdır. Yolun tabiatı yararak kasabaya bağlanması modern hayatın köye sirayet edeceğinin göstergesidir. Bu bağlamda Kutlu için yolun kasabayı ikiye bölmesi kıyametle eşdeğerdir:

“Buldozerlerin dişleri toprağa saplandığı zaman…

Motor gürültülerinin yavru kuşları yavrularından ürküttüğü zaman…

Ağaçların devrildiği, kayaların demir matkaplarla delindiği, suların önü kesildiği zaman…

Bulutların kirlendiği zaman…

O durgun göl kenarında, kamışlıkta, akşam, balıkların, su kuşlarının, rüzgârın ve titreyen çimenlerin, kertenkelelerin, sincabın ve tarla kuşunun birlikte söylediği ilâhi ansızın kesildiği zaman…

Görüldü ki…

Ovayı bir baştan bir başa bıçak gibi kesen, geniş, kara, parlak, sıvışık bir yol açılıvermiş.’’

Kasabaya önce kâğıt üzerinde müdahale edilmiş, yol açılıp elektrik direkleri ve tellerinin gelmesiyle ova cebren ikiye bölünmüştür. Mürdüm erik ağaçlarını kasabanın mezarlığını Ahi Baba Tekkesi’ni yarıp geçmiştir. Yol medeniyettir elbette, ancak o yolun tabiatın ilâhi düzenine müdahale etmesi yalnızca kendi gelmekle kalmayıp peşinden modern imkânları da toplayıp getirmesi kasabanın geleneksel silüetinin yerle bir edilmesine sebebiyet vermiştir. Yolun kasabaya gelmesiyle birlikte motor sesleri fayton seslerine galip gelmiş; cadde yapmak uğruna evler dükkânlar yerle bir edilmiştir. (“Mustafa Kutlu’nun Hikâyelerinde Kasaba ve İnsan İlişkisi” Yüksek Lisans Tezi – Elif Akkaya)

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sanatla Direnmek

Yayınlanma:

-

Yeni kuşakların, çocukların ve gençlerin Filistin duyarlılığı eskilere oranla düşük mü?

Böyle öz/eleştiriler sizin de kulağınıza çalınmıştır yahut bunu destekler çokça şahitliğiniz vardır belki de.

Direnmek yoksa eğer, bilhassa kültür edebiyat ve sanatla, yeni kuşaklardan bilinç ve hassasiyet beklemeye hakkımız olduğunu sanmıyorum.

Kültür, edebiyat ve sanatın altını bilhassa çiziyorum. Okullardan ziyade sokaklarda, yapay sahalarda değil hayatın olağan akışında yeşeriyor ve yayılıyor bilinç. Burada, bu mümbit topraklarda.

Soykırım uygulayanlar yalnızca insanları ortadan kaldırarak başarılı olamazlar. Soykırımcının asıl hedefi o toplumun uzun yıllar içinde ortaya koyduğu kültür değerlerini yok etmektir. Kültürü ortadan kaldırdığınızda artık geriye bir şey kalmamış sayılır.

25 Ağustos 1992 tarihinde Saraybosna’yı bombalayan Sırp milliyetçilerin cami ve medrese esintileriyle inşa edilen ulusal kütüphane Vijećnica‘yı yakıp yıkarak Bosna’nın kültür mirasını, hafızasını ortadan kaldırmayı hedeflemeleri boşuna değildi. Bosna direndi. Çok daha çetin bir imtihanı Gazze veriyor nicedir.

İçinde bulunduğumuz zaman dilimi, dünyanın gözü önünde 9 aydır devam eden soykırım, Filistin’den çoktan taşmış ve evreni zehirleyen baş belası bir İsrail’e maruz kalmak, bu konu üzerinde düşünmeyi elzem hale getiriyor:

Son çare silahlı direnişten önce ve esasen sanatla direniş.

Bilinç ve hafızayı kurma ve korumada, bir halkın kimliğini oluşturma ve muhafazada sanatın rolü, potansiyel gücü hafife alınmamalı.

Çocuklarımızın, sekiz yaşındaki Yusuf ve 4 yaşındaki Dua’nın hayatından örnekler verebilirim.

7 Ekim 2023 öncesinde, işgal atındaki Filistin, soykırımcı İsrail’in olmayan insafına terk edilmiş, Türkiye dahil pek çok “komşu” ülke İsrail’le normalleşmek için kuyruğa girmişti. Biz de herkes gibi neler olacağından habersiz bir yolculuktaydık.

Arabada kendi seçtiğim şarkıları dinlerken Murat Kekilli’nin “Yıkılasın İsrail” adlı şarkısı çalmaya başladı.

Eşime dönüp, “Bu şarkının sözlerini Hamza Abi’nin yazdığını biliyor muydun?” diye sordum.

Şarkının hikayesini anlattım. Necip Fazıl Kısakürek’i Murat Kekilli ve Hamza Er ile aynı şarkıda buluşturan kader ilgi çekmez mi?

“Yıkılasın İsrail, enkazını göreyim, sana ülke diyenin, yüzüne tüküreyim!”

Bu şarkı ve sözler üzerine Yusuf bizi soru yağmuruna tuttu. Yol boyu “İsrail Sorunu”nu konuştuk. Artık o bir Filistin dostuydu, İsrail’e karşıydı ve boykota katıldı.

Çocuklarla 7 Ekim sonrası Filistin’le dayanışmak için düzenlenen eylemlere bol bol katıldık.

Artık çocuklar evde durduk yere “Katil İsrail Filistin’den defol” vb. sloganlar atıyor ve Filistin marşları mırıldanıyor.

Anaokulunda öğrencilerden ülke sunumları yapmaları istenince bizim Dua, Filistin’i aldı. Filistin sembollerini kartona yapıştırdık birlikte. Filistin hakkında kısa öz bilgileri ezberledi.

Sunumda ben yoktum, öğretmeni videoya çekmiş, bizimle paylaştı.

– Dua bugün bize hangi ülkeyi anlatacaksın?

– Live Filistin!

Hem bir slogan hem bir dua hem de şarkı sözü. O kadar özdeşleştirmiş ki Filistin’le.

Bu süreçte onlarca kez duyduğu bir şarkı (Leve Palestina) ülkenin adı olsa gerekti!

Sözleri İsveççe bir şarkı Leve Palestina: “Yaşasın Filistin” anlamına geliyor.

Şöyle de tercüme edilebilir başlangıç sözleri:

Leve Palestina och krossa sionismen / Yaşasın Filistin, Kahrolsun Siyonizm

(Amin)

Karikatürist Naci el-Ali’nin karikatürleri olmasa, dünyaca ünlü Filistinli şair Mahmud Derviş olmasa, ilk kadın direniş şairi Fedva Tukan olmasa, direnişin ilk hikayelerini yazan Gassan Kanafani olmasa, intifada şairi Semih el-Kasım olmasa Filistin direnişi bu kadar etkili olabilir miydi?

100 yıldır işgal altında, 100 yıldır direniş destanı yazan bir halktan, bir ülkeden bahsediyoruz. Hiç ama hiç kolay değil.

Bugün Gazze’nin kırılamayan, teslim alınamayan iradesi akıllara durgunluk veriyor. Arkasında muazzam bir iman, bir inanç ve kararlılık var.

Sanat bu inancın, bu direnişin bahçesindeki ağaçların meyveleri. Zeytini, limonu, mandalinası, kirazı.

Filistin’in, Gazze’nin insanlığı özgürleştirdiğine inanıyorum. Hiç değilse sağlam bir özgürleşme daveti sunuyor. Öpüp başımızın üzerine koymalıyız: “Bu davet bizim!”

Öyle olmasa sokaklarımıza şu sözü yazıp mazeret sunma gereği duymazdık:

“Kusura bakma Filistin biz de işgal altındayız!”

Sanat işte, biz özgürleşirken elimizden tutan enstrümanlardan biri.

Şair Cahit Koytak’ın “Gazze Risalesi”ni okuyun derim.

Gazeteci Mehmet Akif Ersoy’un “Tünel / Gazze’de Yaşamak” kitabını okuyun derim.

Yazar Peren Birsaygılı Mut’un “Zeytin Ağaçlarının Arasında / Filistin Direniş Edebiyatından Portreler” adlı kitabını okuyun derim.

Listeyi uzatabiliriz. Uzatın lütfen. İşgal uzun sürdü. Direniş de uzun sürüyor!

 

*Kapak resmi Nabil Anani, “Eye On Jerusalem”, Tuval üzerine akrilik, 2012, 47 1/5 × 59 1/10 inç | 120×150 cm.

İlgili yazı:

Direniş Cephesinde Sanat

Devamını Okuyun

GÜNDEM