Connect with us

Köşe Yazıları

Devrimci Bir Dalgalanma Oluyor Kral’ın Sarayında

Yayınlanma:

-

Hz. Yusuf, kıtlık ve yokluğun geleceğine dair “bilgi”den hareketle bir hazırlık plânlamıştı.

Kral’ın gördüğü rüyayı hatırlayalım:

Ve [bir gün] Kral: “Rüyamda” dedi, “yedi çelimsiz ineğin yediği yedi semiz inek, yedi yeşil başak ve bir o kadar da kurumuş başak gördüm. Ey soylular! Eğer rüya yorumlamasını biliyorsanız bu rüyamı bana yorumlayın bakalım!” (Yusuf-43)

Kıtlığın olacağına dâir bilgiye nasıl ulaştığı hakkında farklı yorumlar yapılabilir. En nihayetinde Âlemlerin Rabbi tarafından türlü vesilelerle gerçekleşen bir durumla karşı karşıya olduğumuzun bilincindeyiz.

Yusuf Peygamberin, işaretlerden hikmetle çıkardığı çarpıcı, radikal bir sonuç… Elbette, ‘hikmet’in vücuda gelişinin Kur’anî temelleri iyi anlaşıldığında kavrayışımız derinleşecektir.

Gerçeklikten kopmuş, açlık ve tokluk hâlini tamamen sürece bırakmış, bu meseleler için kafa yormaktan uzaklaşmış, câri emek-sömürü işleyişini normal kabul etmiş saray ekibinin, soyluların, rejimin din adamlarının anlayıp kavrayamadıkları bir tablo durmaktaydı orta yerde:

“Anlaşılması zor, karmaşık rüyalardan biri bu” dediler, “hem, rüyaların işaret ettiği gerçek anlama dair derin ve sağlam bir bilgiden de biz yoksunuz.” (Yusuf-44)

Sarayda çaresizlik tavan yapmıştır. Kral’ın etrafındaki onca umera, vüzera, kâhin, rahip, bürokrat, yüksek ve alçak danışman… Yani sistemin topyekûn bütün işleticileri sersemlemişler ve zindandan çıkıp gelerek kendilerini aydınlatacak hikmet ehli Yusuf’u bekler olmuşlardır. Çaresizlik dillerini koparmış, bakışlarını yere indirmiştir.

Saray çevresinin bu hâle düşmesinin sebeplerine az evvel değinmiştik.

Halkın yaşamına, ekonominin, siyasetin, bir bütün hâlinde toplumsal işleyişe yabancılaşmış bir sınıfın fotoğrafıdır ortaya çıkan. Ne bir hazırlık, ne bir öngörü, ne gelecek kaygısı, ne açlık ve yoksulluk pençesindeki halk… Hiçbiri bu yoz ve çürümüş sınıfın umurunda değildir. Bu nedenledir ki kendilerini zihnen, ilmen, siyaseten takviye etmezler, yenilemezler. Böyle girift bir mesele karşısında çaresizce boyun bükerler. Ne de olsa alıştıkları sömürü düzeni bilinçlerini işlevsizleştirmiştir.

Hz. Yusuf’un, ekonomik, ekolojik ve en nihayetinde sosyal adaletle alakalı meseledeki çözüm önerisi düşünülmüş, üzerinde çalışılmış ve bir olgunluğa ulaştırılmış mahiyettedir. Saraylı sınıf gibi ‘kem küm’ etmez, tartışma götürmez vukûfiyetini doğrudan ve kesin bir şekilde orta yere koyuverir:

“Yedi yıl boyunca her zamanki gibi ekip biçin ama hasad ettiğiniz ekini, yemek için ayıracağınız az bir miktar dışında, öylece başağında bırakın; çünkü [yedi yıl sürecek olan] bu [bolluk zamanı]ndan sonra yedi yıllık bir kıtlık dönemi gelecek ve sizin bu dönem için hazırladığınız her şeyi, sakladığınız az bir miktarın dışında, silip süpürecek. Ve bundan sonra, halkın bütün bu kıtlıktan, darlıktan kurtulacağı bir yıl olacak ve o yıl insanlar [eskiden olduğu gibi bol bol zeytin ve üzüm] sıkacaklar.” (Yusuf, 47-49)

Kıtlığın olacağını söylemişti zaten Yusuf, şimdi kıtlığa karşı nasıl bir hazırlık ve plânlama yapılması gerektiğini açıklıyor. Neler yapılacak? Güzel günler nasıl değerlendirilecek? Har vurup harman mı savrulacak yoksa zorlu zamanlara mı hazırlanılacak? Bunun için verimli yılların ürünlerini stoklamak, bunun ilmî alt yapısını inşa etmek gerekecektir. Kendini bu projeye adamış kadrolar, onlara güvenen, her çalışmayı denetleyen, bütün enerjilerini halklarının dar vakitlerini en az hasarla atlatması için fedakârca çalışan yöneticiler sahne almalıdır.

Yusuf, bu sorumluluk ve fedakârlığı üstlenecektir. Bir hazırlığı vardır; bu alanlara kafa yormuş, kendini yetiştirmiş, siyasal iddia ve taleplerle halkın ve egemenlerin karşısına çıkmıştır. Daha önce zindan arkadaşlarına “Bilin ki, ben, Allah’a inanmayan ve ahiret gerçeğini tanımaktan ısrarla kaçınan bir toplumun izlediği yolu terk ettim.” (Yusuf, 37) diyen Yusuf, artık, tevhid dininin hayata somut müdahalesi için adım atmaktadır:

“Beni ülkenin hazineleri üzerinde görevlendir(in)” dedi, “güvenilir, bilgili bir gözcü, bir koruyucu olacağımdan emin olabilirsin(iz).” (Yusuf, 55)

Bu sorunu ben çözerim, kadrom çözer, bizim anlayışımız, projelerimiz, siyasetimiz çözer!” diyor. İktidar alanına aktör olarak dâhil oluyor. Saydığı sıfatlar ve tanıma odaklanalım lütfen: “Güvenilir, bilgili, koruyucu bir emanetçi/gözcü!” Güven çok önemli; bilgi, zaten olmazsa olmaz bir temel iken saray umera ve vüzerası gibi kamusal varlıklara, halkın ekmek ve alın terine el koyan, yağmalayan, onları sömüren değil sadece bir emanetçi, gözcü olmak, buna niyetlenmek ve bunu siyasi programı için beyan etmek!

Devrimci bir dalgalanma oluyor Kral’ın sarayında.

Bu program ve fedakârca çalışma, halkın zor zamanlarına dayanak olma bilinç ve azmi elbette kaçınılmaz bir sonuç yaratacaktı:

İşte böyle emin bir yer sağladık Yusuf’a (o) ülkede; öyle ki, dilediği yerde konaklayabilir/dilediği şeyi yapabilirdi. Biz rahmetimizi dilediğimize nasip ederiz, ama iyilik yapanların hak ettiği karşılığı vermekten de geri durmayız. (Yusuf, 56)

Elbette halkın hiçbir problemini esaslı bir şekilde çözmeden de o ülkede istediği yerde konaklayabilen, egemenlik kuranlar oldu. Onları yukarıda işaretledik. O aktörler adalet üreterek değil zulümle, zor zamanlar için halklarının insanca yaşamasına katkı sağlamak maksadıyla sorumluluk alarak değil güzel günleri ve bereketi yağmalayarak vâr olmuşlardı. Zor zamanlarda ise yardım için feryat eden kitlelere sundukları tek şey daha büyük bir acı ve yıkımdan başkası olmadı.

Yusuf’un siyasal örnekliği tevhid ve adaletin somutlaşmış hâli olarak vâr olmuştur. İddialı olmak, o iddiayı besleyecek bir bilgi zemini ve bütün bu toplamı karşılayacak adanmışlık ve kararlılık… Bütün bunları Âlemlerin Rabbine karşı bir sorumluluk bilinci duyarak yapmak… Halkını zor zamanlara hazırlamak, asıl zor zamanlarda işe yarayacak siyasetin ilkelerinin çağlar üstü niteliğini herkese göstermek…

Yusuf’un çok boyutlu örnekliğini lâyıkıyla anlamak toplumsal felâhın öncelikli şartlarındandır.

 

 

 

 

8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Süt Güğümleri

Yayınlanma:

-

Ağlıyoruz.

Gazze için, Filistin için, gökyüzüne bakmaktan korkan çocuklar için, kulakları tırmalayan yırtıcı mekanik seslerin yaktığı her sokak için!

Sanki dünyanın karanlık bir dönemindeyiz fakat çıkamıyor gibiyiz.  Sadece günler içinde bu psikolojinin hepimizi sarıp sarmalaması ne kadar dehşet verici! Sanki Gazze şeridinde sıkışıp kalmış, çoluğunu çocuğunu nereye saklayacağını bilemeyen bir anne, baba gibi biz de bir sıkışmışlık duygusunun içinde kalakaldık. Yamultulmuş, yaralanmış; sağ kalanların ne yapacağını bilemediği, uzaktan bakanların yutkunabildiği bir hâl bu! Üstelik gerçekliği bu kadar uzaktan tam olarak anlamlandıramıyoruz da… Gerçek, enformatik bir çağda bile mesafelerle ölçülüyor hâlâ. Ne kadar uzaktaysanız, ne kadar dışındaysanız algılayıp anlamak zorlaşıyor, bozuluyor, değişiyor. Yaklaştıkça her şeyi sıkıştırıp yutmaya çalışan devasa makinenin kokusu genizlerinizi yakmaya başlıyor. Kudüs’te TOMA’lardan üzerine lağım suyu sıkılan muhabiri hatırlıyoruz değil mi? Şaşırarak nasıl koktuğunu anlatmaya çalışıyordu.

Yine de bu yazının konusu Filistin’de ateş düşen bir ‘ân’a, siyasi hesapların delirtici ruhsuzluğuna ait değil. Bu yazı Ringelblum’u hatırlatacak size. ‘Umut’ kavramının durduğu son noktayı, son kırıntısını insanın nasıl var kılabileceğini hatırlatacak. Gazze niye yenilmeyecek, bunu hatırlatacak. Büyük direniş öyküleri üzerinden değil üstelik. Doğruca kıyıcı savaş makinelerine motosikletine atlayıp dalan iki Hamas gönüllüsünün delirtici cesareti üzerinden de değil.

***

1942 yılındayız. Topluca sürülen, gettolara sıkıştırılan bir mezalim dönemi. Sadece Varşova gettosunda sıkıştırılmış 60 bin insan vardır. 60 bin kadın, çocuk, erkek.  Tarihçi Ringelblum, çıkışın olmadığı, günün sonunda herkesi yok edecek büyüklükte ruhsuz ve insafsız bir savaş makinesine karşı insan olmanın son durağına sığınır: hatırlamak, hatırlanmak.

Yeniliriz, yok ediliriz; çocukların ölümünü, çocukların sarıldığı ölü baba ve annelerinin acı hatıraları hiç kimsenin umurunda olmayabilir. Fakat bir şey var ki “hatırlandığın” sürece suç ve suçlu kendini temize çıkaramayacaktır. Hatırlandığın sürece “Burada biz vardık!” sözü yanlışlanamayacak, bu sözün izi silinemeyecektir. Ringelblum, hatıraları toplamaya başlar. Arkadaşlarıyla Varşova gettosunda her gün bitebilecek bir hikayenin karalamalarını, yaşanmışlıklarını bir araya getirmeye çalışırlar. Gettonun kaldırılacağı ve herkesin toplama kamplarında nihai sonunu bekleyeceği kesinleştiğinde Ringelblum ve arkadaşları bulabildikleri her metal kutuya “Biz buradaydık!” diyen her şeyi koymaya başlarlar: kitaplar, günlükler, çizimler, fanzinler, afişler…

Ringelblum’un süt güğümlerinden çıkan çizimlerden: “Hamalın Karısının Cenazesi”

Ringelblum’un içi, bu notlarla dolu süt güğümleri savaştan sonra bulunmuş. 1946’da çamura batmış, savaş bitmiş, her şey başka bir istikamet almışken üstelik. On binlerin öldüğü, kaçamadığı, kurtulamadığı; adeta öğütüldüğü bir “delilik hâli” içinde süt güğümleri “korunmuş”tur. Bütün o notlar, çizimler ve yaşanmışlığın günlükleri katillerini hiçbir gerekçeye sığınamayacak derecede çıplak bırakacaktır. Bir başka Yahudi yazar Arendth’in dediği gibi katiller insanlara “Ne korkunç şeyler yaptım!” demek yerine “Görevimi yerine getirirken korkunç şeyler görmek zorunda kaldım!” psikolojisine kolayca sığınır. Ancak hatıralar, her bina yıkılıp toza dönse bile kalanlar, “biriktirilenler” böyle olmadığını söyleyecek, katili tutamaksız bırakacak.

Ringelblum’un süt güğümleri

Emanuel Ringelblum, biri hiç bulunamayan (belki hâlâ bir yerlerde bir zaman keşfedilecek) üç süt güğümüne doldurduğu anılarının ardından ailesiyle birlikte 1944’te idam edilir. Yahudidir, tarihin bir başka anında, insan soyunun kendini tanrının yerine geçiren müthiş egosunun altında sadece bir sayı olarak kalır. Çocukları ve komşularıyla ve diğer yüz binlerce kişi ile birlikte. Fakat o süt güğümleri “kötülüğü” ve kayboluşun izlerini öylesine hafızalara çakar ki…

Ringelblum bugün Gazze’de. Tarihin bir başka anında stratejistlerin, analistlerin, felsefecilerin hiç şans tanımadığı kapatılmış bir coğrafyada yine o süt güğümleri toplanıyor, birikiyor ve gömülüyor. Katili haklı çıkaramayacak, her şeyi ve anıları yok edemeyeceklerini öğretecek izler bırakıyor.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Büyü Bozulur mu?

Yayınlanma:

-

Toplumsal ve siyasal hayatta öyle çok büyü var ki kalpleri tesir altında tutan, gözleri kör kulakları sağır eden… “Hangi büyü bu?” diyenlere “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi” büyüsü diyelim. Anlaşılmak için baştan söylemek gerek: Bir şeyi “evrensel” yapanlar, bunun dışında tuttukları şeyleri temlik etmiş, tekel kurmuşlardır.

İnsan Hakları Evrensel Bildirisindeki büyü, “insan” ve “hakları” kelimeleri, sözleri, bunların telâffuzuyla yapıldı. Dikkatler ve idrakler bu sebeple telâffuza kilitli.

Oysa telâffuzdaki maksat ve murad, “haklar”ının tanındığı ve korunmasının gerektiği söylenen insanın “hangi insan” olduğu sorusu ve sorgusunu yapma idraksizliğini sağlayan şey bu büyü!

Yaşlı dünyanın şimdiki zamanındaki insanlık aleminde olup biten total gerçekliği anlamanın iki yolundan bahsedelim:

1. Modern çağda “Söylemle gerçek, uyumlu olmaz!” sabit kuralı. Gerçeği bulmak isteyen, söylemin büyüsüne aldanmayıp ötesine geçecek. İdeolojik iknanın, eğitimin ve propagandanın burada ne işe yaradığını kavrayacak.

2. “En büyük yalan, en büyük yalancıya söyletilir!” gerçeği. Doğruyu bulmak isteyen, yalancıların üretildiği, şöhret edildiği ve “doğrucu Davud” olarak pazarlandığı gerçeğini kavrayacak!

Bu iki kuralla ne istediğimizi çarpıcı bir metafora başvurarak açalım: “Rahipler ve rahibeler kesin olarak inanmak zorundadır. Baş rahip ve rahibeler şüphe edebilirler, Kardinaller ateist olabilir.”

Bu metafordaki rahiplerin, baş rahiplerin ve kardinallerin toplumsal yaşamda kimleri temsil ettiğini, nelere tekabül ettiğini çözebilenlerde başlıktaki büyünün tesiri bitecektir.

İnsan Hakları Evrensel Bildirisindeki söylemle büyülenenler kimlerdir, söylemin ötesindeki gerçek nedir? Her toplumda var olan bilge azınlık ve dikkatli gözlemcilere sır kalmayan ama büyük insanlık ailesini tesirinde tutan bu büyü çok etkili. Anlamaya çalışalım:

Bildirideki “insan” söylemindeki insanlar gerçekte bildiğimiz her insan değildir: “Avro-Amerikan kökenli, beyaz, erkek, seküler, burjuva, politbüro üyesi, kardinaller”dir.

Başka bir deyişle “dünyada sosyo-ekonomik ve siyasi düzeni ellerinde tutanlar, değerler sistemini mülk edinen hükümranlar”dır.

Bunu bilgi ya da tecrübe ile kavrayabilmişsek insandan sayılmayanları açığa çıkartmak kolaylaşır: “Avro-Amerikalı olmayanlar, kadını-erkeği ayırt etmeksizin siyahlar, sarı benizli çekik gözlüler; Rus steplerinde, Hind alt kıtasında Ortadoğu’da, Afrika’da yaşayanlar, Avrupa ve Amerika’da yaşayanlar dâhil işçiler-yoksullar-yaşlılar-zayıflar ve Yahudi/Hristiyan/Müslüman şeriatçılar.”

Başka bir deyişle “yeryüzünün lanetlileri, kıyıya ulaşamayanlar, aciz ve çaresiz bırakılıp köleleştirilenler, dezavantajlılar”dır.

Anlaşılması için misal sayıla: Doğru yanlış bakılmadan; geç de olsa bu büyüyü fark edenlerden “feministler”, Fransız devriminden sonra özellikle, ataerkil toplum yapısında erkek egemen kültüre ve toplumsal yaşama son vermek için, aristokrat ve elit kadınların uzun süreli ve örgütlü mücadelesi sonrası BM’de “Kadın Hakları Evrensel Bildirisi” yayımlatarak “mevzii” de olsa bir zafer kazandılar.

Kolektif hareket edemeyen her türden sosyo-siyasi zümreler ya da diğerleri, henüz büyülendiklerinin farkında olmadıkları için “insan hakları” büyüsü etkisiyle “bireysel, yerel, lokal, etnik, mezhebi ya da ulusal” var oluş ve bağımsızlık büyüsünün tesirindeler.

“Evrensel”likle propaganda edildiği için dışarıda tutulmuş ve temlik edilmiş “bildirideki insanın” dışındakiler, insandan sayılmadıkları dolayısıyla da insani hakları ve özgürlük imkanları ellerinden alındıklarının fotoğrafı yerelde ve normalde göze pek batmasa da bölgesel veya küresel çapta bir kriz anında dikkatli gözlere batırılır.

Bahse konu büyüyü gözlere sokacak en son ve en veciz biçimdeki ifadeyi İsrailli savunma bakanı dillendirdi; Filistinliler için “insanımsı hayvanlar” tanımıyla…

Son İsrail-Filistin krizi büyüyü bozabilir mi? Görüldüğü kadarıyla büyücüler daha dikkatli, büyülenenler hâlâ büyünün tesirinde. Zira şahsiyeti, ahlakı ve adaleti bozucu propagandayı sürdüren kardinallar hâlâ etkili.

Bunu şuradan da anlayabiliyoruz:

Büyünün farkında olanların bir kısmı, insani değerleri pazarlayıp ait oldukları insanlık alemini terk ederek sınıf atlama ve beyazların arasına katılma çabasıyla “baş rahip”lik pozisyonundayken farkında olmayan çoğunluk “rahipler”se bunların peşinde!

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Protestoların Dili: Dönüşen Kim?

Yayınlanma:

-

Siyonist İsrail’in Gazze’yi haritadan silmeyi amaçlayan ve açık bir katliam zinciri olarak devam eden saldırıları dünyanın her yerinde protesto ediliyor, Türkiye’de de farklı grup ve çevrelerin protestoları sürüyor.

Uzun AKP iktidarı yılları boyunca içeride toplumsal muhalefet bastırıldıkça eylemlerin, protestoların dil ve nitelikleri de bir dönüşüme uğradı. Devlet ve sermayenin dini motivasyonlu yeni düzenine İslami çevrelerden birkaç küçük çevre dışında herhangi bir muhalefet yükselebilmiş değil. AKP ile birlikte çalışan cemaat ve STK’ların muhalefeti de tabiatıyla iktidarı tahkim etmekten öteye zaten geçmemeye ayarlı.

Bu çevreler Kudüs gibi mevzularda eylem ve yürüyüşlerde bir araya geliyor, iktidarı ve Erdoğan’ı yücelten söylemler üretip biriken enerjiyi gerçek sorumlulukları perdeleyerek berhevâ ediyorlar. Dolayısıyla bu etkinliklerin ürettiği dilin oldukça enteresan olduğu rahatlıkla söylenebilir.

AKP’nin, baskın olarak 70’li yılların mukaddesatçı kimliğinin iktidarı olduğu göz önünde bulundurulursa devlet destekli kitlesel protesto dilinin nereye evrilebileceğini tahmin etmek zor değil. Bayraklar eşliğinde “Cenk, Cihat, Şehadet; Ya Allah, Bismillah, Allahu Ekber, Sınırlar Açılsın, Çatışmalar Başlasın” gibi kitleyi coşturan ama pratik durumla ilgili olarak hiçbir şey söylemeyen, gerçeği irdelemeyen sloganların yaygınlaştığına tanık oluyoruz.

Mezkûr merkezlerde üretilen benzer sloganların hakikati gizleyen ama vicdani sorumluluk duygusunu tatmin eden işlevine bakılırsa egemenlerin amaçlarına ulaştığı, durumu kotardıkları söylenebilir.

Milli Görüş çevresinde örgütlenen ve yer yer ortak eylemliliklerde doğrudan AKP taraftarı dindar kurumlarla da birlikte çalışan STK’lar için de hemen hemen aynı tespitler geçerli sayılabilir. Siyaseten muhalefet edilen AKP’nin taraftarlarını ürkütmemeyi amaçlayan ve “din kardeşliği” vurgusunu durup durup öne çıkararak hiçbir şey söylemeyen faaliyetlerin sürüp gitmesine sebebiyet verebiliyor.

Aynı mevzularda sol çevrelerle İslami muhalefette ısrar eden grupların slogan ve söylemlerine mukayese bağlamında bakılabilir. Ortak ve benzer sloganlar olmakla birlikte farklı, özgün sloganlarla da bu gruplar odaklandıkları meselelerde bir çerçeve çizmeye çalışıyor, muhatapları için net fotoğraflar oluşturmaya çalışıyorlar.

AKP’nin, dönem dönem akamete uğrasa da İsrail’le kurduğu siyasi ilişkiler, siyasi kriz dönemlerinde bile hiç kesilmeyen ve rekor düzeylerde seyreden ticari faaliyetlerini “İşbirlikçi AKP hesap verecek” sloganıyla afişe eden, bu yolla İsrail’in bölgesel rejimler tarafından meşrulaştırılmasının önüne geçmeye çalışan bir söylem, ürettiği ve iktidarı hedefleyen netliği bakımından elbette iktidarla uyumlu çevreler tarafından sorgulanmadan reddedilmektedir.

Kudüs, Filistin gibi mevzularda sol-sosyalist çevrelerin bırakalım eylem yapmasını, duyarlık göstermesini bile garip karşılayacak kadar meselenin tarihine yabancı bir mukaddesatçı zihinle karşı karşıyayız. Gerçekten çok ilginç bir durumdur bu. Bu garabetin nedeni mevzubahis çevrelerle herhangi bir temasın yokluğunda aranabileceği gibi egemenler tarafından da üretilip beslenen ölümcül önyargılar olduğu da pek tabii söylenebilir.

Muhalif İslamcı grupların ya da sol/sosyalist çevrelerin kullandığı “NATO’dan Çıkılsın, Emperyalist Üsler Kapatılsın” gibi meselenin kaynağına inip net tavırlar talep eden sloganlar antiemperyalist bir bilinç üretip Türkiye’nin ve mevcut iktidarın pozisyonunu sorgulamaya sevk etme kabiliyetine sahiptir ancak bunlar mukaddesatçı çevrelerin iktidar bağlılığıyla icra ettikleri etkinliklerde dillendirilmez. İsrail’in emperyalizm tarafından vazifelendirilmiş yapısı ve bu yapının bölge ülkeleri tarafından nasıl meşrulaştırıldığını görüp göstermez. İsveç’i NATO’ya almamakla gurur duyulur ama ülkedeki üsleriyle birlikte NATO sorgulanmaz. İsrail’e atılıp tutulur fakat onu koruyan Kürecik Radarı hatıra getirilmez.

O zaman onca emek, enerji bir “boş gösteren”e dönüşür.

İsrail’i korumak için ABD’nin Doğu Akdeniz’e gönderdiği Amerikan uçak gemisinde kısa bir süre önce ağırlanan ve oradan neşeli fotoğraflar paylaşan Selçuk Bayraktar’ın Filistin yürüyüşüne katılması bu boş gösterenin ne kadar büyüdüğünü kanıtlıyor. “Büyük Filistin Yürüyüşü”nün düştüğü duruma bakın! İnsan 6. Filo hadisesini hatırlamadan edemiyor!

Tevhidi gelenekten iktidar cenahına savrulan İslami çevrelerin zaten uzun yıllar boyun iktidarı rahatsız edecek eylemliliklerden sakındığı açıkken bir de başta Filistin meselesi olmak üzere İslam dünyasındaki zulümleri AKP’nin yıldızını parlatacak şekilde işleyen sloganlarla bezemeleri, siyasal ve zihinsel bir çöküşün içine iyice yuvarlanıldığı anlamına pekâlâ gelebilir.

Bu çevrelerden kimi “önemli” isimlerin cumhurbaşkanından İsrail’le savaşmak için silah isteyen ifadelerle mitinglerde konuşma yapmaları bu değerlendirmenin izahı bakımından çarpıcı bir örnek olarak kabul edilebilir.

Protesto, bir bilincin açık yanlışlara açık müdahalesi olarak tecelli eder, öfke doludur. Muhataplarını çözüme zorlamayı amaçlar. Dönüştürmeyi hedefler. Meydan okumak için çıkılan yolda canına okunmak ise bunu tam tersidir.

Dünyada böyle zavallılık olmaz!

Devamını Okuyun

GÜNDEM