Connect with us

Köşe Yazıları

Hamza Er İle Röportaj

Yayınlanma:

-

Hamza Er, geçtiğimiz Ağustos ayında Çıra Kitap etiketiyle yayınlanan iki röportaj kitabıyla okur karşısına çıktı. “Sordum Söylediler”, Gazze’den Patani’ye, Doğu Türkistan’dan, Lübnan’a, İngiltere’ye, Keşmir’e… uzanan geniş bir çoğrafyada, kanaat önderleriyle gerçekleştirilmiş 18 kritik röportajdan oluşan bir kitap. “Sordular Söyledim” ise farklı zaman dilimlerinde kendisiyle gerçekleştirilen ilim, davet, İslâmi mücadele, Mavi Marmara, mültecilik, İslâmofobi, direniş temalı 16 röportajdan müteşekkil kardeş kitap. İki röportaj kitabıyla çıkagelen yazarla bir röportaj gerçekleştirdik.

“Hamza Er” mahlasının hikâyesi ile başlamak isterim. Eskiden daha yaygın olan edebiyatçı-yazar tavrıyla mı tercih ettiğiniz bir isim mi yoksa dinini-inanç dünyasını değiştirenlerin tercihi gibi bir tercih mi sizinki?

İlgi ve alakanıza teşekkür ederek başlamak istiyorum. Tabi ki edebiyatçı-yazar tavrıyla seçilen bir tercih olduğunu söylersem tam doğru olmaz. Ama mahlas isim seçmeyi inanç dünyamı değiştirerek yapmak zorunda olduğum bir girişim olarak da görmediğimi söylemek isterim. Bizimkisi biraz ani gelişti. 1997 yılında radyo programları teklifi almıştım. Radyo, insanların dışarıyla temasa geçtiği tek ses, tek fırsattı… Radyo programcıları etkileyici sesleri ile bir karizma oluşturuyorlardı. Yaşım daha 21’di… Ben o dönem koruyucu bir kalkan olarak mahlas kullandım. Programlarımızın başında okunan tanıtım metninde rahatlıkla söylenebilmesi için 3 heceli olarak Hamza Er’i tercih ettim. Hamza ismini zaten çok seviyordum. Üniversitenin son dönemlerinde arkadaşlar ‘Hamza gibi olursun inşallah’ diyerek o ismi benimle özdeşleştirmişlerdi. Tabi ki Hz. Hamza’dan ötürü… Ben de radyoda bu ismi kullanmaya başladım. Radyo programlarımız hamdolsun iyi bir dinleyici kitlesine sahip oldu ve böylece isim üzerimize yapıştı. Programlarla beraber aylık İslâmi içerikli dergilerde de yazılar yazmaya başlamıştım. O gün, bugündür “Hamza Er” ismi kendi ismimin önüne geçmiş oldu.

Ancak şunu da belirtmek isterim ki ben isimlerin kendi dil ailesinde kullanıldıkları anlamının önemli olduğunu düşünüyorum. Yani İslâm’ı seçen herkesin Arap coğrafyamızdaki isimleri kullanmalarının gerekli olmadığına inanıyorum. Kendi toplumu içinde kabul görmüş, bir küfür, zulüm şahsını temsil etmeyen ve anlamı şirk, günah öğeleri içermeyen, güzel, olumlu anlamlara gelen isimler kullanılabilir. Ben kendi ismimden de çok memnunum. Ailemin benim için seçtiği ismin Türkçedeki anlamı ‘korkusuz, yiğit’dir. Aileme böyle güzel anlamı olan bir ismi tercih ettikleri için müteşekkirim.

Öncesi de olmakla birlikte bilhassa son 10 yılınız gençlerle sahada yoğun biçimde ilim, tebliğ ve davet çalışmalarıyla geçti. Sizce bugün yirmili yaşlardaki gençlerin eski kuşaklara kıyasla zaaf ve imkânları nelerdir?

Gençliğin hâli, her dönem yetişkinlerin üzerinde konuştukları ve huzursuz oldukları bir konu ve konuşulanlar sadece bu döneme ait değil. Sürekli şikâyet, sitem ve tatminsizlik üzerine değerlendirmeler yapılmış. Eski tarihi yazıtların tercümelerinde bile gençliğin gidişatından endişe edildiğiyle alakalı vurguların tespit edildiğini görüyoruz. Bu da Yaratıcı’nın yarattığı insanın ömür evrelerinde ve o evreye ait tavır ve duygularında aslında bir değişiklik olmadığını gösteriyor. Değişen yalnızca çağ ve o çağa ait araç gereçler…

Gençler maalesef, genelde insan ömrü içerisinde üzerine en çok oynanan, en çok hesaplar yapılan bir sınıf hâline gelmiş… Eğer sağlıklı düşünme, tefekkür yönleri geliştirilmezse ya popülerliğin, tüketimin kölesi oluyorlar ya da örgütlerin hamasi sloganlarla militan devşirdikleri bir kesime dönüşüyorlar.

“İsyankâr bir tabiata sahip olmak, cesaret, günlük yaşamak, gelecek kaygısı duymamak, tüketime meyilli bulunmak” gibi vasıflara sahip olan gençlerin bu yönleri, emperyalist güçler, onların kumanda ettiği örgütler ve sermaye sahibi kapitalist elitler tarafından daima istismar ediliyor. Yeryüzünü talan eden bu zalimler, gençlerimizin terini, kanını, canını, malını sinsi yaklaşımlar sonucunda kullanıyorlar.

Tüm bu saydıklarım her dönem ve mekân için geçerli olabiliyor.

Bu eğilimleri eğer siz İslâmi açıdan gerçek ve sağlıklı hedeflere yönlendirebilirseniz bir imkâna dönüştürmüş olursunuz. İsyankâr ruhu; şirke, zulme ve haksızlıklara itirazla anlamlandırabilir, cesareti; Allah için, Allah yolunda korkmadan yürümeyle ilişkilendirebilir, yarını düşünmeme tabiatını da dava edinmeye, ahiret merkezli yaşamaya ve bu uğurda çalışmaya yöneltebilirsiniz. Bunlar gençlik dönemiyle ilgili genel tespitler…

“Bugünün gençlerine özel zaaflar nedir?” diye bakarsak derinlikli düşünmeye fırsat bulamıyor olmalarını söyleyebiliriz. Hız ve haz çağında, teknolojinin bunca yaygın bir hâle gelmesi sonucunda maalesef, spot başlıklar ve 3-5 dakikalık videolarla hayatı soluyan bir nesil yetişti. Fikrî tecrübelere değer veren, onlardan istifade etmeye çabalayan, toplumsal eminliği sağlamış itibarlı öncüleri birebir dinleyen, onlara soran, konuşan bilgi için fedakârlık yapan dert ehli kişileri göremiyoruz. Bunu özgüvenle açıklayamazsınız. Bu daha çok, teknolojinin sağladığı imkânlardan ötürü kendine yettiğini sanmak ve böylece ukalalaşmak olarak tanımlanabilir. Oysa gerçekten bir rehberlikten faydalanma, sıcak temasla, birebir iletişimle, saygı ve ahlak çerçevesinde sağlanır. Gençlerin bu dönemde çabuk manipüle edilip anlık geçişler yaşayabilmelerini, işte bu ilmi ve istişari disiplinden kopuk olmalarına bağlayabiliriz.

Gençlerle ilgili konuşurken genelde önceki kuşakların özveri hikâyeleri anlatılarak açıkça veya alttan alta şimdiki gençlerin ilgisizliğinden, gayretsizliğinden ve “bunca imkânı” değerlendirememesinden yakınılır. Buna mukabil dernek, vakıf, cemaat gibi yapıların, bu tür yapıların yönetici “büyükleri”nin özeleştiri yaptıklarına da pek şahit olmayız. Hatayı nerede aramalı?

Bu çok önemli bir soru ve sorun… Farkındaysanız demin fikri tecrübelerin öneminden ve onlardan istifade edilmesinden bahsettim. Toplumsal eminliği sağlamış itibarlı öncülerin önemine vurgu yaptım. Kimdir bu itibarlı öncüler? Mücadele sürecinde keskin fikri zikzakları olmayan, güce, konjonktüre, ortama göre kendini konuşlandırmayan, hakkı, doğruyu, adaleti kim ve kime karşı olursa olsun muhafaza etmeye çalışan kişiler…

Bakın, insan hayatın içinde edineceği tecrübeyle kendini revize edebilir. Benim kastettiğim fikri, düşünsel bir omurgaya hiçbir zaman sahip olmamış kişilerdir. Sadece duygusallık ve çevresel etkenlerle siyah beyaz kadar gelgitler yaşayanlardır. Bunlar önce kendi eminliklerini kaybederler sonra kendilerini takip edenlerin hayatlarına mâl olurlar. Yola çıktıklarına dudak büküp artık onları beğenmeyen, sınıf, statü, makam ve servete göre duruşunu şekillendirenlerin itibarları yok olur. Sonrası ise daha vahimdir. Örneklik teşkil ettikleri gençlerin yaşayacakları muhtemel buhran ve savrulmalar…

Sağlıklı, ilkeli ve istikrarlı bir mücadelenin kendilerine model olarak sunulamadığı gençler de ya inançlarına yönelik güven kaybı yaşayarak amaçsızlaşacaklar ya da oluşan boşluktan faydalanacak militarist, sadist, tekfirci grupların oltalarına yem olacaklardır.

İşte büyüklerin özeleştiri yapacakları yer de burasıdır. Toplumun temiz bir inanç ve yönteme sahip olabilmesi için onlara örneklik yapacak muvahhit modellerin varlığı zorunludur.

İslâm’ın “sivil” bir din olduğunu düşünüyorum ve şahsi gözlemim, Türkiyeli Müslümanlar’ın, her ne kadar yaygın bir sivil toplum ağına sahip görünseler de bu dini, devletle kaim, devlet merkezli düşünmekten kendilerini alamadıkları yönünde. Bu tespite belli bir oranda katılıyorsanız, söz konusu durumun sebep ve sonuçları hakkında neler söylenebilir?

“Sivil bir din” derken ne kastedildiği biraz izahata muhtaç sanırım. Kelimeleri meşhur yüklenmiş güncel anlamları ile mi bakıp değerlendireceğiz, yoksa kendi içinden çıktığı kültürün tanımlamasıyla mı okuyacağız. Ben ikincisinden yanayım. Çünkü kelimeler ve kavramlar masum değildir. Belli bir zeminin ürünüdür. Her kelime ve kavramın, yaşanılan hayat tarzı ve kültürü içinde bir karşılığı, manası vardır. Bu sebeple birilerinin ne kastettiğinden ziyade kavramın doğduğu, tanımlandığı, anlam yüklendiği döneme bakılması gerekir. Kavramın fikir babalarını es geçerek uyarlamalarda bulunmak sanırım pek sağlıklı olmaz.

‘Sivil’ de böyle bir kavramdır. Medeni, uygar; nazik, kibar, laik anlamlarına gelir. Batının karanlık çağına ait kelimelerdendir.

Bugün “Sivil” kavramının en kısa tanımında, bireylerin ve kurumların devletten bağımsızlığı söz konusudur. Günümüzde sivil din, sivil toplum ile birlikte anılmaktadır. Sivil duruş, sivil toplum, Batı siyasal düşünce geleneğinde, devlet, toplum, birey ilişkilerinin analizinde başvurulan, devlet tarafından kontrol edilmeyen kitle iletişim araçları, gönüllü kuruluşlar ve sosyal hareketler alanına gönderme yapılarak kullanılan bir kavramdır. Sivil duruş, “merkezi otoriter gücün baskı ve kontrolünden kaçmayı başararak kendi başına bir duruş sergileyen, bu yolla devletin dışında ve devlete rağmen var olabilen bir hâl” olarak tanımlanır.

Sanırım siz bu tanımdan yola çıkarak Türkiyeli Müslümanlar üzerinden bir eleştiride bulunuyorsunuz. Buradan baktığımızda kendi özgün değerlerine göre topluma yön vermeyi hedefleyip bağımsız, âdil bir muhalif tavra sahip olması gereken Müslüman camiaların, statükocu, muhafazakâr görüntüsü tabi ki kabul edilebilir değildir.

Bugün maalesef devlet, kurucu değişmez değerlerle geçmişten bu yana varlığını sürdüren, mutlak güç sahibi, insanlara hayat hakkı bahşeden, hatta gerek duyulduğunda sivil toplumu vareden, biçimlendiren ve denetleyen bir mekanizma olarak karşımızda duruyor. Oysa egemen devletin bakış açısından yani resmi ideolojiden ayrışmadan örgütlenmeye çalışan sivil toplum anlayışı İslâmi örgütlenmeler için söz konusu olmamalıydı.

Bu egemen sistemle barışık, muhafazakâr yaklaşımın ana sebebi, dinin temel değeri olan Tevhid inancının yeterince anlaşılamamış olmasıdır. Her türlü zulümattan, fahşadan, haksızlık ve kötülükten, sapkın yanlış uygulamalardan beri olmanın ilanı olan Tevhid inancı eğer doğru anlaşılsaydı “maslahat, âli menfaat” adına ilkesiz ve onursuz duruşları göremezdik.

Gönderildikleri cahili toplumların sapkın uygulamalarına itiraz eden resuller ve takipçileri, kendi ölçeklerinde “dindar” olan bu toplumlarla yakın gözükecek bir uzlaşma ve ittifak teşebbüsü asla göstermemişlerdir. Tevhidi yaklaşım gereği; Allah’tan başkasına itaat, kulluk ve ibadetin önüne geçmeye çalışan peygamberler, aynı zamanda bu bozuk ortamdan üreyen “ahlaksızlık, soygun, ırkçılık, hak yemeler, rüşvet, cinayetler, terazi adaletsizliği, yol kesme, haramilik, kadına, çocuğa işkence, doğaya ve tüm canlılara yönelik ifsadın” da net bir şekilde karşısında durmuşlardır.

Kendilerine yönelik yürütülen baskı ve işkencelere karşı vazgeçmemişler, rüşvet, statü, makam, servet tekliflerine karşı da varoluşlarını anlamsızlaştıracak adımlar atmamışlardır. Susmamışlar, görmezden gelmemişler, dünyevi endişelerin kendilerini âdil bir duruştan geri bırakmasına fırsat vermemişlerdir.

İşte cahiliye toplumlarında o toplumu kökünden değiştirecek bir çalışmayı göstermesi gereken mü’minler, İslâmi bir yönetimin, devletin hükmü altında yaşarken de sağlıklı örgütlenmelerle yol gösterici tavırlarını devam ettirmelidirler. Müslüman cemaat, adil vasfı gereği yanlış olanı dile getirebilmeli, ıslah edici uyarı ve davet yükümlülüklerini de asla terk etmemelidir.

Allah(c), Al-i İmran Suresi 104 ve 110. ayetlerinde Müslüman cemaatin bu yönüne vurgu yapmakta, iyiliği emredip, kötülükten sakındıran bir topluluğun her koşulda var olması gerektiğinin önemine işaret etmektedir. Üç kuruşluk dünya menfaati, konfor ve rahatlık uğruna bu görevlerin ihmali ve iptali, ağır vebali olan kötü bir tercihtir.

İlk kitap sevinci diye bir şeyden bahsedilir, ki sizin iki kitabınız birden yayınlandı. Nasıl bir duygu? Son 15 yılın mahsulü olan kitapları elinize aldığınızda neler düşündünüz?

Kişinin gerçekten emek harcadığı, yıllardır gösterdiği çabaların bir meyvesi olarak gördüğü kitaplarını eline alması tabi ki mutluluk verici bir durum. İzi silinenler ve iz bırakıp izi sürülenler gibi hayatta iki sınıfın olduğunu düşünürsek küçük de olsa bir iz bırakacak olmanın iç huzurunu yaşıyorsunuz. Fırsat ve imkân verdiği için Allah’a hamd ediyorum.

“Kitap çıkarmış olmak için değil de bir katkı sağlamak, bir farkındalık oluşturmak için çaba harcanmalı” diye düşünüyorum. Rahat ve kolay okunacağını umduğum bu iki söyleşi kitabımızın okuyucularımıza bir ışık yakması için Allah’a dua ediyorum. Bilinçaltında saklı olan anlamların ortaya çıkmasında ve bilinci etkin olarak harekete geçirmede soru-cevap yönteminin yalın ifadelerden çok daha güçlü olduğunu düşündüğümüzde, bu yöntemle hazırlanmış iki kitabın her kesimden okuyucuya faydalı dokunuşlar sağlamasını umuyorum.

Çevremizde beni tanıyan ve üzerinde çalıştığım konuları bilen birçok kardeşimiz için bu kitaplar açıkçası biraz sürpriz oldu. Çünkü tamamlamak için yoğunlaştığımız farklı iki üç kitap hazırlığımız vardı. Onlar devam ederken bu iki söyleşi serisinin çıkması ilgi çekti. İnşallah Allah-u Teâlâ fayda sağlayıp iz bırakmasını ümit ettiğim o çalışmalarımızın da tamamlanmasını bizlere nasip eder.

 

https://www.dunyabizim.com/soylesi/hamza-er-toplumun-temiz-bir-inanc-ve-yonteme-sahip-olabilmesi-icin-onlara-orneklik-yapacak-muvahhit-modellerin-varligi-zorunludur-h42081.html

“Gazete Okuyan Tavuk”, “Nasreddin Hoca’nın Bisikleti”, “Kuzularla Saklambaç”, “Ceza Hikayeleri” ve “Kelebek Ve Arı – Malcolm X Ve Muhammed Ali’nin Kesişen Hayatları” kitaplarının yazarı. 1983 Trabzon doğumlu avukat.

Köşe Yazıları

E’nin Esrarengiz Ölümü

Yayınlanma:

-

En sevdiğim şiirine şöyle başlamış Cahit Zarifoğlu:

“Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri acz tutuyor
Bağışlamanı dilerim”

Ünlemler uçuşuyor adının başında E.  Belki de budur başını döndüren.

Başın döndü ve düştün. Buna inanıyorum.

İntihar ettiğine veya cinayete kurban gittiğine inanmak istemiyorum. Ne var ki bir avukat olarak inanmakla, temenni etmekle yetinemem. Olayın aydınlatılması için çalışmam lazım. Çünkü sen bir garip mültecisin. 16 yaşındasın ve daha uzuun yıllar 16 yaşında kalacaksın.

Çocuksun sen. Şairin dediği gibi:

Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil”

Bir Türk vatandaşı bile olmadığın için dosyan rahatlıkla ihmale gelebilir. Nitekim geliyordu da. (Bekle biraz, o konuya geleceğim.)

26 Şubat’ta annen ve baban gelip bana vekalet verdi. Olayı onların zaviyesinden dinledim.

Keşke seni de dinleyebilseydim. Oysa ki büroma çok yakın bir yerde çalışıyordun. Oradan alışveriş yapmıştım. Trabzon’da birden fazla şubesi bulunan bir AVM. Nerdeyse her şeyin satıldığı o büyük mağazalardan biri. Farkında olmadan rastlaşmış bile olabiliriz.

Yine de buna pek ihtimal vermiyorum. Sen, anadilin Arapça kadar olmasa da iyi Türkçe konuşuyordun. Biraz da bu sebeple işe alındın.

Hafta içi beş gün saat 13 ila 22 arası, günde 9 saat çalışıyordun. Cumartesi okula gidiyordun. Aldığın son maaş 9 Bin liraydı. Baban gösterdi, paran onun hesabına yatırılıyordu.

Hesapladım, net bir kölelik olan “asgari ücret” seviyesinde para kazanabilmen için, (ayda 17 Bin lira için) okula gitmeyip cumartesileri dahil haftanın 6 günü, günde 15 saat çalışman gerekiyordu.

Bu durum seni bunaltmış olabilir. Hikâyendeki en kırılgan yer tam da buraya iliştirilen yabancılığın… Son yıllarda ırkçılık dalgası Türkiye’de çok kabardı. Bundan dolayı aşağılanmış, hakarete uğramış, fazladan ayrımcılığa uğramış, değersiz hissettirilmiş olabilirsin. Bunlar sadece tahminim.

Ablan da senin kadar olmasa da Türkçe konuşabiliyor. Ona sorular sordum, hakkında bilgi topladım.

Herhangi bir hastalığın, ruhsal sorunun yoktu. İlaç kullanmıyordun. Bir erkek arkadaşın, sevgilin, sorun yaşadığın biri yoktu.

Buradan, şimdi oturmuş sana bu mektubu yazdığım büromun önünden yürüyerek 5-6 dakikada işyerine gidiyordun. Hayatın şaşılacak kadar sade ve plânlıydı. Cep telefonunu evde bırakıyor, her gün aynı güzergâhı kullanıp işe gidiyor, aynı şekilde dönüyordun.

15 Şubat’ta da aynı şekilde gitmiş, çoğu zaman olduğu gibi işten çıkışta kendine bir tavuk döner almıştın. Seni çok iyi tanıdığı için lokantada çalışanlar, babana kamera kayıtlarını gösterdiler.

Saat tam 22.01’de içeri giriyor, 22.03’te yemeğini almış, çıkıyorsun. Ama kucağında bir pelüş oyuncak ayı var.

Trabzon’un en ışıltılı yeri. Maraş Caddesi. Baban her zaman olduğu gibi seni 22.15 gibi evde bekliyor. Lokantadan sağ tarafa, eve doğru döneceğine neden sola döndün?

Baban sen her zamanki saatte eve gelmeyince endişeye kapıldı hâliyle. Gecikmen de normal değildi. Tam seni aramak için polise veya iş yerine gidecekti ki -kararsızdı- telefonu çaldı. Saat 22.48. Arayan polisti. Kayalıklara bıraktığın eşyalardan kimliğine ulaşılmış.

Lokantanın tam önünden süre tutup yürüdüm. Ortalama 8 dakikada o caddeyi bitirip sola, Gazipaşa Caddesi’nden aşağıya, Ganita sahiline iniliyor.

Kayalık bölgeye kadar her yerde kamera var. Tek kör nokta kayalıklar ve senin o kör noktadan kendini denize attığın, yani intihar ettiğin iddia ediliyor. Kayıtlara öyle geçmiş. Ama ölümün şüpheli görüldü ve otopsi raporu için Adli Tıp’a gönderildin. Sonrası rutin prosedür.

Bedenin, işgal ve talan edilmiş ülkene gönderildi, orada toprağa verildin. Allah rahmet eylesin. Çok üzgünüm.

Minik bedenin, kuş kadar tüketiminle 8 milyar insanın yaşadığı bu devasa dünyaya pekâlâ, pekâlâ sığabilir, cıvıltılar içinde yaşayabilirdin. Hayattan pek bir şey istediğini sanmıyorum. Yaşamak, bir ağaç gibi, yaprak gibi, çok değil.

Sen de duymuşsundur belki, bu ülkedeki büyüklerin dilinden düşmezdi, biz “yaratılanı severiz yaratandan ötürü”. Şimdi ise, “bir garip ölmüş diyeler.”

Otopsi raporun henüz çıkmadı. Bir iki ayda gönderilir, deniyor.

27 Şubat’ta anne babanı ve de ablanı alıp Trabzon Adliyesi’ne gittim. Senin dosyanla ilgilenen savcıyla görüşmek istedim. Savcı kâtibi “Avukat bey, ben önden bir görüşeyim kendisiyle.” diyerek odasına girdi. Ben kapıda bekledim. Savcı bey talebimi kabul etmedi. Kapısından çevirdi. Yanlış anlamanı istemem, şahsımla ilgili bir durum değil, kimin geldiğinden bağımsız, savcı beyin bir prensibiymiş. Her neyse…

Dosyanı inceledim. Savcı, şehrin göbeğinde onlarca işyerinin önünden geçip gittiğin saat aralığına ilişkin kamera kayıtlarını Emniyet’ten talep etmemiş. Öyle ya, nereye gittin, yanında biri var mıydı, kız başına, çocuk olarak kış vakti, o soğukta o karanlık kayalıklara nasıl gittin, arkandan biri geldi mi, insan merak eder değil mi?

Savcı bey unutmuş olmalıydı iş yoğunluğundan. Ben bir talep dilekçesi verdim bunun için. Sağ olsun, savcı, Emniyet Müdürlüğü’ne talimat verdi.

Çok merak ettiğimiz bir husus daha var. Neden montunu, çantanı, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkartıp, kayaların üzerine bıraktın?

Kışın hava soğuk, Karadeniz dalgalı olur. Islak ve karanlık ve yamuk yumuk kayaların üzerinden seke seke 10 metre kadar yürümen gerekmiş olmalı. Çıplak ayaklarla kayıp düşmekten korkmadın mı? Bunlar 16 yaşında bir ana kuzusunun yapacağı şeyler mi, bilemedim.

Dünyada milyonlarca mülteci var. Sen, şanslılar arasında bile sayılırsın aslında. Anne baban ve 3 kardeşinle birlikte, sıkı aile bağları içinde yaşıyordun burada.

Henüz çocuk yaştaydın, ki çocukların yaşama enerji ve iştiyakı fıtraten yüksektir. Kendine yemek alman ve az önce yemen doğal olarak yaşama isteğine delalet ediyor.

Kucağında taşıdığın oyuncak ayının anlamı neydi peki?

Hayır, ailene teslim edilen eşyalar arasında yoktu o. En son lokantadan çıkarken kucağındaydı. Onu ne yaptın? Birine hediye etmek için mi aldın yoksa yanında mı götürdün?

Ha, az kalsın unutuyordum. Ablan söyledi. 16 şubat öğle saatlerinde polis senin eşyalarını ailene bir poşet içinde teslim etmiş. Bunlar delil niteliğinde eşyalar olduğu için muhafaza altında tutulmalıydı.

Anlaşılan polis ve savcı seninle ilgili peşinen hüküm vermiştiler, gerisi prosedürdü.

İntihar ettiğine ilişkin somut bir delil yok, cansız bedeninin bir saat sonra soğuk sulardan çıkartılmasından başka.

Savcılığa dilekçe verdim, geride bıraktığın eşyalar muhafaza altına alınsın diye. İçin rahat olsun, olayın aydınlatılması için elimden geleni yapıyorum. Olayı eşimle dostumla istişare ediyorum, arkadaşlara danışıyorum, atladığım bir nokta var mıdır diye soruyorum.

Telefonunda bir mesajlaşma, sıra dışı bir konuşma yok. Çantandan küçük bir seccade, bir tespih bir de  üç aylara girdiğimiz için okunacak bir duayı yazdığın mahzun bir kağıt parçası çıkmış. Başka da bir şey yok. Ser verip sır vermemişsin. Açıkçası, ketum bir çocuksun! Geride bir bilmece bıraktın. Bilmeceler de bilinemez genelde, ilkokul düzeyi değilse.

Üzerine yersiz yurtsuzluğun, göçebeliğin, mülteciliğin, sürgünlüğün kokusu mu sinmiş ne?

“Kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde” diyor şair, öyle mi yani?

Hayat bir serap.

Bakalım, göreceğiz.

Dosyanın akıbeti hakkında seni haberdar edeceğim.

Rabbim muhafaza buyursun.

Mehmet Ali Başaran

Not: E’nin ölümüyle ilgili öngörüsü, düşüncesi, eleştiri veya tavsiyesi, bir okuma veya seyretme önerisi olanlar m.ali.b@hotmail.com adresine yazarak benimle paylaşabilirler. 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Kötürümleşmeye Tuz Biber

Yayınlanma:

-

Birçok talihsiz aşamalardan geçmişti İslamcılığımız, belki kavramın kendisinden başlanarak sıralanabilir bunlar. Kolay olmadığını da kabul etmek gerekir bu sıralama faaliyetinin, kolay olan hiçbir şey yok.

Uzun asırlar boyunca kötürümleştirilmiş bir Müslüman tipolojisi ile karşı karşıya olduğumuzu unutmuyorduk aslında ama en azından tevhîdî/Kur’ânî süreçle tanışanların yaşadığı dönüşümü de tam kestirememiş olmakla suçlanabiliriz, kabul.

Halkın tabanda, dinî/manevi takviye ile mücehhez merkezî devlet/otorite güçlerine karşı örgütsüz kalmasının faturalarını modern dönem tanıkları olarak iki farklı biçimde tecrübe ettik. Dayatmacı/zorba modern süreçlerle de, nihayet önemli oranlarda onunla iç içe geçmiş sözüm ona dinî görünümlü süreçle de dindar halkın her karşılaşması bu kötürümleşmenin ürettiği düşük yoğunluklu tepkinin örneği olarak tarihe kayıtlanmıştır.

Bu ne kadar değiştirilebilir ya da değiştirilebilir mi, bundan emin değilim.

Tevhidle buluşma serüvenimizde tüm iyi niyetli çabalara rağmen Kur’an’la temasımızın tarihsel ön yargıları aşarak gerçekleştiğini söyleyemeyiz. İslam dünyasından yapılan özenli-özensiz çevirilerin de bu yetersizlikte elbette payı büyüktür.

Kur’an’ın özellikle siyasal kavram haritasının tüm gayretlere rağmen lâyıkıyla kavranılamadığını cesaretle savunmalıyız. “Salât”tan başlayarak “zekât”a, “şûrâ”dan “mescid-i haram”a, “dâru’s-selâm”dan “infak”a, “sabır”dan “teslimiyet”e uzanan ve oradan resullerin pratik örnekliğine varan çemberde sahih bir Kur’an kavrayışından mahrum kaldığımızı bugünkü tıkanıklığın sebeplerini irdelerken görebiliyoruz.

Az evvel değindiğimiz Müslüman kitlelerin kötürümleştirilme bahsine geri dönelim: Kur’an vurgusuyla yola çıkanların siyasal kavrayışlarındaki eksiklik ve zaafiyetlerle yüzleşmenin vakti çoktan gelip geçmiştir. Hem de çokça geçmiş durumdadır.

Geniş kalabalıklardaki kötürümleşmenin kalıcı olması hatta bu kötürümleşmenin güçlenerek Kur’ânî söylemi öne çıkaranları yutması karşısında en çarpıcı, can alıcı muhasebeyi yapma zorunluluğumuz var. Bunu yapmadıkça kaybetmeye devam edeceğiz.

İmparatorluklardan/ulus devlet otoriterliklerinden sıyrılabilmiş bir İslami siyasi perspektifimizin/söylemimizin olamaması, bir yandan Kur’an’ın ve resullerin örnekliğinin lâyıkıyla kavranılmadığını; diğer yandan da egemen dünya düzenini ve onu doğuran fikriyatı çözümlemede yetersiz kalındığını bize açıkça gösteriyor.

Buradaki her bir iddiayı açmak gerekecektir, bunun farkındayım. Esasen pek çok yazı ve pratikle bunun yapıldığını da savunabilirim. Kur’an ve siyerin örnek öğreticiliğini kavramaya niyet etmiş, mütekâmil bir seviyeyi tutturamamış olmakla birlikte epeyce yol almış ancak bir şekilde az ya da çok AKP ile yolunu kesiştirmiş tevhîdî çizgi mensuplarının yarattığı tahribat da bütün bu yetersizliklere tuz biber ekerek kötürümleşmeyi zirveye taşımıştır.

Zulme karşı adalet cephesinden yana olmanın ancak sağlam bir kavrayışla mümkün olabileceğini biliyoruz. Bu kavrayışın gereklerinden yeterince bahsettik. Eksik olan şey, bu kavrayışların tabii sonucu olarak boy vermesi gereken pratiktir.

Burada durup durup geri dönerek aynı soruları sorabiliriz hatta sormalıyız da!

Kötürümleştirici mezkûr süreçlerin gadrine uğramış kavramların algılanışlarını nasıl oldu da kurtaramadık; hem de onca tevhîdîlik iddialarına rağmen! Kurtarabildiklerimize ya da bizim dışımızda da seyreden fıtrî-vicdanî tecrübelere sırtımızı nasıl dönebildik!

Bu kısa yazı, 7 Ekim 2023’le başlayan Aksâ Tûfânı sürecindeki genel tutum alışlardaki zaafiyetlerin de köküne inme çabası olarak okunabilir. Belli bir yerden sonra adalet cephesinde rüzgâr/lar yaratma çağrılarına cevap vermeye tenezzül etmeyerek kötürümleşmede ısrarcı olan cenâhın yarattığı helâk aşaması da mümkün olabilir tabii; sünnetullahın tecellisi tarihsel bir bilgi değilse şayet!

 

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sıkışma ve Çıkışsızlık

Yayınlanma:

-

Asgari düzeyde bir örgütlülük olmayınca en kritik zamanlarda ne yapacağınızı bilemiyor, öyle ortada kalıyorsunuz.

“Acaba kimin eylemine katılsam? Hangi protestoya dâhil olsam? Yarınki yürüyüşe gitsem mi? Ortada kimse yok, bu nasıl bir tepkisiz toplumdur!”

Çaresiz bir hâlet-i rûhiye, Aksâ Tûfânı sürecinde olduğu gibi tarihsel kırılma anlarında pek çok insanın yakasına yapışır. Kıvrandırıp durur onu. O âna değin yapıp ettiklerini vedahî yapmayıp etmediklerini önüne seriverir. Bir muhasebeden ziyade pişmanlık ya da yazıklanma denilebilecek duygu durumuna teslim olur o kişi: Tam onaylamadığı, eksik ya da yanlış gördüğü birtakım etkinliklerle vicdan söndürür. En nihayetinde esaslı tavırlar üretemeden tarihin dışına itiliverir.

İsrail’in, Gazze’ye dönük tamamen katliam amaçlı eşi benzeri az görülür vahşi saldırısı boyunca Türkiye’deki özelde İslamcı çevrelerin, genelde bütün toplumsal-siyasal kesimlerin tepkisinin son derece düşük seviyede seyrettiğine dâir ortak bir kabul oluştu neredeyse. Elbette ben de bu kanaati paylaşıyorum. Dünyanın pek çok farklı coğrafyasında insanlığın mühim bir kısmının ayağa kalkmasının dayattığı bir utancı yaşadı aslında Türkiye’deki temiz vicdanlar. Öteden beri Filistin meselesinin ateşlediği bilinçleri taşıyan farklı ideolojik ya da toplumsal çevrelerdeki genel sönümlenme, yüzleşilmesi belki ertelenen hakikati kesin bir şekilde ortaya çıkarmış oldu.

AKP iktidarının uzun yılları boyunca açık bir şekilde tespit edileceği üzere Kürt ve sol/sosyalist çevreler sakınımsız hukuksuzluklarla, siyasal hareket alanlarının sürekli kısıtlanması ve kolluk marifetiyle alabildiğine baskılandı. İslami denilebilecek çevrelerin büyük bir kısmı da büyüyüp iyice obezleşen bir cemaat olan devlet yapısıyla bütünleştirilip üzerlerine toprak örtüldü. Böylece toplumsal muhalefetin kötürümleştirilmesi önemli ölçüde tamamlanmış oldu.

Esasen bu gibi durumlarda yeni dalgaların ortaya çıkması, yeni kadroların toplumsal muhalefet önderliğini üstlenmesi, yeni usullerin yeni aktörlerle örneklendirilmesi beklenir. Türkiye siyasallığında bu bir türlü olamıyor. Bunun kendine özgü toplumsal nedenleri var muhakkak ve tartışılmayı fazlasıyla hak ediyor.

Bu analiz derinleştirilebilir lâkin umuma dâir değerlendirmelerin bize pek bir faydası yok. Ülkedeki batmış ve çoktan bitmiş İslâmiliğe dâhil olmayan bir damar var ya da vardı; işte kılcalları birbiriyle birçok meselede çelişse de o damardan olan beklentinin karşılıksız çıkması bizi çıkmaza ve umutsuzluğa sürükleyen asıl sebeptir.

Bu damar, önceki kuşaklar özelinde sohbet halkalarını aşarak açık siyaset üretme temelinde örgütlenemedi; böylece kendi kendini kötürümleştirdi. Siyasal/dinî netliğe ulaştıran tevhîdî kavrayış nimetini lâyıkıyla değerlendiremeyen bu kuşak hemen hiçbir toplumsal ve siyasal meselede inisiyatif alamadı, açık siyasal hedefler belirleyemedi. Bu damar bünyesinde yer alan ve önceki kuşağı takip eden ve görece gençliğe tekabül eden kuşak ise akademik ilgi tarafından kötürümleştirildi, üniversite yıllarında neredeyse öğrenci kulübü faaliyetlerine denk düşen kısmî siyasallaşma/örgütlenme tecrübesini ileriye taşıyamayarak bireysel mevzilere çekildi ve bu sûretle kendini kötürümleştirdi.

Bahse mevzu önceki kuşağın, sabiteleri güçlü olduğundan siyasallaşamama kötürümlüğüne rağmen akîdevî bağlılık pozisyonunu muhafaza ettiği rahatlıkla söylenebilir ancak bu durum dertlerimize derman olmuyor. Artık Rableriyle aralarında gerçekleşeceklere terk edilmiş zamanlara ulaşmış gibiler. Diğer bölük ise ne yapacağı hususunda teslimiyetten gerçekliğe dâir yaşadığı çokça zaafın, belirsizliğe mahkûmiyetin tutsağı olduğundan, temel ilkeler alanına dâir mühim şüpheleri merkeze aldığından kıpırdayamıyor ve hakikate dâir güçlü şüphelerle neredeyse zincirlenmiş durumda; çoğunlukla da yalnız ve yol haritalarına mesafeli.

Bu iki ana hat hâlâ birbirleriyle çözümsüz ve çıkışsız müzakereler yürütüyor lâkin ufukta görünür bir kurtuluş emaresi yok. “Sıkışma” sözcüğü durumu topyekûn ifade edebilir. Buradaki zengin tarihsel birikim siyasal önderlik makamına eremediğinden ülkedeki İslamî duyarlıklı geniş toplumsal kesimleri sevk edebilmede güç ve potansiyelini de neredeyse tümüyle yitirmiş durumda. Bu durumda halk, devşirmelerin yönlendirmesiyle ilerleyip rakipsiz siyaset yapan egemenin gölgesine sığınmaktan başka bir seçenek bulamıyor.

Birincisinin tabii ve sosyolojik ömrünü neredeyse tamamlamak üzere olduğu bu tarihsel evrede yer yer sahte örgütlenme ve söylemlere savrulmuş ikinci kuşaktan bir çıkış/açılım gelebilir mi, diye baktığımızda bir şey görebilenin olacağını zannetmiyorum doğrusu.

Bu sağlam mücadele geleneği kurmanın uzağına düşmüşlüğün çaresiz ve karanlık tablosu bize başka bir şey sunacak değildi. Örgütlülüğün türlü çeşit zulümlere karşı ülke içinde ve küresel düzeyde oluşan mücadele birikimi, tecrübesi olmaksızın sokaklar, meydanlar çekip çevrilemezdi. Yapılamadı da, yapılacak gibi de değildi. Elbette yalnız bırakılmış küçük çırpınışlar bu değerlendirmelerin dışındadır.

Rafine bir tevhidî söylem üretmenin gerekli şartları vardır. Çoğu zaman imrendiğimiz festival tarzı protestoların ötesinde red ve inşayı keskin ve yakıcı bir biçimde vahyin penceresinden işaret eden kurucu söylemlerin halklar ve egemenlerle buluşma yolları vardır. Bunlar bir çemberde pişer ve kesintisiz devam eden örgütlü bir adanış ve açık mücadele sürecini zorunlu kılar.

Türkiye İslami çevrelerinin görece en kolay yapabildikleri İsrail karşıtı eylemlilikleri bile ideolojik bir netlik ve toplumsal bir genişlikte örgütleme kabiliyetinden büyük oranda uzaklaşmaları muhasebe için elbette bereketli bir zemin sunan bir nimet olarak algılanmalıdır. Böylece yakın ya da uzak bir gelecek için yeni ufuklar kendini gösterebilir.

Devamını Okuyun

GÜNDEM