Connect with us

Yazılar

Mazruf Mühim de, Zarf Değil mi? – Mustafa Zahid Ergün

Yayınlanma:

-

Yedi evrensel mimik varmış. Sükûnetten gittikçe uzaklaşan yeryüzü sakinlerinin yedi ortak hareketi diye, böyle tasnif buyurmuş kişisel gelişim ve vücut dili uzmanları: Mutluluk, üzüntü, öfke, korku, küçümseme, tiksinme, şaşırma… Acaba global rüzgârlar bu kadar esmez ve sekülerliği hortlatmazken de en ücra köşedeki insanla büyük topluluklarda yaşayanın tek ortak yanı sadece bu mimikler miydi?

Bunların ortak duyguları ifade etmesinde herkes hemfikir gibi… Ama el, kol hareketlerinin de farklı kültürlerde değişik mânâlara geldiğini biliyoruz. İnsanı yalnız bıraksanız; karakter, eğitim, beslenme ve iklimin onun üzerindeki saf etkisi görülebilir. Cemiyetle temas da diğerlerinden az olmamakla beraber, insan hâli üzerinde hayli iz bırakıyor. Farkı belirleyen makasın ucu da bu farklı temaslarla açılmış oluyor.

Vücut dili hususunda bir dolu kitap mevcut piyasada. Arzu eden, tafsilatlı malumat için her şeye fiyat biçen kerli ferli çekici vücut dili, kişisel gelişim ve o(y)lumlama uzmanlarından yardım alabilir! İnsana insan olduğu için değil, imkân olduğunu sanarak bir meta gibi bakan, plaket ve sertifikalarla dolu “ego duvarları” (hatta odaları) olan; “kendine güvenmek” diye açıkladıkları, oysa bir fikrin ağırlığıyla ezilmediği için dik gözüken omuzlarıyla bu derleme/çeviri uzmanlarına ancak malumat için bakılabilir. Fakat biliniz ki kitaplar, sadece malumat için okunmaz.

Yazı konusunda bilgisayarın imkânlarını görünce daktiloyla yazmak hayli zahmetli gözüküyor. Bir yazı veya şiir için toplarca kâğıt kullananları biliyoruz. Şimdi ise tashih için kâğıda dökülmüş birkaç nüsha yetiyor gibi. Daktilo veya klavyede yazarken başroldeki işaret parmağının yerini, telefon ve “coyistik” sebebiyle başparmağın aldığı zamanlardayız.[1] Başparmak, insanı hayvandan ayıran en önemli özelliklerden biri olarak, konuşma (koklaşma değil) ile birlikte beyinden sonra sayılacak kadar önemli. Aslî vazifesi, mesaj yazmak veya oyun oynamak olmasa gerek! Neden isimlendirmeye küçük parmaktan başlanmamış? Kolay: Kabiliyeti en fazla olan “baş” olmuş, diğerleri onun karşısında esas duruşta! Hepsi bir yöne bakar, başefendi başka yere. Ötekileri tamamlayan, erk sahibi iktidar, vazgeçilemeyen bir muhaliftir o.

Sorarım size; altıncı parmak geldiğinde kimin yanına sığınır genelde? Diğerlerinden çekinir bir hâlde, tabiî ki onun himayesine girer, bu beklenmeyen fazlalık. Bazı sinirler için de ayak başparmağı geçiş noktasıdır, diye duymuştum. Sadece asabî veçheden değil, kuvveti ile de parmak ısırtır bize. En son çıplak ayakla öne doğru eğildiğinizde, 300’lik açıyla yüklenen tüm vücudunuzu taşıyabilen o harika varlığa gözünüz takılmadıysa, bir dahaki sefer dikkat edin bari. Bir de tahakküm mü denir, yoksa genişleyen bir rahatlık mı, tam adını koyamadım: Gördüğüm bazı ayakların başparmağı içeri doğru hayli kırılmıştır. Bu tür ayakların genelde köylülerde, onların da odunculukla uğraşanlarında olduğunu hissediyorum. Diğerlerine doğru “bir kısrak başı gibi” uzanıp kafa tutuyor. Adına güveniyor belli ki.

El konusunda da Tanpınar’ın bir marangoza söylettikleri hayli mânidar: “İnsan, elidir kardeşim, anladın mı? Bizi biz yapan elimizdir. Elin, düşünceni terbiye etsin! Bütün varlığınla kendini eline ve elindeki işe ver. Göz, el ve kafa hep beraber çalışmalıdır. El çalışmalı, öbürleri âdeta fark etmeden onunla beraber yürümeli. Yani elinin emrine girmelisin.” Şu mükemmel tespitler de aynı minvalde: “Kendi eliyle çalışmak ruhu tasfiye eder, insanı sağaltır. Dikkatini elindeki işe verirsen temiz kalırsın.” Başka bir yerde ise “İnsan eli üç işe; okşamaya, at dizgini tutmaya ve kızdığını dövmeye yarar.” diyerek klasik “at, avrat, pusat üçlemesi”nin baş âmili olarak eli işaret eder. Elimizin imkânlar karşısında bizim vakarımızı nasıl koruduğunu hayvanâtın iki tutam ot için yerlere kadar eğildiğine bakarak anlayabiliriz.

“Hünerler el değiştirmezlerse devam etmezler.” diyerek ustanın çırağa el vermesinin, onun elinden tutmasının şekil ve mânâ itibâriyle önemini belirtir. Dil, tecrübe ve genel mânâda kültürlerde olduğu kadar, meslek erbabı için de “el emeği”ne dair müktesebâtın tevarüsü olmazsa olmazdır. (Her asalet tevarüs edilmediği gibi, her mesleğin de tevarüs edilmeyeceği aklımızda bulunsun.) Ustalar sadece el emeğini değil, çoğu meslekte bir uzuv gibi vücuda eklenen âlet edevatı da nesilden nesle aktarırlar. (Ustadan saymadığımız bazı berberlerin Güneş gazetesi aboneliğini çıraklarına miras bırakmasının konumuzla alakası yoktur.) Meslekler tevarüs etse de her çırak, “Acaba ustam şimdi yaşasaydı bunca makineyle neler yapmazdı ki?” diye düşünmeden edemez. Zaten usta da “İnsan hayatta, yapmak istediklerinin birçoğunun evlâdı tarafından yapılmasını isterdi; bu, tabiî bir şeydi.” menşeli bir nida ile meslekten el çekmediğini haykırmak ister: “İnsanlar birbirinin tecrübesinden faydalanacak olsalardı, yeryüzünde insan hayatı çoktan biterdi.” sözüne esaslı bir “hadi oradan” çekerdi.

Her uzvumuzun aslî birçok vazifesi var elbette. Görüntü ve şahsiyeti tamamlamak da bunlardan sayılabilir. Bu konuda mesela saç; bir uzuv sayılmasa bile, belki diğerleri kadar mühim bir yerdedir. Tanpınar’ın burun için söylediklerini saça teşmil ederek derdimize ortak edebiliriz: “Bütün bunlar başınıza niçin geldi, biliyorsunuz değil mi? Çünkü burnunuza lâyık olduğu hürmeti ve itibarı göstermediniz. Onu beğenmediniz, gerektiği gibi benimsemediniz! Bir insan her şeyden evvel burnuyla anlaşmalıdır. Öbür işler çok sonraya kalır. Burun dışarı hayatın anahtarıdır. Dargın bir burun şahsiyeti dağıtır, yok eder. Hâlbuki siz burnunuzu kaba, çirkin, kibirli, kıskanç, dedikoducu ve fazla rahatsız edici buldunuz! Kaç defa yolda yürürken onu düşürmeye, hatta yanlışlıkla bir yerde unutmaya çalıştınız./ Aktörlük sanatı burunla başlar, büyük komedyenlere bakın, daima burun hassasiyeti görürsünüz.” Hiç insan, burnunu işlerinden uzak tutabilir mi? Yemek için kepçe ne ise, iş için de burun odur. Veyl o fânilere ki saç ve burunlarını sadece süs addederek Gogol’un kulağını çınlatırlar! (Google değil kıymetlimiz, Gogol!)

Yevgeni Zamyatin Biz romanında “Sessizce dudaklarına baktım. Tüm kadınlar dudaktır, sadece dudak. Kiminki pembe, insanı tüm dünyadan ayıran şefkatli bir çember gibi esnek ve yuvarlaktı. Ama bu dudaklar: Bir saniye önce yoktular ve işte şimdi bıçakla kesilmişçesine hâlâ tatlı bir kan damlatıyor.” diyerek vücutta sadece küçük bir bölümün bile hayatta ne kadar mühim olduğunu belirtiyor.

Tanpınar,  tüm kitaplarında tipolojiye dair birçok çözümleme yapıyor. Doğuştan gelenler veya sonradan vücuda eklenen izlerin mânâsı ve muhataba etkisine dair önemli cümleler kuruyor: “Tebessüm şahsiyetin yarısıdır./ Omzunda yakıcı bir şey gibi duyduğu uzun bakışlar./ Sağ şakağından çenesine kadar henüz iyi olmuş bir bıçak yarası vardı. Bu yara yüze garip bir sertlik veriyordu./ O, insan sesinde yaşardı. Bir insanla tanışınca bütün dikkatini toplar, sesini dinler, bu sesin inhinalarına göre hükmünü verir, ya sever, ya sadece lakayt kalır.” Yakup Kadri’nin de, 45 yılını verdiği politikada, bu hususiyetlerden bir romancı dikkatiyle ne kadar çok mânâ çıkardığını, olayları deşifre etmesinde kendisine çokça yardımcı olduğunu; “sezmek, hâlinden anlamak, yüzünden okumak, tavrını yormak” gibi kelime ve deyimleri bolca kullandığı Politikada 45 Yıl adlı hatırât kitabından tespit etmiş olalım.

Uzuvlarımız, Tanpınar ve Yakup Kadri gibi “küçük dikkatlerin insanları” için yakayı ele almak adına hayli ipucu barındırır. Tersten giderek meramımızı anlatmaya çalışacak olursak, bu bahsi geçen küçük dikkatlerin insanlarını, modern zamanlarda, ancak fazla basit okura hitap eden fasit kitap yazarı, hafiye kılığında mütecessis, müzevir kişisel gelişim ve o(y)lumlama uzmanlarıyla karıştırmamak lâzım. Kıyafete göre karşılayıp, yazık ki yine kıyafete göre uğurlama/kovma hastalığına tutulanlar… Ki onların; hırpanî kıyafetleri sebebiyle, milletin efendisi olduğunu söyledikleri insanları bazı caddelere sokmayanlardan bir farkı yoktur. Ki onlar (nam-ı diğer röntgenciler); cep mesajına eğilen çocuğunkinden şahsiyetli olmayan bir merakla izler, yalan söylemeyi beceremeyen masum ilkokul çocuklarını yakalaması gibi bir öğretmenin, taşların bile dayanamadığı nazarlarla avlarlar sizi.

“Gizlenmiş hisler ve hareket temayülleri uzuvlara akseder.” Bu da eski tabirle hissikablelvuku (önsezi) marifetiyle, muhatabı önceden ve daha rahat anlamamıza, gelen kişiyi ayak sesinden tanıyacak kadar ünsiyet kesbetmemize yardımcı olur. Vücut dilini çözmek için kendini yırtan paçavralar; hususî münasebetlere önem vermeyen, ünsiyeti ıskalayan karavanacılardır! Zarf-mazruf uyumunun gerekliliğinden geçerek sadece zarfa bakıp “mazruftan bana ne a” diyenler kavanozu yalasın dursun; bal bizim olsun!

“Biz evvelâ kelimeleri öğreniriz; sonra yaşadıkça teker teker mânâlarını.” Uzuvlarımız da böyle değil midir? Doğmadan evvel verilir, vakti geldikçe hepsi maharetlerini sergilemeye, hayatı insan ve dahi tüm canlılar için kolaylaştırmaya başlarlar. Kolumuz, bacağımız elbette bir dekor veya dolgu malzemesi değil, bizi tamamlayan unsurlardır. Uzuvlar gibi kelimeler de hayatı ya kolaylaştırır ya da zindan eder. (“İlim yalnız zekâyı değil, aptallığı da artırır.” demiş Cenab Şahabeddin.) Öğrendiğimiz kelimeler belki önce zihnimizde yer edinir. Ama düşüncelerimizi zihnimiz yanında çok defa omuzlarımızda da taşırız. Kıpırdatmamız, bu düşüncenin ağırlığı nispetinde güç olur. İnsanın ne düşündüğünü, yüzüyle beraber omuzları da anlatır. Fikrin vücuda etkisi önce göz, sonra omuzlarda görülür. Fikir, vücuda sirayet eder ve kişinin çehresi nasılsa çevresi de öyle olur. Anne-babasından çok zamanına benzeyen insan, zamanı da benzetir kendine. Tümdengelimle çevreden çehreye uğrayarak kalbe sirayet eden ünsiyet için hissikablelvuku da pek mühimdir. Vücudumuza türlü taklalar attırarak ket vuran modernitenin/popüler kültürün hevesli mutilerle oynadığı, onları oynattığı bir gerçektir.

Her sistemde suçun müsebbibi ve bunun sonucunda cezanın muhatabı hep vücudun görünür kısımlarıdır. Çocukken elim bir kaza ile elimin zedelenmesi ve kolumun kırılması sonucu yatağa bağlı kaldığım iki haftanın bıkkınlığıyla, “keşke iç organlarımda çok da zararlı olmayan bir hastalıkla beraber, en azından serbest dolaşma imkânım olsaydı” diye içimden geçirmiştim. Çocuk aklı işte… Belki de paragrafın ilk cümlesini yazdıran saik, o dönem yaşadığımı zannettiğim ıstıraptı. Ya da uzuvlara böyle ağır hesap kesmek; şuurun altını üstüne getiren, şuuraltı denen o sebepsiz ağlamalar müsebbibi, kendini bilmez toprak solucanının bana oynadığı bir oyun mudur acaba?

Aynı zamanda “el” demek olan gurbetin konumuzla alakası nedir, ben de bilmiyorum. “İnsan mukavemetinin derecesi esarette anlaşılır.” sözü hatırına bu alakayı kurmuş olalım. İnsanın, memleketinde gevşekken gurbette diri olmasıyla ilgileniyoruz en azından. Belki firak acısıyla baş başa kor, buna rağmen ataletten kurtarır gurbet. “El” ile el birleştiği zaman, “iki elin sesi” değişik bir veçheyle tecessüm eder. “Yoksulluğa alıştım, ihtiyarlığa alışamadım.” cümlesiyse; uzuvların yorulması ve hassasiyetlerin körelmesiyle gelen ihtiyarlığın, bazen nasıl bir bulantı ve bunaltıya dönüştüğünü anlatır.

Son söz: Karşısındakini delik deşik eden bir sezişle söylenmiş sözler: “Vücutlarımız, birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir; asıl mesele hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır.”

[1] Tarık Buğra’nın işaret parmakları kütleşmişti daktiloda. Şimdi de başparmaklar kütleşmese bile radyolojik bakımdan hasar görüyor.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Ümitvâr Olmanın Tam Zamanı

Yayınlanma:

-

Az ama özenli ve düzenli haber ve analizleri ile beş yıldır yayın hayatında olan ve kendine özgün bir yer edinen sitemiz YeniPencere’nin yazarlarından Murat Kurtuldu ile Aksa Tufanı sürecine dair söyleştik. 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana olanca ehemmiyet ve aciliyeti içinde gündemimizin birinci maddesi Gazze; açık ara Gazze! Çünkü Gazze’de dehşet verici bir dram yaşanıyor. Murat Kurtuldu ile Filistin Davasının bugünü ve içinde neş’et eden Direniş Çadırı’nı konuştuk. Bu yakıcı gündem içinde komple bir Filistin Dostu ile tanışacaksınız. Hem teorinin içinde “okumalar” yapan, hem sokaklarda eylem üreten, konuşan- eden bir isim kendisi. Muhabbete buyurun!

7 Ekim 2023’te Filistin’in Gazze şehrinde başlayan Aksa Tufanı sonrasında dünya İsrail’in soykırımına şahitlik ediyor 19 aydır. Bu süreçte dünyanın dört bir yanında halklar, Filistin’in özgürlüğü için ayağa kalkmışken Türkiye’de birkaç yeni oluşum sokakları hareketlendirdi. Onlardan biri olan Direniş Çadırı’ndan bahsederek başlayalım istiyorum. 10 Mart 2024 tarihi itibariyle ortalama 30 ilde yürüyüş ve eylemlerle, sabır ve istikrarla kamuoyu oluşturmaya çalışıyor Direniş Çadırı. Adı nerden geliyor, nasıl bir oluşum bu, ne amaçlıyor?

Direniş Çadırı bir bakıma bıkkınlığın hikâyesi. Aksa Tufanı’ndan sonra Gazze’nin haklı mücadelesi için burada, bu topraklarda doğru soruları sormaktan imtina eden kötürümleşmiş sivil toplumun etkisizliğine tepkinin yalnızca bir örneği. 7 Ekim’den sonra az çok hareketlenen sokaklarda “Kahrolsun!” sloganlarının hamaseti dışında hiçbir önerisi olmayanlar bu tepkiyi doğurdu. Soykırıma karşı bir şey yapıyormuş gibi görünen bu çevrelerin niyetleri hakkında asıl şüpheye düşmemize neden olansa kendi “akredite” söylemleri dışında hiçbir slogana, öneriye, tepkiye, öfkeye izin vermemeleriydi. Bu tavır, pek çok insanda aidiyet duygusunun kırılmasına yol açtı.

Bence bu durum, kişisel olarak bir bıkkınlık duygusuna da yol açıyor. Günün sonunda kendinizi ifade edemiyorsanız, geriye iki seçenek kalıyor: Ya sessizleşeceksiniz ya da sesinizi yükseltebileceğiniz özgür bir alan inşa edeceksiniz.

Şunu da kabul edelim: Bu topraklarda, özellikle İslamcılığın sokak tecrübesi ve eylemlerle kendini ifade etme pratiği, yirmi küsur yıldır kurumsal-profesyonel STK’ların insafına bırakılmıştı. Kendiliğinden sokakta biriken, sırf hakikatin şahitliği için -üstelik hiç de konforlu olmayacak- eylemsellikleri galiba en son 2000’lerde, başörtüsü yasaklarına karşı deneyimlemiştik.

Gazze’deki yıkım ve soykırımın sıcaklığı her yana yayıldığında ise, yine gözümüzü bu kurumsal yapılara diktik. Sokakta ve toplumda tabanı olduğunu düşündüğümüz örgütlerin güçlü bir mevzi oluşturacaklarına inandık.

Bu noktada şunun altını çizmek gerekiyor: Gazze için sokağa çıkanlar her konuda uzlaşan, aynı hafızaya ve ideallere sahip değiller. Ancak onları sokağa çıkaran Gazze’deki soykırıma karşı harekete geçme, direnişin yanında siyonist ve emperyalist kuşatmanın karşısında olma duygusuydu. Bu motivasyon doğal olarak şunu bekledi: Gazze’deki katliamın birincil derecedeki faillerine sesimizi yükselttiğimiz kadar onların yerli işbirlikçilerine de itiraz gelişmeliydi. Çünkü katliamı mümkün kılan bir ölçüde devam eden ticaret, petrol sevkiyatı ve işgalcilerle her türlü işbirliğiydi. Ancak Filistin davasını hamasetle sahiplenen ve sokağı o güne dek “örgütleyen”ler, sıra işbirlikleri ifşa etmeye -bir bakıma ittifaklar kurduğu, ortaklaştığı ya da dayanıştığı mahalleyi eleştirmeye- gelince susmayı tercih ettiler. Vicdanlı birkaç gazetecinin ve aktivistin ortaya çıkardığı kanlı ortaklıklara karşı bu kurumsallıkların hiçbir etki yaratamayacağını kısa zamanda anladık. Belki de Filistin için yapılan gösterilerde “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganının atılmasına bile “tahammül edilememesi” kırılmayı yarattı.

Direniş Çadırı’nı da doğuran bu vasat, artık inisiyatif almayı vicdani ve ertelenemez bir sorumluluk olarak gören her yöreden insanın adım atmasıyla gelişti. Açıkçası Direniş çadırının ne ismi ne de organize olma biçiminde bir “hesap” ve “strateji” yok. Adı da zaten bu doğallıkta ortaya çıktı. İlk birkaç çağrıda 35 noktaya kadar çıkan eylemler bir plânlamayla gelişmedi. Zaten rahatsız ancak vicdanen sessiz kalamayacak insanların eylemleri bir araya gelmiş oldu.

Direniş Çadırı bir dernek / vakıf -yani bildiğimiz türden- bir stk olmayı düşünmedi. Logosu yok. Basın açıklamalarında kendini kategorik olarak bir markanın altında tanımlamıyor. Hatırlıyorum, Kocaeli’deki ilk eylemimizde polis bizi arayıp “Siz kimsiniz?” diye sorunca verdiğimiz cevaptan afallamıştı. “Vakıf değilsiniz, dernek değilsiniz, inisiyatif değilsiniz, peki kimsiniz?” demişti. Kategorik düşünmeye fazlasıyla alıştık. Bir eylemselliğin derin stratejik öngörülerle, hesaplı-kitaplı ve modern bir yapının gücüyle gelişmesi gerektiğine dair sarsılmaz bir inancımız var. İşte bu noktada Direniş Çadırı tecrübesi kurumsallaşmanın kısa vadeli faydasının dışında bir yozlaşma yarattığını fark ederek kendini konumladı ve markalardan – logolardan uzak durdu. Aslında modern dönemin kurumsallık ruhunu içeren stk’cılığın nasıl uzun vadede hakikatin yanında yer almak yerine ittifaklar, çıkarlar ile hareket edebildiğini ve beka meselesini her şeyin merkezine çok kolay alabildiğini fark ettik sanırım. Elbette sivilliğin bütün örnekleri, bütün “yan yana” gelme çabaları kategorik olarak mahkûm edilemez. Ancak dönüp kendi muhasebemizi yaptığımızda yapılarından, liderlerinden işaret gelmeden hakikatin şahitliğini yapma takatini bile kendinde bulamayan bir toplumsallığı ördük gibi görünüyor.

Artık bunun dışında hem bir bakıma “yataylığıyla” yeni hem de İslam’ın şahsiyeti özne yapan hafıza tazeleyecek örneklere ihtiyaç vardı, Direniş Çadırı işte bu deneyim içinde bir örnek olarak yerini aldı sanırım.

Biraz daha belirgin kılmak için sormak istiyorum: Nasıl bir çerçeve içinde hareket ediyorsunuz? Direniş Çadırı’nın olmazsa olmazları, sınırları neler? 

Bu coğrafyada alışık olmadığımız bir deneyimi ifade ediyor Direniş Çadırı. Çoğu zaman kendiliğinden gelişen, hesapsız ve politik kaygılara gerçekleri kurban etmemeye çalışan bir motivasyonu var. Bu nedenle dikey bir hiyerarşiyi barındırmıyor. Bir yöneticisi, yönetim kurulu, sekreteryası ya da strateji üretip mensuplarına yalnızca uygulama sorumluluğu yükleyen bir bakış açısı yok. Yatay biçimde gelişen dayanışmaya ve kim daha çok üretken olursa o kadar sorumluluk alma esasına dayanıyor.

Yatay ve dikey örgütlenme üzerine daha çok konuşmalıyız belki ama şunun özellikle altını çizmeliyiz: Yatay ilişki biçiminin her bireyi inisiyatif almaya zorlayan bir boyutu var. Eylemlerde bir emir-komuta zinciri inşa etmiyor, en azından. Sorumluluğu paylaştıran; herkesi gücü ve odak alanı açısından harekete geçirmeye motive eden bir sahiplenme duygusu geliştiriyor.

Bir diğer önemli farklılık da burada ortaya çıkıyor bence. Dikey hiyerarşinin boğucu kurumsallığından ve yapıyı hareketin merkezine alan “beka” söyleminden azade oluyoruz böylece. Bu nedenle Direniş Çadırı, başından beri çağrısına kulak veren hiçbir Filistin dostuna logo, isim, marka, kurumsallık dayatmadı. Hatta özellikle bundan kaçındı. Her birey, kendi yapıp ettikleri, inisiyatif alıp öne çıktığı söylemin/eylemin sorumluluğunu yüklenme iradesini gösterdi böylece. Bir ‘marka’nın ya da yapının ardına sığınma, sorumluluğu devretme kolaycılığına izin verilmedi. Bunun da bana kalırsa en büyük artısı mensubiyet duygusunun yapıyla değil, davayla ilişkili olarak gelişmesiydi.

Bütün bunlarla birlikte düşünüldüğünde, farklı renklere ve ideolojik mevzilere rağmen soykırıma karşı anti-emperyalist ve anti-Siyonist itirazların kesişim noktasında duran Direniş Çadırı’nın görevi yalnızca “çağrıda” bulunmak oldu. Her bölge, grup ya da kişi bu çağrıya nasıl cevap vereceğini kendisi belirledi. Eylemlerinin uygulama biçimini ve sonuçlarını kendi meşreplerince üstlendi. Kimsenin kimseden doğrudan sorumlu olmadığı bir özgürlük alanını da böylece korumuş olduk. Dikey hiyerarşik yapılarda ortaya çıkan çok boyutlu uzlaşılara ve politik hesaplara da gerek kalmadı.

Direniş Çadırı yataylığına rağmen elbette çağrısına cevap verenlerin kimliklerinden ve bakış açılarından tümüyle bağımsız değil, olamaz da. Bu açıdan Direniş Çadırı’nın söyleminin merkezinde İslami reflekslerin bir “uzlaşma” noktasına dönüştüğünün altını çizmeliyiz. Bu uzlaşı aynı zamanda yalnızca karşıtlık üzerinden uçucu bir kampanya siyaseti üretilmesinin de önüne geçiyor. Anti-emperyalist, anti-Siyonist perspektifin aynı zamanda geniş çerçevede bu uzlaşma noktasına dayanan ideal tanımları, mücadele ekseni ve belirli önerileri var.

Yine belki bu uzlaşının bir diğer boyutu da eylemsellikte tercih ettiğimiz “şiddetsiz” yöntemlerle ilgili olabilir. Soykırımcılara ve onların yerli işbirlikçilerine karşı gelişen mücadelenin zorlayıcı bir boyut taşıması gerektiğine inanıyoruz. Üstelik bu durum sokakta kimi zaman uzlaşıyı tamamen kapatan direngen bir iradeyi de gerektiriyor. Fakat tüm bu adımları gerçekleştirirken şiddeti araçsallaştırmaktan kaçınıyoruz.

Direniş Çadırı’nın Gazze’deki soykırımın gerekli kıldığı aciliyet içinde Türkiye’yi yöneten iktidara ve topluma çağrısı nedir? 

En başından beri tek bir taleple ilgilendik: Gazze’deki soykırımın faillerini bu topraklardan besleyen tüm siyasi, ekonomik ve sosyolojik ilişkiler kesilmelidir. Ertelenemez bir gündem olan soykırım ile ilgili hamasetin yalnızca vahşeti derinleştirdiğini ve işbirlikçileri görünmez kıldığını ifade ettik. Bu nedenle sokaklarda, liman önlerinde, işbirlikçi sermayenin ve iktidarın kapısında hep somut talepleri yükselttik.

Çünkü şunu iyi biliyoruz: Türkiye’nin İsrail’e uygulayacağı tam boykot sonuç verici olacaktır. Yemen’in örnekliği de bizi bunu gösterdi. Küresel kapitalist sistem ne sandığımız kadar güçlü ne de aşılamaz bir kuşatma var. Bu düzenin en büyük silahı yarattığı “yenilmezlik” yanılsaması. Bir tür öğrenilmiş çaresizlik durumu yaşıyoruz. Ne yazık ki bu çaresizlik duygusu sermayenin de işine geliyor. Küresel ekonomik dengeler söyleminin arkasına sığınarak Gazze’nin katilleriyle iş tutmaya, savaşın o çok kanlı rantını paylaşmaya devam ediyorlar. Siyasi irade de bu çaresizlik duygusundan besleniyor. Kamuoyu önünde kitlelerin öfkesini soğuran en üst perdeden açıklamalara rağmen hiçbir somut adım atmamasını bu gerekçeyle perdeliyor.

İşte Direniş Çadırı ve aynı mevzideki diğer hareketler bu algı manipülasyonunu kırmaya odaklı. Şunu diyoruz: Dünya düzeni kuşatıcı görünümüyle aynı oranda kırılgan. Atılamaz denilen adımlardan herhangi birinin kararlılıkla uygulanması bile siyonist saldırganlığı fiilen durdurabilecek bir süreci başlatabilir. Yöneticiler, iktidar sahipleri bu adımları atmıyorlarsa bilin ki size sunulanın dışında sadece iki gerekçe olabilir: Ya Türkiye emperyalist bloktadır, suç ortağıdır ya da egemenliği sınırlı, belirsiz ve etkisizdir. Her ikisi de bu düzenin meşruiyetini temelden sarsar. Bu nedenle sadece Gazze’nin değil bu düzenin tarafında olan bütün ülkelerin ve halklarının kuşatma altında olduğunu bilin. Kuşatma altında olduğumuzu bilelim.

Talep ve çağrı ne denli haklı ve gerekli olsa da ne toplumdan ne de iktidardan karşılık buluyor. Beklentinin çok altında kaldığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Bunun sebepleri nedir? 

Aslında buna çok katılmıyorum. Genelde şöyle bir önyargıyı taşıyoruz: Büyük tarihsel kırılmalar ciddi ön hazırlıklara, dalga dalga büyüyen tepkilere bağlıdır. Bugünden geriye doğru baktığımızda tarihi yukarıdan izlemenin bir yanılgısı olarak kusursuz bir örüntü, neden-sonuç ilişkilerinin ilmek ilmek ördüğü bir hikâye izliyoruz. Oysa tarih, bir kırılmalar, sıçrayışlar öyküsüdür. Başta Peygamberler bir sıçrayıştır, kırılmalıdır. Büyük çöküşler, büyük dönemeçler yaşayanlar için genellikle aniden denilebilecek kadar kısa sürede olgunlaşır ve şekillenir.

Tarihin “sürpriz faktörü” diyorum ben buna. Ne yazık ki modernite her konuda olduğu gibi tarihi algımızı da yeniden yapılandırdı. Kırılmalara, sıçrayışlara değil çok sıkı neden-sonuç ilişkilerine bakar olduk. Bu da hayli takat düşüren bir anlayış! Ne olursa olsun adil şahitliğini ortaya koymaya niyetli insanı da geriye çekiyor. Oysa Kur’an Bakara Suresinde “azların çoklara” galibiyetini anlatırken, Enfal Suresinde “Onlar plân yaparken Allah da plân yapıyordu” derken her şeyin düşünüldüğü kadar mekanik, kesif ve aşılamaz bir neden-sonuç ilişkisi üzerinden yürümediğini, Allah’ın yardımını hatırlatıyordu.

Ben bundan dolayı eylemlerimizin ne kadar karşılık bulduğu konusundaki göstergelerin yanıltıcı olabileceğini düşünüyorum. Sadece romantik bir hüsn-ü niyet olarak da değil üstelik. Dikkatli bakıldığında bunun emarelerinin göz kırptığını da görüyorum.

Bir örnek vereyim; “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” söylemini ısrarla vurguladığımız ama toplumda karşılık bulmadığını düşündüğümüz günlerde -ambargo kararından önce- Cumhurbaşkanının Kocaeli’ndeki mitingine arkadaşlarımızla katıldık. Amacımız yine bu talebi yükseltmek, bir pankart açmaktı. Miting alanına girişte pankartımız fark edildi ve arkadaşımız gözaltına alındı. Kardeşimizin yanında olmak için karakola gittiğimizde olağandışı bir kalabalık fark ettik. Sonradan öğrendik ki mitinge aynen bizim gibi gelmiş kişiler varmış. Hepsinde aynı slogan. Kimi kâğıda yazmış gelmiş, kimi bir beze yazıp gelmiş. Aralarında tek başına miting alanına gelen orta yaşlarda bir ablamız da vardı, uzak bir ilçeden gelen sakallı, sarıklı kardeşlerimiz de. Hepsinin ortak noktası kimsenin birbirini tanımaması, birbirinden habersiz olunmasıydı!

Biz, “Sesimizi acaba kim duyuyor?” diye hayıflanırken Rabbimiz bizleri buluşturdu, yalnız olmadığımızı, bir tür “dip dalga”nın geldiğini gösterdi. Nitekim iktidar da bunu fark etmiş olmalı ki “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” diyenler sayıca az olmalarına, kitlesel bir eylemsellik ortaya koyacak güçte olmamalarına rağmen kısıtlama ve ambargo kararı alındı. Düzen, anlatısının bir anda yıkılacak büyük bir boşluğa düştüğünü ve bu halüsinatif durumun fark edildiğini gördü çünkü.

Sonuç olarak soykırım karşıtlarının hamasetten uzak söylemlerinin karşılık bulmadığını söylemek çok doğru değil. Bunun aksi göstergeler var. Fakat evet, bu tepki bir türlü kamusallaşamıyor, kitlesel bir boyut kazanamıyor. Nedenlerini konuşmak için Türkiye’de hafızasında “Filistin” olan iki başat mahallenin deneyimlerine bakmak gerekiyor.

İstisnaları olmakla birlikte, Müslümanlar, son 20 yıldır sokakta değillerdi, farklı biçimde kendi eylemselliklerini üretiyorlardı. Müslümanlığın siyasal bilincine sahip küçük öbekler daha dar alanlarda kalmayı tercih ettiler, değişimin sokakla ilişkisini unuttular hatta sokağı küçümsediler. Muhafazakârlık ise bütünüyle iktidarın aparatı haline gelmişti zaten, başkası da beklenemezdi. Tarih boyunca -özellikle Türkiye’nin modern tarihi açısından- mevcut durum muhafazakârlıktan beslendi.

Filistin mücadelesine gönül veren solun ise farklı sorunları vardı. Büyük bir sekterleşme hâli içinde takatsiz kalmıştı. Gazze direnişinin İslami motivasyonlarını bir geri çekilme gerekçesi olarak gördü. Elbette her şeye rağmen Gazze’nin birlikte dövüşen ve toprağa birlikte düşen savaşçıları gibi alandan hiç çekilmeyenler de vardı ama bu, yeterli olamadı.

Yine de umutsuz olmaya gerek yok. “Hayal kırıklığı” atakları geçiriyoruz bazen ama bilelim ki Gazze’nin omuz omuza direnişi dünyanın her yerindeki aktivistleri de birbirine bitiştirdi. Norveç’ten Türkiye’ye Japonya’dan ABD’ye kadar dünyanın her yerinde küresel düzenin kuşatıcılığının farkına varan ve artık bu düzenin gizlenemeyeceğini; özgürlük ve refah söyleminin ardına saklanamayacağını haykırıyorlar. Bu tarihi şahitlik elbette ki benzersiz bir mevzi oluşturdu.

Gerçekçi olmak gerekirse Gazze’nin, daha genelde de Filistin’in geleceği konusunda ne kadar umut var? İsrail işgalinin göstergesi her geçen sene daha da delik deşik hâle gelen Filistin haritasına baktığınızda siz nasıl bir gelecek görüyorsunuz? 

Umut etmek için siyaseti iyi bilenlerin görüşlerine, askeri uzmanların analizlerine ihtiyacımız yok artık. Yemen’in mücadelesi, Gazze’nin direnişi bize gösterdi ki kolayca paramparça olacak bir halüsinatif durumun içindeyiz. Bu belki ilk kez toplumsal tabanda bir karşılık buldu. Düzenin anlatısı parçalandı. Filistin’de o denli çok tohum toprağa ekildi ki artık bu coğrafyanın her yerinde yeni bir örneklik tomurcuklanmaya müsait. Gazze’yi aylardır yedi düvelle birlikte alaşağı etmeye çalışanlar; ekine, nesle, taşa, toprağa bile öfke kusanların bir türlü istedikleri sonucu alamamaları kudretlerinin sınırları hakkında bize çok şey söylüyor.

16. yüzyılda yaşamış Boetie’nin sözünü anımsıyorum: “Pek çok insan, pek çok köy, pek çok şehir, pek çok ülke bazen tek bir tiranın yönetiminden ıstırap çeker; oysa bu tiranın, onların kendisine verdiği güçten başka bir gücü yoktur ve bu tiran, onlar kendisiyle çatışmak yerine katlanmayı tercih ettiği sürece onlara hiçbir zarar vermez.” Küresel tiranlığa karşı tüm halkların katılımına açık ve yalnızca bir “fark ediş”e bakacak bir küresel direniş de gelişiyor. Gazze bunu bize öğretiyor. Gazze önce kuşatmada olduğumuzu bize fark ettirdi ardından bu kuşatmanın “anlatıldığı” kadar aşılamaz olmadığını kanıtladı.

Ümitvâr olmak için tarihin daha uygun bir zamanı pek az bulunur.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x