Connect with us

Yazılar

Mazruf Mühim de, Zarf Değil mi? – Mustafa Zahid Ergün

Yayınlanma:

-

Yedi evrensel mimik varmış. Sükûnetten gittikçe uzaklaşan yeryüzü sakinlerinin yedi ortak hareketi diye, böyle tasnif buyurmuş kişisel gelişim ve vücut dili uzmanları: Mutluluk, üzüntü, öfke, korku, küçümseme, tiksinme, şaşırma… Acaba global rüzgârlar bu kadar esmez ve sekülerliği hortlatmazken de en ücra köşedeki insanla büyük topluluklarda yaşayanın tek ortak yanı sadece bu mimikler miydi?

Bunların ortak duyguları ifade etmesinde herkes hemfikir gibi… Ama el, kol hareketlerinin de farklı kültürlerde değişik mânâlara geldiğini biliyoruz. İnsanı yalnız bıraksanız; karakter, eğitim, beslenme ve iklimin onun üzerindeki saf etkisi görülebilir. Cemiyetle temas da diğerlerinden az olmamakla beraber, insan hâli üzerinde hayli iz bırakıyor. Farkı belirleyen makasın ucu da bu farklı temaslarla açılmış oluyor.

Vücut dili hususunda bir dolu kitap mevcut piyasada. Arzu eden, tafsilatlı malumat için her şeye fiyat biçen kerli ferli çekici vücut dili, kişisel gelişim ve o(y)lumlama uzmanlarından yardım alabilir! İnsana insan olduğu için değil, imkân olduğunu sanarak bir meta gibi bakan, plaket ve sertifikalarla dolu “ego duvarları” (hatta odaları) olan; “kendine güvenmek” diye açıkladıkları, oysa bir fikrin ağırlığıyla ezilmediği için dik gözüken omuzlarıyla bu derleme/çeviri uzmanlarına ancak malumat için bakılabilir. Fakat biliniz ki kitaplar, sadece malumat için okunmaz.

Yazı konusunda bilgisayarın imkânlarını görünce daktiloyla yazmak hayli zahmetli gözüküyor. Bir yazı veya şiir için toplarca kâğıt kullananları biliyoruz. Şimdi ise tashih için kâğıda dökülmüş birkaç nüsha yetiyor gibi. Daktilo veya klavyede yazarken başroldeki işaret parmağının yerini, telefon ve “coyistik” sebebiyle başparmağın aldığı zamanlardayız.[1] Başparmak, insanı hayvandan ayıran en önemli özelliklerden biri olarak, konuşma (koklaşma değil) ile birlikte beyinden sonra sayılacak kadar önemli. Aslî vazifesi, mesaj yazmak veya oyun oynamak olmasa gerek! Neden isimlendirmeye küçük parmaktan başlanmamış? Kolay: Kabiliyeti en fazla olan “baş” olmuş, diğerleri onun karşısında esas duruşta! Hepsi bir yöne bakar, başefendi başka yere. Ötekileri tamamlayan, erk sahibi iktidar, vazgeçilemeyen bir muhaliftir o.

Sorarım size; altıncı parmak geldiğinde kimin yanına sığınır genelde? Diğerlerinden çekinir bir hâlde, tabiî ki onun himayesine girer, bu beklenmeyen fazlalık. Bazı sinirler için de ayak başparmağı geçiş noktasıdır, diye duymuştum. Sadece asabî veçheden değil, kuvveti ile de parmak ısırtır bize. En son çıplak ayakla öne doğru eğildiğinizde, 300’lik açıyla yüklenen tüm vücudunuzu taşıyabilen o harika varlığa gözünüz takılmadıysa, bir dahaki sefer dikkat edin bari. Bir de tahakküm mü denir, yoksa genişleyen bir rahatlık mı, tam adını koyamadım: Gördüğüm bazı ayakların başparmağı içeri doğru hayli kırılmıştır. Bu tür ayakların genelde köylülerde, onların da odunculukla uğraşanlarında olduğunu hissediyorum. Diğerlerine doğru “bir kısrak başı gibi” uzanıp kafa tutuyor. Adına güveniyor belli ki.

El konusunda da Tanpınar’ın bir marangoza söylettikleri hayli mânidar: “İnsan, elidir kardeşim, anladın mı? Bizi biz yapan elimizdir. Elin, düşünceni terbiye etsin! Bütün varlığınla kendini eline ve elindeki işe ver. Göz, el ve kafa hep beraber çalışmalıdır. El çalışmalı, öbürleri âdeta fark etmeden onunla beraber yürümeli. Yani elinin emrine girmelisin.” Şu mükemmel tespitler de aynı minvalde: “Kendi eliyle çalışmak ruhu tasfiye eder, insanı sağaltır. Dikkatini elindeki işe verirsen temiz kalırsın.” Başka bir yerde ise “İnsan eli üç işe; okşamaya, at dizgini tutmaya ve kızdığını dövmeye yarar.” diyerek klasik “at, avrat, pusat üçlemesi”nin baş âmili olarak eli işaret eder. Elimizin imkânlar karşısında bizim vakarımızı nasıl koruduğunu hayvanâtın iki tutam ot için yerlere kadar eğildiğine bakarak anlayabiliriz.

“Hünerler el değiştirmezlerse devam etmezler.” diyerek ustanın çırağa el vermesinin, onun elinden tutmasının şekil ve mânâ itibâriyle önemini belirtir. Dil, tecrübe ve genel mânâda kültürlerde olduğu kadar, meslek erbabı için de “el emeği”ne dair müktesebâtın tevarüsü olmazsa olmazdır. (Her asalet tevarüs edilmediği gibi, her mesleğin de tevarüs edilmeyeceği aklımızda bulunsun.) Ustalar sadece el emeğini değil, çoğu meslekte bir uzuv gibi vücuda eklenen âlet edevatı da nesilden nesle aktarırlar. (Ustadan saymadığımız bazı berberlerin Güneş gazetesi aboneliğini çıraklarına miras bırakmasının konumuzla alakası yoktur.) Meslekler tevarüs etse de her çırak, “Acaba ustam şimdi yaşasaydı bunca makineyle neler yapmazdı ki?” diye düşünmeden edemez. Zaten usta da “İnsan hayatta, yapmak istediklerinin birçoğunun evlâdı tarafından yapılmasını isterdi; bu, tabiî bir şeydi.” menşeli bir nida ile meslekten el çekmediğini haykırmak ister: “İnsanlar birbirinin tecrübesinden faydalanacak olsalardı, yeryüzünde insan hayatı çoktan biterdi.” sözüne esaslı bir “hadi oradan” çekerdi.

Her uzvumuzun aslî birçok vazifesi var elbette. Görüntü ve şahsiyeti tamamlamak da bunlardan sayılabilir. Bu konuda mesela saç; bir uzuv sayılmasa bile, belki diğerleri kadar mühim bir yerdedir. Tanpınar’ın burun için söylediklerini saça teşmil ederek derdimize ortak edebiliriz: “Bütün bunlar başınıza niçin geldi, biliyorsunuz değil mi? Çünkü burnunuza lâyık olduğu hürmeti ve itibarı göstermediniz. Onu beğenmediniz, gerektiği gibi benimsemediniz! Bir insan her şeyden evvel burnuyla anlaşmalıdır. Öbür işler çok sonraya kalır. Burun dışarı hayatın anahtarıdır. Dargın bir burun şahsiyeti dağıtır, yok eder. Hâlbuki siz burnunuzu kaba, çirkin, kibirli, kıskanç, dedikoducu ve fazla rahatsız edici buldunuz! Kaç defa yolda yürürken onu düşürmeye, hatta yanlışlıkla bir yerde unutmaya çalıştınız./ Aktörlük sanatı burunla başlar, büyük komedyenlere bakın, daima burun hassasiyeti görürsünüz.” Hiç insan, burnunu işlerinden uzak tutabilir mi? Yemek için kepçe ne ise, iş için de burun odur. Veyl o fânilere ki saç ve burunlarını sadece süs addederek Gogol’un kulağını çınlatırlar! (Google değil kıymetlimiz, Gogol!)

Yevgeni Zamyatin Biz romanında “Sessizce dudaklarına baktım. Tüm kadınlar dudaktır, sadece dudak. Kiminki pembe, insanı tüm dünyadan ayıran şefkatli bir çember gibi esnek ve yuvarlaktı. Ama bu dudaklar: Bir saniye önce yoktular ve işte şimdi bıçakla kesilmişçesine hâlâ tatlı bir kan damlatıyor.” diyerek vücutta sadece küçük bir bölümün bile hayatta ne kadar mühim olduğunu belirtiyor.

Tanpınar,  tüm kitaplarında tipolojiye dair birçok çözümleme yapıyor. Doğuştan gelenler veya sonradan vücuda eklenen izlerin mânâsı ve muhataba etkisine dair önemli cümleler kuruyor: “Tebessüm şahsiyetin yarısıdır./ Omzunda yakıcı bir şey gibi duyduğu uzun bakışlar./ Sağ şakağından çenesine kadar henüz iyi olmuş bir bıçak yarası vardı. Bu yara yüze garip bir sertlik veriyordu./ O, insan sesinde yaşardı. Bir insanla tanışınca bütün dikkatini toplar, sesini dinler, bu sesin inhinalarına göre hükmünü verir, ya sever, ya sadece lakayt kalır.” Yakup Kadri’nin de, 45 yılını verdiği politikada, bu hususiyetlerden bir romancı dikkatiyle ne kadar çok mânâ çıkardığını, olayları deşifre etmesinde kendisine çokça yardımcı olduğunu; “sezmek, hâlinden anlamak, yüzünden okumak, tavrını yormak” gibi kelime ve deyimleri bolca kullandığı Politikada 45 Yıl adlı hatırât kitabından tespit etmiş olalım.

Uzuvlarımız, Tanpınar ve Yakup Kadri gibi “küçük dikkatlerin insanları” için yakayı ele almak adına hayli ipucu barındırır. Tersten giderek meramımızı anlatmaya çalışacak olursak, bu bahsi geçen küçük dikkatlerin insanlarını, modern zamanlarda, ancak fazla basit okura hitap eden fasit kitap yazarı, hafiye kılığında mütecessis, müzevir kişisel gelişim ve o(y)lumlama uzmanlarıyla karıştırmamak lâzım. Kıyafete göre karşılayıp, yazık ki yine kıyafete göre uğurlama/kovma hastalığına tutulanlar… Ki onların; hırpanî kıyafetleri sebebiyle, milletin efendisi olduğunu söyledikleri insanları bazı caddelere sokmayanlardan bir farkı yoktur. Ki onlar (nam-ı diğer röntgenciler); cep mesajına eğilen çocuğunkinden şahsiyetli olmayan bir merakla izler, yalan söylemeyi beceremeyen masum ilkokul çocuklarını yakalaması gibi bir öğretmenin, taşların bile dayanamadığı nazarlarla avlarlar sizi.

“Gizlenmiş hisler ve hareket temayülleri uzuvlara akseder.” Bu da eski tabirle hissikablelvuku (önsezi) marifetiyle, muhatabı önceden ve daha rahat anlamamıza, gelen kişiyi ayak sesinden tanıyacak kadar ünsiyet kesbetmemize yardımcı olur. Vücut dilini çözmek için kendini yırtan paçavralar; hususî münasebetlere önem vermeyen, ünsiyeti ıskalayan karavanacılardır! Zarf-mazruf uyumunun gerekliliğinden geçerek sadece zarfa bakıp “mazruftan bana ne a” diyenler kavanozu yalasın dursun; bal bizim olsun!

“Biz evvelâ kelimeleri öğreniriz; sonra yaşadıkça teker teker mânâlarını.” Uzuvlarımız da böyle değil midir? Doğmadan evvel verilir, vakti geldikçe hepsi maharetlerini sergilemeye, hayatı insan ve dahi tüm canlılar için kolaylaştırmaya başlarlar. Kolumuz, bacağımız elbette bir dekor veya dolgu malzemesi değil, bizi tamamlayan unsurlardır. Uzuvlar gibi kelimeler de hayatı ya kolaylaştırır ya da zindan eder. (“İlim yalnız zekâyı değil, aptallığı da artırır.” demiş Cenab Şahabeddin.) Öğrendiğimiz kelimeler belki önce zihnimizde yer edinir. Ama düşüncelerimizi zihnimiz yanında çok defa omuzlarımızda da taşırız. Kıpırdatmamız, bu düşüncenin ağırlığı nispetinde güç olur. İnsanın ne düşündüğünü, yüzüyle beraber omuzları da anlatır. Fikrin vücuda etkisi önce göz, sonra omuzlarda görülür. Fikir, vücuda sirayet eder ve kişinin çehresi nasılsa çevresi de öyle olur. Anne-babasından çok zamanına benzeyen insan, zamanı da benzetir kendine. Tümdengelimle çevreden çehreye uğrayarak kalbe sirayet eden ünsiyet için hissikablelvuku da pek mühimdir. Vücudumuza türlü taklalar attırarak ket vuran modernitenin/popüler kültürün hevesli mutilerle oynadığı, onları oynattığı bir gerçektir.

Her sistemde suçun müsebbibi ve bunun sonucunda cezanın muhatabı hep vücudun görünür kısımlarıdır. Çocukken elim bir kaza ile elimin zedelenmesi ve kolumun kırılması sonucu yatağa bağlı kaldığım iki haftanın bıkkınlığıyla, “keşke iç organlarımda çok da zararlı olmayan bir hastalıkla beraber, en azından serbest dolaşma imkânım olsaydı” diye içimden geçirmiştim. Çocuk aklı işte… Belki de paragrafın ilk cümlesini yazdıran saik, o dönem yaşadığımı zannettiğim ıstıraptı. Ya da uzuvlara böyle ağır hesap kesmek; şuurun altını üstüne getiren, şuuraltı denen o sebepsiz ağlamalar müsebbibi, kendini bilmez toprak solucanının bana oynadığı bir oyun mudur acaba?

Aynı zamanda “el” demek olan gurbetin konumuzla alakası nedir, ben de bilmiyorum. “İnsan mukavemetinin derecesi esarette anlaşılır.” sözü hatırına bu alakayı kurmuş olalım. İnsanın, memleketinde gevşekken gurbette diri olmasıyla ilgileniyoruz en azından. Belki firak acısıyla baş başa kor, buna rağmen ataletten kurtarır gurbet. “El” ile el birleştiği zaman, “iki elin sesi” değişik bir veçheyle tecessüm eder. “Yoksulluğa alıştım, ihtiyarlığa alışamadım.” cümlesiyse; uzuvların yorulması ve hassasiyetlerin körelmesiyle gelen ihtiyarlığın, bazen nasıl bir bulantı ve bunaltıya dönüştüğünü anlatır.

Son söz: Karşısındakini delik deşik eden bir sezişle söylenmiş sözler: “Vücutlarımız, birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir; asıl mesele hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır.”

[1] Tarık Buğra’nın işaret parmakları kütleşmişti daktiloda. Şimdi de başparmaklar kütleşmese bile radyolojik bakımdan hasar görüyor.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

İsrail’le Ticaret, Filistin’e İhanet: 10 Mart Eylemini Nasıl Gerçekleştirdim? – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

7 Ekim’den bu yana İsrail tüm dünyanın desteği ile Gazze’nin her noktasını vuruyordu, özelde kendim olmak üzere tüm İslam dünyası korkunç bir acziyet yaşıyordu, kardeşlerimiz katledilirken hiçbir şey yapamamanın çaresizliğinden yaşadığımız mütevazi hayattan utanır haldeydik.

Bir gece WhatsApp mesajlarımı kontrol ederken, “İsrail için en büyük boykot; olanca hızıyla devam eden ticareti derhâl bitirmek, İsrail’i koruyan ABD ve NATO üslerini kapatmak ve Siyonistlerle diplomatik ilişkileri kesmektir!’ demek için Türkiye’nin her yerinde ayağa kalkıyoruz! Siz de kendi bulunduğunuz il veya ilçede bize katılmak ister misiniz?” diye bir mesaj gördüm.

Hiç düşünmeden “Düzce bende kardeş!” diye cevapladım.

Hafta sonları Düzce’de bulunduğum için Düzce’de bu programı gerçekleştirecektim, o andan itibaren neler yapmam gerektiğini konusunda bir liste hazırladım. Adeta tek kişilik örgüt gibi çalışacaktım. Daha önce “başörtüsü, savaşa hayır” eylemlerine katılmıştık ama eylemi plânlamak ve gerçekleştirmek çok farklıydı; bir de yalnız olmanın tedirginliği vardı üzerimde.

Düzce’de bu konuyu paylaşabileceğim, destek olmasını isteyebileceğim bir kişi vardı. Hemen onu aradım, “10 Mart 2024 Pazar günü” Düzce’de Gazze için bir program plânladığımı, bana destek olmasını istedim.

“Ben üniversitede hocayım böyle bir eyleme katılmam ne kadar doğru olur?” dedi. Çok şaşırmıştım. Gazze’de bir tek çocuğun bir damla gözyaşı bile hangi kariyere feda edilebilirdi! Çok üzülmüştüm ama “Gazzeli kardeşlerimizin yaşadığı yalnızlığın yanında bu bir hiç mesabesindedir!” diyerek daha sıkı çalışmaya başladım.

Bu arada afişlerin görselleri hazırlanmıştı, bunları basacak bir yer aramaya başladım, buldum da! Tüm Düzce’yi, cuma gecesinden afişleyecektim. Afişleri, dövizleri ve pankartları bastırdım.

Cuma akşamı İstanbul’dan yola çıkarken içimde yalnızlığın hüznü, ilk kez eylem düzenleyecek olmanın tedirginliği vardı. Yol boyunca eylemde yapacağım konuşmayı,

Düzce’de nasıl bir tepki göreceğimi düşündüğümden yolun nasıl bittiğini bile fark etmemişim.

21:30 gibi Düzce’deydim. Yemekten ve çocuklarla biraz vakit geçirdikten sonra lise 1’e giden oğlum Yusuf Yasir’le koli bandı, makas ve afişlerimizle sokaklara vurduk kendimizi! Her otobüs durağına, her reklam panosuna afişlerimizi yapıştırdık. Gece saat 02:30 olmuştu tatlı bir yorgunlukla eve döndük.

Sabah kahvaltısından önce çıkıp afişleri kontrol ettim, yırtılmış veya sökülmüş olabilir mi diye? Hepsi yerli yerindeydi. Geriye sadece ses sistemi kalmıştı. “Megafon alırım ya da bağırarak konuşuruz.” diye düşünüyordum.

WhatsApp grubundan bir arkadaşın yönlendirmesi ile Mazlum kardeş aradı. Bir yerde buluşup tanıştık, konuştuk, istişarelerde bulunduk. Yalnız başıma böyle bir işe giriştiğime çok şaşırdılar. “Çok cesursunuz, biz birkaç arkadaş katılırız.” dedi, çok mutlu olmuştum. Ses sistemi ile ilgili bir arkadaşa yönlendirdi, kiralama yaptık hatta ücretin bir kısmını da o ödedi. Çok mahcup olmuştum.

O gece sabah olmak bilmedi! Kaç kişi gelecekti? Tek başıma kalırsam nasıl olacaktı? “Tek başıma da kalsam yapacağım!” diyordum. Gazzeli kardeşlerimizin yalnızlığını düşününce, “Hiç dert değil; sen yapman gerekeni yap, ne kaybedeceksin!” diyordum kendime.

Pazar sabah 11:00 sularında telefonum çaldı. “Kardeş, ben Nihat, Düzce’de bir Gazze programınız varmış. Kimsiniz, hangi STK adına yapıyorsunuz?” diye soruyordu.

STK yok.

Dernek?

Dernek de yok.

Parti?

Parti de yok.

Vakıf?

Vakıf da yok.

Sendika?

Sendika da yok.

“Ne var o zaman? Kimle yapıyorsun? Kimsin?” diye ısrarla sorular soruyordu.

“Ben Faruk Yeşil, tek başımayım; gelirseniz ikinci kişi siz olacaksınız!” dedim. Karşıdaki ses “Biz ailecek geleceğiz, katılacağız! Böyle bağımsız, bağlantısız olmanız çok hoşuma gitti, çok memnun oldum.” dedi. Çok sevinmiştim, artık iki aile olmuştuk.

Kızım Zeynep’i çekim için, büyük oğlum Üsame’yi ortamın güvenliği ve sükûneti sağlaması konusunda görevlendirdim. Herhangi bir şekilde bir kargaşaya izin vermemesi konusunda sıkıca tembihledim. Eylem sürecinde en büyük destekçim en küçük oğlum Yusuf’tu, basın bildirisini okumayı da son dakika o üstlendi.

Bir saat önce eylem alanındaydık. Etrafı kolaçan ettik, kimsecikler yoktu. Pankart ve dövizleri getirip namazı beklemeye koyulduk, gelip giden yoktu. Çocuklar “Baba, eylemci mi kiralasak!” diye şaka yapıyorlardı. Derken ses sistemini kiralayan arkadaş geldi, hazırlıkları yaptık. Sonra Nihat beyler ailecek gelmişti, öğle namazına geçtik.

Namaz sonrası alanda hazırlıkları yaparken çıkan cemaati “Filistin’le ilgili bir programımız var!” diye davet ettik ama camii cemaatinden bir kişinin bile katılmayışı hatta camiden kaçar gibi uzaklaşmalarını hala anlamış değilim.

Program için hazırlıklara başladık. Pankart, afiş ve dövizleri dağıtırken toplanan arkadaşlar çok gür sesle slogan atmaya başlamışlardı bile! Sloganların belirlediğim sloganlar olması için arkadaşlarla görüştüm, senkronizasyonu sağladık.

Otuz kadar katılımcı, birkaç sivil polis, iki de yerel basın temsilcisi vardı.

Çok heyecanlıydım, kısa bir konuşma yaptım. Temel olarak, “Bugün Türkiye’nin birçok şehrinde “İsrail’le Ticarete Dur De!” çağrısını yükseltmek, Türkiye’nin her yerinde eş zamanlı olarak farkındalık oluşturmak için ayağa kalkıyoruz. Düzce’den de bu çağrıya ses vermek istedik. Bu çığlığı, bu sesi büyütmek,  kirli  işbirlikçileri  ve  onları  kollayanları  ifşa  etmek  istedik.” şeklinde ilerleyen bir konuşmaydı.

Filistin mücadelesini desteklemenin belirli kişi veya zümrelerin değil; insan ve Müslüman olarak sorumluluk duygusu olan herkesin vazifesi olduğunu vurguladım.

Sonra basın açıklamasına geçtik. Yusuf da en az benim kadar heyecanlıydı ve metni vurgulayarak okudu.

Programı Nihat beyin heyecanlı, duygusal konuşması ile nihayetlendirdik.

Programı tamamladığımızda insanlar etrafımızı çevirdiler. “Bu, böyle olmaz; son anda haberimiz oldu! Önceden haberimiz olsa duyururduk!” dediler. “Bunun tekrarını yapalım, duyururuz. Afişleri önden bizimle de paylaş ki duyuralım!” diyorlardı. Telefonlarımızı paylaştık, bir yerde oturup tanıştık. Daha önce eylem yapan STK’ların sadece “Kahrol İsrail!” dediklerini söylediler. İsrail ile ticaretin kesilmesinin ilk kez dillendiriliyor olması karşılık bulmuştu. Bu konuda ısrarcı olmamız konusunda karşılıklı görüş alışverişinde bulunduk.

İlk programımızı kazasız belasız tamamlamıştık. Birçok eksiğimiz vardı. Hepsini not ettim. Bir dahaki sefere çok daha dikkatli olacaktım. Eşimden, çocuklardan ve katılımcılardan birçok eleştiri geldi. Bunlar bana verilmiş ödüldü adeta; dikkatlice dinledim, dersler çıkardım. Bir sonraki program için daha dikkatli olmamı sağladılar.

Rabbim hiç beklemediğimiz yerlerden nimetlenirmiş bereketlendirmişti. Hiçbir şeyin bizim gücümüzle kaim olmadığını bir kez daha müşahede etmiştim. Bir kez daha anlamıştım ki insan halis bir niyetle işe başlar ve sebat ederse, Allah’ın yardımı hiç ummadığı, hiç beklemediği noktalardan ulaşıyordu.

Devamını Okuyun

Haberler

The Lancet: Gazze’de En Az 186 Bin İnsan Katledildi

Yayınlanma:

-

Dünyanın en eski tıp dergilerinden The Lancet, İsrail’in Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de en az 186 bin insanı katlettiğini savunan bir makale yayımladı. Buna göre soykırım savaşının başından bu yana Gazze nüfusunun %8’i yok edildi.

Gazze’deki Ölümleri Saymak: Zor Ama Gerekli

BM İnsani İşler Koordinasyon Ofisi tarafından bildirildiği üzere, Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre 19 Haziran 2024 tarihi itibariyle, Hamas’ın saldırısı ve İsrail’in Ekim 2023’teki işgalinden bu yana Gazze Şeridi’nde 37.396 kişi öldürülmüştür. Bakanlığın rakamları İsrail istihbarat servisleri, BM ve DSÖ tarafından doğru olarak kabul edilmesine rağmen, İsrail makamları tarafından itiraz edilmiştir. Bu veriler, BM Yardım ve Çalışma Ajansı (UNRWA) personelinin ölüm sayısındaki değişiklikleri Bakanlık tarafından bildirilenlerle karşılaştıran ve veri uydurma iddialarını mantıksız bulan bağımsız analizler tarafından desteklenmektedir.

Altyapının büyük bölümünün tahrip olması nedeniyle Gazze Sağlık Bakanlığı için veri toplamak giderek zorlaşıyor. Bakanlık, hastanelerinde ölen veya ölü olarak getirilen insanlara dayanarak yaptığı olağan raporlamayı güvenilir medya kaynaklarından ve ilk müdahale ekiplerinden gelen bilgilerle yapmak zorunda kaldı. Bu değişiklik kaçınılmaz olarak daha önce kaydedilen ayrıntılı verileri bozmuştur. Sonuç olarak, Gazze Sağlık Bakanlığı artık toplam ölü sayısı içinde kimliği belirlenemeyen cesetlerin sayısını ayrı olarak bildirmektedir. 10 Mayıs 2024 itibariyle, 35 091 ölümün %30’unun kimliği tespit edilememiştir.

Bazı yetkililer ve haber ajansları, veri kalitesini artırmak için tasarlanan bu gelişmeyi, verilerin doğruluğunu zayıflatmak için kullandı ancak, bildirilen ölüm sayısı muhtemelen düşük bir rakamdır. Sivil toplum kuruluşu Airwars, Gazze Şeridi’ndeki olaylarla ilgili ayrıntılı değerlendirmeler yapmakta ve çoğu zaman kimliği tespit edilebilen kurbanların isimlerinin tamamının Bakanlığın listesinde yer almadığını tespit etmektedir. Ayrıca BM, 29 Şubat 2024 itibariyle Gazze Şeridi’ndeki binaların %35’inin yıkılmış olduğunu tahmin etmektedir. Dolayısıyla hâlen enkaz altında bulunan ceset sayısının 10.000’den fazla olduğu tahmin edilmektedir.

Silahlı çatışmalar, şiddetten kaynaklanan doğrudan zararın ötesinde dolaylı sağlık etkilerine sahiptir. Çatışma hemen sona erse bile, önümüzdeki aylarda ve yıllarda üreme, bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklar gibi nedenlerle çok sayıda dolaylı ölüm yaşanmaya devam edecektir. Çatışmanın yoğunluğu, sağlık altyapısının tahrip olması; ciddi gıda, su ve barınak sıkıntısı; halkın güvenli yerlere kaçamaması ve Gazze Şeridi’nde hâlâ aktif olan çok az sayıdaki insani yardım kuruluşundan biri olan UNRWA’nın finansman kaybı göz önüne alındığında toplam ölü sayısının çok daha fazla olması beklenmektedir.

Yakın geçmişteki çatışmalarda, bu tür dolaylı ölümler doğrudan ölümlerin üç ila 15 katı arasında değişmektedir. Rapor edilen 37.396 ölüme, her bir doğrudan ölüme dört dolaylı ölüm şeklinde ihtiyatlı bir tahmin uygulandığında, 186.000 veya daha fazla ölümün Gazze’deki mevcut çatışmayla ilişkilendirilebileceğini tahmin etmek mantıksız değildir. Gazze Şeridi’nin 2022 yılı nüfus tahmini olan 2.375.259 sayısı kullanıldığında, bu rakam Gazze Şeridi’ndeki toplam nüfusun %7-9’una tekabül etmektedir. Doğrudan ölü sayısının 28.000 olduğu 7 Şubat 2024 tarihli bir raporda, ateşkes olmaması halinde 6 Ağustos 2024’e kadar 58.260 (salgın hastalık veya tırmanma olmadan) ve 85.750 (her ikisi de gerçekleşirse) ölüm olacağı tahmin edilmiştir.

Tıbbi malzeme, gıda, temiz su ve temel insani ihtiyaçlara yönelik diğer kaynakların dağıtımını mümkün kılacak tedbirlerle birlikte Gazze Şeridi’nde derhal ve acil bir ateşkes sağlanması elzemdir. Aynı zamanda, bu çatışmada yaşanan acıların ölçeğinin ve niteliğinin de kayıt altına alınması gerekmektedir. Gerçek ölçeğin belgelenmesi, tarihsel hesap verebilirliğin sağlanması ve savaşın tüm maliyetinin kabul edilmesi açısından hayati önem taşımaktadır. Bu aynı zamanda yasal bir gerekliliktir. Uluslararası Adalet Divanı tarafından Ocak 2024’te belirlenen geçici tedbirler, İsrail’in “… Soykırım Sözleşmesi kapsamındaki eylem iddialarıyla ilgili delillerin yok edilmesini önlemek ve korunmasını sağlamak için etkili tedbirler almasını” gerektirmektedir. Gazze Sağlık Bakanlığı, ölüleri sayan tek kuruluştur. Dahası, bu veriler savaş sonrası toparlanma, altyapının yeniden kurulması ve insani yardımın plânlanması için hayati önem taşıyacaktır.

Kaynak: https://www.thelancet.com/

Devamını Okuyun

Yazılar

Sosyalist Kimlik – Cem Somel & Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

1980’den sonra neoliberalizmin yükselişi ve sosyalist ülkelerin çözülüşü, dünyada çoğu sosyalistte işçi sınıfı iktidarı inşa etme hevesini kırdı, ümidini yok etti. Sosyalistler, maneviyat bozukluğu içinde, düzeni değiştirmeye yönelen sınıfsal-siyasal bir hareket olmaktan tedricen uzaklaşarak sosyalistliği bir kimliğe dönüştürdü. Egemenler zaten 1970’li yıllardan itibaren kimlik siyasetini teşvik edegelmişti. Sosyalistler de bu söylemi benimsedi.

Günümüzde Türkiye’de sosyalist kimliği diğer kimliklerden ayırt eden başlıca ritüelleri, faaliyetleri şöyle sıralayabiliriz:

– Sosyalistlere hitap eden yazılar yazmak, yayınlar yapmak.

– Grev yapan işçileri ziyaret etmek, onlara destek beyan etmek.

– En geç 150 yıl evvel Avrupa kapitalizmini tahlil etmiş Marksist kaynaklarla eğitim yapmak.

– Başka sosyalist örgütlerle ittifaklar kurup bozmak.

– Uluslararası sosyalist toplantılara katılmak.

– Sivil toplum örgütlerinde ve sendikalarda öne çıkmaya, mümkünse bunların yönetimini ele geçirmeye çalışmak.

– 1 Mayıs mitinglerine katılmak.

– Sosyalist olmayan partilerin himmetiyle Meclis’e milletvekili sokmaya çalışmak.

Sosyalistlerin, sosyalist örgütlerin faaliyetleri esas itibariyle budur. Bu faaliyetler, emekçi kitlelerle bağ kurup onları siyasi bir harekette birleştirmeye elvermez.

Gerçi grevci işçileri desteklemek, işçilerle bağ kurmaya yönelik bir girişimdir. Ne var ki Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı grev yapamaz. İşçilerin önemli bir kısmı küçük işletmelerde çalışmaktadır. Grev yapan işçileri ziyaretlerle işçi sınıfının grev yapmayan çoğunluğuna ulaşmak zordur. Öte yandan, grev yapan işçilere yönelik destek ziyaretleri de genellikle organik bir ilişkiye dönüşmemektedir. Önderlik bir yana, dayanışmanın bile en temel vechelerinden biri emekçilerin tüm hayat kavga süreçlerinde yan yana, omuz omuza olup birbirini dönüştürmektir.

Sosyalistler bir sendika yönetimini ele geçirdiğinde, genellikle sendikayı kitle örgütü olarak büyütmek yerine, sendika yönetimini başkasına kaptırmamak için genişlememesini tercih etmektedir.

Sosyalist kimlikli örgütlerin eğitim anlayışı da, ritüel mahiyetinde olup sınıfsal bir yönelimden yoksundur. Üyelerine, sempatizanlarına, 100-150 yıl önce Avrupa kapitalizmini eleştiren kitaplar okutarak kapitalizmi anlatmaya çalışırlar. Oysa ki bizim yaşadığımız kapitalizmi anlatmak için en iyi malzeme Korkut Boratav’ın, Ümit Akçay’ın, Aziz Konukman’ın ve benzeri araştırmacıların yazıları; DİSK-AR’ın, İSİG’in ve benzer örgütlerin araştırmalarıdır. Günümüz Türkiye’sinin ekonomi politiğini bunlar anlatmaktadır. Bu yayınlar, Türkiye’de egemen sınıfın kim olduğunu, emekçilerin emeğini nasıl doğrudan ve dolaylı yollardan gasbettiğini ortaya koymaktadır.  Sınıf ilişkilerini, sınıfsal sömürüyü insanlara kendi pratiğinden, deneyiminden örneklerle anlatmak daha kolay ve mantıklı değil midir?

Sosyalist kimlik neden sorunludur?

1980’lerden beri Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı milliyetçi ve muhafazakâr partileri desteklemektedir. Türkiye’de işçilerin önemli bir kısmı itikat sahibidir. İşçilerin önemli bir kısmı milliyetçi, muhafazakâr veya dindar bir kimlik benimsemektedir. Bu insanlar muhafazakâr-milliyetçi söyleme güvenmekte, bu söylemde huzur bulmaktadır. Kapitalist zulmün verdiği sıkıntılara bu söylemin verdiği umutla katlanmaya çabalamaktadırlar. Aynı şey, çıkarları büyük ölçüde işçilerle örtüşen küçük esnaf, küçük sanatkâr, alt kadrolardaki memurlar için de söylenebilir.

Gerçek şu ki, 1980’lerden sonra, modernleşmenin toplumları özgürlüğe ve refaha ilerletmekte olduğuna dair iddiası inandırıcı olmaktan çıkmıştır. Onun için emekçiler bu akıl dışı adaletsiz düzende yaşantılarına modernleşmenin vaatleri dışında bir anlam vermeye çalışmaktadır.

Türkiye’de sosyalistlerin görevi, değişik eğilimlerde bulunan emekçileri ortak çıkarları etrafında egemen sınıfa karşı siyasi eylemde birleştirmeye çalışmaktır.

Ne var ki sosyalistliğe kimlik olarak sarılan kişi bu görevi yapamaz. Çünkü aydınlanmacı-modernleşmeci kimlikli kişinin, muhafazakâr-milliyetçi kimlikli işçi, esnaf ve memur ile kimlik çatışması yaşaması kaçınılmazdır.

Bu çatışma, işçiyi zihninde dinci, gerici, faşist olarak yaftalayarak ona tepeden bakmakla başlar. Selamlaşma, el sıkıp sıkmama ve kılık kıyafet gibi konularda işçileri yadırgatan davranışlarla devam eder. İşçiyi, inançlarından vazgeçirerek ‘bilinçlendirmeye’ çabalamakla ilerler.

Marksist külliyat hakkında dogmatik bir tartışmaya girmekten kaçınmakla birlikte şu husus vurgulanmalıdır: Kendilerini Marksizme nispet eden ve dinî inanç düşmanlığını Marksizm’in bir rüknü, ana sütunu olarak gören birçok sosyalist, Marx ile Engels’in “Alman İdeolojisi” başlıklı çalışmalarında materyalizmi fikir savaşlarıyla yaymaya çalışan idealist muarızlarını nasıl yerin dibine batırdıklarından habersiz görünmektedir. Marx ile Engels, din duygusunun altında yatan maddi ilişkiler değişmeden bu duygularda herhangi bir değişikliğin olmayacağını savunmuştur. Gerçi maddi ilişkilerin değişmesiyle dinî inançların tamamen ortadan kalkacağı savı ilerlemeci arızalarla maluldür. Yine de günümüz Türkiye sosyalistlerinin kaba materyalist pozisyonunun dindar kitlelerle ilişki kurabilme imkânını sunması açısından Marks ve Engels’in savunduğundan daha elverişsiz olduğu açıklıkla ifade edilebilir.

Kaldı ki bugün bölgemizde Direniş Cephesi’nin emperyalizme karşı duruşu, eşitlik ve adalet yolunda mücadelede seküler – mütedeyyin ayırımının anlamsızlığını gözler önüne sermektedir. Farklı dinlere inanan, farklı mezheplere mensup olan yahut hiçbir dine inanmayan insanlar İsrail’in işgaline ve katliamlarına karşı silahla direnmek yahut meydanlarda hükümetlerini İsrail’e karşı adım atmaya zorlamak için bir araya gelebilirken bu insanların sermayenin küresel düzeyde yaşamları kolonize edişine ve katı sömürüsüne karşı bir araya gelemeyeceğini düşünmek ancak kimlikçi savrulmalarla açıklanabilir.

Sosyalizmi kimlik olarak inşa etmek, onu toplumda bir alt-kültür hâline getirmiştir. Sosyalist alt-kültür, mekânlarıyla, literatürüyle, müziğiyle bir ‘mahalle’dir. Bu mahalle İhsan Eliaçık’ın çevresindeki Antikapitalist Müslümanları dahî sosyalist olarak görmemektedir. Kürt Hareketinin Demokratik İslam Kongresi gibi dindar Kürt emekçilerini muhatap almaya çalışan etkinliklerine Türkiye sosyalistlerinin ‘laisist’ eleştirileri de bu mahalleci bakış açısını yansıtmaktadır. Kimlikçi sosyalistler, tarih boyunca dinlerin sınıf mücadelesi alanı olduğu; egemenlerin dini baskı ve sömürüye alet ettiği kadar, tarih boyunca mazlumların da eşitsizliğe ve sömürüye karşı dinden aldıkları güç ve ilhamla isyan ve mücadele ettikleri gerçeğini görmezden gelmektedir. Sorun, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana sosyal tarih bilgimizdeki artışın ve geçen yüzyılda biriken sosyal-siyasi deneyimlerin görmezden gelinmesinden kaynaklanmaktadır. Bunun neticesinde insanlığın toplumcu-eşitlikçi tarihsel birikiminin ve bu doğrultudaki güncel arayışlarının geniş bir toplamı olan sosyalizm, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir kavram olması gerekirken muğlak bir ‘bilimsellik’ atfıyla kitabî bir Marksizm yorumuna hapsedilmektedir.

Sosyalist alt-kültürün, farklı kimlikli mazlumlara yönelik insanî görev şuuru zayıftır. Sosyalist kimlikte güçlü olan güdü, aynı kimlikli insanlarla dayanışmaktır. Böyle olunca sosyalistler Türkiye siyasi hayatında marjinal gruplardan ibaret kalmaktadır.

İşçilere ve emekçilere karşı görev duygusu olan insan, egemen sınıfın katmerli sömürüsüne maruz kalan tüm işçilere ve emekçilere kimlik/kültür/inanç ayrımı yapmadan hitap etmenin ve onları siyasi eylemde birleştirmenin yolunu arar.

Devamını Okuyun

GÜNDEM