Yazılar
Mazruf Mühim de, Zarf Değil mi? – Mustafa Zahid Ergün

Yayınlanma:
3 sene önce-

Yedi evrensel mimik varmış. Sükûnetten gittikçe uzaklaşan yeryüzü sakinlerinin yedi ortak hareketi diye, böyle tasnif buyurmuş kişisel gelişim ve vücut dili uzmanları: Mutluluk, üzüntü, öfke, korku, küçümseme, tiksinme, şaşırma… Acaba global rüzgârlar bu kadar esmez ve sekülerliği hortlatmazken de en ücra köşedeki insanla büyük topluluklarda yaşayanın tek ortak yanı sadece bu mimikler miydi?
Bunların ortak duyguları ifade etmesinde herkes hemfikir gibi… Ama el, kol hareketlerinin de farklı kültürlerde değişik mânâlara geldiğini biliyoruz. İnsanı yalnız bıraksanız; karakter, eğitim, beslenme ve iklimin onun üzerindeki saf etkisi görülebilir. Cemiyetle temas da diğerlerinden az olmamakla beraber, insan hâli üzerinde hayli iz bırakıyor. Farkı belirleyen makasın ucu da bu farklı temaslarla açılmış oluyor.
Vücut dili hususunda bir dolu kitap mevcut piyasada. Arzu eden, tafsilatlı malumat için her şeye fiyat biçen kerli ferli çekici vücut dili, kişisel gelişim ve o(y)lumlama uzmanlarından yardım alabilir! İnsana insan olduğu için değil, imkân olduğunu sanarak bir meta gibi bakan, plaket ve sertifikalarla dolu “ego duvarları” (hatta odaları) olan; “kendine güvenmek” diye açıkladıkları, oysa bir fikrin ağırlığıyla ezilmediği için dik gözüken omuzlarıyla bu derleme/çeviri uzmanlarına ancak malumat için bakılabilir. Fakat biliniz ki kitaplar, sadece malumat için okunmaz.
Yazı konusunda bilgisayarın imkânlarını görünce daktiloyla yazmak hayli zahmetli gözüküyor. Bir yazı veya şiir için toplarca kâğıt kullananları biliyoruz. Şimdi ise tashih için kâğıda dökülmüş birkaç nüsha yetiyor gibi. Daktilo veya klavyede yazarken başroldeki işaret parmağının yerini, telefon ve “coyistik” sebebiyle başparmağın aldığı zamanlardayız.[1] Başparmak, insanı hayvandan ayıran en önemli özelliklerden biri olarak, konuşma (koklaşma değil) ile birlikte beyinden sonra sayılacak kadar önemli. Aslî vazifesi, mesaj yazmak veya oyun oynamak olmasa gerek! Neden isimlendirmeye küçük parmaktan başlanmamış? Kolay: Kabiliyeti en fazla olan “baş” olmuş, diğerleri onun karşısında esas duruşta! Hepsi bir yöne bakar, başefendi başka yere. Ötekileri tamamlayan, erk sahibi iktidar, vazgeçilemeyen bir muhaliftir o.
Sorarım size; altıncı parmak geldiğinde kimin yanına sığınır genelde? Diğerlerinden çekinir bir hâlde, tabiî ki onun himayesine girer, bu beklenmeyen fazlalık. Bazı sinirler için de ayak başparmağı geçiş noktasıdır, diye duymuştum. Sadece asabî veçheden değil, kuvveti ile de parmak ısırtır bize. En son çıplak ayakla öne doğru eğildiğinizde, 300’lik açıyla yüklenen tüm vücudunuzu taşıyabilen o harika varlığa gözünüz takılmadıysa, bir dahaki sefer dikkat edin bari. Bir de tahakküm mü denir, yoksa genişleyen bir rahatlık mı, tam adını koyamadım: Gördüğüm bazı ayakların başparmağı içeri doğru hayli kırılmıştır. Bu tür ayakların genelde köylülerde, onların da odunculukla uğraşanlarında olduğunu hissediyorum. Diğerlerine doğru “bir kısrak başı gibi” uzanıp kafa tutuyor. Adına güveniyor belli ki.
El konusunda da Tanpınar’ın bir marangoza söylettikleri hayli mânidar: “İnsan, elidir kardeşim, anladın mı? Bizi biz yapan elimizdir. Elin, düşünceni terbiye etsin! Bütün varlığınla kendini eline ve elindeki işe ver. Göz, el ve kafa hep beraber çalışmalıdır. El çalışmalı, öbürleri âdeta fark etmeden onunla beraber yürümeli. Yani elinin emrine girmelisin.” Şu mükemmel tespitler de aynı minvalde: “Kendi eliyle çalışmak ruhu tasfiye eder, insanı sağaltır. Dikkatini elindeki işe verirsen temiz kalırsın.” Başka bir yerde ise “İnsan eli üç işe; okşamaya, at dizgini tutmaya ve kızdığını dövmeye yarar.” diyerek klasik “at, avrat, pusat üçlemesi”nin baş âmili olarak eli işaret eder. Elimizin imkânlar karşısında bizim vakarımızı nasıl koruduğunu hayvanâtın iki tutam ot için yerlere kadar eğildiğine bakarak anlayabiliriz.
“Hünerler el değiştirmezlerse devam etmezler.” diyerek ustanın çırağa el vermesinin, onun elinden tutmasının şekil ve mânâ itibâriyle önemini belirtir. Dil, tecrübe ve genel mânâda kültürlerde olduğu kadar, meslek erbabı için de “el emeği”ne dair müktesebâtın tevarüsü olmazsa olmazdır. (Her asalet tevarüs edilmediği gibi, her mesleğin de tevarüs edilmeyeceği aklımızda bulunsun.) Ustalar sadece el emeğini değil, çoğu meslekte bir uzuv gibi vücuda eklenen âlet edevatı da nesilden nesle aktarırlar. (Ustadan saymadığımız bazı berberlerin Güneş gazetesi aboneliğini çıraklarına miras bırakmasının konumuzla alakası yoktur.) Meslekler tevarüs etse de her çırak, “Acaba ustam şimdi yaşasaydı bunca makineyle neler yapmazdı ki?” diye düşünmeden edemez. Zaten usta da “İnsan hayatta, yapmak istediklerinin birçoğunun evlâdı tarafından yapılmasını isterdi; bu, tabiî bir şeydi.” menşeli bir nida ile meslekten el çekmediğini haykırmak ister: “İnsanlar birbirinin tecrübesinden faydalanacak olsalardı, yeryüzünde insan hayatı çoktan biterdi.” sözüne esaslı bir “hadi oradan” çekerdi.
Her uzvumuzun aslî birçok vazifesi var elbette. Görüntü ve şahsiyeti tamamlamak da bunlardan sayılabilir. Bu konuda mesela saç; bir uzuv sayılmasa bile, belki diğerleri kadar mühim bir yerdedir. Tanpınar’ın burun için söylediklerini saça teşmil ederek derdimize ortak edebiliriz: “Bütün bunlar başınıza niçin geldi, biliyorsunuz değil mi? Çünkü burnunuza lâyık olduğu hürmeti ve itibarı göstermediniz. Onu beğenmediniz, gerektiği gibi benimsemediniz! Bir insan her şeyden evvel burnuyla anlaşmalıdır. Öbür işler çok sonraya kalır. Burun dışarı hayatın anahtarıdır. Dargın bir burun şahsiyeti dağıtır, yok eder. Hâlbuki siz burnunuzu kaba, çirkin, kibirli, kıskanç, dedikoducu ve fazla rahatsız edici buldunuz! Kaç defa yolda yürürken onu düşürmeye, hatta yanlışlıkla bir yerde unutmaya çalıştınız./ Aktörlük sanatı burunla başlar, büyük komedyenlere bakın, daima burun hassasiyeti görürsünüz.” Hiç insan, burnunu işlerinden uzak tutabilir mi? Yemek için kepçe ne ise, iş için de burun odur. Veyl o fânilere ki saç ve burunlarını sadece süs addederek Gogol’un kulağını çınlatırlar! (Google değil kıymetlimiz, Gogol!)
Yevgeni Zamyatin Biz romanında “Sessizce dudaklarına baktım. Tüm kadınlar dudaktır, sadece dudak. Kiminki pembe, insanı tüm dünyadan ayıran şefkatli bir çember gibi esnek ve yuvarlaktı. Ama bu dudaklar: Bir saniye önce yoktular ve işte şimdi bıçakla kesilmişçesine hâlâ tatlı bir kan damlatıyor.” diyerek vücutta sadece küçük bir bölümün bile hayatta ne kadar mühim olduğunu belirtiyor.
Tanpınar, tüm kitaplarında tipolojiye dair birçok çözümleme yapıyor. Doğuştan gelenler veya sonradan vücuda eklenen izlerin mânâsı ve muhataba etkisine dair önemli cümleler kuruyor: “Tebessüm şahsiyetin yarısıdır./ Omzunda yakıcı bir şey gibi duyduğu uzun bakışlar./ Sağ şakağından çenesine kadar henüz iyi olmuş bir bıçak yarası vardı. Bu yara yüze garip bir sertlik veriyordu./ O, insan sesinde yaşardı. Bir insanla tanışınca bütün dikkatini toplar, sesini dinler, bu sesin inhinalarına göre hükmünü verir, ya sever, ya sadece lakayt kalır.” Yakup Kadri’nin de, 45 yılını verdiği politikada, bu hususiyetlerden bir romancı dikkatiyle ne kadar çok mânâ çıkardığını, olayları deşifre etmesinde kendisine çokça yardımcı olduğunu; “sezmek, hâlinden anlamak, yüzünden okumak, tavrını yormak” gibi kelime ve deyimleri bolca kullandığı Politikada 45 Yıl adlı hatırât kitabından tespit etmiş olalım.
Uzuvlarımız, Tanpınar ve Yakup Kadri gibi “küçük dikkatlerin insanları” için yakayı ele almak adına hayli ipucu barındırır. Tersten giderek meramımızı anlatmaya çalışacak olursak, bu bahsi geçen küçük dikkatlerin insanlarını, modern zamanlarda, ancak fazla basit okura hitap eden fasit kitap yazarı, hafiye kılığında mütecessis, müzevir kişisel gelişim ve o(y)lumlama uzmanlarıyla karıştırmamak lâzım. Kıyafete göre karşılayıp, yazık ki yine kıyafete göre uğurlama/kovma hastalığına tutulanlar… Ki onların; hırpanî kıyafetleri sebebiyle, milletin efendisi olduğunu söyledikleri insanları bazı caddelere sokmayanlardan bir farkı yoktur. Ki onlar (nam-ı diğer röntgenciler); cep mesajına eğilen çocuğunkinden şahsiyetli olmayan bir merakla izler, yalan söylemeyi beceremeyen masum ilkokul çocuklarını yakalaması gibi bir öğretmenin, taşların bile dayanamadığı nazarlarla avlarlar sizi.
“Gizlenmiş hisler ve hareket temayülleri uzuvlara akseder.” Bu da eski tabirle hissikablelvuku (önsezi) marifetiyle, muhatabı önceden ve daha rahat anlamamıza, gelen kişiyi ayak sesinden tanıyacak kadar ünsiyet kesbetmemize yardımcı olur. Vücut dilini çözmek için kendini yırtan paçavralar; hususî münasebetlere önem vermeyen, ünsiyeti ıskalayan karavanacılardır! Zarf-mazruf uyumunun gerekliliğinden geçerek sadece zarfa bakıp “mazruftan bana ne a” diyenler kavanozu yalasın dursun; bal bizim olsun!
“Biz evvelâ kelimeleri öğreniriz; sonra yaşadıkça teker teker mânâlarını.” Uzuvlarımız da böyle değil midir? Doğmadan evvel verilir, vakti geldikçe hepsi maharetlerini sergilemeye, hayatı insan ve dahi tüm canlılar için kolaylaştırmaya başlarlar. Kolumuz, bacağımız elbette bir dekor veya dolgu malzemesi değil, bizi tamamlayan unsurlardır. Uzuvlar gibi kelimeler de hayatı ya kolaylaştırır ya da zindan eder. (“İlim yalnız zekâyı değil, aptallığı da artırır.” demiş Cenab Şahabeddin.) Öğrendiğimiz kelimeler belki önce zihnimizde yer edinir. Ama düşüncelerimizi zihnimiz yanında çok defa omuzlarımızda da taşırız. Kıpırdatmamız, bu düşüncenin ağırlığı nispetinde güç olur. İnsanın ne düşündüğünü, yüzüyle beraber omuzları da anlatır. Fikrin vücuda etkisi önce göz, sonra omuzlarda görülür. Fikir, vücuda sirayet eder ve kişinin çehresi nasılsa çevresi de öyle olur. Anne-babasından çok zamanına benzeyen insan, zamanı da benzetir kendine. Tümdengelimle çevreden çehreye uğrayarak kalbe sirayet eden ünsiyet için hissikablelvuku da pek mühimdir. Vücudumuza türlü taklalar attırarak ket vuran modernitenin/popüler kültürün hevesli mutilerle oynadığı, onları oynattığı bir gerçektir.
Her sistemde suçun müsebbibi ve bunun sonucunda cezanın muhatabı hep vücudun görünür kısımlarıdır. Çocukken elim bir kaza ile elimin zedelenmesi ve kolumun kırılması sonucu yatağa bağlı kaldığım iki haftanın bıkkınlığıyla, “keşke iç organlarımda çok da zararlı olmayan bir hastalıkla beraber, en azından serbest dolaşma imkânım olsaydı” diye içimden geçirmiştim. Çocuk aklı işte… Belki de paragrafın ilk cümlesini yazdıran saik, o dönem yaşadığımı zannettiğim ıstıraptı. Ya da uzuvlara böyle ağır hesap kesmek; şuurun altını üstüne getiren, şuuraltı denen o sebepsiz ağlamalar müsebbibi, kendini bilmez toprak solucanının bana oynadığı bir oyun mudur acaba?
Aynı zamanda “el” demek olan gurbetin konumuzla alakası nedir, ben de bilmiyorum. “İnsan mukavemetinin derecesi esarette anlaşılır.” sözü hatırına bu alakayı kurmuş olalım. İnsanın, memleketinde gevşekken gurbette diri olmasıyla ilgileniyoruz en azından. Belki firak acısıyla baş başa kor, buna rağmen ataletten kurtarır gurbet. “El” ile el birleştiği zaman, “iki elin sesi” değişik bir veçheyle tecessüm eder. “Yoksulluğa alıştım, ihtiyarlığa alışamadım.” cümlesiyse; uzuvların yorulması ve hassasiyetlerin körelmesiyle gelen ihtiyarlığın, bazen nasıl bir bulantı ve bunaltıya dönüştüğünü anlatır.
Son söz: Karşısındakini delik deşik eden bir sezişle söylenmiş sözler: “Vücutlarımız, birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir; asıl mesele hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır.”
[1] Tarık Buğra’nın işaret parmakları kütleşmişti daktiloda. Şimdi de başparmaklar kütleşmese bile radyolojik bakımdan hasar görüyor.
Yazılar
Yardım Kuruluşları Kendilerini Kapatsın – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:
2 hafta önce-
Eylül 17, 2023
“Hayatta her şeyin fazlası zarardır.” kaidesini benimseyecek olursak hayatının bütününü yardım faaliyetlerine adayan güzel arkadaşlara bir iki kelam etmek istedik.
Sahadan gelen bir arkadaşınız olarak samimiyetinizi, niyetinizi, gayretlerinizi yargılamak haddime değildir, kimsenin olmadığı gibi ama ortada had safhada bir vakıa var ve bahsedilmesi icap etmektedir. Burada mevzu bahis olan, kişilerden ziyade gelinen süreçtir; üzerimize alıp şahsileştirmeye hacet yok ama üzerimize düşen vecibeler de var.
Hayat bütüncül bir kurgudur; dengeli, koordineli, çeşitlilik içinde tamamlanır ve anlam kazanır. Salt bir alan/meşguliyet/düşünce insanı daraltır, noksan bırakır. Bireysel noksanlığımız bir yana, birçok alandaki toplumsal sorumluluklarımızdan uzaklaştırır bizleri.
Salt tasavvuf, salt edebiyat, salt eğitim, salt ibadet, salt ideoloji, salt ticaret ne kadar yanlışsa salt yardım faaliyetleri de bir o kadar yanlıştır. Buradaki yanlışlık fiiliyatın kendisi veya alanı değil “salt” olmasında yani yanlışlık, diğer alanlarda eksik bıraktığımız yükümlülüklerimizde! Toplumdaki gelir eşitsizliğine, muktedirlerin zulümlerine, haksızlıklara, sömürülen emekçilere, katledilen ekine ve nesle dâir kelam etmeden hayatını pür para kazanma derdiyle, çiçek böcek edebiyatıyla geçirip veya varlığını akademiye vakfetmekle veya yat kalk ibadetle tekkelerde geçirmekle olmuyor. Aynı şekilde mevzumuz olan yardım faaliyetleri de benzer kategoriye tekabül etmektedir.
Bu düzleme ne vakittir nasıl düştük, düşünüp irdeleyerek tespit etmek gerekmekte. İslamsı bir iktidar döneminde muhafazakâr cenah ister istemez siyasal sorunsallara parmak basmaktan kaçınır (Sorunları halifemiz çözecek diye!) hâle gelmiş, siyasal düzlemdeki sorumluluklarını abdestli-namazlı iktidar/larına devretmiş, kendileri de boşlukta kaldığından bahsi geçen alana daha da yoğunlaşır olmuşlardır. Eskiden de Müslümanlar vakıf-dernek ve özellikle yardım faaliyetlerinde aktif ve işlevseldi ama son 15-20 yıldır tek işleri bu olur oldu! İktidara eklemlenmiş durumda olanlar haricindekiler de mevcut nizama ters düşmeyecek, siyasal bir yansıması olmayan bu kulvarda, risksiz steril bu tatmin alanında kalan ömürlerinin gününü saymaktalar!
Tabi ki yardım faaliyetlerimiz sürecek, sadece İslami kimliğimizden değil insan olmamızın bir gereğidir bu! “Komşusu açken kendi tok yatan bizden değildir.” şiârıyla yaşayanlar, ister istemez yardımını yapar ama bunun bir oranı, orantısı olur zannımızca! Diğer faaliyet alanları gibi en fazla %10-15’lik bir yere tekabül ediyor olmalı değil mi? Yukarıda ayrıntıladığımız gibi insanın hayatının yekûnunu herhangi bir şey oluşturuyorsa bu sıkıntıdır. Kurumsal olarak varlığını, zamanını, zihnini, insan gücünü, eforunu bütünüyle bu alana kanalize etmek de nedir!
İslamcı camiadan beklenen, düzen ile esaslı bir yüzleşme ve bu yüzleşme doğrultusunda toplumsal sorunlara eğilmek iken genel hassasiyet düzen ile yüzleşmeyi bir kenara bırakıp, düzen içi imkânlara hücum etmeye dönüştü. Hâliyle toplumun düzen karşısında savunulması, toplumu düzen karşısında uyarmak, düzeni toplum karşısında eleştirmek ve itiraz kültürünün örgütlenmesi terk edilmiştir. Bu yüzden hayr umarken şerre tekabül eden bir STK işgali altındayız. Kaldı ki bu yapıların da ne kadar sivil olduğu tartışılır çünkü nice STK bugün SDK’ye (sivil devlet kuruluşları) dönüşmüştür. Düzen ile esastan yüzleşme ve toplumsal alanda adaletin ikamesi doğrultusunda STK çalışmalarına ihtiyacımız var. Adaletin ikamesi konusunda mücadele etmeyi ve tavır almayı bir kenara bırakmış bu yapılar, toplumu yardımlarla oyalamakta ve zulmün/yoksulluğun müsebbibi iktidarların (bir faraş misali) ardını toplamaktadır.
Adeta TC’nin sosyal devlet vasfını gönüllü olarak Müslümanlar yürütmektedir, muhafazakâr camia yardım-dernek vakıf işlerinden elini çekse Türkiye devletinin, hiçbir “sosyal devlet” vasfını yerine getirmediği çıplak gözle görünür olacak neredeyse!
Bataklığı kurutmak yerine sinekleri öldürmeyle meşgul oldukça bataklık öngördüğümüzden de daha fazla büyüdü, büyüyor, büyüyecek. Artık yokluktan açlık evresine büründü ahval; israfı doğuran, zenginle fakir arasındaki makası açan, zulüm üreten, insanları zihnen ve fiilen köleleştiren odakları bertaraf etmeden yapacağınız yardımlar dolaylı olarak bu odakların varlığını beslemektedir.
Camia içerisinde bir de son zamanlarda hobileşen arama kurtarma faaliyetleri var. Açık konuşmak gerekirse bizim işimiz arama kurtarma faaliyetleri yürütmek mi? İşiniz gücünüz bitti, ortada zalim/tâğût/firavun kalmadı da spor yapasınız dağ havası alasınız mı geldi, hayırdır! Devletin sosyal devlet ödevlerini üstlendik, doğal afet sonrası hizmetlerini de mi biz sırtlanacağız!
Pardon “artık devlet bizdik” değil mi? Unutkanlığıma, cahilliğime, ayak uyduramamışlığıma verin!
Bu alışkanlık haline gelmiş durumdan radikal kararlar alarak çıkabiliriz. Yardım faaliyetlerinin hakkını vererek bütüncül ve dengeli hareket eden, riske girip eş zamanlı olarak bataklığı kurutmaya dâir de söylem ve eylemlerde bulunan oluşumlar da arada kaynayacak! Had safhada olan mahrum bırakılmış ihtiyaç sahibi mazlumlara (kısa bir süreliğine) el uzatılamamasına da sebep olacağız ama şakası bir yana ciddi ciddi bütün dernek ve vakıfları, yardım kuruluşlarını kapatalım! Biraz boşluğa düşülecektir ama belki önceliklerini, sorumluluklarını tekrar hatırlar, bataklığı kurutmaya dair faaliyetler yürütüp yarına güzel günlerde uyanabiliriz. O vakit hâlâ ihtiyaç sahibi kalmış kişilere her türlü paylaşımla umut olabiliriz.
NOT: Olağanüstü bir durum olan deprem krizi ve depremzedelere âciliyet gerektiren yardım faaliyetleri bu vurgumuzun dışındadır.
Umarım üst perdeden ifadelendirdiğim meramım anlaşılabilmiştir.
Saygılar, sevgiler…

Milli Eğitim Bakanlığı, yeni eğitim yılında öğretmenlerden beyaz önlük giymelerini istedi. Böylece öğretmenler öğrenciler için “rol model” olacakmış.
Çocukluğumuz kara önlük içinde geçti. Karanlık bir dönemin nişanesi gibiydi zahir! Biçimlendirilmek için sıralanmış minnacık kalpler, dimağlar olarak ideolojik tornalara sunulduk. “Karalar bağlamış!” da denilebilirdi hâlimizi ifade etmek için! Kocaman bez, dantel ya da naylon beyaz yakalıklarla birlikte torna tezgâhının birörnek ürünleriydik.
Böyle devam etti. Kara önlüklerin yoksulluğu örttüğünü, böylece bütün öğrencilerin eşitlendiğini iddia etti öğretmenlerimiz, müdürlerimiz ve onlara inanan bir kısım büyüklerimiz. Doğruydu, fukara halkımız, evladına ikinci gün farklı bir kıyafet yetiştirmekten mahrum halkımız için kara önlükler bir kurtarıcıydı. Nasıl olsa dokuz ay boyunca farklı kıyafet derdi olmayacaktı.
Uzaktan bakılınca eşitlik tamamdı! Sosyalistler bile bu hıza şaştı!
Gelin görün ki zengin çocuklarıyla yoksulların görece eşitliği pek uzun sürmüyordu. Dökülüyordu kara önlükler! Mahallede ve evde kaçıncı tura çıkmışlardı! Eprimiş, solmuş, kendini çoktan bırakmış önlükler, türlü yamalıklarla hayatta kalma mücadelesi veren pantolonlar, siyah ipliklerle derin yırtıkları kalın kalın dikilmiş beyaz naylon yakalıklar düzenin yalanını suratlara çarpıyordu! Ayakkabılar, kara lastikler, harçlıksız cepler fukaranın çocuklarını okul duvar ve bahçelerine savurup duruyordu.
Yalanlar suratlara çarpılmayı hak ederler elbette!
Sonra mavi, daha sonra rengârenk oldu önlükler, formalar. Kısmen serbestleşti kıyafetler lâkin zihinsel kuşatma aynen devam etti. Öğretmenler devlet memurlarının kılık-kıyafet şartnamesine bağlıydılar, ancak yaklaşık on yıldır sendika kararlarıyla serbestler. Başörtüsü yasakları kalktı, yerine “Siyah ya da lacivert olacak!” dayatması geldi.
Zihinlerdeki prangalar pek bir muhkemdi. Yeni bakan memleketi biçimciliğe dönüşün kurtaracağını düşünen bahsettiğimiz saplantının bir uzantısı olarak “Beyaz önlük!” dedi. “Beyaz”dı nihayetinde, nispî bir olumluluk barındırıyordu. Örteceği meselelere dâir antipati uyandırma ihtimali düşüktü.
Resmî ideoloji ile kapitalizmin eğitim hayatını, çocukların ufkunu kapatmasını örtebilirdi mesela! Mesela “eğitim” denen alanın kökten sorgulanmasını engelleyebilir, “okul”un ne manaya geldiğini, küreselleşme çağında nereye evrildiğini, dijital zamanlarda fonksiyonunun ne durumda olduğuyla ilgili tartışmaları öteleyebilirdi. Başta Kürtçe olmak üzere baskılanıp yasaklanan dillerde onca insan evladının Allah tarafından verilen haklarının nasıl gasp edildiğini gizleyebilirdi mesela! Yine, yıllarca dirsek çürüten çocukların önemli oranda okuduğunu anlama probleminin olduğunu, üniversite sınav sonuçlarına bağıra bağıra yansıyan akademik sefaleti sorgulamayı unutturabilirdi. Piyasalaşmanın hakikati nasıl yuttuğunu, geleceksizlik batağında çırpınan milyonlarca gencin oluşturduğu devasa kitleye yenilerinin eklenmekte olduğunu tartıştırmazdı!
Karasından beyazına önlük ve formalar, ulus devlet aracılığıyla muhafaza olunan sermaye düzenine ideolojik formasyonla terbiye edilmiş kitleler üreten okul gerçeğini örtmeye çalışırken hakikatin ışıkları da elbette hayatlara sızmaya devam edecek etmesine ya bakalım bunca hakikati örtmeye çalışacakların sıradaki yeni örtüleri neler olacak!
Köşe Yazıları
Yol Haritasında Yeni Durak: İfsada Karşı Akbelen Direnişi

Yayınlanma:
1 ay önce-
Ağustos 20, 2023
Bir yandan aşırı sıcaklar, bir yandan Akbelen direnişi… “2023’ün yaz mevsimi ileride nasıl hatırlanacak?” diye sorulsa bu ironik cevap düşecek aklımıza. Zam yağmurunu da ekleyen olacaktır haklı olarak.
Bakın “orman, yağmur, sıcak” kelimeleri peşi sıra nasıl da diziliveriyorlar! İsmet Özel’in “Amentü” şiiri yetişsin burada imdadımıza! (Her ne kadar “Şiir öldü mü?” muhabbeti yapılsa da şiir, hayatı kavrama/kurtarma kabiliyetine her zaman sahiptir.):
Hayat
dört şeyle kaimdir, derdi babam
su ve ateş ve toprak.
Ve rüzgâr.
ona kendimi sonradan ben ekledim
İnsan da bu terkiple bir manaya kavuştuğundan yine o terkibe kendini ekleyerek Akbelen direnişine koşmalıdır. Karadeniz’i boydan boya kaplayan HES inşaatlarına koşmalıydı. (Pek çok yer için hâlâ geç kalmış değil.) Taş ocaklarına, JES’lere, altın madenlerine, kıyılara, zeytinliklere vedahî benzer bütün yıkımlara koşmalıdır.
Koşanlar oldu, vâr olsunlar ancak benzer anlarda olduğu gibi azdılar, hatta azın azı! Çünkü devletin ve sermayenin karşısına dikilmek birçok bariyeri aşmakla mümkündür. O bariyer her farklı kişi ve çevreye göre değişir. Bir yandan ormanlar cayır cayır yanar, bir yandan sermaye koca ormanları her bir ağaca motorlu hızarlarla saldırarak yok eder, bir yandan kolluk bütün imkân ve araçlarıyla tabiatı savunan halkın karşısına dikilir ve bu bütün bu tabloya alenen “Hayır!” demeyi engelleyen bariyerler vardır!
Tabiatın kesiksik, yaygın ve derinlemesine yağmalanmasının ne anlama geldiğini daha önce tartışmıştık. Bu sistematik, görülemez, gözden kaçırılır bir hakikat değilse bunca bariyer nasıl da çıkıveriyor ortaya! Biraz Müslümanlığınız, biraz insanlığınız, biraz siyasal bilinciniz, biraz tabiatla temasınız varsa bu talanın, bu amansız saldırının karşısına hemen dikilmelisiniz.
Zamlardan gözünü açamadı mı halkımız 2023 yazında? Evet, açamadı. Ekonomik göstergeler halkımızın üzerine bir çığ gibi, bir karabulut gibi, dehşetli bir afet ve belâ gibi çökmedi mi? Evet, çöktü. Peki, bu hengâmede koca orman nasıl yok ediliyor Akbelen’de? Erbaa’da, Tokat’ta, Fatsa’da, Dersim’de, Kaz Dağlarında, Şebinkarahisar’da ve adını çıkaramadığımız pek çok yerde devletin korumasında sermaye tabiatı nasıl delik deşik ediyor, hallaç pamuğu gibi atıyor? Bu zamlar ve ekonomik yağma düzeni ile bütün bu tabiat talanı arasında nasıl bir münasebet olabilir?
Neoliberal iman, tevhid ve adalete düşman bir müfsid sapkınlıkla her tür ıslah cephesinin tam karşısındadır ve şu ayetin alenen muhatabıdır: “Düzene konulması (ıslah)ından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın!” (A’raf, 56) Bu ifsad, kapitalizm sıkışıp duvara tosladıkça derinleşecektir. “Geriye pek bir şey kalmadı!” da diyebilirsiniz elbette. Bilemiyorum, belki öyledir ancak şundan eminim ki bu şeytanlık, kendisi için gidilebilecek hiçbir menzilden vazgeçmeyecektir.
Bu durumda lafı uzatmadan ve izninizle net bir şey söylemeliyim: Şeytan ve tağut yeryüzünde kol gezerken (Tony Judt’un “Kötülük Kol Gezerken” adlı kitabını hatırladım şimdi!) ve Rum sûresinin meşhur 41. ayeti “İnsanların kendi elleriyle yapıp-ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı.” diye zihnimizde çınlayıp dururken Akbelenlere koşmamak da utanç olarak cümle ümmet-i müslümana yeter!
Bu kadar net bir perspektif eğer inananını harekete geçirmiyorsa söyleyecek hem çok şey var, hem pek bir şey yok! Akbelen direnişine ve benzer direnişlere destek verenler üzerinden birtakım spekülasyonlar yapanlara meydanı boş bırakmayan ve hakikati haykıran gür sada olmak mümkündü. Yine mümkündür çünkü yeryüzünde ifsad çağrı ve çabası bitmeyecektir. Bu yıkım cephesine karşı hayatı savunan bir ıslah cephesi inşa etmek açık akidevî bir sorumluluktur.
Takip edilecek yol için buraya bir pusula bırakmıştım. Çürümüşlüklere karşı gerekçe ve güzergâh tartışma ve pratiklerle elbette zenginleştirilebilir. Çokça konuşulan iman-amel bütünlüğü her ifsat alanında olduğu gibi bu yaşamsal mevzuda da belirleyici olmalıdır. Tüm yeryüzündeki benzer talan ve yağmalara karşı direniş mevzi ve halkalarıyla sahih, sağlam bir cephe hattı kurmak zorundayız; imanî ve insanî olarak başka seçeneğimiz yok.
İsmet Özel’in hayatın ikamesi için kendini beşinci unsur olarak eklemesi, su, ateş, toprak ve rüzgârdan oluşan toplama doğru bir kapışmanın kaçınılmaz olduğunu vurgulamak içindir. Kapitalizm duvara tosladıkça daha bir saldırgan olacaktır. Zamla, yağmayla, talanla, her tür sömürü mekanizma ve aracılığıyla saldıracaktır. Neoliberalizm denen tâğûtî düzenin karakteri budur. Bu düzene karşı cevabımızı yine İsmet Özel’den bir şiir başlığı ile verelim, ancak o kapışmada taraf olarak hayatın kâim olabileceğini unutmadan:
Evet, İsyan!