Yazılar
Yerli, Milli ve Kirli – Harun Özkarakaş
Yayınlanma:
2 yıl önce-
Yeni politik kültür, dünyada ve Türkiye’de farklı siyasal açılımlara ve arayışlara neden oldu. İtiraz sunan açılımlar daha çok kendisine yerlileşmeyle alan oluşturmaya çabaladı. Türkiye’de bunun izdüşümü olarak Yerlilik ve Millilik düşüncesi kendisine alan açtı. Günümüzde resmi ideoloji haline gelen bu fikir ne yazık ki daha çok liberal referanslarla kritik edildi. Ancak bu fikrin arka planında dinin araçsallaştırılması nedeniyle Müslümanlar tarafından da gündem edilip eleştirilmeye tabi tutulması gerekirdi. Eleştiriyi nitelikli yapan kısmi çalışmalar olmakla birlikte beklenen destek ve tartışma ne yazık ki oluşmadı.
Yaşadığımız coğrafyada 19. yy sonları ve 20. yy başlarında dünyadaki siyasal dönüşüme karşı nitelik açısından farklı ancak kaygılar açısından benzer bir süreç yaşandı. Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset’inde güncel devlet modelleri ve ideolojik arayışlar karşısında Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık akımlarını tartışıp Türkçülük ideolojisini bir reçete olarak sundu. Devleti kurtaracak ideoloji arayışı bu alanda kendisini ifade etti. Yeni politik kültürde, Akçura’nın üzerinde fikir yürüttüğü zemin anlam kaybına uğramıştır. Ulus devletlerin meşruiyet zemini büyük bir kırılmaya uğramış, kimlik tanımları ve kimliğe etkileri küreselleşen dünyada zayıflamış ve 19. yy sonlarında yaşanan kriz tekrar farklı bir mahiyette önümüze çıkmıştır. Tam bu noktada Yerlilik ve Millilik düşüncesi, elinde bulunan imkânları tekrar masaya yatırıp devleti kurtaracak, kimliği ve var olan toplumsallığı devam ettirecek bir arayışa girmiştir. Bu arayış sürecinde Akçura’nın yaptığı gibi tek bir model olan Türkçülük, kurtarıcı olarak görülmemiştir. Yerlilik ve Millilik düşüncesi resmi kimlik olarak Türkçülüğü, motivasyon ögesi olarak İslam’ı, etki etmek istediği hinterlant olarak da Osmanlıcılığı kendi bünyesinde cem etmiştir. Bu anlamda Yerlilik ve Millilik düşüncesine Üç Tarz-ı Siyaset Çorbası demek yerinde olacaktır!
İslami cenah bu süreçte ne yazık ki özgün bir arayış oluşturmak, açılım yapmak yerine yeni politik kültürü temsil eden Küreselcilik ile Yerlilik ve Millilik arasında bir tercihte bulunmuştur. Ağırlıklı olarak “yerli ve milli” çizgiyi benimseyen camia, İslami referansları Küreselciliğe karşı kullanırken bireysel çıkarlar ve yetersizlik nedeniyle Yerlilik ve Milliliğe karşı aynı refleksi göstermemiştir. İslam’ı, temel vurgularını örselemeden benimseyen her Müslüman bilecektir ki İslam; ne devleti, ne sermayeyi, ne de sınıfsal yapıyı kurtarmak için gelmiştir. İslam’ın tarihteki rolü, gücünü temerküz ettiren her türlü iktidar alanına karşı itiraz sunmaktan geçmektedir. Bu eylemini de kendi hukuk, adalet, dayanışma, mülk, kimlik vb. kavramlar üzerinden gerçekleştirmiştir.
Tartışmalar kavramın sözlük anlamında yürütüldüğü zaman Yerlilik ve Milliliğin ideolojik zemini ve amaçları ıskalanmaktadır. Savunduğu kurumsal yapı, bilgi teorisi, toplumsal ilişkiler, eğitim modeli, kimlik tanımı açısından modern kriterleri bünyesinde bulunduran bu ideoloji, fazlasıyla modern bir içerik arz etmektedir. Postmodern değerlerin oluşturduğu etkiye karşı modern iktidar alanını kurtarmak maksadıyla İslam’dan daha da uzaklaşan ve hatta İslam’ı araçsallaştıran bir tavır ortaya konmaktadır. Küreselleşmeye karşı gösterdiği tavır bir Müslümanın bu düşünceyi savunması için yeterli bir neden oluşturmamakta hatta barındırdığı felsefi ve kurumsal anlayış bizzat karşı çıkılması için neden oluşturmaktadır. Şimdi bu nedenleri kısa pasajlar şeklinde tartışmaya açabiliriz:
a. Ulus devlet, kıymetini kendisinden almaya kalkan tavrıyla yaratıcıdan rol çalmıştır. Ulus devletin bu konumunu Yerlilik ve Millilik içselleştirmiş, dini motivasyonlarla da kuvvetlendirmiştir.
b. Yerlilik ve Millilik, kurumsallaşma konusunda modernitenin tavrını aynen benimsemiştir. Aşırı kurumsallaşma, tekâsür toplumlarının vasfıdır. İslam, kurumları (özellikle seküler) değil toplumu öncelemiştir.
c. “Yerli ve milli” düşüncede kimlik tanımı toprak bağımlı şekilde ele ele alınmıştır. Kimlik tanımını akide üzerinden kuran bir din, fetişist bir şekilde kutsallaştırılan toprak ve sınır üzerinden müntesiplerini tanımlamamaktadır. İslam’ın tüm dünyayı kuşatan ufku, burada toprak ve sınırlar üzerinden terk edilmiştir.
d. Yerlilik ve Milliliğin kurucu ideolojik partisi olan AKP “biz ve öteki”ni, oluşturduğu pragmatist siyasete göre tanımlamaktadır ancak müslüman ufuk, güncel politikalar uğruna bu “biz ve öteki”nin ayrıştırıcılığını asla kullanamaz. Politik gündeme göre Deniz Baykal “biz” olabilirken, AKP’ye muhalif bir Müslüman, “öteki” olarak tanımlanabilmektedir. İslam, kendisine göre bir “biz ve öteki” inşa eder ancak burada “öteki”ne karşı kullanılan dil ve yaklaşım Yerlilik ve Millilik gibi yaşam alanı sunmayan, inkâr eden bir yapıda bulunmamakta, pragmatist hesaplarla tanımlanmamaktadır.
e. Modern tüm ideolojilerde olduğu gibi “yerli ve milli” düşüncede iktidar, meşruiyetini kurgulanmış bir tarihten almaktadır. Belirli bir ırkı, coğrafyayı ve dini yeniden yorumlayıp kendi iktidarına zemin hazırlayan bu düşünce, sözleşmeci kuramların iktidarı sekülerleştiren açılımlarını içselleştirmiştir. Kadim tüm inanışlar meşruiyetini dayandıkları değer ve/veya kitaplardan almaktadır. Bu konudaki tavrı Yerlilik ve Milliliğin kendini tanıttığı kavramsal çerçeveden ne kadar uzak olduğunu da göstermektedir. İslam, zanna uymayı (kurgulanmış bir tarihe inanmayı) Müslümanlara değil, gayrimüslimlere yakıştırmaktadır.
f. Tarihte sunulan öncü/kahraman profiller yapı olarak farklılaşmıştır. İslam tarihinde örnek şahsiyet için temel kriterler takva, ilim, amel, fedakârlık gibi değerler üzerinden ele alınmıştır ancak “yerli ve milli düşünce” ırk, coğrafya ve buna bağlı olan dini anlayış üzerinden yeni bir kahramanlar silsilesi oluşturmuştur. Halka yönelik tüm dizi ve filmlerde bu politika kendisini göstermektedir.
g. “Yerli ve milli düşünce” dış politika konusunda klasik ulus devlet tavrını benimsemektedir. Kendini mutlak şekilde merkeze alan ve kutsallaştıran bu akıl, dış politikada çıkarları uğruna rahatlıkla Müslüman ülkeleri küresel emperyalizmle beraber sömürecek refleksleri gösterecektir. Siyaset teorisi açısından Machiavelli’ye dayanan bu düşünce de kendisinin “yerlilik” konusunda ne kadar “tutarlı” olduğunu göstermektedir. İdeolojinin teorisyenlerinden Davutoğlu, Stratejik Derinlik kitabında Türkiye’nin bölgesel politikalarının küresel aktörlerin bölgesel politikalarıyla paralellik göstermesi gerektiğini açık bir şekilde dile getirmiştir.
h. Yerlilik ve Millilik düşüncesinde herhangi bir İslami yaklaşım için makul olma ölçütü, kendisini onaylamasından ve/veya Türkiye sınırları içerisinde üretilmiş olmasından geçmektedir. İslam coğrafyasını periferi olarak gören bu anlayış, orada üretilen düşünceleri de “zayıf ve sömürgecilerin etkisine açık” şeklinde tanımlamaktadır. Bu minvalde İslam coğrafyasından gelen bir fikir/nasihat ve birlikte hareket etme kaygısı en baştan mahkûm edilmektedir.
ı. “Yerli ve milli düşünce”ye bilgi kuramı açısından bakıldığında, dinin sadece motivasyon ögesi olarak kullanıldığını ve folklorik bir ögeye indirgendiğini, ilmî ve siyasi liderliğin uzmanlara, trollere, popülist siyasetçilere bırakılmasından anlamaktayız. Modern dünyanın kuramsal boyutunun yeniden üretilmesi bu konuda kendisini belirginleştirmiştir.
i. Manevi mekân olarak Abdurrahman Arslan’ın, Tarihi Toplumun Afyonu Yapmak başlıklı makalesinde değindiği gibi artık Kâbe, Mescid-i Aksa değil, Semerkand ve Buhara ön plâna çıkartılmaktadır. Ulusal anlamda karşılık bulmuş dizilerde, programlarda artık atıflar Semerkand ve Buhara’ya yapılıp, Türklük ve Maturidî din anlayışı üzerinden farklı mekânsal arayışlar gerçekleşmektedir.
j. İslam’ın kolektif şuurunu inşa eden Kurban ve Ramazan bayramları “yerli ve milli düşünce”nin kendisini yansıtması açısından bir alan oluşturmamaktadır. Irkı, coğrafyayı, devleti aşan bu bayramlardaki dayanışma ve kardeşlik ruhu, Yerlilik ve Milliliğin sınırlarını aşmaktadır. Bundan ötürüdür ki devlet, bayrak, ırk vb. gibi mefhumların ön plana çıkartıldığı ve yeniden üretildiği “15 Temmuz”un bir bayram olarak kullanılması kendileri açısından bir zaruret halini almıştır. Ulus devletin, ırkın ve sınırların kutsandığı bu bayram ne yazık ki müslümanların zihnindeki kırılmayı derinleştirmektedir.
k. Övünç kaynakları ve motivasyonlar açısından Yerlilik ve Millilik, sağcı ve muhafazakâr yapısını görünür kılmaktadır. İlerleme, kalkınma ve refah gibi dönüştürücü etkiye sahip olan kavramlar toplumun temel motivasyonu haline getirilmektedir. Saraylar, silahlar, zenginleşme gibi ekâbir yapıya işaret eden kriterler İslam’ın ahlaklı, mütevazı ve adil toplum vurgularını barındırmamaktadır.
Ele alınan bu maddeler arttırılmaya ve derinleştirilmeye muhtaçtır. Tarih, kimlik, toplum, coğrafya üzerinde şümullü bir içerik arz eden Yerlilik ve Millilik, Türkiye’deki İslami düşüncenin salahiyeti açısından sistematik bir kritiğe tabi tutulmalıdır. Son olarak gelinen noktada Yerlilik ve Millilik gömleğinin, Müslümana uymayacağını ifade edebiliriz.
Yorumlayın
-
Asgari Ücret Tespit Komisyonu Protesto Eylemi: “Gerçekleri Perdelemeyin!”
-
MESEM ve Yenidoğan Ölümlerine, Açlık ve Yoksulluğa Karşı Üsküdar’da Eylem
-
“Dağ”ın Ardında Kalan Gazze – Yusuf Şanlı
-
Tokat’ta Eylem: Siyonist Gemiler Türkiye Limanlarında Cirit Atıyor!
-
Sınır Tanımaz, Mekânlar ve Zamanlar Üstü Bir Çerçeve
-
Üsküdar’da Eylem: Petrol Sevkiyatı, Ticaret, Kürecik Radarı İsrail’i Besleyip Koruyor
Yazılar
GASSAL: Ölümün Farkındalığının Hayatı Düzenleme Eğilimine Etkisi – Engin Yüksel
Yayınlanma:
2 hafta önce-
Ocak 5, 2025Bir daha düşündüm: Gassal kesinlikle bir başyapıt!
Çünkü…
Bir başyapıt, evrensel önermeye bağlı bir kurgunun karmaşık örgü ve buna uygun karakter derinliği ile ortaya çıkar. Gassal’da bunlar fazlasıyla var.
Eser bize, ölümün farkındalığının hayatı düzenleme eğilimine etkisi üzerinden bir pencere açıyor. Dizideki karakterleri “ölümden korkanlar” ve “yaşamın içinde savrulanlar” diye ikiye ayırabiliriz ama ölümü anlayan bir tek Gassal var. İşte bu anlama, Gassal’ı diğerlerinden farklı kılıyor.
İlk karakter, şoför. Ölümle ilgili tek fikri, korku ve kendini savunmak… Silah metaforu ile verilen şoför, diğer tüm karakterler gibi hayatın normal akışı dışında bir yaşama sahip: Kız kaçırmış ve kaçırdığı kızın ailesi tarafından öldürülüyor.
İkinci karakter, Gassal’ın yardımcısı. O da ölümden korkuyor ancak kaçmak dışında bir tavır geliştiremiyor. Ölümü anlamaktan çok uzak!
Üçüncü karakter, hemşire kız. Yaşamı kendi üzerinden okuyor ve çocuğu olmamasını kendisi kabullenmediği gibi başkasının da kabullenmeyeceğini düşünüyor. Yaşamın gerçekliği yerine kendi gerçekliğini yaşıyor.
Dördüncü ve beşinci karakterler bir çift, Ahmet ve Neslihan. Eserdeki normal algımızı inşa ediyor gibi görünen çift de aslında bir başka gerçekten kaçış hikayesi taşıyor: Kendi cennet bahçelerini oluşturmuşlar. Çitleri bile var! Ütopyaları, ışıklı havuz! Ve ölüm… Final, bu çift üzerinden kurgulanmış. Yazının sonunda yine değineceğim.
Altıncı karakter, baba. Kendisinin de dediği gibi, ondan ne koca olur ne de baba! Hayata rağmen kendi gerçekliğinin peşinde savrulan biri. Hazcı. Hedonist. Ölüm yokmuş gibi yaşıyor.
En komik karakter de şüphesiz kız kardeşleri kaçırılan köylü ve çevresindeki tipler. Bolca geleneksel doku üzerine serpiştirilmiş felsefi cümleler ve finalde konunun festivale bağlanması doğu tipi aydının çıkmaz sokağından bize sesleniyor.
Gassal’a araba ile çarpan dejenere tip ve ailesi ise günümüz ortalama insanını çok iyi sunmuş. Hiçbir çıpası olmayan bu tipler sadece kendi korkuları ile çıkarları açısından dünyayı algılıyor ve her cümleleri mantıksızlığın tutarlı mantığı olarak bizi dehşete düşürüyor!
Bir de aralara yerleştirilmiş ekonomi politiği açıklayıcı tipler var. Kasiyer kız ile hayatın gerçekliği karşısında kapitalist yanılsama, ölümüne kavga ettirilmiş. Muhteşemdi!
Filmin finali çok sertti. Cidden çok sertti. Dünyada kimse kendi küçük cennetini inşa edemez. Hayatın gerçekliğinin farkındalığı esastır ve bundan kaçış küçük cennetler üzerinden olmaz. Tamam, ben de üzüldüm en sempatik çiftin ölmesine ama konforlu alan göndermesi lazımdı da bu kadar içimizi acıtması acaba eseri anlamamıza çok mu engel oldu? Çok mu duygusal bulduk diziyi; bıçak gibi sert ve keskinken!
Ölüm, bize bir çıpa verir; kendimizi ve ötekini anlamamıza dair. “Hakkımız olan” ve “ötekinin hakkı” kavramları, ölümle anlam kazanır. Ölümün farkındalığı bizi makul olanı inşaya zorlar. O mahallede, o küçük cennet makul değildir. Sevimlidir, romantiktir özenilesidir ama makul değildir.
Gassal’ın, istemeye gittiği kız ve ailesinin analizini ise sizlere bıraktım.
Dimeşk; bu toprakların kadim hikâyelerinin yazıldığı nadir beldelerdendir. Milenyum sonrası inşa edilen yenidünya düzeninde yine kilit rolü üstlendi ve ahalisi türlü türlü ceremelere gebe kaldı. Ortadoğu’yu arzuları doğrultusunda kendilerine risk teşkil etmeyen parçalara bölüp şekillendirme evresi sonlara yaklaştı, etken değil de edilgen konumda oldukça elde ettiğimiz her bir özgürlük alanı başka bir açıdan esaretlerimizi daha da derinleştirmektedir.
Değil bu beldede veya benzer konularda, en ufak bir konuda dahî tek bir etkene göre hareket etmeme kaidesini işletip hareket etmemiz gerekmektedir. Esad dün de zalimdi, kimse Esad harika/şirin/mükemmel bir yönetici, demedi hiçbir zaman; koca bir Ortadoğu’nun kaderini şekillendirecek tavırlarımız, sadece bir etkene veya bir kişinin olumlu olumsuz varlığına göre şekillenebilir mi hiç?
Mesele, özgürleşmek değil; mesele, ne zaman ve nasıl özgürleşileceğidir. Başkasının gölgesinde edinilen özgürlük ne kadar, ne tür bir özgürlüktür? Önemli olan özgür halkların, özgünce yaptığı inkılaplardır.
Her şeyi boş verin, iki dakika durup bir düşünün “Bu insanlar ne diyor?” diye. Müslümanların, mazlumların, ezilmişlerin kötülüğünü mü istiyoruz, diktatör âşığı mıyız, işimiz gücümüz yok da dertsiz başımıza dert açan mazoşistler miyiz? Yok, başka bir şey varsa kulak verin! Esen rüzgâra, akan suya, önüne konana, zahiren gördüğüne, olmakta olana göre hareket etmek kolaydır. Mühim olan önüne konanı ve olanı sorgulamaktır; zan atında kalsan da çevrenle kötü olsan da yerel ve küresel muktedirlere terste düşsen, hakikati araştırıp bulma gayretidir.
Koca ümmetin çoğunlukla tek yaptığı şey karşılaştığı birçok vakıaya karşı duygusal refleks göstermek, etraflıca düşünüp sonucunu değerlendirmeden esen rüzgârın arkasından savrulmaktır. Ki; “Müslüman aynı delikten iki defa sokulmaz!” diye uyarmıştı son Nebi ama yanı başımızda Irak, Tunus, Libya gibi örnekler öylece durmaktayken bu tecrübelerden nasıl olur da dersler çıkartamıyoruz, anlamak mümkün değil!
Tamam, yerel diktatörden kurtulduk! Peki, küresel muktedirlerin emelleri ne olacak? “Kervan yolda düzülür.” diyorsunuz sanırım, “Muhaliflere zaman verin!” deniyor ama Gazze’nin zamanı yok, yarınlarımızın kaybedeceği bir günü dahî yok! Geldiğimiz noktada, cümbür cemaat Suriye sınavını kaybettik! Suriye, Esad hanedanından kurtuldu ama üzerinden bu topraklara ekilen karşıtlıklar daha da derinleşti ve belirsizlik kat be kat arttı.
Suriye halkının yılladır çektiği ıstırapları kıyaslamak, tercih etmek, küçük görmek kimsenin haddine değil, kastımız da bu değil zaten. Misal; Hama katliamı sırasında bombardıman emrine uymayıp hapse atılan ve “öldü” sanılan pilotun 42 yıl sonra cezaevinden çıkması üzerine tarih baştan yazılır; bir kız çocuğunun babasına kavuşması üzerine akan sular durur. Bir diğer yandan ne yazık ki üzerimize çığ devriliyor, işaret ettiklerimiz yaşanan acıların karşıtı değildir. Onlar; bize yaşatacakları acıları da yine bizim üzerimize basarak yapmaktadırlar. Bu çarkı, kısır döngüyü bugün kırmazsak yarın bunun on mislini yaşayacağız; sonraki kuşaklar ise elli mislini yaşayacak!
Suriye yönetiminin zalimlikleri, yanlışları, sorunları, bizlerin nasıl hareket etmemiz gerekliliği için tek başına yeterli olmayacağı gibi diğer taraftan Esad’a karşı mücadele edenlerin salt iyi niyetine göre de hareket edemeyiz. Küresel denklemler ve gelişmeler öyle senin benim iyi niyetimize, arzularımıza göre şekillenmiyor. Adamlar profesyonelce siyak sibakını da inşa ediyor, yönlendiriyor, manipüle ediyor.
Savaş öncesindeki Esad’ın diktatörlüğünün zalimliklerinin hanedanlığının yanlışlıklarının (yine ilk günlerde dediğimiz gibi) çözümü Amerika’nın su yolunda değil, kendi dinamiklerimizle hayat bulmalıydı. 2011 sonrasında haklı-haksız arayışı ve tanımlamaları yersizdi çünkü Suriye’de bir savaş yoktu, bir kaos vardı ve kaosta haklı haksız aranmaz. İşletilen intikam ve kan davasından, ihtiras ve taassuptan ancak zillet doğar, belirsizlik artar ve belli çevrelerin istedikleri de bundan başka bir şey değil! Son Nebi, son sözünde “Her türlü kan davası ayağımın altındadır!” dedi mi, demedi mi? Aksâ Tûfanı’nın ilk günlerinde “Suriye tecrübesinin kötü izlerini Gazze kapatır, vahdet sağlanır da bölgemizden siyonizmi ve emperyalizmi def edip özgürleşiriz!” diye umut etmiştim. Maalesef şu an, bu umudumun tam tersi olmakta…
Şahsen 2006 yılında Şam’da okuyup geldikten sonra Esad hanedanlığının oluşturduğu korku imparatorluğundan bahsedip “Bu rejim devrilmesi gerekir!” derken şimdi bizi tefe koyanlar yine o anda esen rüzgâra göre kolay olanın arkasından savrulup hiçbir rahatsızlık emaresi göstermiyorlardı. Kaosun başlarında bizler yine sunulanın ters köşesinde kaldık, şimdi de öyleyiz hamdolsun! Kimse kusura bakmasın “Cambaza bak, cambaza!” diyerek sahnelenenlere göre hareket edemeyiz.
Olayların dış yüzüne göre değil de iç yüzüne göre hareket etmek, Âdem’den kıyamete kadar kişiyi hakikate götürecek doğanın temel bir kanunudur. 2011’de “Durun, bu böyle olmaz; bu işte bir gariplik var!” diyenler, sizin gibi mezhebî taassuplarından dolayı veya hedef tahtasına konan basit bir diktatöre göre değil, İsrail’in güvenliği ve emperyal yayılmaya zemin sağlayacağı için sürece temkinli yaklaşıp uyarılarda bulundu. Hadi diyelim geçmişte meselenin iç yüzü tam görülemedi, yaşanan kötü tecrübelerden sonra gelinen noktada ve Gazze ortada dururken bu yaşananlar, artık cahillikle, öngörüsüzlükle, düşüncesizlikle açıklanamaz! Maalesef itham ettiğiniz kesim değil, tersten sizler salt ve basit bir mezhebî taassupla, ihtirasla, kan davası güderek düşünüp konum almaktasınız.
Batılı aklın bölgemizde tek bir şeye ihtiyacı var: belirsizlik! Bu belirsizlik ortamında istediği gibi at koşturabiliyorlar, istediklerini yapabiliyorlar. Ki, bir şey yapmalarına da gerek kalmıyor, kendi kendimize yapıyoruz ve onlara tehlike teşkil edecek konumda olamıyoruz. Bu püf noktanın farkındalığına varabilirsek belki önümüzü aydınlatıp yarınlarımızı kendimiz şekillendirebiliriz. Aksi takdirde bugünkü zelil hâlimizden çok daha kötü günler bizi bekliyor olacak. Bu ve benzeri temel kaidelere dikkat etmedikten sonra üçüncül, dördüncül hususlara göre reflekslerimizi şekillendirirsek sonuç hepten hezimet olacaktır.
Uyarılarımız, vurgularımız, çığlıklarımız bir varsayım veya olasılık değil, aynelyakîn yaşadığımız gerçeklerdir! Irak, 22 yıldır hâlâ ayakları üzerinde istikrarlı ve sağlam bir yapı kuramadı, Libya 10 yıldır harabeye döndü ve hâl-i hazırda bir boşlukta sürüklenmektedir. Bu tabloların kendi halkları nezdindeki kazanım ve kayıpları ayrı mesele, asıl mesele İsrail’e ve Amerika’ya tehlike teşkil etmekten çok uzak, varlık mücadelesi vermeye mahkûm ve mahrum topraklar olarak karşımızda durmaktalar. Diyeceksiniz ki, şu andaki mevzumuz olan Esad zulmünden halk nasıl kurtulacaktı? Her konu için ve her zaman dediğimiz gibi kendi ihtiyaçları, kendi dinamikleri, kendi dili, kendi belirlediği zamanda, kendi araçlarıyla özgürlüğüne kavuşmalıydı. Gelinen noktada (bizi boş verin) sahada mücadele eden tek bir kişi dahî “Biz özgünce, yukarıdaki argümanlar ile özgürlüğümüzü elde ettik!” desin, bütün sözlerimizi geri alacağız. “(Maslahat icabı da olsa) Amerikan silahlarıyla cehdetmedik, bölgesel veya küresel çıkar odaklarının parasını almadık” desinler, ömrümüz boyunca tek bir kelime dahî sarf etmeyeceğiz. Kendi ihtiyaçlarımıza binaen kendi istediğimiz zamanda kendi açtığımız yollardan yürüyüp yol aldık.” desinler, ellerini öpeceğiz.
Bu arada; uyarı ve söylemlerimizin yanlış çıkmasını ne kadar çok istiyoruz, tahayyül dahî edemezsiniz! Yanılmış olmak bizi cân-ı gönülden bahtiyar edecektir. İnşallah kısa sürede bir nizam sağlanır, inşallah iktidar mücadelelerine girip bir iç karmaşa çıkmaz, inşallah emperyalizm ve siyonizm bölgemizden kazınır, inşallah mazlumlar huzur bulur, inşallah Gazze ahalisine umut olacak hamleler yapılır. Yalnız bunlar için sadece samimiyet yeterli değildir, bunu da unutmayalım!
Geldiğimiz noktada biraz da “olan”ı irdeleyelim: Suriye, 13 yıllık sürecin sonunda, son 5 yılda öyle böyle bitmiş bir iç savaş sonunda birdenbire 5 günde tamamen çözüldü. Bu nasıl oldu, içerideki zaaf kim tarafından fısıldandı, kimler yol verdi, hangi ihtiyaca binaen ne zaman cereyan etti ve önemli soru olarak, bu kime yaradı/yaramakta/yarayacak?
Suriye’deki diktatörlüğün ve hanedanlığın bitmesi, korku ve baskı atmosferinin dağılması kendi içinde değerli ve kimsenin karşı çıktığı bir husus değil; özellikle hapishanelerdeki haksız yere duran mazlumların fiili özgürlüklerini elde etmesi paha biçilmez bir kıymet! Tek başına bunlar dahî kelimelerle ifade edilemeyecek artı değerlerdir. Yeterliyse sorun yok ama öncesi ve sonrasıyla, etki ve yansımalarıyla, yerine oluşacak olgunun “ne”liğinden kimler için ne ölçüde bir tarlaya dönüşeceğini ve doğuracağı sonuçları irdeleyip belirlemek önem arz etmektedir. Tabii ki her sonucu mutlak manada önceden öngörüp tanımlamak mümkün değildir, çoğu vakit halis niyetlere göre yolda şekillenir arzu edilenler. Ama bu kadar da âşikâr olan hususlar ve yaşanılan tecrübeler varken durup kırk kere düşünüp öyle hareket etmemiz gerekmez mi? Olan-olmayan her şeyi boş verin, Netanyahu dâhil İsrail içinde her mevkideki kişiler açık ve net bir şekilde memnuniyetlerini belirtip ısrarla Suriye’nin özgürleştiğini vurgulamaları hiçbir anlam ifade etmiyor mu sizler için!
Zamanlaması mesela, İsrail’in Hizbullah’ı bastırıp ateşkese zorlamasından henüz 24 saat (Sizce normal mi?) geçmemiş ve Gazze öylece ortada kalmışken, ABD başkanlığına gelecek deli, “20 Ocaktan sonra sizlere cehennemi yaşatacağım!” demişken…
Astana sözleşmesi bağlamında İdlib’i kontrol ve koruması altında tutan Türkiye’nin yol vermesiyle başlayan harekâtta eş zamanlı olarak bir yandan YPG kuzeyden saldıracak, bir taraftan Amerika, Irak sınırındaki unsurları bombalayacak. Bir diğer tarafta İsrail; Suriye havaalanlarını/üslerini/Lübnan sınır kapısını (sonraki saldırılar değil, aynı günlerde) vuracak; aynı zamanda Golan tepelerinden Hermon dağını tümden işgale yönelerek saldırıya geçecek, sen de bütün bu gerçekleri kendine yedirip hem de (ihtiyaçtan da olsa) Türkiye ve Amerika’dan edinilen silahlarla yol alacaksın! Genel olarak da konjonktüre göre konum alan halk kitlesiyle birlikte devrim yapacaksın, bir de üzerine İslam devleti kuracaksın öyle mi! Başka sorum yok hâkim bey!
Liberaller “Otoriter Esad gitti!” diye; Türkçüler “Halep’e Türk bayrağı asıldı!” diye; Kürtçüler “YPG güçlenip Kürdistan’ı kuracak! diye; Müslümanlar “İslam devleti kurulacak!” diye seviniyor. Şahsen sadece cezaevinden kurtulan mazlumlar için seviniyorum, yarınlarımız için üzülüyorum.
Asıl mühim olan, Dünya tarihinin en büyük soykırımı yaşanırken Gazze’nin yalnızlaşmasıdır. Gelinen noktada neredeyse Gazze üzerine konuşan dahî kalmadı! Mesele sadece Gazze’ye ulaşan direniş kanalının kesilmesi de değil, belirsizlik ortamı ve sonrasına dâir olasılıklar asli etkendir. Ümmet zaten yalnız bırakmıştı, seversin sevmezsin destek veren tek silahlı güç olan İran’ın kolu kanadı kırıldı. İsrail, Gazze’de katlettiği yüz binlerce canın üzerine bir milyon canımızı daha yaksa, yarın Mescidi Aksa’yı fiilen yıksa kim, ne yapacak; bundan sonra bir şey yapabilecek olan var mı? Düşüncesi veya sözü olan buyursun! Sonuç ne? Sonuç belirsizlik… Sürekli belirtiğimiz gibi, adamların tek ihtiyacı da buydu zaten!
Sormamız gereken soru şudur: Müslümanlar niye özgür değil? Vahdet içinde değil… Süreçleri yöneten değil, yönlendirilen… Tercih sunan değil, tercih etmek zorunda kalan… Zalimlerden zalim beğenmeye mecbur olan… Yapacağı ya da yapmayacağı şeylerin zamanını kendisi belirleyemeyen…
Özgürlükler verilmez, alınır. Verilen haklar yarın geri alınır veya iğdiş edilip kavramın içi boşaltılıp değersiz hale getirilir. Misal, başörtüsü serbestliği… Bu kaide; ulusal devletler dâhilinde ve belli bir toplumsal meselenin yanında, küresel düzlemde daha da önem arz etmektedir. Haklar ve özgürlükler kendi dinamikleri, dili, araçları, eliyle kazanılırsa kazanım olarak tanımlanabilir. Başkasının araçlarıyla, müsaade edilen, yol verilen kanallardan edinilen kazanımlar sahte özgürlük zeminleridir, yarın çok daha derin esaretlere mahkûm olunur.
Bir de aklıma şöyle bir soru geldi: Bölgemizdeki en başat diktatör ve zalim olan, Mekke’yi Medine’yi hanedanlığına kale yapmış, Kabe’yi esir etmiş Suud ailesine Amerika başta olmak üzere Avrupa niye demokrasi götürmüyor? Batıyı boş verin bizim mücahitler akıllarının ucundan geçirmişler mi Suud diktatörünü yıkmayı, kalemşörlerimiz diktatör diye tanımlayabilmiş midir? Hiç zannetmiyorum, sizce de garip değil mi? Yoksa tanımlamalarımızı, tercihlerimizi, önceliklerimizi farkında olmadan doğrudan ya da dolaylı olarak başkaları mı yönlendiriyor?
Adamlar işini çok iyi yapıyor. Bu dünya dahilinde Allah’ın kanunu ve vaadi açık, vahdetini sağlayıp çalışan ve işini iyi yapan kazanır. Yaşadığımız çağ, tamamen algı yönetimi ve toplum mühendisliğinin işletildiği bir dönem. Her zaman işleyen basit yöntemde olduğu gibi tek yapmaları gereken aramızda fitne çıkartmak; etnik olsun, mezhebi olsun, düşünsel olsun, fark etmez! Sonrası kolay; içine düştüğümüz handikapları pişirip pişirip şekillendirmek… Bu handikaplar onların üretimi değil tabii ki, gerçek olan şeyler. Misal; Esad diktatör ve devrilmesi mazlumlar için elzem bir durum ama sonrası… Sonrası muamma! Sonrasında yerine konacak şey ne; makul bir nizam, huzur, güven, adalet, özgürlük mü? Yoksa belirsizlik içinde debelendiğimiz başka bir esaret mi?
Kur’an’dan ve hayat tecrübesinden öğrendiğimiz üzere “hakikat”, toplumun çoğunun yöneldiği yerin tersine düşmektedir. Bizler hakikat yolunda çoğu zaman esen rüzgâra sırtımızı döndük, akıntının tersine kürek çektik, yalnız da kalsak, çevremizce kötü de anılsak, çileye dûçar da olsak, kalabalıkların aksine en azından akledebildiğimiz kadar bulduğumuz doğrulardan geri durmadık, durmayacağız. Şucu, bucu, oncu potasına düşme korkusuna kapılmadan, maslahat güdüp stratejik hareket edip denge siyaseti yapmadan, atmosferin akışına göre (ki hakikati örten en başat unsurlardandır) ne şiş yansın ne kebap anlayışıyla makul açıklamalarda bulunmadan, zamana bırakmadan doğru bildiğimizi bütün açıklığıyla söyleyip hakikat arayışında olmaya devam edeceğiz. “Hakikat” ya şiştedir ya kebapta… “Zaman” çoğu vakit ve konuda derde deva olurken, bu noktalarda yarayı daha da derinleştirmektedir.
Bu saatten sonra konuşmak da yersiz sanırım… Rabbim bugünlerde Gazze halkının, yarınlarda bütün mazlumların yar ve yardımcısı olsun! Rabbim neslimizin, İslam üzere ayaklarını sabit kılsın!
Yazılar
Suriye’de “Üçüncü Yolun” Kapıları Yeniden Açılırken – Arif Karaçam
Yayınlanma:
2 ay önce-
Aralık 2, 202427 Kasım 2024’te Heyet-i Tahriru’ş Şam’ın öncülüğünde başlatılan saldırılar sonucunda Esat Rejimi’nin kontrolündeki Halep şehrinin hızla el değiştirmesi herkesi şaşırttı. Muhalif güçlerin Hama’ya doğru ilerleme kaydedebilmesiyle Esat rejiminin tamamen çözüldüğüne yönelik iddialar konuşulmaya başlandı. Fakat rejim güçleri Hama kırsalında muhalif grupları durdurmayı başarmış görünüyor. Yeni statükonun sınırları tam olarak nereden çizilecek kestirebilmek zor lâkin Suriye’de çok fazla can almış iç savaşın yeniden hortladığından bahsetmek için erken değil.
Suriye halkı on üç yıldır süren bu berbat boğazlaşmadan ötürü çok büyük bir bedel ödedi. Savaşlar haddizatında insan soyunun en iğrenç pratiğidir. Her türlü haksızlığa zemin hazırlar, her türlü adaletsizliği meşrulaştırır. İç savaşlar daha da beterdir: Aynı dili konuşan, aynı yurdu paylaşan insanlarının birbirlerini boğazladığı korkunç mücadelelerdir. Eğer ortada adil ve onurlu bir çözüm olanağı varsa savaşı sürdürmek cinayetten başka bir şey değildir.
Suriye iç savaşının tarihi karmaşık ve uzun fakat şimdiye dek yaşananları şöyle özetlemek mümkün: Esat rejimi tarafından hunharca boğulmaya çalışılan Suriye halkının haklı isyanı, dış güçlerin erken askerileştirme operasyonu sonucunda silahlı çatışmalara evrildi. Fakat Türkiye, Katar ve ABD gibi güçlerin tesiriyle Suriyeli muhalifler askeri ve siyasi çatılar kurabilmişse de bu yapılar ABD’nin koşullarını sağlayacak asgari bir ahenk ve kapsayıcılığa ulaşamadı. Aşamalar içinde cihadî selefi örgütlerin mücadelede ağırlığı devralmasıyla ABD rejim değişikliğini sağlamak için aktif müdahalede bulunma iradesini göstermeyi reddetti. Suriye’deki bu boşluğu Rusya doldurdu. Neticede, önce Hür Subaylar Hareketi ve sonra ÖSO’yla temsil edilen Batı yanlısı muhalif güçler gitgide zayıfladı ve Suriye sahasını cihadî selefi gruplar domine etti. Bu durum, rejimin tüm hikâyeyi bir “terörle mücadele” meselesine indirgemesine olanak tanıdı. Neticede, son sahnede hemen tüm muhalif güçler cihadî selefiler haline gelmişti ve büyük bir hezimetin sonunda İdlib’e sıkıştırılmışlardı.
Böylece iki açıdan herhangi bir müzakerenin zemini kalmamıştı: Öncelikle bu yapı “ulusal” değil “küresel”, kapsayıcı değil tekfirci, müsamahakâr değil katı ve yasakçıydı. Üstelik dış destekleri de tartışmalıydı. Dolayısıyla rejim, kolayca meşru aktörler olmadıklarını iddia edebilirdi. İkinci olarak, İdlib’teki “Kurtuluş Hükümeti”nin herhangi bir pazarlık gücü yoktu. Zira yalnızca İdlib bölgesini kontrol ediyorlardı ve zaten bir yenilginin sonucu olarak oradaydılar. Dolayısıyla rejime göre tüm öykü artık bir terörle mücadele meselesi olarak “İdlib Sorunu”nun nasıl çözüleceğinden ibaretti.
Fakat 27 Kasım’da başlatılan saldırılar bu sahneyi alabildiğine değiştirdi. Öncelikle HTŞ bu saldırılar aracılığıyla askeri anlamda rüştünü ispatladı. Geçen yıllarda ABD yaptırımlarının etkisiyle Esat rejimi çöküşe giderken İdlib’teki yapının görece yüksek bir idari ve askeri kapasiteye ulaşmış olduğu görüldü. İkinci olarak, bu süreçte HTŞ’nin hiç de alışıldık cihadî selefi refleksleri sergilemediğini gözlemledik. Azınlık gruplarının Suriye’nin bir parçası olduğunu ilan ettiler, şehri ele geçirdiklerinde yargısız infazları ve yağmaları cezalandıracaklarını açıkladılar. Kamusal söylemlerinde de rejimden mezhebi kimliğini hiç telaffuz etmeden, “suçlu rejim” tabiriyle bahsettiler. Tam da bu iki faktörle beraber kurulan yeni sahne, Suriye’de müzakereleri yeniden mümkün kılabilir.
Kanaatimce, Suriye’deki iç savaşla ilgili dışarıdan bakan tüm tarafların kabul edebileceği iki olgusal gerçeklik mevcut. İlk olarak Esat diktatoryası adil ve sürdürülebilir değildi ve Suriye’de halk isyanında haklıydı. İkinci olarak, bugünkü koşullarda Esat diktatoryası HTŞ aracılığıyla devrilirse, İsrail’e karşı direnişin en önemli ayaklarından biri olan Hizbullah’ın ikmal hattı kesilmiş olacak. Aynen Suriye halkı gibi, Lübnan halkı da İsrail’e karşı kendini savunmakta haklı ve bu da Suriye’den geçen ikmal hattına bağlı. Üstelik Lübnan direnişinin Filistin direnişi için çok önemli olduğu da su götürmez bir gerçek.
Bu durum, Suriye’de olası bir adil çözümün unsurlarını şekillendiriyor. Esat’ın görevden el çektirildiği veya en azından geçici bir süre için sembolik bir makama razı edildiği, Suriye’deki sistemin muhalif güçleri de içine alan bir geçiş hükümetiyle esnetildiği, uluslararası gözlemcilerin takip ettiği çok partili seçimlere olanak tanıyan, Suriye halkının özgürce yurduna dönmesine ve Suriye’nin yeniden imarına imkân veren, mücadeleyi askeri boyuttan siyasi boyuta çekerek Suriye halkının ilk etapta haklarının önemli bir kısmına sahip olarak ilerleyen süreçte de dahasını temin etmenin araçlarını haiz kılındığı; öte yandan Suriye’nin hiçbir bölgesel devlete hele mezhebi sebeplerle düşman olmadığı ve bir şekilde İran ile Hizbullah arasındaki ikmal hattının da ikincil yapılar aracılığıyla varlığını sürdürebildiği bir anlaşma zeminini tartışmak gerekiyor.
Siyaset haddizatında çıkarları birleştirme ve ayırma sanatıdır. Bugün Suriye halkının haklı talepleri, ABD’nin bölgesel çıkarlarıyla aynı potada eritilmiş durumda. Bu ikisi birbirinden ayrılabildiği takdirde hem yerel hem de bölgesel açıdan adil bir çözüme ulaşmak imkânsız değil. Elbette, bölgesel devletlerin önemli bir kısmının kendi çıkarlarını da ABD’ninkilerle eşitlediği düşünülürse bu zor bir görev. Fakat Suriye’de yeniden alevlenen çatışmaların aylar süren ve Suriye halkının hayatını yeniden kâbusa çevirecek bir yıpratma savaşına dönüşme riskinin gerçekçi olduğu mevcut koşullarda Türkiye’de devlet dışı aktörlere düşen görev, elini taşın altına koymadığı bir savaşta taraflardan birini sınırsızca destekleyerek amigolaşmak yerine bu tip bir çözümün olanaklarını araştırıp otoritelere empoze etmeyi denemek olmalı.