Connect with us

Yazılar

Müzik-İnsan İlişkisinden Hareketle Mübahlık Olgusuna Bir Bakış – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

Hayata salt ideolojik gözlüklerle baktığınızda ve bir de buna, genel anlamda dinin yanlış yorumlanmalarını da ilave ettiğinizde, ona dair her şeyi belli bir kalıp içerisinde ve siyah-beyaz olarak görürsünüz. Bunun istisnası yok gibidir.

İnsanın, kendi tarihi bütünlüğü içerisinde; nesilden nesile, birçok kültürle ve durumla karşılaşıp karışarak yaşanılan ana kadar gelen birçok öge gibi, kültürel alanda kendine yer bulmuş olan, genelde edebiyat, şiir, folklor ve özellikle de müzik konusunda, çoğu toplumda keskin hatlar da olagelmiştir.

Bu hali, birbirimize karşı kör ve sağır tutumu olarak işaret edebiliriz. Elbette ki, yanlışı ve doğrusuyla insanın, toplumun tarihi süreçte damıta damıta günümüze kadar getirdiği ve her birine “değer adını verdiği kıstasları, ilkeleri, ona yol gösteren, yaşayan ama temelde soyut olan işaret taşları vardır. Ki, bunların bir kısmını salt dinden saysak da, kalan kısmını ise, hemen herkeste ilahi bir lütuf olarak bulunduğuna inandığımız fıtrattan kaynaklandığının tespiti ile bu değerlerin korunması gerektiğine de inanır, şahit oluruz.

Konumuz açısından söylersek, çoğu insan tarafından pek de ciddiye alınmayan, amiyane tabirle “gevezelik, boşboğazlık ve malayanilik” olarak tavsif edilegelen şiirden de faklı bir şekilde, insanı ayartıcı olduğuna inanılan müziğe bir göz attığımızda; bu uğraşların temelinin fıtrattan sadır olan ve insanın derinlikli bir yapıya kavuşmasını murat etmenin yanında, onun az da olsa neşelenmesine gerekçe teşkil ettiği hemen kendini ortaya koyar.

Müzik, İslam’dan önceki dinlerin müntesipleri arasında da tartışma konusu yapılmış olmakla birlikte Müslüman toplumlarda da az-çok tartışılmıştır.

İlk dönemlere baktığımızda, onu, gündelik hayatın tümünü kapsamamak şartıyla ve içeriğinin “temizliği” söz konusu olduğunda ona haram gözle bakılmadığı, ama daha sonraki asırlarda, “asıl olanın eşyada mubahlık olduğu” gerçeğini anlamayan, görmeyen, keza onu görmezden gelen ve işe bütünsellikle değil de, parçadan bakmaya çalışan ve bunlardan dolayı kendi görüşünü İslam’ın (Kur’an-sünnet) görüşü olarak insanlara zorla kabul ettirmeye çalışan zevatın birçok kültürel öge gibi müziği de külliyen haram olarak ele alıp değerlendirdiği bilinmektedir.

Böyle bir durum, eşyada asıl olanın ibaha olduğu esprisini es geçmesi, aslında bir bedeviliği de ele vermekte olup kişinin kendini sözde medeni olarak tanımlaması da nihayetinde anlamsız kaçmakta ve var olan sakiliyet hali sürüp gitmekte olup bu sakil durumlar, maalesef günümüzde de yer yer devam etmektedir.

Eşyada mubaha ve çeşitli düşünsel kategoriler ile ideolojik formasyonlar içerisinde bulunan insanların ve toplumların, çoğu kez aynı noktada buluştukları; kendi değerleri ile birlikte belki de o değerlerin karşı taraflarda yankı bulmasının adı olan “iyilikte ve güzellikte buluşma (maruf: ortak iyi) durumları, dün olduğu gibi bugün de söz konusu…

Bu, çoğu kez fazla uzağa gitmeden söylersek, aynı zaman diliminde (dijital ortamı da işin içerisine katarak) ve belki de aynı zeminde yaşayan farklı formasyonlara sahip insanların birçok alanda aynı işle uğramasına bakıldığında, bunun önceki dönemlerde de olmuşluğunu düşünebilirdik.

Bu durum, bazen, bilvesile farklı zamanlarda yaşamış bulunan inanların ortaya koydukları eserlerin, bir emek karşılığında, başka zamanlarda ve zeminlerde kendine yer bulduğu da söz konusu olmuştur/olabilmektedir.

Burada, kesinlik ifade eden ve belli bir nassa dayanan ilahi ilkeler istisna kılındığında, o da kişinin fıtratı mucibince ortak iyiye (maruf) dayanan “insani” çabaların birçok alıcısının olması gayet tabiidir.

Sözün özü; hayatın öznesi insan olduğuna göre, insan da (Âdem) Allah’tan aldığı kelimelerle bilmeye, öğrenmeye, meyyal olan ve o bilgilerle hayatı şekillendirip renklendiren bir varlık olarak düşünmesinin sonucunda birçok form oluşturmuştur.

Bu formlar, insan için gerekli olup içeriğine bakmak ve onu her türlü yanlıştan korumak şartıyla hayatımıza anlam katacak, yol gösterecek ve kendini insanla birlikte devam ettirecektir.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Dünyadaki Üniversiteler, Gazze’deki Soykırım Nedeniyle İsrail Akademisiyle Bağlarını Kesiyor

Yayınlanma:

-

“Avrupa’dan Güney Amerika’ya kadar pek çok eğitim kurumu, İsrail kurumlarını boykot ediyor ancak İngiliz üniversiteleri bu eylemi desteklemediklerini açıklıyor.”

Dünyanın dört bir yanındaki üniversiteler, akademik kurumlar ve bilimsel kuruluşlar, İsrail’in Filistinlilere yönelik eylemlerine iştirak ettiği iddiaları üzerine İsrail akademisiyle olan bağlarını giderek kesiyor.

Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre, bölgede 63.000’den fazla kişi öldü ve bunların çoğu sivil; gerçek kayıp sayısının muhtemelen çok daha yüksek olduğu belirtiliyor. Uzmanlar, yıkıma uğrayan Gazze’nin bazı bölgelerinde “insan yapımı” bir kıtlığın yaşandığını doğruluyor.

Buna cevap olarak giderek daha fazla akademik yapı, İsrail kurumlarından uzaklaşıyor. Geçen yıl Brezilya’daki Ceará Federal Üniversitesi, İsrail’deki bir üniversiteyle plânlanan bir inovasyon zirvesini iptal etti; Norveç, Belçika ve İspanya’daki birçok üniversite ise İsrailli kurumlarla bağlarını kesti. Trinity College Dublin gibi diğer üniversiteler de bu yaz aynı adımı attı.

Amsterdam Üniversitesi, Kudüs’teki İbrani Üniversitesi ile öğrenci değişim programını sonlandırdı ve Avrupa Sosyal Antropologlar Derneği, İsrail akademik kurumlarıyla iş birliği yapmayacağını açıkladı ve üyelerini de aynı şekilde hareket etmeye teşvik etti.

Tüm bu adımları atanlar genel bir akademik boykotu desteklemese de söz konusuhareket, İsrail’de akademi, ordu ve hükümet arasındaki bağlarla ilgili endişeleri yansıtıyor.

Filistin Akademik ve Kültürel Boykot Kampanyası’ndan Stephanie Adam, İsrail akademik kurumlarının İsrail’in onlarca yıldır süren askerî işgali, yerleşimci apartheid rejimi ve şimdi de soykırım eylemlerine iştirak ettiğini belirterek üniversitelerin “suç ortağı İsrail üniversiteleriyle bağlarını kesme konusunda ahlâkî ve yasal bir yükümlülüğü” olduğunu söyledi.

“Venki Ramakrishnan, boykot fikri hakkında karmaşık duygular taşıdığını ifade etti. Fotoğraf: Richard Saker/The Guardian”

Nobel ödüllü ve Royal Society eski başkanı Venki Ramakrishnan, boykotlarla ilgili karmaşık duygular içinde olduğunu ifade ederek “Bir yandan, İsrail hükümetinin Gazze’ye yaklaşımı son derece orantısız oldu ve binlerce sivili hatta küçük çocukları, ciddi şekilde etkiledi.” dedi ve sözlerine “Öte yandan, tanıdığım çoğu İsrailli akademisyen -arkadaş olarak saydıklarım dahil- Netanyahu ve hükümetinden nefret ediyor. Böyle bir boykot, İsrail hükümetinin eylemlerinden sorumlu olmayan ve aslında Filistinlilerin durumuna çok duyarlı olan kişilere ceza verir.” diye devam etti.

Bununla beraber İsrailli tarihçi ve siyaset bilimci Ilan Pappé, birçok akademisyenin Filistinlilerin durumuna duyarlı olduğu iddiasını reddetti. “Böyle olsaydı, savaşın bir soykırım olduğu için değil, rehineleri geri getirmediği için -İsrail’de yasa dışı kabul edilen- gösterilere katılan birkaç yüz cesur İsrailli arasında görürdüm.” dedi ve İsrail’deki akademisyenlerin büyük çoğunluğunun orduda hizmet etmeyi reddetmediğini ekledi.

Pappé, akademisyenlerin gizli servis, polis ve hükümetin Filistinlileri günlük olarak baskılayan kurumlarına eğitim verdiklerini belirtti.

Akademik boykotu değerlendiren Pappé, bunun “İsrail akademik kurumlarıyla çok sert ve zorlu ama gerekli bir konuşma” olduğunu ve onlara sorumluluklarını gösterdiğini söyledi ve “Bu, 77 yıldır süregelen bir gerçeğin farkına varmalarını sağlayacak ve İsrail akademisine artık bu tür davranışların bir bedeli olduğunu gösterecektir.” dedi.

Glasgow Üniversitesi rektörü ve Filistin kökenli İngiliz cerrah Ghassan Soleiman Abu-Sittah, İngiltere’deki öğrenciler ve akademisyenlerin İsrail’e akademik boykot yapılması için çaba gösterdiklerini ancak üniversitelerin yönetim organları tarafından engellendiklerini söyledi ve “İsraillilerin yaptığı şeylere duyulan ahlâkî öfke, giderek daha fazla akademisyenin kişisel kararlar almasına ve onları İsraillilerle ortak projelere katılmamaya yöneltiyor.” dedi.

Akademik bağların kopmasının İsrailli araştırmacılar veya Netanyahu hükümeti üzerinde herhangi bir etkisi olup olmadığı tartışmalı: Bazı İsrailli akademisyenler bunun araştırmalarını veya uzun süreli iş birliklerini etkilemediğini belirtiyor ancak bu hareket yayılmaya devam ederse durum değişebilir.

Uzmanlar, İsrail kurumları ile Ivy League ve Batı Avrupa üniversiteleri arasındaki iş birliklerinin önemine dikkat çekiyor.

Araştırma fonlarına getirilecek engeller, hem İsrail üniversiteleri hem de ülke için mühim sorunlar çıkarabilir zira İsrail ekonomisi yoğun biçimde bilim ve teknolojiye dayanıyor.

Bu endişeler gerçek: 2021’den bu yana İsrail, AB’nin Horizon Europe programından bilimsel araştırmalar için net 875,9 milyon € aldı ancak Temmuz ayında Avrupa Komisyonu, İsrail’in Horizon Europe programındaki üyeliğinin kısmen askıya alınmasını önerdi.

AB Komisyonu sözcüsü Thomas Regnier, “Bu öneri, EIC Accelerator’a katılan İsrail kurumlarını etkileyecektir. Bu program; siber güvenlik, drone ve yapay zekâ gibi potansiyel çift kullanımlı yenilikçi teknolojilere sahip start-up’ları ve KOBİ’leri kapsıyor.” dedi

“İsrailli tarihçi Ilan Pappé, boykotların İsrail akademisine ülkenin eylemlerinin sonuçları olduğunu göstereceğini söyledi. Fotoğraf: Murdo Macleod/The Guardian”

Programın şu anda askıya alma olasılığı düşük görünüyor; üye 10 ülke, İsrail ile diyaloğu sürdürmenin daha iyi olduğunu savunuyor ancak Horizon Europe’un 2028’de başlayacak bir sonraki programından İsrail’in dışlanması ihtimali endişe yaratıyor.

Adam; mezkûr akademik eylemlerin etkili olduğuna dair işaretler olduğunu, İsrail hükümetinin Mayıs 2024’te soykırımın ateşlediği akademik boykotu engellemek için özel olarak 22 milyon € ayırdığını ve İsrail’in AB araştırma fonlarından aldığı payın azaldığını belirtti.

Geçen perşembe günü Horizon Europe programı kapsamında Avrupa Araştırma Konseyi tarafından 2025’te başlangıç hibeleri almaya hak kazanan 478 aday kariyer araştırmacısından sadece 10’unun İsrailli olduğu ilan edilmişti. Hâlbuki bir önceki yılın 494 hibe alıcısından 30’u İsrailli idi.

Fon akışı durur ve prestijli iş birlikleri sona ererse araştırmacıların İsrail’den ayrılacağı ve bu ayrılacak araştırmacıların geri dönmeme ihtimali olduğu, bu durumun zaten tıp alanında endişe yaratan bir “beyin göçü” yaratacağı iddia ediliyor.

srailli araştırmacılar, Guardian’a, akademinin boykot için yanlış hedef olduğunu söylerken bazı uzmanlar tek başına akademik boykotun etkili olmayacağını ancak bunun güçlü bir araç olduğunu savunuyor.

Bütün bu değerlendirmelere rağmen Abu-Sittah, “Akademik boykot tehdidi, İsrail hükümetini bu soykırımı sonlandırmaya zorlamak için önemlidir.” diyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaynak: theguardian.com

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Vicdan ve Haysiyetin Paradigmatik Örgütlenmesi

Yayınlanma:

-

İsrail’in Doha saldırısı İslam ülkelerinin aşağılanmasında zirve noktalarından biri olarak kabul edilmeli. Katar’ın özel konumu, hiç şüphesiz bu yargıyı alabildiğine pekiştiriyor. Yemen’e, İran’a, Lübnan’a, Suriye’ye -özellikle önceki rejim döneminde- Suriye’ye yapılan saldırıların sıcak cepheler olması bakımından Siyonistler ve neredeyse bütün muhataplar için anlaşılabilir bir yanı vardı ancak ABD’nin yakın müttefiki ve devasa askerî üssünün ev sahibi, HAMAS-İsrail müzakerelerinin arabulucusu Katar’ın hedef alınması, doğrusu ileri derecede şaşkınlığa sebebiyet vermiş görünüyor.

İslam ülkelerinin çok büyük kısmının emperyalizm saflarındaki işbirlikçi konumu, kendilerine köleliğe dâir olsa da herhangi bir hukukun bile çok görüldüğü bir kez daha açığa çıkmış bulunuyor. İngiliz uçaklarının Katar’daki üslerden havalanarak Siyonistlerin uçaklarına havada yakıt ikmali yapması, ikmalden sonra tekrar Katar’daki üslerine dönmesi, İsrail uçaklarının bu ikmal sayesinde gidip ABD teklifini müzakere eden HAMAS heyetini Katar’daki mekânlarında vurması sizce de ultra enteresan değil midir?

Tarihte pek çok örneğini okuduğumuz ve herkesin gözleri önünde gerçekleşen bir hadise yaşandı: elçilere ya da müzakere heyetlerine tuzak kurulması! Egemen dünya düzeninin şeytan atlıları ABD-İngiltere-İsrail üçlüsünün ne denli güvenilmez ve hâin oldukları bir kez daha kanıtlandı ancak bu somutluğun halklar ve siyasal mücadeleler bahsinde nasıl bir karşılığı olacak?

Özellikle İran’a karşı işbirlikçi Körfez rejimlerini ve İsrail’i korumak ve elbette İran’ı farklı bir cihetten kuşatmak, müslüman halklara gözdağı vermek için 10 bin askeriyle gelen ABD’yi ve İngiltere’yi El-Udeyd üssünde ağırlamak bile Katar’ı dokunulmaz kılamıyor! Gerektiği zaman egemen güçler her durumda sözüm ona bütün diplomatik ölçüleri pekâlâ yerle bir edebiliyor.

Efendilerin bu aşağılayıcı, köleci nizamına karşı haysiyet sancağını yükseltecek bir irade insanlığın umudu olabilir. Bu sancağın benzerleri insanlığın uzun tarihi boyunca pek çok defa farklı coğrafyalarda farklı öncü kişi ve topluluk tarafından yükseltildi. Geldiğimiz evrede isyancı geleneklerin büyük bir savrulma ve dağılma içinde olduğu kabul edilebilir. Kapitalizme karşı emek hareketlerinin iyice zayıflatıldığı, sömürü ve işgallere karşı bağımsızlık ve özgürlük mücadelelerinin hırpalanıp yalnız bırakıldığı bir vasatta hiç şüphesiz Gazze direnişi, insanlığın ufkunda yepyeni bir pencere açtı.

Sumud Filosu; Mavi Marmara, Madleen ve Hanzala gemilerinin çok daha coşkulu bir halkası olarak vücut buluyor ve haysiyet sancağını daha da görünür bir seviyeye çekme niyetinde. Batı’da daha yoğunluklu olmakla birlikte dünyanın dört bir yanında son iki yıldır bahsettiğim aşağılamalara itiraz eden vicdanları büyük bir minnet ve ihtiramla görüp takip ettik. Yeryüzünün pek çok noktasında boy veren irili ufaklı bu haysiyet dalgaları şimdi de Sumud Filosu olarak vâr oldu ve Akdeniz’de özgürlük için çırpınıyor.

Bu ve benzeri filoların muvaffakiyeti farklı coğrafyalardaki isyan ve itirazların muhasara edilmesi, bütün ahlâkî değerlerden kopuk egemenler için çalışan işbirlikçi ağları nedeniyle içinde bulunduğumuz şu aşamada pek mümkün görünüyor. Sumud filosunun henüz Tunus limanlarında açık saldırılara maruz kalması bunun kanıtıdır. Mavi Marmara katliamı karşısında gözlemlediğimiz sessizlik, March to Gaza yürüyüşünün başına gelenler, Madleen ve Hanzala gemilerinin İsrail saldırganlığına teslim edilmesi ve şimdi de Sumud’un türlü bahanelerle yolundan alıkonulmaya çalışılması bunun açık kanıtları olarak önümüzde duruyor.

Vicdanı lâyıkıyla örgütleyemedik; sarsıcı, ufuk açıcı bir paradigmayla mayalayamadık, öyle görünüyor! Haysiyet ve vicdan sancaklarının zemininin sağlamlaştırılması gerekiyor. İdeolojilerin değersizleştirilip aşağılandığı, İslami hareketlerin ve neredeyse bütün dini değerlerin çok farklı araç ve imkânlarla çürütülmek istendiği bir vasatta bu, hakikaten zor hem de epeyce zor ama elbette imkânsız değil. “Wall Street’i işgal et!” eylemlerinden küresel anti-kapitalist isyanlara, grevlere, büyük çadır eylemlerine kadar son çeyrek asrı çoktan aşan bir zaman diliminde yerel düzenleri ya da küresel sistemi esastan sarsacak bir netice alınamadı ve görünen o ki süreç hâlâ aynı hattan ilerliyor.

Vicdanın ideoloji ve örgütlenme ile buluşması, her bir muhatap için bambaşka bir aşama ve atılım olacaktır. Kitleler var, vicdanlar milyonlarca varlar evet ancak bu yetmiyor! Egemen dünya düzenini, onun bütün paydaşlarını lâyıkıyla tanıyacak, bir bütün hâlinde ideolojik kavrayışını yapacak bir çerçeveye ihtiyaç var. Bu kavrayışın örgütlenmesi gerekiyor elbette. Kavrayışların örgütlenememesi egemenlerin zulümlerinin sürmesi anlamına gelecektir.

Esastan bir paradigmatik dönüşüm öncülük etmediği sürece kötülüğün örgütlü güçlerini geriletmek mümkün olamaz. İnsanlığın mevcut siyaset yapma biçimleri, önemli ölçüde terbiye edilmiş biçimlerdir. Silaha, şiddete, mevcut yaşam ve tüketim tarzına, siyaset yapma biçimlerine, demokratik ideallere, kapitalizm tarafından yapı bozumuna uğratılan hayatlara, bütün bunları yeşerten iklime köklü eleştiriler barındırmayan itirazlar kadük kalacaktır.

Bugün müslüman kitleler, öncüler Katar’ın ileri düzeyde yaşadığı aşağılamayı zaten iki yüz-üç yüz yıldır farklı ağırlıklarda yaşamakta ancak örgütsüz ve paradigmatik yetersizlikle malûl oldukları için onu ancak küresel vicdanların oluşturduğu filolarla, eylemliliklerle aşmaya çalışmaktadır. Birtakım temrin örneklerini esas kabul etmenin yıkıcı yanılgısı ile sayısız defa yüzleşilmesine rağmen hakiki bir hesaplaşmaya niyet edilmemesi anlaşılır gibi değildir. Katar’dan Suriye’ye, mukavemetleri kırılmak istenerek egemenler tarafından yeni bir aşağılanmaya maruz bırakılmak istenen Lübnan coğrafyasına kadar kötülük, büyük bir pervasızlıkla kol gezerken İslam’ı hakikatleri bütün kıtalara nimet sağanağı olarak bahşedecek bir cevher olarak görememek hâlâ o büyük basiretsizliğe ne denli teslim olunduğunu izah etmeye yeterli sayılabilir.

Bununla beraber Gazze direnişinin yukarıda saydığımız maddelerdeki paradigmatik üstünlüğü, egemenleri ontolojik bir hesaplaşmada açığa düşürmekte ve işaret ettiği ufuklar bakımından da fevkalâde endişelendirmektedir. İslam, algılardaki birtakım hatalara ve temsilcilerinin zafiyetlerine rağmen mezkûr paradigmatik boşluğu fazlasıyla dolduracak kabiliyete sahiptir. İslam coğrafyalarına/halklarına dönük çok boyutlu saldırı ve aşağılamalar, biliyoruz ki geleceği boğup kurutma amacı taşımaktadır. Başta Batı olmak üzere kurtuluşunu arayan insanlık için bazı işaretler belirmiştir ancak bunun ete kemiğe bürünmesi elbette gayrete paralel olarak zaman alabilecek ve egemen dünya düzeni ile gerçek bir hesaplaşma ancak o zaman olabilecektir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Gazze’nin Çığlığını Batı’da İslami Bir Devrime Dönüştürmek – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Seyyid Kutub, “Gördüğüm Amerika” adlı eserinde Batı toplumlarının iç dünyasına dair derin gözlemler yapar. O dönemde Amerika’da gördüğü refah, teknolojik ilerleme ve bireysel özgürlük görüntüsünün ardında maneviyattan yoksun, anlam arayışı içinde kaybolmuş bir toplum portresi çizer. Bugün, aradan geçen onlarca yıla rağmen Kutub’un bu tespitleri hâlâ geçerliliğini korumakla kalmıyor, Gazze’de yaşanan soykırımın Batı toplumlarına bizzat kendi tecrübeleri üzerinden bu gerçeği daha açık biçimde gösterdiği söylenebilir.

Bugün Batılı halklar, kendi yönetimlerinin Gazze’de işlenen insanlık suçlarını alenen desteklediğini görmekte. Yıllarca “demokrasi”, “insan hakları”, “özgürlük” gibi kavramlarla dünyaya ahlaki üstünlük taslayan Batılı devletler, canlı yayımlanan soykırıma sessiz kalarak hatta tüm gelişmiş silah ve savaş mühimmatları ile destekleyerek bu kavramların aslında sadece birer aldatmacadan ibaret olduğunu kendi halklarına çok açık bir şekilde ifşa etmiş oldular.

Batılı gençler, bu yalanların içinde büyüyüp şimdi bu acı gerçekle yüzleşiyor ve kendi yöneticilerinin, Filistin’deki katliamı meşrulaştırmak için sahte kavramları nasıl araçsallaştırdıklarını görüyorlar. Bu tecrübe, onları yeni bir anlam arayışına, varoluşsal bir sorgulamaya itmektedir. İşte tam da burada Kutub’un işaret ettiği maneviyat boşluğu devreye giriyor: Batı, içten içe aradığı hakikati artık İslam’da bulmaya çok daha yakın. Dolayısıyla bugün Batı’da bir İslami devrim fikri, tarihsel olarak hiç olmadığı kadar güçlü bir zemine oturmaktadır.

İslam coğrafyasında ise durum tersinedir. Gazze’de akan kan, İslam ülkelerindeki rejimlerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmıştır. Halklar öfkeli ve direnişe gönüllü olsa da rejimler işbirlikçi ve teslimiyetçidir. Yahya Sinvar’ın dediği gibi:

Bu şehir tüm normalleşenleri ifşa edecek, tüm düzenbazları rezil edecek, tüm terk edenlerin ve tavizcilerin hakikatini ortaya çıkaracak!

Bugün bu sözün muhatapları açıktır:

Mısır, Gazze’nin nefes borusu olan Refah sınır kapısını kapatarak İsrail’in kuşatmasına ortak oldu, oluyor.

Ürdün, halkının öfkesine rağmen İsrail’le diplomatik ilişkilerini koruyor, İran füzelerinin İsrail’e ulaşmasını engelleme çalışmalarına destek verdi. ABD, İngiltere ve İsrail’le birlikte hareket etti.

Türkiye, sözde sert açıklamalar yaparken İsrail’le ticaretini sürdürüyor, Azerbaycan petrolünün soykırım süresince kesintisiz sevkiyatını yaptı, çelikten çimentoya, gıdadan kabloya kadar göndermeye devam ederek soykırımın en büyük sponsorlarından biri hâline gelmiştir.

Suudi Arabistan ve BAE, “normalleşme” adı altında İsrail ile ittifaklarını derinleştirdi.

Bu tutumlar, sadece ihanet değil; aynı zamanda ümmetin onuruna karşı işlenmiş suçlardır. Gazze’de çocuklar toprağa düşerken bu rejimler, İsrail’le masaya oturmayı, ticaret yapmayı ve Amerika’ya sadakat göstermeyi tercih etmiştir. Sinvar’ın dediği gibi, Gazze bu ikiyüzlülüğü ifşa etmekte, tarih önünde bu rejimleri rezil etmektedir.

Öte yandan İslam ülkelerinde İslami bir devrimin şu an için mümkün olmadığı açıkça görülüyor. Bunun sebebi dışsal değil, içseldir: Bu ülkelerdeki diktatör rejimler, halklarını uyuşturmakta, sürekli illüzyona tâbi tutarak bilinçlerini ifsat etmekte ve İslami talepleri bastırmaktadır. Ordu ve güvenlik aygıtları kendi halklarına karşı dizayn edildiği ve halkı korumak için değil, tam aksine kendi halkına karşı kurulmuş birer baskı aracıdır.

Bu nedenle İslami coğrafyalarda, sokaklardan yükselmesi gereken İslami devrim talebi, çoğunlukla iktidarın gözüne bakarak şekillenen edilgen bir bekleyişe dönüşmüş durumda. Gazze halkı, kanıyla direnirken birçok İslam ülkesinde rejimler, halkların öfkesini kontrol altına alarak İsrail’in zulmüne fiilî bir destek sağlamış olmaktadır. İsrail sadece ABD ve Batılı devletlerin desteği ile soykırım yapmıyor, bundan daha çok bölge ülkeleri, sözüm ona İslam ülkelerinin desteği ve yardımı ile soykırım yapmaktadır.

Sonuç olarak İslam dünyasında rejimler, ümmetin kanıyla kurdukları saltanatlarını sürdürürken Batı toplumları kendi iktidarlarının ikiyüzlülüğünü görerek yeni bir anlam arayışına girmiştir. Seyyid Kutub’un işaret ettiği, Sinvar’ın ifşa ettiği ihanet gerçeği, birleştiğinde ortaya şu hakikat çıkıyor:

İslam ülkelerinde devrim, diktatörlükler yüzünden felce uğramışken; Batı’da İslami bir devrim imkânı tarihsel olarak daha güçlü bir şekilde gündemdedir çünkü Batı halkları artık kendi yöneticilerinin “demokrasi”, “insan hakları” ve “özgürlük” adı altında nasıl bir sahtekârlık yaptıklarını görmüş, İslam’ın hakikatini kavramaya bir adım daha yaklaşmıştır.

Yani, şunu bir kez daha söylemek istiyorum Seyyid Kutub’un “Gördüğüm Amerika”da işaret ettiği Batı’nın manevi çürümesi, bugün Gazze gerçeğiyle birleşerek bambaşka bir tablo ortaya çıkarmıştır. Bu da İslam ülkelerinde devrim ihtimali zayıfken, Batı toplumlarında İslami bir devrim umudu güçlenmektedir. Dediğim gibi Batı halkı artık kendi yöneticilerinin ikiyüzlülüğünü görmüş, sahte değerlerin maskesi düşmüştür. Önümüzdeki dönemde bu yüzleşme, Batılı insanları İslam’ın adalet, merhamet hakikat ve tevhid merkezli dünya görüşüne daha da yakınlaştıracaktır. Müslümanlar olarak batıda bir İslami devrimin imkânları üzerine kafa yormamız bu konuda gayret etmemiz belki de Gazze direnişine verilebilecek en büyük destektir.

Gözden kaçırılmaması gereken konu Batı toplumları hakikati arayıp İslam’a yönelirken Müslümanların omuzlarında ağır bir sorumluluk yüklenmiş oluyor. Bu hem bir imkân hem de aynı zamanda ilahi bir yükümlülüktür.

Kur’an’ın “Sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanlara şahit olasınız.” (Bakara, 143) ayeti, bu çağrının merkezindedir. Bugün Batı’da arayışa giren insanlara İslam’ın adaletini, merhametini, hakikatini ve tevhidi ulaştırmak, onları yalnız bırakmamak Müslümanların görevidir. Gazze’nin kanı, Batılı vicdanları uyandırmıştır fakat bu uyanışın bir hakikate dönüşmesi ancak Müslümanların davet çabasıyla mümkündür. Biz sustuğumuzda, daveti ulaştırmadığımızda, bu arayış başka ideolojilerin pençesine düşecek, Gazze’nin şehit kanlarının uyandırdığı vicdanlar yeniden sönecektir. Bu, sadece bir ihmal değil; ümmete ve insanlığa karşı bir ihanet olacaktır. Eğer bu görev ihmal edilirse büyük bir tarihî fırsat heba edilmiş olacaktır. Dolayısıyla, bugün sadece Gazze için değil, tüm insanlık için bir sorumluluk, Batının erdemli insanlarına sahih İslam’ı tebliğ etmek ve daveti ulaştırmaktır. Bu adım atıldığında, Batı’da İslami bir devrimin fitilini ateşlemek, artık sadece bir ihtimal değil, güçlü bir gerçeklik olacaktır. Eğer bundan kaçınırsak Gazze, ihanet edenleri nasıl rezil ediyorsa daveti taşımayanları da aynı şekilde mahkûm edecektir.

Tarihin çok ciddi bir kırılma noktasındayız; onun doğru tarafında yer almak durumundayız. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, sadece Gazze’de değil hiçbir yerde eski sistem devam edemeyecek; Gazze’den başlayarak Madrid’ten, Lizbon’dan, Londra’dan, Paris’ten, Roma’dan, Zagrep’ten, Toronto’dan, New York’tan, Berlin’den, Pekin’den, Moskova’dan başlayarak insanca ve Müslümanca yaşayabileceğimiz yeni bir düzen kurmak için çabalarımızı bütünleştirip birleştirmek durumundayız.

21. yüzyıla söyleyeceklerimiz de yapacaklarımız da sorumluluklarımız da var! Sorumluluklarımızdan kaçarsak 21. yüzyıla biz de maruz kalırız, çocuklarımız da maruz kalır. Bu pis oyunu bozarsak -ki ancak biz bozarız- kendi coğrafyamızdaki totaliter rejimlerin peşi sıra domino taşı gibi devrildiklerine de şahit olacağız!

Unutulmamalıdır ki Gazze, sadece bir direnişin değil, aynı zamanda bir çağrının adıdır. O çağrıya icabet etmek, Müslümanların tarih önündeki imtihanıdır. Ya bu daveti omuzlayacağız ya da tarih bizi de işbirlikçi rejimlerle birlikte ifşa edecektir. Bugün ya Gazze’nin çığlığını İslam’ın davetine dönüştüreceğiz ya da tarih sustuklarımız için bizi de zalimlerin safına yazacaktır.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x