Yazılar
Mini Mezopotamya Yolculuğunda İsmet Özel, Ahmed Arif ve Ölüm Duygusu – Naman Bakaç

Yayınlanma:
4 yıl önce-

Seyahat insanın dünyasını genişletir – Malcolm X
Sisli bir sabah vakti uyandırdı beni sürekli yolculuklara çıkan dost. Apar topar hazırlanıp, beklediği arabaya bindim ve yola çıktık. İsmet Özel’de olduğu gibi sabah şairin üstüne saldırıyor halet-i ruhiyesi oluşmadı bende. Ama arabamız sisli ve kararmış havada ilerlerken dükkânların uyuduğunu fakat ağaçların uyanık olduğunu dökülen yapraklardan anlayacak kadar da dinçtim. Mardin’e gidecektik bir cumartesi sabahında. Uzun yola çıkmaya çoktandır hüküm giymiştim ama nasip kısa bir yolculuğaymış oysa. Araba Hasankeyf yoluna girerken, kendi kendime şöyle yol arkadaşımla az konuşup, geniş çayırları, sisli dağları ve sararmış ağaçları daha çok izlemeye kendimi kaptırsam diye içimden geçirmiyor değildim. Memleket meseleleri her zamanki gibi buna da mani oldu maalesef. Mali piyasaların ahvalinden girip, insan karakterlerine değin sek sek topu gibi, o konu benim bu konu senin zıplıyor gibiydik. Dicle nehrini görmekle, her nedense Mezopotamya’nın topraklarına girmiş hissi oluşur bende öteden beri. Sanki Hasankeyf öncesi, Mezopotamya toprakları değilmiş gibi yanılgılı bir düşünce var zihnimde. Yeni Hasankeyf’e doğru ilerlerken, muhteris gayrimenkul avcılarının sağlı sollu arsalara yaptırdığı villaları görünce, üzgünlük ile kızgınlık arasında karışık duygular kapladı dünyamı. Yol arkadaşımla bunu konuşurken, o, her zamanki gibi konuşmaya kallavi giriş cümleleriyle başlar. Ardından meseleyi konuştuğumuz temaya getirmekte pek mahirdir: “İnsanlar ve toplumların değişimi ilginçtir Naman.” diye yine söylendi. Ardından meseleyi, ev yapmak ve yatırım denilen insanın mülkiyet duygusuna getirince, sosyolojik ve ekonomik dehlizlerin içinde kaybolmamak için oralı olmamaya çalıştım. Kulağım onun anlatımlarına, gözüm ise Dicle nehrine mıhlanmışken, üzgünlük yerini hüzne bıraktı. Çünkü dedemin sebze ve meyve bahçelerinin sular altında kalışıyla birlikte her yaz geldiğimiz bol yeşillikli bağlarımızı görmemle, hatıralara dalmam bir oldu. Geçmiş demişken Faulkner’in veciz sözünü anmadan Hasankeyf’i bari geçmeyeyim: “Geçmiş asla bitmez. Hatta geçmez bile.” Nedense bu sefer kirpiklerim ıslanmamıştı. Ama yüreğine hüzünlü karanfiller atılmış gibiydi. Tamam, Kemal Sayar’ın dikkat çektiği Hüzün Hastalığı matah bir şey ama “hüzünsüz bir halde olmuyor be birader” diye iç geçirdim Hasankeyf yolundan Kemal Sayar’a.
Ne kadar yeni Hasankeyf’i görsem, cansız bir mezarlıktan geçiyorum hissi uyanır bende. Buradaki evler Midyat taşları ile inşa edilmiş olsa bile. Zeynel Bey türbesi orijinal hali ile oradaydı ama bir saksı gibi duruyordu gözümde. Bu yüzden “Hasankeyflisin ama insan böyle bir yerde bir ev almaz mı be kardeşim” yollu eleştirilere buradan bir cevabım olsun bu saksı meselesi. Yol arkadaşım keskin bir gözleme sahip biri. Dağların ve tepelerin ağaçsız halini görünce, hemen sosyolojik ve ekolojik birkaç tespitte bulundu. “Geçmişte buralar gür ağaçlarla kaplıydı.” dedi. “Biliyor musun neden şimdilerde bu ormanlar yok?” diye sordu bana. Kendi sorusunu da kendisi cevapladı ardından “Geçmişte buranın insanları o kadar fakirdi ki, bu yörelerde “darberû” denilen meşe ağaçları kesilip, yakacak olarak kullanılırdı.” diye söylendi. Devlet-i Aliye’nin buralara kurumsal olarak ağaç dikme faaliyeti de olmadığı için, sonrasında çorak bir görüntü oluşmuş bu dağlarda.
Hasankeyf yolundan çıkıp, Gercüş yoluna girdiğimizde sağlı sollu küçük köylerin isimlerini Türkçe ve Kürtçe birbirimize söyleyip, bilgilerimizi tazeliyoruz yol arkadaşımla. Difnê (Üçyol), Mervanîye (Akyar) Bêcirman (Vergili), Derdîle (Gönüllü) şeklinde geçen köyler… Çoğunda da Ermenilerin yaşadığı bilgisi hemen verilir bizim buralarda bu tip köyler konuşulurken. Bizim de böyle oldu doğal olarak. Yolun sağlı sollu taraflarında kahve, sarı ve kurşunî renkli ağaç yapraklarıyla oluşan sonbaharın bitimi, kışın yaklaşımı ile beliren tablo, içimdeki hüznü birazcık olsun dağıtıverdi. Kercosê’yi (Gercüş) şöyle teğet değerek geçtiğimiz bu yolda, bir sonraki durağımız Matiat (Midyat) ilçesi olacaktı. Yalnız Midyat’a varmadan önce çevredeki çoğu Kürt köyleri arasında bir Arap köyü olan Derîndib (Yolağzı) köyünden geçerken, her ikimizde köyün cadde ve evlerinin düzenli, bahçeli, temiz ve bakımlı olması dikkatlerimizden kaçmamıştı. Bu sefer önce ben mikrofonu alıp, çevre Kürt köyleri arasında neden bu köyün böylesi bakımlı, temiz, düzenli olduğunu sordum yol arkadaşıma. Cevabını da kendim verdim. Kürtlerin inişli çıkışlı dağ köyleri ve mekânlarında yaşamalarından yola çıkarak, birazda göçebeliğin ve çoğunlukla da sürülmelerinin etkisiyle biraz serazat (bu ifade Vahdettin İnce’den çalınmadır!) başına buyrukluk hallerinin mekân ve şehir algılarında etkili olduğunu anlattım. Mesela bakın Siverek’e, Bismil’e, Suruç’a, Kozluk’a, Ergani’ye, Çaldıran’a, Doğubayazıt’a vs. evler ve mekânlar bakımsız, renksiz, düzensiz, tekdüze ve de maalesef temiz değil. Mezopotamya’nın yerleşim yerleri üzerine tarihsel, toplumsal ve mekânsal analizlerden sonra Midyat’a vardığımızda ilçenin girişinin az önce saydığım vasıflara haiz olması maalesef beni yine şaşırtmadı. Yol arkadaşım kahvaltı için tekliflerini sundu bu arada. Ben tercihimi sıcak mercimek çorbasından yana koydum. Fakat malum hafta sonu kısıtlamalarından dolayı göz gezdirdiğimiz esnaf lokantalarında iri kilitler hemencecik göze çarpıyordu. Söylemeden edemeceyem bizim buralarda esnaf lokantaları kilitli iken, sözüm ona modern lokanta/restaurantlar neden alarmlı, kameralı, otomat kepenklerle kaplı sorusunu ortaya bırakıp, aradan çekiliyorum. Simit Sarayı denilen bir pastane zincirinden öteberi aldıktan sonra, bir parkta kahvaltımızı yapmaya koyulduk. Parka girer girmez parkın temizliği, düzenliliği ve içindeki üç temizlik görevlisinin büyük bir dikkatle işlerini yapmaları üzerine, bir temizlik görevlisinin yanına yaklaştım. Elimdeki börek ve pastalardan birini uzatıp şunu söyledim: “Deminden beri dikkat ettim, süpürgeyi ve küreği alelâde değil, özene bezene kullanarak ve hiç yüksünmeden temizliğinizi çok güzel yapıyorsunuz. Bu böreği hakettiğinizi düşündüm. Lütfen alır mısınız?” dememle onun cevabı bir oldu: “Yok abi, teşekkürler. Allah razı olsun. Az önce kahvaltı yaptım ben.” dedi. Israr ettim böreği alması için. Ama kendisi de aynı kararlılığı gösterince, ilk gidişimdeki heyecanın, yerini ringden mağlup olmuş güreşçi gibi başım hafif öne eğik bir şekilde döndüm. Az ilerdeki temizlik görevlisinin de hiç yüksünmeden ve tavsamadan yerleri temizlediğini görünce, içimde hem sevinç hem de güzellik peydâh oldu. Yalnız orada da ölü olan şey, ağaçlardı. Kolları örtüsüz, gövdesi paltosuz bir şekilde yapraklarını dökmüş olmanın haliyle cansız bir bedeni andırıyordu parkın ağaçları.
Kahvaltıyı bitirdikten sonra, arabamıza binip Midyat ilçesinden geçtik. Arapların yoğunlukla yaşadığı Estel mıntıkasından geçiyorduk. Buraları bakımlı, rengârenk sağlı sollu yüksek katlı binalarla doluydu. Caddeler temiz ve bakımlıydı. Midyat’tan çıkar çıkmaz çevrenin kahverengi ve kremsi topraklarla bezeli halinin içinde az da olsa ağaçlar hatta mini ormanlar görünce, coğrafyanın değiştiğini ilk anda insan hemen fark ediyordu. Mezopotamya’nın Turabdin bölgesi denilen bu topraklarda Mahalmi (kimileri Mıhallemi diye de söyler) denilen toplulukların yaşadığı köylerden geçiyorduk. Mahalmiler kendilerini etnik olarak ayrı görseler de bölgede Arap oldukları ya da Arapların bir kolu oldukları şeklinde yaygın bir görüş de yok değildi. Lübnan, Suriye ve bizim Turabdin bölgesinde yaşayan bu insanların, sanırım İsveç ve Belçika’da az da olsa bir nüfuslarının olduğunu duymuşluğum vardı. Şorızbah (Çavuşlu) ve Derîzbînê (Acırlı) köylerini şöyle uzaktan görüp, buralardaki bakım, düzen ve temiz manzarayı görünce yol arkadaşımla bu sefer konuşmadık ama bakıştık. İkimiz de bu bakışmaların ne olduğunu anlamıştık zaten.
Mardin’e doğru ilerlerken, yol üzerindeki köylerin damlarında, balkonlarında, bahçelerinde ay yıldızlı bayrağın geçmişe oranla fazla oluşu dikkatimi çekmişti. Bir ara şöyle de düşünmedim değil doğrusu; acaba yakınlarda bir taziye mi var? 2013-2015 yılları arasında ev ve dükkânların duvarlarında örgüt isim ve sloganları ile milliyetçi partilerin flamalarının asılı olduğunu hatırlayınca Hegel’in “zamanın ruhu”na gidip, hızlıca dönüverdim. Zira ruhlar yükselip, düşüyordu dönemsel olarak. Tıpkı insanoğlu gibi. Düşenler ve yükselenler misali. Bu bahs-i diğer mevzuyu bırakıp, yol arkadaşımın çalan telefonundan istifade ederek, yüzümü tümüyle sağa çevirip gri renkteki dağlara ve onları sarmalamış olan ağaçlara odaklandım. Ağaçlar tıknaz ve alımlıydılar. Toprak ise gri ve kahverengi tonuyla tabloyu renk cümbüşüne dönüştürmüştü. İçlerinden geçiyormuşum gibi düşünüp, daldım. Yol arkadaşımın telefonunun da uzaması işime geldi ve bu dalıp gitmeler üzerine biri İsmet Özel’den diğeri Ahmet Arif’ten iki şiir mırıldandım. Biri içinde Nemrut dağı, Keklik takımı ve Karaca sürüsünün geçtiği Otuz Üç Kurşun’lu şiir, diğeri ise “taşıdım kara gençliğimi dağların damarından” mısrasının geçtiği Yaşamak Umrumdadır şiiri. İkinci şiir genellikle melal havalarda gezindiğim günlerin şafağında bazen şöyle dilimin ucuna değip, geçiverirdi.
Yol boyunca Ahmed Arif’in dediği gibi firari güvercinleri su başlarında görmedim, keklik takımları ise avcıların inisiyatifine kalmış bizim bu topraklarda. Yalnız Mehsert (Ömerli) ilçesine varmadan sırtı sütbeyaz bir tavşanı bahçeli bir evde görünce Ahmed Arif’in “karnı sütbeyaz bir dağ tavşanı, garip iki canlı” dizeleri tekrar gelip, dilime pelesenk oldu ama yol arkadaşıma da bunu hissettirmemeye çalışıyordum. İyi bir dinleyici ve gözlemcidir ama edebiyat-medebiyat, pörtü böcek… diye başlayan klişe cümleleri bana karşı kuracak diye de çekindim doğrusu. Tıpkı karnı sütbeyaz tavşanlardaki çekingenlik gibi. Bu ürkeklik ve şiirimsi hava karışımı halet-i ruhiyeden, dağların damarını içime çekmeye çalıştım, tabi havanın nemini de. Yolda yalpalanarak ilerlediğimiz köylerin arasında hızını düşüren yol arkadaşımın azıcık frene basmasıyla, ağaçların öksürdüğünü, her öksürük boyunca kollarından düşürdükleri sararmış yaprakları da görmüyor değildim. Bütün bu görmekler ve bohçama topladığım duygular denizi içinde, Mardin’e vardığımda ürkütücü manzarayla karşılaştım.
Tümsek yolda ilerlerken vardığımız Mardin’in girişinde çok katlı, kibrit kutulu evlerin yanısıra dört şerit boyunca sağlı sollu arabaların arasından ana kavşağa vardığımızda şiirimsi hava dağılmış yerini keşmekeş havasına bırakmıştı. Yol arkadaşım, keşmekeşlik halimi fark ettiğinden midir yoksa her Mardin’e gelişinde yaptığı bir alışkanlığı mıdır bilemedim ama beni “eski Mardin’e” götürmek istediğini söyledi. Ben ise reddettim ve kendi işinin olduğu Organize Sanayi Bölgesine varmak için Kızıltepe yoluna girdi. Mardin Organize Sanayi Bölgesi’ne girerken, her zamanki yaptığım şeyi yapıverdim tekrar. Bir işyerinin girişlerini, çevresini kolaçan ettim. Türkiye’nin un ihracatının en fazla yapıldığı bir Organize Sanayi Bölgesi olmasına rağmen, yolun yamalı oluşu, orta refüjdeki ağaçların hasta halleri, parkelerin sağlı sollu dağınıklığı, naylon ve çöp artıkların dikenli tellere asılı manzaraları, üretim binalarının bakımsız duvarları ile doğrusu içim kararmadı değil. Bunu da yanımdaki yol arkadaşıma hemencecik ifade ettim.
Yol arkadaşım görüşmelerini yapmak için, toplantı yerine geçince ben de bekleme salonunda geçtim. Masadaki dergileri karıştırdım. Dergilerden birinin kapağında Siyah Kuğu’yu görünce, hemencecik elime aldım. Pandemi ve Siyah Kuğu başlıklı yazı dikkatimi çekmişti. Direkt o yazıya ulaşmak için sayfaları hızlıca çevirdim. Çünkü Siyah Kuğu ile Pandemi arasında 2020 Martından sonra birkaç makale okumuştum. Bilirsiniz Siyah Kuğu nadirattandır. Üstelik 2008 krizini önceden öngördüğü için ünlü ekonomist Nassim Nicholas Taleb’ın Siyah Kuğu isimli kitabı da meşhurdur. Hollywood yapımı Siyah Kuğu isimli filmi duymuşluğum vardı ama izlemişliğim yoktu. Yalnız filmdeki Siyah Kuğu ile kitab olan Siyah Kuğu arasında ise tematik olarak benzerlik yoktu. Dergideki makale kısa ama öz bilgiler içermesi hasebiyle fena değildi. Coronavirüs pandemisinin yüzyılda bir görülen olasılıksız bir durum olduğunu ve bu olasılıksızlığın etkisinin uzunca süreceğine dair argümanı işleyen bir makale idi. Sağımdaki duvarda dezenfektan septiğini, yüzümde maske, masada kolonyalı alet edevatları görünce, bu olasılıksız pandeminin etkisinin bana dokunduğunu, karşımdaki görevliye de temas ettiğini gözlemledim. Kitaptaki teorik bilgi ile gündelik hayatım arasında paralellik kendini baş göstermişti. Marks’ın teori-pratik bütünselliği ardından Kur’an’ın inanç-amel birlikteliğini de bilfiil hissettim desem abartı saymazsınız inşallah. Bir yol seyahatinin Marks’a oradan da Kur’an’a gelmesi, belki okurun kulağını tırmalıyordur ama hayat da böyle bir şey değil midir zaten? İçinde doğa, şiir, yolculuk, hastalık, düşünce, ideoloji, din, ekonomi, sanayi bölgeleri, ticaret, hüzün, park, kahvaltı, işçiler vs. toplamından ibarettir. Belki de hayat, tüm bunların toplamından daha büyüktür, daha hacimlidir.
Organize Sanayi Bölgesinde yeni yapılacak inşaatın yerini görmek için Isuzu marka bir pikapla yola çıkıyoruz. Yanımdaki işçi yol boyunca kafası eğik bir şekilde akıllı telefona adeta hipnoz olmuşçasına bakıyordu. Fakat şoförün ekşin hali dikkatimi çekmişti. Bu dikkat ilerleyen dakikalarda üzerine odaklanmaya yöneltti beni. Şoförün beyefendiliği, üslubu ve nezaketi etkilemişti beni. Pikapla inşaat yerine geldikten sonra, şoförün az önce saydığım meziyetlerini bir de kendisine söyleyerek, ikimizde mütebessim bir edayla vedalaştık. Çok şaşırmıştı böyle cümlelerin kulağına fısıldanmasına. Bu vedalaşma kısmından önce inşaatın yanına gittiğimizde yol arkadaşım kendi işiyle meşgul iken, ben yaklaşık 100 metre ilerde iki çocuk, bir gencin koyunlar arasında organize sanayi bölgesinin tel örgülerinin ardında, tuhaf hareketlerini görünce oraya doğru yöneldim. Koyunların arasında sanki ellerindeki bir şeyi ağızlarına ve burunlarına çekiyordu gibi bir halleri vardı. Emin olmak için yaklaştığımda, yol arkadaşım gideceğimizi söyledi bana. Arabamız onların yakınından geçerken, gözlerimi faltaşı gibi açıp, işin mahiyetini anlamaya çalışmak için onlara dikizledim. Onlar da beni fark etmiş olacak ki, ellerindeki malzemeyi bırakıp bana bakakaldılar. Arkadan başka bir genç, hızla onların yanına geliyordu. Çocuklardan birinin yerde titrediğini fark ettim, ama yanlarına gitmem imkânsızdı. Koşar adımlarla gelen genç ise, yerde uzanan küçük çocuğa yöneldi. Küçük çocuğun hareketliliği durmuş, yerde kütük gibi cansız duruyor gibiydi. Organize Sanayi Sitesinin müdürlük binasına vardığımda aklım orada kaldı. Hani Sezen Aksu bir şarkısında: “kalbim Ege’de kaldı” der ya, bizimkisi de böylesi bir ruh haliydi işte. Midyat parkındaki cansız ve soğuk ağaçlar aklıma geldi her nedense, çocuğun orada cansız bedenini gördüğümde…
Memlekete dönüş için Kızıltepe yoluna çıkıp, Mardin’e ilerlediğimizde, şehrin uzaktan görünümü, bir kartalın dağ yuvasını andırıyordu adeta. Bu görüntüyü bir de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin (Irak Anayasasında geçen ifade bu şekilde ey okur, sakın hiddetlenme!) Amadiye şehrine benzettim ki, orası da bir dağ tepesine kurulu idi. İkisi de muhteşemdir. Bu muhteşem manzarayı seyreylerken, aniden yüreğimde bir sızı hissettim. Ucu sivri bir nesne, sanki kalbime saplanıyor gibiydi. Yol arkadaşıma bundan bahsetmedim. İçimde bir tedirginlik oluştu. Ama ne olduğunu kestiremiyordum.
Mardin’den çıkıp Gercüş’e varmaya az kala, yol arkadaşım ilçede bir eve uğraması gerektiğini söyledi. Gercüş’ün ana caddesinde ilerlerken, önceki günlerde sosyal medyada #Gercüşteneleroluyor hastaghıyla bir kampanya vardı. Cinsel taciz iddiaları medyada bolca yer almıştı. O kampanyanın etkisiyle midir yoksa başka bir nedenden midir bilemedim ama geçtiğimiz her caddede insanlar gözlerini bize dikmiş faltaşı gibi bakınca, rahatsızlığımı arkadaşıma ilettim. Sorduğumda ise, “Gercüşlüler hep böyledir, yabancı plakalı bir araba veya yabancı birilerini gördüklerinde rahatsız edercesine gözlerini sana dikerler” dedi. Gercüş kasr ve konaklarıyla bilinen bir ağalar diyarı. İşin ağalar kısmını çıkarıp, konak ve kasrları görmek istediğimi ilettim arkadaşıma. Eski Gercüş’ün içinden geçerken bunları görünce, bu topraklarda gelip geçen imparatorluklar, beylikler, devletler aklımdan geçiverdi bir çırpıda. Arkadaşımın uğrayacağı eve vardığımızda, ben evin hemen yanındaki mezarlığı görünce, arkadaşıma o tarafı işaret edip adımlarımı hızlandırdım. Mezarlığın arkasında metruk bir yapı, bir de bir mezarın tıpkı Ahlat mezarlığındaki taşlar gibi Arapça harflerle yazılı olduğunu fark ettim. Mezar taşını ve metruk yapıyı fotoğraflayıp, mezarlığın etrafında dolanmaya çalıştım. Mezarlık, ölüm duygusu, Organize Sanayi Bölgesindeki kütük gibi yere uzanmış çocuğun hali ve Midyat parkındaki ölü ağaçlar derken, yüreğimdeki sızı biraz daha artmıştı. Hasankeyf’e varmak üzereyken yüreğimdeki sızıyı yol arkadaşıma açmaya karar verdim ve kendisine durumu ilettim. O esnada bana gelen bir telefonla Mazlumder yönetiminde başkan iken beraber çalıştığımız ve de çok sevip, saygı duyduğum Hasan Abi’nin babasının öldüğü haberi telefonun öbür ucunda yankılandı. Hasan abimizin babası bir haftadan beri Corona tedavisi nedeniyle hastanede yatıyordu. Nadirattan görülen Siyah Kuğu, uzunca bir süredir bize sıklıkla kendini gösteriyordu artık. Üstelik Siyah Kuğu isimli kitabın alt başlığı olan “Olasılıksız Görünenin Etkisi” demek buymuş diye de iç geçirdim. Evet, Siyah Kuğu, yani Corona Pandemisi etkisini sıklıkla göstermeye çalışıyordu nitekim hayatım(ız)da. Hasan abimizin babasının vefat haberiyle bu etki, biraz daha ağır geldi bana. Kendisi gibi babası da sivil toplum bilinci gelişkin; çevreye, akrabalarına, köylülere, fakir-fukaraya duyarlı bir şahsiyetti. Arkadaşım, “Senin kalbindeki ağrı yoksa bundan olmasın diye” sorunca, “bilmiyorum” dedim. İkimiz de uzunca bir süre ilm-i hal ile konuştuk.
Sonu ölüm haberiyle bitmek üzere olan mini Mezopotamya yolculuğumuzun evveliyatı aklıma geldi birden. Hani kimi mezarlık filmlerinde sisli, bulutlu ve karartılı sahneleri andıran sahneler olur ya, daha yolculuğumuzun başı zaten bu hava ile başlamıştı desem yeridir. Midyat’ta kollarındaki yapraklarını öksürmüş ölü ağaçlar altında kahvaltımız, Mardin Organize Sanayi Bölgesi civarındaki bir çocuğun kütük gibi uzanmış bedeni, Gercüş’teki kadim mezar taşı ve son olarak Hasankeyf yolunda bir büyüğümüzün vefat haberi… Bir film şeridi gibi hissettire hissettire ölüm duygusu meğerse yolculuğa damgasını vuruyormuş da biz faniler bunu son kertede fark ediyoruz, diye söylendim kendi kendime. Sanki Allah, bu ölüm duygusunu adım adım, gıdım gıdım veriyordu bana. Sonra “Her nefis ölümü tadıcıdır.” ayetiyle beraber İsmet Özel’in “Ki ölüm her yerde uyanıktır” mısrası düşüverdi zihnime, dilime, yüreğime… Arabanın içi değildi sadece hüzünlü olan, bu arada. Arkadaşımda da o hüznü, yüz kıvrımlarından fark edebiliyordum. Mezopotamya topraklarında geçen bu yolculuğun ölüm duygusuyla iç içe geçen kasvetli havasını dağıtmak için mi yoksa tevafuken mi oldu bilemiyorum, arkadaşım arabanın teybini açtı, gelen ses Aram Tigran’ın sesiydi. Çok neşeli bir şarkı idi. Kıpır kıpır derler ya o cinsten bir şarkıydı. “Gelo Ew Kî bu?” şarkısına eşlik edip etmeme arasında sıkışıp kaldım birden. Bir yandan ölüm ve cenaze havası, diğer yandan Kürtçe şarkının düğün formundaki kıpır kıpır melodisi. Hayat, bazı kavram ve hallerin toplamından ibarettir, derken aslında eksiklik duygumuzu ve hallerimizi kastediyordum. Meğer o hayatın içinde ölüm ve düğünü eklememiştim. Kim bilir ileride hayatın başka hangi ekleyeceğim duygu ve halleriyle yüzleşecektim. Bu yüzden altını kalınla çizerek şu sözle bitireyim Mezopotamya yolculuğumu: “Hayat, yazıdan da bu anlatıdan da daha büyüktür!” ey okur!

CHP’nin Saraçhane çağrısının son günü Maçka’daki öğrenci eylemini, sonrasında da Saraçhane’yi gözleme fırsatı buldum. Bazı notlarımı paylaşmak isterim.
– Özellikle öğrenci eylemi çok kalabalıktı. Hemen her üniversiteden yüz bine yakın öğrenciden bahsetmek abartı olmaz. Genç simalara bakılacak olursa bazı liselilerin de eyleme katıldığını söylemek mümkün. Saraçhane de az değildi ama böylesi bir momentum ölçeğinde düşünürsek abartılı da değildi.
– Kitle içinde 16-25 yaş arası gençlik en baskın grup. İdeolojik olarak ise kitlenin en az yarısı Atatürkçü, seküler milliyetçi, ırkçı görünümde. Mustafa Kemal’in Askerleriyiz, Apo Piçtir Piç Kalacak ve türevleri en sık duyulan sloganlar ve görseller. Bu sloganlar Faşizme Karşı Omuz Omuza, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz, gibi sloganlara nazaran çok daha hızlı karşılık buluyor. Bozkurt işareti yapan çok kişi vardı. Pek el işareti -yumruk, zafer vb.- yoktu ama en çok yapılanı bozkurt denebilir.
– Eylem liderlikleri daha mutedil gözüküyor ama silik kalıyorlar. Öğrenci eyleminde en öne konulan pankartlar, önde gözlediğim komite -tanıdığım bir kişiyi de gördüm- daha solcu, kapsayıcı bir tondaydı. Saraçhane eyleminde de otobüste, kitleye nazaran daha kapsayıcı bir dil vardı.
– Örgütsüz bir kalabalıktan bahsediyoruz. CHP onları temsil etmeye çalışıyor ama siyasi grup/parti bayrağı çok az. Bunları geçtim; renk belli edecek mesela sosyalist, feminist, lgbtci pankarta rastlamak dahî çok zor! Esprili, küfürlü, belirsiz bir bunalımı dışa vuran ama “görülme” hariç politik talep içermeyen afişler baskındı. “Hak, hukuk, adalet” sloganı, kitle ile okununca bu görülme talebinin bir dışa vurumu olarak değerlendirilebilir. Ama mesela bunun Kürtleri de kapsayan bir talep olduğunu söylemek güç. Öğrenci eyleminde binlercesi içinde -kitlenin yürüyüşünü baştan sona izledim- belki 10 tane feminist göndermeli pankart dahî yoktu mesela. Sol, eşitlik vurgusu filan zaten hiç yoktu. “Bizde Devrim Ata Sporu” gibi pankartlara bakınca tek tük görülen devrim kelimesinin ise tam olarak neye işaret ettiği belirsiz. Bu güçlü kelime, İnkılâp Tarihi dersinde öğretilen Atatürk devrimlerine mi işaret ediyor? Eğer öyleyse bu devrimler bugün dünyaya nasıl bir yön vermek istiyor? Tüm bunlar fazlasıyla belirsiz. Yoksa bu kelime haklı bir yıkma arzusunun Ata ile beraber meşruiyet kazanarak dile gelmesi mi?
Birkaç çıkarım:
– İç Anadolu’da Afyon, Manisa, Bolu, Kütahya gibi illerden yükselen ve CHP’li belediyelerle görünür olan itirazı anlamak gerekiyor. Tanju Özcan’da nobran, Mansur Yavaş’ta daha şehirli ifadesini buluyor bu itiraz. “Aaa, Çorum’da, Konya’da bile eylem olmuş!” şaşkınlığındaki arka plân bu sanıyorum. Yozlaşmış bir yönetim, ekonomik olarak yukarıda olamamak, dahası yukarı çıkma yollarının da kapalı ya da şansa dayalı olması büyük bir öfke kaynağı. Torpil-yandaşlık-adam kayırmacılık şüphesiz önemli ama yeterli açıklamalar değil bu eşitsizlik zemini için.
– Eğitimin sınıf atlama vesilesi olduğu bir vasat ortadan kaybolmuş vaziyette. Bunun yanında finans kapitalizmin emeğe verdiği değer sanayi kapitalizminden çok düşük. Ekonomik başarı bir network kurma, aracı olma, hasbelkader doğru yerde doğru zamanda olma ile daha çok ilintili. Emeğin ön planda olduğu bir zeminden şansın ön plânda olduğu bir zemine geçildi. Ancak bu müteşebbis ruhun kendine kolay fırsat bulduğu bir ekonomik dünyada da gerçekleşmiyor. Girişimcilik alanları da büyük sermaye tarafından ciddi bir kontrole tâbi. Burada da şanslı olmak ve büyükler tarafından dikkat çekmek gerekiyor ki bir sınıf atlama imkânı yakalansın. Serbest piyasanın sunduğu fırsatlar da o kadar geçerli değil artık. Bu durumda da insanların ilgisini sendikalardan çok bahis sitelerinin çekmesi anlaşılır. Piyango toplumunda kazanamayan çoğunluğun öfkesi de büyük.
– AKP iktidarı özenli bir şekilde CHP’nin ve daha önemlisi Atatürkçülüğün meşru bir muhalefet alanı olmasını engellemedi. Bugün bir memurun profil fotoğrafındaki Atatürk fotoğrafı muhalefetini ifade etmesinin meşru bir yolu. Bunun yanında sivil toplum ve alternatif siyaset alanlarının üzerinden silindir gibi geçildi.
– İktidar seküler milliyetçiliği muhatap aldı. Bunu kasıtlı yaptığını zannediyorum ancak öyle olmasa bile muhatabının en zayıf gördüğü yerine vurdu, ses de oradan geldi. Tersten bakarsak, muhatap alınmanın bir yolu da bu dili kuşanmak oldu. Bu bağlamda AKP, seküler milliyetçiliğe karşı muhafazakâr milliyetçiliğin galip geleceğini varsayıyor olmalı. Bu şekilde hem iktidarını sürdürüp hem de muhalefete göre daha kapsayıcı/liberal bir pozisyonda kalacağını öngörüyor. Zira muhafazakâr milliyetçilik, din üzerinden ırkı aşan bir ortak vatandaşlık zemini kurmaya daha müsait. Muhalefeti buraya hapsedebileceğini düşünüyor ama bir yandan da ateşle oynuyor. Türkiye Yüzyılı vizyonunda, İmralı sürecinde, Narin cinayeti olayında CHP medyasının (ve HDP elitlerinin) üstenciliğine karşı Kürdün yanında olan tavırda bunu gösterdi. Ama gerektiğinde de esas saldırıyı daha faşist olanlara değil, barışçıl ve liberal olanlara yöneltiyor: Demirtaş’ın içeride olması, barış süreci yürürken HDK’ya yapılan operasyon, en son ırkçı olmayan ve kitleye yön verebilecek bazı kişilerin eylemlerden uzak tutulacak şekilde tutuklanması…
– Ümit Özdağ’ın tutuklanmasını da es geçmemek lazım. Seküler milliyetçiliğe alan açıyor ama elbette ondan korkusu da var. Bu hem devletin dizaynı ile ilgili hem de AKP’nin iktidarını sürdürme hevesi ile örtüşen bir endişeye tekabül ediyor. Ama mesela İmamoğlu’nun görece kapsayıcı dilinden rahatsızlar. Ona dair korku, özellikle partide daha yüksek. Toplumsal barışı temsil etme iddiasını kaybetmek istemiyor AKP.
Yine de devlet, kontrol edilmiş muhalefetin seküler milliyetçi kimliği kuşanmasına ikna olmuş durumda hatta Özdağ gibi radikal figürlere değil belki ama mesela Yavaş’a iktidar devri dahî bürokrasinin ve Ankara etrafındaki karar alıcıların önemli bir kısmından onay alabilir. İktidara gelse de sorun üretmeyecek bir muhalefet her güç yapısının isteyeceği bir elemandır. İmamoğlu için aynı onayın verilmesi ise Erdoğan/AKP ve devletin diğer aktörleri arasındaki diyaloga bağlı olabilir.
– Tabii bu siyasi hamlelerin ötesinde yüz yıllık milliyetçi eğitim sistemini, 15 Temmuz sonrası arttırılan milliyetçiliği -dünkü sık atılan sloganlardan biri: “terörist değiliz öğrenciyiz”- de not etmek gerekiyor. 15 Temmuz sonrası atmosfer yalnızca AKP tabanını değil diğer toplum kesimlerini ve gençliği de şekillendiriyor. Yani bir yandan da cumhuriyetin ve cumhuriyeti milletle buluşturan AKP’nin gençliği ile karşı karşıyayız.
– Saraçhane ve Maçka’nın Gezi’den en çok ayrılan noktası solcu, feminist, lgbtci, antikapitalist müslüman veya herhangi diğer örgütlülüğün yokluğu. Gezi, 90’ların hareketli siyasi yıllarını takip eden liberal bir dönemin ardından gelmişti. Belki âhir ömürlerindeydiler ama çok sayıda kuvvetli örgüt vardı ve kitleye yön verme kapasitesi taşıyordu. Bugün bu eksik. Gezi’de eksik olan da Ankara’da temsil bulmaktı. Saraçhane ise doğrudan Cumhurbaşkanı adayının arkasında hizalanmış vaziyette. Daha “eğitimsiz” ancak merkeze dair arzusu ve aceleciliği daha yüksek bir hareket.
-Öbür yandan CHP’nin Ankara’da temsil etmek için çırpındığı ama kontrol de edemediği bir isyan bu. Buradan çeşitli sonuçlar çıkabilir. Köhnemiş siyasetlerin yok olması pozitif de görülebilir, ortaya çıkan başıboş Türkçü kuvvetten endişe de duyulabilir. Ancak bana siyasi mücadelenin uzun erimli direnişe ve inada dayalı, hayatın içinde örgütlendikçe olağan üstü zamanda değerini daha da büyük bulabileceği bir alan olduğu gerçeğini hatırlatıyor bu durum.
-Göstericilerin polisle olan iletişimi oldukça dikkat çekici. Sıklıkla, Polis Sen de İsyan Etsene sloganını duymak mümkün. Polis Simit Sat Onurlu Yaşa’nın yanında polisi kendi polisi gören, “milli” bir isyan! Polisi koruyan insanlar görmek de mümkün alanda. Bu durum ideolojik ezberlere hor görülecek bir tavır gibi gözükebilir. Daha örgütlü ve “siyasi” bir kitle olsaydı belki de bu manzaraların önünü kesecekti. Bu durumda sormak gerekiyor ki bir isyan hareketi kendi kardeşleri olan polise de bir teklif sunmalı değil mi? Kendilerini gördükleri ayrıcalıklı Türk pozisyonla ilgili de okumak mümkün elbette bunu. Tabii, bir isyanı organikleştiren, hayatın ve halkın sahici bir parçası kılan şeylerden biri olmaz mı, polisin isyana el uzatamayacak hâle getirilmesi? Bu da üzerine kafa yorulası önemli bir mevzu olarak duruyor önümüzde.

Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyonun, diploma sahteciliğinden ve iktidarın yolsuzlukla mücadele hassasiyetinden kaynaklanmadığını fark etmek zor değil. Zira öyle olsa Ak Partili belediyelerle veya bazı bakanlarla ilgili vahim iddialar da soruşturulurdu. Bülent Arınç gibi bir ismin Melih Gökçek’le ilgili, “Ankara’yı FETÖ’ye parsel parsel sattı!” sözleri hiçbir savcıyı harekete geçirmeye yetmedi mesela. Diğer yandan kendi bakanlığına, kendi firmasından dezenfektan aldığını itiraf eden bakan hakkında herhangi bir soruşturma açılmadı. Bütün bunları bırakalım, bizzat Erdoğan’ın “dolandırıcı” imasında bulunduğu Mehmet Şimşek’i devletin hazinesinin başına oturtması neyle ve nasıl izah edilebilir?
“Operasyon”un İmamoğlu’nun önünü kesmek veya aslında İmamoğlu’nun önünü açmak için yapıldığını ileri sürenler var. İkincisini savunan yorumculara göre Erdoğan, nasıl göstermelik bir dava ile tutuklanıp “mağdur” edilerek parlatıldı ve “kahraman” yapıldıysa benzer bir senaryo İmamoğlu için de sahneye konuldu.
İmamoğlu’nun Erdoğan’ın yedeği olarak tutulduğu fikrine katılıyorum. Zira iki isim de küresel müesses nizamla uyumlu siyasetçiler. Bunu kabul etmekle birlikte, küresel müesses nizamın Erdoğan’la çalışmaktan vazgeçtiğinden pek emin değilim ve son operasyonun Ekrem İmamoğlu’nun önünü açmak için yapıldığı iddiasına şüpheyle yaklaşıyorum çünkü parti olarak CHP’nin ve İmamoğlu’nun yükselişi, paralel biçimde Ak Parti’nin kan kaybettiği ortada. İmamoğlu ise zaten uzun süredir oldukça popüler bir siyasi figür.
Erdoğan’ın erken seçim için toplumsal araziyi uygun hale getirmek istediği ihtimali daha güçlü görünüyor. Son dönemde muhalif siyasetçiler ve gazetecilere yönelik artan soruşturmalar, gözaltılar, en yakın siyasi rakibi olan CHP’li belediyelerin iyiden iyiye kıskaca alınması, bir parti genel başkanının tutuklanmasına kadar varan işleri izledikçe aklıma bu ihtimal geliyor. CHP’ye kayyım atanması ihtimalinin bile ciddi şekilde gündeme gelmesi bu ihtimali daha da güçlendiriyor. “Atatürk’ün partisini, Atatürk istismarcılarından kurtardık!” diyeceklerdi!
Türkiye’nin en büyük partisinin devlet kontrolüne geçmesi demek bir yerde Azerbaycan tipi bir idare anlayışına geçiş, demektir ki orada da muhalefet partileri var ama iktidarın değişmesi hiç kolay değil. Ülkenin en büyük partisi bile kendini kurtaramazsa diğer partilerin fazla bir hükmü olmayacaktır. Genel Başkanı tutuklu bulunan Zafer Partisi mensuplarının tepkilerini ancak CHP’nin öncülük ettiği son eylemler içinde gösterebildiklerini izliyoruz.
Her seçim öncesi sağcı, milliyetçi-muhafazakâr, dindar oyları arkasında saf tutmaya mecbur edecek, “onlar ve bizler” ayrımını keskinleştirecek bir şeyler mutlaka olur. E-muhtıra olarak tarihe geçen bildiri Ak Parti açısından bunun ilk örneğiydi. Bu muhtıra, askerin siyasete müdahalesinden bıkmış kitlelerde Ak Parti’ye dönük bir sahiplenme duygusu uyandırdı. Cumhuriyet Mitingleri de benzer bir işlev gördü.
Gezi olaylarının da sağcı, dindar kesimlerde Erdoğan’ı desteklemeye dönük bir gereklilik hissi uyandırdığını da hatırlayalım. Ak Parti’nin tek başına iktidar olacak oyu alamadığı 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından bir anda ortalığın karıştığını, 1 Kasım’da seçimlerin tekrar edildiğini hatırlayalım, ki o seçimde Ak Parti yeniden tek başına iktidar olmuştu. Ahmet Davutoğlu partiden ayrıldıktan sonra o dönem meydana gelen olaylarla ilgili çok şeyler bildiğini söyledi ama açıklamadı.
Erdoğan’ın son eylemlerin büyümeyeceğini ve birkaç günü geçmeyeceğini düşünerek yanıldığı doğru değil. Neredeyse 1950’lerin Vatan Cephesi tecrübesine doğru ilerleyen uygulamaların, Muhalefetin CB adayı olması kesinleşmiş bir ismi saf dışı bırakmaya çalışmanın yol açabileceği tepkileri tahmin etmediğini sanmıyorum.
Yargıya güvenin oldukça sarsıldığı bir vasatta muhalefetin böyle bir hücum karşısında evinde oturup mahkeme kararını beklemeyeceği açıktır. Sokak gösterileri devam ederken Şehzadebaşı Camii’ne saldırı haberi geldi ki, doğru olup olmaması bir yana kendileri açısından oldukça ‘işe yarar’ bir haber ve ama yalan ama doğru, bu tip haberleri görmeye devam edeceğiz gibi çünkü bu tarz şeyleri seve seve yapmaya hazır seviyede İslam düşmanı bazı yapıların az da olsa eylemlerin içinde var olduğunu biliyoruz. Olmasa da senarist çok: “Din düşmanı darbeci solcular sokaklarda terör estiriyor! O hâlde biz de elimiz mahkum Erdoğan’a destek verelim!”
Tepkiler yükseliyor. Hükümetin ayağını gazdan çekmek istemediği de ortada. Ben bu yazıyı hazırlarken Mansur Yavaş’a yönelik soruşturma açılmış, Beyoğlu Belediye Başkanı ifadeye çağrılmıştı.
Erdoğan’ın kendine de halka da bölgeye de zarar verecek girişimlerden uzak durmasını dileriz ama pek özeleştiri yapacak gibi görünmüyor.
Denizler durulmaz, dalgalanmadan! Duamız elbette en az hasarla durulması.
Olup bitenin daha derin anlamlarını, küresel müesses nizamın önümüzdeki dönemde kimle devam etmek isteyeceğini gelişmeler ilerledikçe çok daha iyi anlayabileceğiz.
İsmet Özel’in yıllar önce başka bir bağlamda söylediği bir cümleyi hatırladım: “Çünkü sonunda Ankara’yı bombalamak için Erdoğan’dan bir Saddam üretmek gerekiyordu.”

Bahçeli’nin Öcalan’a çağrısının ardından Öcalan’ın PKK’ya çağrısı da geldi. Hatırlanacağı üzere Öcalan, İsrail tarafından Türkiye’ye iadesinin ardından PKK’ya bağlı silahlı gruplardan sınır dışına çıkmalarını istemişti. Aynı çağrıyı 2013 yılında da tekrarladı. Yine benzer bir çağrı yapacağı beklense de bu defa örgütün kendini feshetmesini istedi. PKK’nın cevabı olumlu. Sürecin ilerlemesi için Öcalan’ın özgürce hareket edebilmesi gerektiğini söylüyorlar. Merak etmesinler bu da bir şekilde hâlledilir. Gerekirse Kandil’e bile götürülebilir mi ya da örneğin Murat Karayılan veya Bese Hozat İmralı’ya getirilir mi, bilmem. Öcalan’ın TBMM nutku iptal edildi. Toplum pek hazır değil çünkü. Ev hapsine alınması da şu an gündeme getirilemeyecek kadar ağır bir konu. Zaten kendisi de pek istemiyormuş. İmralı’da da rahat sayılır. Hatta bazı iddilar da var ama doğru mu yanlış mı bilmiyoruz. Her şeye inanacak halimiz yok. Türkiye’ye iade edildiği yıllarda avukatlığını yapan Ahmet Zeki Okçuoğlu’nun Öcalan’ın zaten İmralı’da olmadığı iddiası bunlardan biri. “Ben görüşmeye gittiğim zaman İmralı’ya getiriyorlardı.” diyor.
Devlet görevlileriyle ortaklaşa hazırladıklarını sandığım metnin detaylı analizini yapmak niyetinde değilim. Yalnız kültüralist taleplere bile yer vermemesinden dolayı karşılıksız adım attığı görüşü doğru değil. Çünkü metin dışı olarak duyurulan “Bu perspektifi ortaya koyarken, silahların bırakılması ve PKK’nın feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir.” mesajı Öcalan’ın PKK’nın feshi karşılığında devletten ne beklediğine dair fikir veriyor ki Öcalan zaten 1978’deki “Bağımsız Birleşik Sosyalist Kürdistan” hedefinden, “Türkiye demokratikleşsin, inkar ve imha politikası bitsin, biz de silahı bırakıp ‘düz ovada’ siyaset yapalım.” noktasına en azından 1993’te gelmişti. Son çağrıyı, metin dışı mesajla birlikte okursak metin özet olarak, “Yenişemedik. Devam etsek ederiz ama anlamı kalmadı. Biz adım atalım, siz de legalleşmemize yardımcı olun.” demek istiyor.
“PKK’nın feshi” kararı Öcalan için zor değil, aksine çok kolay ve gerekli. Bunu kendi örgütüne yönelttiği eleştirilerden de anlamak mümkün. Gerekli, çünkü 1984 Eruh ve Şemdinli saldırılarından bu yana silahla alınan mesafe ortada. Halbuki Türkiye Kürdistanında 40 yılı aşkın sürede sağlanamayan gelişme 2011’den sonra Suriye Kürdistanında çok hızlı bir şekilde görüldü ve PKK, bölgede PYD/YPG adıyla bir anda öne çıkarak ABD ve İsrail’in büyük yardımlarıyla fiilen özerk devlet kurdu. İsrail ve ABD’nin PYD’ye desteği fesih kararının kolay olmasının da nedeni! Zaten PKK da dikkatini ve ilgisini çoktandır Türkiye’den çok Suriye’deki özerk yapıya yoğunlaştırmıştı. PKK gibi birçok ülkede kara listeye alınmış ve adı Türkiye halkının çoğunluğu tarafından bölünme ve katliamla anılan bir örgütün plânı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacağı ortada. Daha kolayı ve işe yarama ihtimali çok yüksek olanı var: Yeni anayasa. Projenin asıl sahipleri öyle düşünüyor.
“Terörsüz Türkiye”ye ulaşıldıktan sonra yeni anayasa ile düz ovada siyasetin önü alabildiğine açılırsa, mesela mahalli idarelere daha geniş yetkiler verilirse ve kayyım atamak zorlaştırılırsa yani bir çeşit özerklik sağlanırsa âtıl hâle gelmiş PKK’ya ve silahına gerek kalır mı? Demokratik Türkiye’de mesela belediye başkanlıkları kaldırılıp, belediye işleri de valiliklere devredilip, valiler de seçimle belirlenebilir mi? Bu mahalli idarelere geniş yetkiler konusunu yalnızca doğu ve güneydoğu illeri için düşünmeyin. Bütün bölgeler için geçerli olacak bir uygulamadan bahsediyorum. Tabii bütün bölgeler için olması tek bir bölgeye özel olmadığını göstermek için. İstanbul’la ilgili farklı hesaplar var ama o başka konu.
Bunun yanında yeni anayasada yeni bir vatandaşlık tanımı yapılmak istendiğini gösteren kuvvetli emareler de var ki Binali Yıldırım’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı “Vatandaşlık tanımı yeni anayasada gözden geçirilebilir.” sözlerini dinlemişsinizdir.
Araya sıkıştırayım: Erkan Trükten’in hatırlatmasıyla fark ettim. Anayasa’da vatandaşlık tanımını belirleyen maddenin numarası 66. Ne var bunda? Belki de bir şey yoktur ancak masonlar gibi ezoterik yapılar için 6, 66, 666 sayılarının sembolik önemi var. Şeytanın sayısı olarak bilinir. Zayıf bir ihtimal olsa da “Maddenin numarası vaktiyle özellikle mi seçildi?” diye insan düşünmeden edemiyor.
Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün programının Öcalan’ın iadesini konu alan bölümünde Öcalan’ın İtalya’da ‘cehennem vadisi’ mahallesi ‘kötülük’ sokakta tam 66 gün kaldığı söyleniyor. Evet, aynen böyle anlatılıyor.
“Sahada birçok aktör varmış gibi göründüğüne bakmayın!” diyecektim ama aslında bakabilirsiniz de çünkü hepsi gerçekten de “aktör”. Bazıları isteyerek, bazıları istemeyerek: Büyük İsrail Projesi’nin aktörü! Çünkü bıkmadan usanmadan söylememiz gerekiyor ki bütün bu gelişmelerin son tahlilde dayandığı nokta Büyük İsrail Projesi.
Bizzat İçişleri Bakanı 2019’da, “PKK’yı bitirdik. Eskiden yılda 5 binden fazla genç örgüte katılıyordu; şimdi dağlarda 500 terörist kaldı.” dememiş miydi? Aklı başında herkesin tahmin edebileceği gibi bu kadar şey tabii ki 500 kişi için değil!
Öyle olsa Öcalan’ın çağrı metninde Türkiye’nin PKK ile aynı gördüğü PYD için de fesih çağrısı olurdu. Öyle ya PKK Türkiye’de bir köy bile alamamış ve eylemlilikleri de iyiden iyiye azalmışken PYD’nin defacto devletçiği, ordusu bile var!
Olmayacak duaya “amin” mi demek istemediler yoksa plân mı böyle gerektiriyor?
Elbette Öcalan böyle bir çağrı yapmaz. Yapsa da Öcalan’nın ‘manevi oğlum’ dediği Mazlum Abdi de PYD de onu dinlemez. Onlar dinlese PYD/YPG için “kara ordumuz” diyen ABD-İsrail bırakmaz! Boşuna mı büyütüp beslediler?
Evet, yüzüp kuyruğuna geldiler. Sona doğru ilerliyorlar. “Oded Yinon Plânı”na bir göz atmanızı tavsiye ederim. 1982’de hazırlanan plân, bölge ülkelerinin İsrail’in güvenlik ihtiyaçlarına göre parçalanması üzerine kurulu. Sırasıyla, evet sırasıyla, Irak, Suriye, İran, Türkiye ve Pakistan’ın parçalanması amaçlanıyor. Tabii başka ülkeleri de dâhil ettiler ancak Irak, Suriye ve Türkiye “Arz-ı Mev’ud” için diğerlerine göre çok daha önemliydi.
Türkiye hükümetleri ne yazık ki başından beri bu plânlarla uyumlu hareket ediyor. ABD-İsrail ilk hedef olan Irak’ta bir özerk yapı için bugün Suriye’de PYD’yi destekledikleri gibi 70’li yıllarda da Mustafa Barzani’ye yardım ediyordu. 1991’de ABD’nin Irak saldırısının amacı da buydu. O yıllarda Turgut Özal, Türkiye’nin “diktatör” Saddam’a karşı ABD ile birlikte bu savaşa katılmasını savunuyordu. Bereket versin ki Genel Kurmay Başkanı Necip Torumtay’ı ve kuvvet komutanlarını ikna edemedi. Ancak Özal, başka şekilde Saddam’ın aleyhine Barzani ve Talabani ikilisine yardım etmeye devam etti.
13 yıl sonra özerk yapıyı kesinleştirmek için ABD Saddam’a bir daha saldırmak istedi. Erdoğan da Özal gibi “diktatör” Saddam’a karşı Irak’ın “demokratikleşmesi” için ABD’nin yanında savaşa girmek istedi. Şükür ki bu amaçla meclise getirdiği 1 Mart tezkeresi kendi milletvekillerinin “hayır” oylarına takıldı. Ancak Erdoğan, ABD’ye destek vermeye kararlıydı ve verebildiği desteği esirgemedi. Sonuç olarak 2005’te Kürdistan Bölgesel Yönetimi resmileşti. “Demokratik Irak” geldi.
Erdoğan BOP kapsamında “diktatör” Kaddafi’ye karşı da, demokrasi cephesinde ABD-İsrail’le birlikte hareket etti. Kaddafi devrildi. Libya da “demokratik Libya” oldu. İki başlı yönetime kavuştu.
Gazze bu plânların önünde ciddî bir engeldi. Çok yazık ki Türkiye, sözüm ona direnişin yanında göründü ama İsrail’e zararı dokunacak en küçük bir girişimden bile ısrarla kaçındı. Dahası mesela Azerbaycan petrolünü ulaştırarak İsrail’e destek bile oldu. Yani yine “demokrasi cephesi”ndeydi. Sonuç olarak Gazze aşıldı. Gerisi beklenenden çok daha hızlı geldi. Lübnan da geçildi ve artık “Oded Yinon Plânı”nda Irak’tan sonra ikinci sırada yer alan Suriye’de de Türkiye “diktatör” Esed’e karşı yine ABD-İsrail’in yanında yer aldı.
Irak’ın ardından artık Suriye’de de PKK-PYD özerk bir yapı oluşturmuş durumda. Böyle giderse başka özerk yapılar da kurulabilir. Dürziler de bu yolda ilerliyor. Dahası İsrail bizzat askerleriyle birçok noktaya yerleşti. Yani Suriye de artık çiçeği burnunda bir “demokratik” ülke!
Eğer bir değişiklik yapıp Irak’ta bir hamle daha yapmazlarsa veya plân şaşıp Türkiye öne alınmazsa, sıra artık İran’da ve Türkiye hükümeti İran’ın “demokratik İran” olması için de üzerine düşeni yapmaya hazır görünüyor.
Sırrı Süreyya Önder, telefonda konuştuğu Bahçeli’nin kendisine “Daha halay çekeceğiz!” dediğini anlatıyor. Yarın ne olacak bilemeyiz ama görünen o ki böyle giderse İran’dan önce veya sonra fark etmez, Türkiye kesinlikle “demokratikleşecek” ve eğer Bahçeli’nin sağlık durumu elverirse Türk milliyetçileri, Kürt milliyetçileri, sosyalistler, Kemalistler ve İslamcılardan veya imitasyonlarından oluşan bu “demokrasi halayı” çekilecek. Davul kimde olur bilmem ama tokmağın kimin elinde olduğu belli.
Bu gidişi durdurmak imkânsız gibi bir şey. Yine de yapılabilecek bir şeyler var ama bu niyette olanların elinde güç yok; erk sahibi olanların da gidişatı durdurmak gibi bir niyeti var mı, ondan da pek emin değilim.
06.03.2025