Yazılar
Mini Mezopotamya Yolculuğunda İsmet Özel, Ahmed Arif ve Ölüm Duygusu – Naman Bakaç

Yayınlanma:
4 yıl önce-

Seyahat insanın dünyasını genişletir – Malcolm X
Sisli bir sabah vakti uyandırdı beni sürekli yolculuklara çıkan dost. Apar topar hazırlanıp, beklediği arabaya bindim ve yola çıktık. İsmet Özel’de olduğu gibi sabah şairin üstüne saldırıyor halet-i ruhiyesi oluşmadı bende. Ama arabamız sisli ve kararmış havada ilerlerken dükkânların uyuduğunu fakat ağaçların uyanık olduğunu dökülen yapraklardan anlayacak kadar da dinçtim. Mardin’e gidecektik bir cumartesi sabahında. Uzun yola çıkmaya çoktandır hüküm giymiştim ama nasip kısa bir yolculuğaymış oysa. Araba Hasankeyf yoluna girerken, kendi kendime şöyle yol arkadaşımla az konuşup, geniş çayırları, sisli dağları ve sararmış ağaçları daha çok izlemeye kendimi kaptırsam diye içimden geçirmiyor değildim. Memleket meseleleri her zamanki gibi buna da mani oldu maalesef. Mali piyasaların ahvalinden girip, insan karakterlerine değin sek sek topu gibi, o konu benim bu konu senin zıplıyor gibiydik. Dicle nehrini görmekle, her nedense Mezopotamya’nın topraklarına girmiş hissi oluşur bende öteden beri. Sanki Hasankeyf öncesi, Mezopotamya toprakları değilmiş gibi yanılgılı bir düşünce var zihnimde. Yeni Hasankeyf’e doğru ilerlerken, muhteris gayrimenkul avcılarının sağlı sollu arsalara yaptırdığı villaları görünce, üzgünlük ile kızgınlık arasında karışık duygular kapladı dünyamı. Yol arkadaşımla bunu konuşurken, o, her zamanki gibi konuşmaya kallavi giriş cümleleriyle başlar. Ardından meseleyi konuştuğumuz temaya getirmekte pek mahirdir: “İnsanlar ve toplumların değişimi ilginçtir Naman.” diye yine söylendi. Ardından meseleyi, ev yapmak ve yatırım denilen insanın mülkiyet duygusuna getirince, sosyolojik ve ekonomik dehlizlerin içinde kaybolmamak için oralı olmamaya çalıştım. Kulağım onun anlatımlarına, gözüm ise Dicle nehrine mıhlanmışken, üzgünlük yerini hüzne bıraktı. Çünkü dedemin sebze ve meyve bahçelerinin sular altında kalışıyla birlikte her yaz geldiğimiz bol yeşillikli bağlarımızı görmemle, hatıralara dalmam bir oldu. Geçmiş demişken Faulkner’in veciz sözünü anmadan Hasankeyf’i bari geçmeyeyim: “Geçmiş asla bitmez. Hatta geçmez bile.” Nedense bu sefer kirpiklerim ıslanmamıştı. Ama yüreğine hüzünlü karanfiller atılmış gibiydi. Tamam, Kemal Sayar’ın dikkat çektiği Hüzün Hastalığı matah bir şey ama “hüzünsüz bir halde olmuyor be birader” diye iç geçirdim Hasankeyf yolundan Kemal Sayar’a.
Ne kadar yeni Hasankeyf’i görsem, cansız bir mezarlıktan geçiyorum hissi uyanır bende. Buradaki evler Midyat taşları ile inşa edilmiş olsa bile. Zeynel Bey türbesi orijinal hali ile oradaydı ama bir saksı gibi duruyordu gözümde. Bu yüzden “Hasankeyflisin ama insan böyle bir yerde bir ev almaz mı be kardeşim” yollu eleştirilere buradan bir cevabım olsun bu saksı meselesi. Yol arkadaşım keskin bir gözleme sahip biri. Dağların ve tepelerin ağaçsız halini görünce, hemen sosyolojik ve ekolojik birkaç tespitte bulundu. “Geçmişte buralar gür ağaçlarla kaplıydı.” dedi. “Biliyor musun neden şimdilerde bu ormanlar yok?” diye sordu bana. Kendi sorusunu da kendisi cevapladı ardından “Geçmişte buranın insanları o kadar fakirdi ki, bu yörelerde “darberû” denilen meşe ağaçları kesilip, yakacak olarak kullanılırdı.” diye söylendi. Devlet-i Aliye’nin buralara kurumsal olarak ağaç dikme faaliyeti de olmadığı için, sonrasında çorak bir görüntü oluşmuş bu dağlarda.
Hasankeyf yolundan çıkıp, Gercüş yoluna girdiğimizde sağlı sollu küçük köylerin isimlerini Türkçe ve Kürtçe birbirimize söyleyip, bilgilerimizi tazeliyoruz yol arkadaşımla. Difnê (Üçyol), Mervanîye (Akyar) Bêcirman (Vergili), Derdîle (Gönüllü) şeklinde geçen köyler… Çoğunda da Ermenilerin yaşadığı bilgisi hemen verilir bizim buralarda bu tip köyler konuşulurken. Bizim de böyle oldu doğal olarak. Yolun sağlı sollu taraflarında kahve, sarı ve kurşunî renkli ağaç yapraklarıyla oluşan sonbaharın bitimi, kışın yaklaşımı ile beliren tablo, içimdeki hüznü birazcık olsun dağıtıverdi. Kercosê’yi (Gercüş) şöyle teğet değerek geçtiğimiz bu yolda, bir sonraki durağımız Matiat (Midyat) ilçesi olacaktı. Yalnız Midyat’a varmadan önce çevredeki çoğu Kürt köyleri arasında bir Arap köyü olan Derîndib (Yolağzı) köyünden geçerken, her ikimizde köyün cadde ve evlerinin düzenli, bahçeli, temiz ve bakımlı olması dikkatlerimizden kaçmamıştı. Bu sefer önce ben mikrofonu alıp, çevre Kürt köyleri arasında neden bu köyün böylesi bakımlı, temiz, düzenli olduğunu sordum yol arkadaşıma. Cevabını da kendim verdim. Kürtlerin inişli çıkışlı dağ köyleri ve mekânlarında yaşamalarından yola çıkarak, birazda göçebeliğin ve çoğunlukla da sürülmelerinin etkisiyle biraz serazat (bu ifade Vahdettin İnce’den çalınmadır!) başına buyrukluk hallerinin mekân ve şehir algılarında etkili olduğunu anlattım. Mesela bakın Siverek’e, Bismil’e, Suruç’a, Kozluk’a, Ergani’ye, Çaldıran’a, Doğubayazıt’a vs. evler ve mekânlar bakımsız, renksiz, düzensiz, tekdüze ve de maalesef temiz değil. Mezopotamya’nın yerleşim yerleri üzerine tarihsel, toplumsal ve mekânsal analizlerden sonra Midyat’a vardığımızda ilçenin girişinin az önce saydığım vasıflara haiz olması maalesef beni yine şaşırtmadı. Yol arkadaşım kahvaltı için tekliflerini sundu bu arada. Ben tercihimi sıcak mercimek çorbasından yana koydum. Fakat malum hafta sonu kısıtlamalarından dolayı göz gezdirdiğimiz esnaf lokantalarında iri kilitler hemencecik göze çarpıyordu. Söylemeden edemeceyem bizim buralarda esnaf lokantaları kilitli iken, sözüm ona modern lokanta/restaurantlar neden alarmlı, kameralı, otomat kepenklerle kaplı sorusunu ortaya bırakıp, aradan çekiliyorum. Simit Sarayı denilen bir pastane zincirinden öteberi aldıktan sonra, bir parkta kahvaltımızı yapmaya koyulduk. Parka girer girmez parkın temizliği, düzenliliği ve içindeki üç temizlik görevlisinin büyük bir dikkatle işlerini yapmaları üzerine, bir temizlik görevlisinin yanına yaklaştım. Elimdeki börek ve pastalardan birini uzatıp şunu söyledim: “Deminden beri dikkat ettim, süpürgeyi ve küreği alelâde değil, özene bezene kullanarak ve hiç yüksünmeden temizliğinizi çok güzel yapıyorsunuz. Bu böreği hakettiğinizi düşündüm. Lütfen alır mısınız?” dememle onun cevabı bir oldu: “Yok abi, teşekkürler. Allah razı olsun. Az önce kahvaltı yaptım ben.” dedi. Israr ettim böreği alması için. Ama kendisi de aynı kararlılığı gösterince, ilk gidişimdeki heyecanın, yerini ringden mağlup olmuş güreşçi gibi başım hafif öne eğik bir şekilde döndüm. Az ilerdeki temizlik görevlisinin de hiç yüksünmeden ve tavsamadan yerleri temizlediğini görünce, içimde hem sevinç hem de güzellik peydâh oldu. Yalnız orada da ölü olan şey, ağaçlardı. Kolları örtüsüz, gövdesi paltosuz bir şekilde yapraklarını dökmüş olmanın haliyle cansız bir bedeni andırıyordu parkın ağaçları.
Kahvaltıyı bitirdikten sonra, arabamıza binip Midyat ilçesinden geçtik. Arapların yoğunlukla yaşadığı Estel mıntıkasından geçiyorduk. Buraları bakımlı, rengârenk sağlı sollu yüksek katlı binalarla doluydu. Caddeler temiz ve bakımlıydı. Midyat’tan çıkar çıkmaz çevrenin kahverengi ve kremsi topraklarla bezeli halinin içinde az da olsa ağaçlar hatta mini ormanlar görünce, coğrafyanın değiştiğini ilk anda insan hemen fark ediyordu. Mezopotamya’nın Turabdin bölgesi denilen bu topraklarda Mahalmi (kimileri Mıhallemi diye de söyler) denilen toplulukların yaşadığı köylerden geçiyorduk. Mahalmiler kendilerini etnik olarak ayrı görseler de bölgede Arap oldukları ya da Arapların bir kolu oldukları şeklinde yaygın bir görüş de yok değildi. Lübnan, Suriye ve bizim Turabdin bölgesinde yaşayan bu insanların, sanırım İsveç ve Belçika’da az da olsa bir nüfuslarının olduğunu duymuşluğum vardı. Şorızbah (Çavuşlu) ve Derîzbînê (Acırlı) köylerini şöyle uzaktan görüp, buralardaki bakım, düzen ve temiz manzarayı görünce yol arkadaşımla bu sefer konuşmadık ama bakıştık. İkimiz de bu bakışmaların ne olduğunu anlamıştık zaten.
Mardin’e doğru ilerlerken, yol üzerindeki köylerin damlarında, balkonlarında, bahçelerinde ay yıldızlı bayrağın geçmişe oranla fazla oluşu dikkatimi çekmişti. Bir ara şöyle de düşünmedim değil doğrusu; acaba yakınlarda bir taziye mi var? 2013-2015 yılları arasında ev ve dükkânların duvarlarında örgüt isim ve sloganları ile milliyetçi partilerin flamalarının asılı olduğunu hatırlayınca Hegel’in “zamanın ruhu”na gidip, hızlıca dönüverdim. Zira ruhlar yükselip, düşüyordu dönemsel olarak. Tıpkı insanoğlu gibi. Düşenler ve yükselenler misali. Bu bahs-i diğer mevzuyu bırakıp, yol arkadaşımın çalan telefonundan istifade ederek, yüzümü tümüyle sağa çevirip gri renkteki dağlara ve onları sarmalamış olan ağaçlara odaklandım. Ağaçlar tıknaz ve alımlıydılar. Toprak ise gri ve kahverengi tonuyla tabloyu renk cümbüşüne dönüştürmüştü. İçlerinden geçiyormuşum gibi düşünüp, daldım. Yol arkadaşımın telefonunun da uzaması işime geldi ve bu dalıp gitmeler üzerine biri İsmet Özel’den diğeri Ahmet Arif’ten iki şiir mırıldandım. Biri içinde Nemrut dağı, Keklik takımı ve Karaca sürüsünün geçtiği Otuz Üç Kurşun’lu şiir, diğeri ise “taşıdım kara gençliğimi dağların damarından” mısrasının geçtiği Yaşamak Umrumdadır şiiri. İkinci şiir genellikle melal havalarda gezindiğim günlerin şafağında bazen şöyle dilimin ucuna değip, geçiverirdi.
Yol boyunca Ahmed Arif’in dediği gibi firari güvercinleri su başlarında görmedim, keklik takımları ise avcıların inisiyatifine kalmış bizim bu topraklarda. Yalnız Mehsert (Ömerli) ilçesine varmadan sırtı sütbeyaz bir tavşanı bahçeli bir evde görünce Ahmed Arif’in “karnı sütbeyaz bir dağ tavşanı, garip iki canlı” dizeleri tekrar gelip, dilime pelesenk oldu ama yol arkadaşıma da bunu hissettirmemeye çalışıyordum. İyi bir dinleyici ve gözlemcidir ama edebiyat-medebiyat, pörtü böcek… diye başlayan klişe cümleleri bana karşı kuracak diye de çekindim doğrusu. Tıpkı karnı sütbeyaz tavşanlardaki çekingenlik gibi. Bu ürkeklik ve şiirimsi hava karışımı halet-i ruhiyeden, dağların damarını içime çekmeye çalıştım, tabi havanın nemini de. Yolda yalpalanarak ilerlediğimiz köylerin arasında hızını düşüren yol arkadaşımın azıcık frene basmasıyla, ağaçların öksürdüğünü, her öksürük boyunca kollarından düşürdükleri sararmış yaprakları da görmüyor değildim. Bütün bu görmekler ve bohçama topladığım duygular denizi içinde, Mardin’e vardığımda ürkütücü manzarayla karşılaştım.
Tümsek yolda ilerlerken vardığımız Mardin’in girişinde çok katlı, kibrit kutulu evlerin yanısıra dört şerit boyunca sağlı sollu arabaların arasından ana kavşağa vardığımızda şiirimsi hava dağılmış yerini keşmekeş havasına bırakmıştı. Yol arkadaşım, keşmekeşlik halimi fark ettiğinden midir yoksa her Mardin’e gelişinde yaptığı bir alışkanlığı mıdır bilemedim ama beni “eski Mardin’e” götürmek istediğini söyledi. Ben ise reddettim ve kendi işinin olduğu Organize Sanayi Bölgesine varmak için Kızıltepe yoluna girdi. Mardin Organize Sanayi Bölgesi’ne girerken, her zamanki yaptığım şeyi yapıverdim tekrar. Bir işyerinin girişlerini, çevresini kolaçan ettim. Türkiye’nin un ihracatının en fazla yapıldığı bir Organize Sanayi Bölgesi olmasına rağmen, yolun yamalı oluşu, orta refüjdeki ağaçların hasta halleri, parkelerin sağlı sollu dağınıklığı, naylon ve çöp artıkların dikenli tellere asılı manzaraları, üretim binalarının bakımsız duvarları ile doğrusu içim kararmadı değil. Bunu da yanımdaki yol arkadaşıma hemencecik ifade ettim.
Yol arkadaşım görüşmelerini yapmak için, toplantı yerine geçince ben de bekleme salonunda geçtim. Masadaki dergileri karıştırdım. Dergilerden birinin kapağında Siyah Kuğu’yu görünce, hemencecik elime aldım. Pandemi ve Siyah Kuğu başlıklı yazı dikkatimi çekmişti. Direkt o yazıya ulaşmak için sayfaları hızlıca çevirdim. Çünkü Siyah Kuğu ile Pandemi arasında 2020 Martından sonra birkaç makale okumuştum. Bilirsiniz Siyah Kuğu nadirattandır. Üstelik 2008 krizini önceden öngördüğü için ünlü ekonomist Nassim Nicholas Taleb’ın Siyah Kuğu isimli kitabı da meşhurdur. Hollywood yapımı Siyah Kuğu isimli filmi duymuşluğum vardı ama izlemişliğim yoktu. Yalnız filmdeki Siyah Kuğu ile kitab olan Siyah Kuğu arasında ise tematik olarak benzerlik yoktu. Dergideki makale kısa ama öz bilgiler içermesi hasebiyle fena değildi. Coronavirüs pandemisinin yüzyılda bir görülen olasılıksız bir durum olduğunu ve bu olasılıksızlığın etkisinin uzunca süreceğine dair argümanı işleyen bir makale idi. Sağımdaki duvarda dezenfektan septiğini, yüzümde maske, masada kolonyalı alet edevatları görünce, bu olasılıksız pandeminin etkisinin bana dokunduğunu, karşımdaki görevliye de temas ettiğini gözlemledim. Kitaptaki teorik bilgi ile gündelik hayatım arasında paralellik kendini baş göstermişti. Marks’ın teori-pratik bütünselliği ardından Kur’an’ın inanç-amel birlikteliğini de bilfiil hissettim desem abartı saymazsınız inşallah. Bir yol seyahatinin Marks’a oradan da Kur’an’a gelmesi, belki okurun kulağını tırmalıyordur ama hayat da böyle bir şey değil midir zaten? İçinde doğa, şiir, yolculuk, hastalık, düşünce, ideoloji, din, ekonomi, sanayi bölgeleri, ticaret, hüzün, park, kahvaltı, işçiler vs. toplamından ibarettir. Belki de hayat, tüm bunların toplamından daha büyüktür, daha hacimlidir.
Organize Sanayi Bölgesinde yeni yapılacak inşaatın yerini görmek için Isuzu marka bir pikapla yola çıkıyoruz. Yanımdaki işçi yol boyunca kafası eğik bir şekilde akıllı telefona adeta hipnoz olmuşçasına bakıyordu. Fakat şoförün ekşin hali dikkatimi çekmişti. Bu dikkat ilerleyen dakikalarda üzerine odaklanmaya yöneltti beni. Şoförün beyefendiliği, üslubu ve nezaketi etkilemişti beni. Pikapla inşaat yerine geldikten sonra, şoförün az önce saydığım meziyetlerini bir de kendisine söyleyerek, ikimizde mütebessim bir edayla vedalaştık. Çok şaşırmıştı böyle cümlelerin kulağına fısıldanmasına. Bu vedalaşma kısmından önce inşaatın yanına gittiğimizde yol arkadaşım kendi işiyle meşgul iken, ben yaklaşık 100 metre ilerde iki çocuk, bir gencin koyunlar arasında organize sanayi bölgesinin tel örgülerinin ardında, tuhaf hareketlerini görünce oraya doğru yöneldim. Koyunların arasında sanki ellerindeki bir şeyi ağızlarına ve burunlarına çekiyordu gibi bir halleri vardı. Emin olmak için yaklaştığımda, yol arkadaşım gideceğimizi söyledi bana. Arabamız onların yakınından geçerken, gözlerimi faltaşı gibi açıp, işin mahiyetini anlamaya çalışmak için onlara dikizledim. Onlar da beni fark etmiş olacak ki, ellerindeki malzemeyi bırakıp bana bakakaldılar. Arkadan başka bir genç, hızla onların yanına geliyordu. Çocuklardan birinin yerde titrediğini fark ettim, ama yanlarına gitmem imkânsızdı. Koşar adımlarla gelen genç ise, yerde uzanan küçük çocuğa yöneldi. Küçük çocuğun hareketliliği durmuş, yerde kütük gibi cansız duruyor gibiydi. Organize Sanayi Sitesinin müdürlük binasına vardığımda aklım orada kaldı. Hani Sezen Aksu bir şarkısında: “kalbim Ege’de kaldı” der ya, bizimkisi de böylesi bir ruh haliydi işte. Midyat parkındaki cansız ve soğuk ağaçlar aklıma geldi her nedense, çocuğun orada cansız bedenini gördüğümde…
Memlekete dönüş için Kızıltepe yoluna çıkıp, Mardin’e ilerlediğimizde, şehrin uzaktan görünümü, bir kartalın dağ yuvasını andırıyordu adeta. Bu görüntüyü bir de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin (Irak Anayasasında geçen ifade bu şekilde ey okur, sakın hiddetlenme!) Amadiye şehrine benzettim ki, orası da bir dağ tepesine kurulu idi. İkisi de muhteşemdir. Bu muhteşem manzarayı seyreylerken, aniden yüreğimde bir sızı hissettim. Ucu sivri bir nesne, sanki kalbime saplanıyor gibiydi. Yol arkadaşıma bundan bahsetmedim. İçimde bir tedirginlik oluştu. Ama ne olduğunu kestiremiyordum.
Mardin’den çıkıp Gercüş’e varmaya az kala, yol arkadaşım ilçede bir eve uğraması gerektiğini söyledi. Gercüş’ün ana caddesinde ilerlerken, önceki günlerde sosyal medyada #Gercüşteneleroluyor hastaghıyla bir kampanya vardı. Cinsel taciz iddiaları medyada bolca yer almıştı. O kampanyanın etkisiyle midir yoksa başka bir nedenden midir bilemedim ama geçtiğimiz her caddede insanlar gözlerini bize dikmiş faltaşı gibi bakınca, rahatsızlığımı arkadaşıma ilettim. Sorduğumda ise, “Gercüşlüler hep böyledir, yabancı plakalı bir araba veya yabancı birilerini gördüklerinde rahatsız edercesine gözlerini sana dikerler” dedi. Gercüş kasr ve konaklarıyla bilinen bir ağalar diyarı. İşin ağalar kısmını çıkarıp, konak ve kasrları görmek istediğimi ilettim arkadaşıma. Eski Gercüş’ün içinden geçerken bunları görünce, bu topraklarda gelip geçen imparatorluklar, beylikler, devletler aklımdan geçiverdi bir çırpıda. Arkadaşımın uğrayacağı eve vardığımızda, ben evin hemen yanındaki mezarlığı görünce, arkadaşıma o tarafı işaret edip adımlarımı hızlandırdım. Mezarlığın arkasında metruk bir yapı, bir de bir mezarın tıpkı Ahlat mezarlığındaki taşlar gibi Arapça harflerle yazılı olduğunu fark ettim. Mezar taşını ve metruk yapıyı fotoğraflayıp, mezarlığın etrafında dolanmaya çalıştım. Mezarlık, ölüm duygusu, Organize Sanayi Bölgesindeki kütük gibi yere uzanmış çocuğun hali ve Midyat parkındaki ölü ağaçlar derken, yüreğimdeki sızı biraz daha artmıştı. Hasankeyf’e varmak üzereyken yüreğimdeki sızıyı yol arkadaşıma açmaya karar verdim ve kendisine durumu ilettim. O esnada bana gelen bir telefonla Mazlumder yönetiminde başkan iken beraber çalıştığımız ve de çok sevip, saygı duyduğum Hasan Abi’nin babasının öldüğü haberi telefonun öbür ucunda yankılandı. Hasan abimizin babası bir haftadan beri Corona tedavisi nedeniyle hastanede yatıyordu. Nadirattan görülen Siyah Kuğu, uzunca bir süredir bize sıklıkla kendini gösteriyordu artık. Üstelik Siyah Kuğu isimli kitabın alt başlığı olan “Olasılıksız Görünenin Etkisi” demek buymuş diye de iç geçirdim. Evet, Siyah Kuğu, yani Corona Pandemisi etkisini sıklıkla göstermeye çalışıyordu nitekim hayatım(ız)da. Hasan abimizin babasının vefat haberiyle bu etki, biraz daha ağır geldi bana. Kendisi gibi babası da sivil toplum bilinci gelişkin; çevreye, akrabalarına, köylülere, fakir-fukaraya duyarlı bir şahsiyetti. Arkadaşım, “Senin kalbindeki ağrı yoksa bundan olmasın diye” sorunca, “bilmiyorum” dedim. İkimiz de uzunca bir süre ilm-i hal ile konuştuk.
Sonu ölüm haberiyle bitmek üzere olan mini Mezopotamya yolculuğumuzun evveliyatı aklıma geldi birden. Hani kimi mezarlık filmlerinde sisli, bulutlu ve karartılı sahneleri andıran sahneler olur ya, daha yolculuğumuzun başı zaten bu hava ile başlamıştı desem yeridir. Midyat’ta kollarındaki yapraklarını öksürmüş ölü ağaçlar altında kahvaltımız, Mardin Organize Sanayi Bölgesi civarındaki bir çocuğun kütük gibi uzanmış bedeni, Gercüş’teki kadim mezar taşı ve son olarak Hasankeyf yolunda bir büyüğümüzün vefat haberi… Bir film şeridi gibi hissettire hissettire ölüm duygusu meğerse yolculuğa damgasını vuruyormuş da biz faniler bunu son kertede fark ediyoruz, diye söylendim kendi kendime. Sanki Allah, bu ölüm duygusunu adım adım, gıdım gıdım veriyordu bana. Sonra “Her nefis ölümü tadıcıdır.” ayetiyle beraber İsmet Özel’in “Ki ölüm her yerde uyanıktır” mısrası düşüverdi zihnime, dilime, yüreğime… Arabanın içi değildi sadece hüzünlü olan, bu arada. Arkadaşımda da o hüznü, yüz kıvrımlarından fark edebiliyordum. Mezopotamya topraklarında geçen bu yolculuğun ölüm duygusuyla iç içe geçen kasvetli havasını dağıtmak için mi yoksa tevafuken mi oldu bilemiyorum, arkadaşım arabanın teybini açtı, gelen ses Aram Tigran’ın sesiydi. Çok neşeli bir şarkı idi. Kıpır kıpır derler ya o cinsten bir şarkıydı. “Gelo Ew Kî bu?” şarkısına eşlik edip etmeme arasında sıkışıp kaldım birden. Bir yandan ölüm ve cenaze havası, diğer yandan Kürtçe şarkının düğün formundaki kıpır kıpır melodisi. Hayat, bazı kavram ve hallerin toplamından ibarettir, derken aslında eksiklik duygumuzu ve hallerimizi kastediyordum. Meğer o hayatın içinde ölüm ve düğünü eklememiştim. Kim bilir ileride hayatın başka hangi ekleyeceğim duygu ve halleriyle yüzleşecektim. Bu yüzden altını kalınla çizerek şu sözle bitireyim Mezopotamya yolculuğumu: “Hayat, yazıdan da bu anlatıdan da daha büyüktür!” ey okur!

“Ölmüş” diye kesin bir yargıda bulundum çünkü şahsen bunu yeni oturtabildim zihnimde. Bazen bariz olan şeyler, küçük gelişmelerle aşikâr olur insana; şimdi kaybımıza hüzünlenirken bir yandan da artık bazı değişimleri anlamlandırabildiğime seviniyorum: Çözüm yoluna girebilmek için işe, acı gerçekleri tespit edip kabullenmekle başlayabiliriz.
Son yıllarda derin bir ızdırap içindeydim: Nasıl bu kadar basit ve sığ gerçekleşebilir bütün bu olan bitenler diye! “İdeallerimize, ilkelerimize, amaçlarımıza, hayallerimize ne oldu?” diye. Meğerse onlar ölmüş! “Yaşayan ölüler” olarak bizler gibi ortada öylece durmakta; kağıtları, ekranları mısraları, dilimizi hâlâ süslemekte ama esasen iğdiş edilmiş, dönüşmüş, başkalaşmış, (tekrar hayat bulacağa vakte kadar) yokluğa gömülmüş. Bedenleri hayat dolu, benliklerini kaybetmiş bizler gibi… Benliklerimizi kaybettiğimiz için mi hayallerimiz öldü, yoksa bu olgular öldüğü için mi benliklerimiz yok oldu, bilemiyorum.
İrdelemekte olduğum ‘İnsan Sonrası’ adında bir kitaptan bir nükte aktarayım: “Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Soğuk Savaş’ın resmi olarak son bulmasının ardından, siyasi hareketler bir kenara kaldırıldı ve kuramsal çabalar da başarısız tarihi deneyimler olarak azledildi. Toplumun pek çok kesiminin yoğun karşı çıkışına rağmen serbest piyasa ekonomisinin yeni ideolojisi bütün karşıtlıkları silip süpürdü ve entelektüalizm karşıtlığını zamanımızın önde gelen özelliği olarak dayattı.”[1] Yeni dünyada, insanlığın kuramsal bir çabası, siyasi mücadelesi, hayatını kurgulayacağı bir ideali, kavuşma arzusundaki bir hayali kalmamış gibi!
Bu, sadece İslami camia için de değil, herkes ve her ideoloji için geçerlidir. Amaçlarını, ilkelerini, ideallerini, yollarını kaybetmiş bir insanlık var karşımızda. Sokakları inleten sosyalistlere ne oldu, devrimler yapan komünistler nerede, millî kodlarla kaba saba işler yapan idealist milliyetçileri dahî gözler arar oldu, insan hakları sevdalısı liberaller de ortadan kayboldu, erdem uğruna yaşadığını söyleyen hâlis nasrani’si/budist’i/zerdüşt’ü de mi öldü? İyi-kötü idealleri, ölçüsü, usulü olmayan bir toplum, yokluğa gömülmeye mahkûmdur!
Yaşadığımız bu tecrübeler yeni değil tabii ki; Adem’den kıyamete kadar benzeri süreçler, bozulmalar, anlam kaymaları yaşandı/yaşanacak ama oranı ve etki kapasitesi bu denli derin ve etkin olduğunu zannetmiyorum. “Serbest piyasa” nasıl bir şeyse sadece ekonomik değil soyut somut bütün düzlemlerde amaçsız, ilkesiz, ahlâksız; salt kazanım ve çıkara endeksli piyasanın malı olmuş zavallı bir hayat kurgulatmakta cümle âleme! Bu tablo altında ölümün ardındaki yoklukla taşlar yerine oturuyor biraz olsun, bütün olanlar anlaşılır ve anlamlandırılabiliyor kısmen.
Daha da ötesinde insani hasletlerimiz de yok oldu. Duygularımız, erdem ve ahlâka meyyal tepkilerimiz, adalete yönelik duruşumuz, zulme ve kötülüklere dâir en basit tavırlarımızdan bile eser yok maalesef! Gücü elinde bulunduranlara ya korkudan ya çıkardan ya muhafazakârlıktan boyun eğmiş, karşı duruş imkânlarını kaybetmiş bir insanlık tarihi yaşamaktayız. Yereldeki vahametler bir yana koca bir insanlık, turuncu bir delinin pervasızlıklarına dur diyecek iradeden yoksun!
Bütün bunlar, dünyalığa dâir kazandığımızı zannettiğimiz basit çıkar denklemine endeksli dünyevîleşme illetine düşmemizden kaynaklıdır. Kavramlara yüklenilen anlamların dönüşmesiyle vuku bulan bu sürecin birçok ana etkeni olmakla birlikte yaşadığımız çağda tavan yapmasını, çağımızın başat aktörü olan bilişim âleminde aramak yanlış olmayacaktır. Sanal aleme sürüklenip gerçeklikten o kadar soyutlandık ki bu dünya hayatında yaşanabilecek anlam kaymasında level atlamış olabiliriz. Hatta dünyevîleşmede o kadar ileri düzeydeyiz ki, bu illetin somut olgularından bile soyutlanıp farklı bir âlemde yaşıyoruz sanki! Sanal âlemde çok daha derin bir amaç ve bilinç yoksunluğu yaşıyor gibiyiz.
Gerçeklikten uzaklaştığımız bu düzlemde insani değerlerimizi, anlamımızı, amaçlarımızı, yolumuzu kaybediyoruz hızla. Bu düzlem ve anlam kaymaları da birçok alanda sapmalara sebebiyet veriyor. Öyle derin sapmalar ki artık insanlık, ontolojik bir mesabeye geldi ve bu boşluk girdabında kendi kendinin sonunu getirme yolundadır. Dünyayı şekillendiren, medeniyetler inşa eden, toplumlara ufuklar çizen siyasal kuramları bir kenara bırakın; sanattan aile olgusuna, ahlâktan aşka, gelecek nesillere miras bırakılacak bir fidan dikmekten bir icat yapma ihtiyacına kadar birçok öncülümüz körelip karanlığa gömülmüş. Yel değirmenlerine canhıraş hücum edecek kimsenin kalmaması bir yana, en basitinden yarınlara dâir bir ufku/umudu/hayali olan bile kimse kalmamış gibi! İlkesi/ahlâkı/değeri kalmayan insanoğlu, rahatlıkla kendi putunu da yiyebiliyormuş, değerlerini iki paraya satabiliyormuş, işin vahim noktası da hiçbir farkındalığının olmayışıdır. Şeytan var olduğundan beri kendi sûretinde gözükmez bizlere, yapıp ettiğimiz hataların neredeyse hepsini kendi değerlerimizin kisvesinde yürütmekteyiz. Devasa yanılsamalar içinde hayat sürmekteyiz. Düşünsel çarpıklıklarımıza ek olarak, sanal âlemin olası gerçek imkânlardan bizleri uzaklaştırdığını da görmemiz gerekmektedir.
Kolaylıkçı, faydacı, maslahatçı bir Makyavelist anlayış; dünyayı, fiiliyatları, plânları, zihinleri hatta öngörü ve olasılıkları dahî şekillendirmekte. Zahiren faydaya endeksli anlayış, peyderpey bütün anlamlılıkları yok edebiliyormuş. Milenyum çağının anahtar kelimelerinden biri de “kolaylaştırıcı” sanırım; kolay olan her şey, “olan”ın değerini de yok etmektedir. Kolay kazanılan para, kolay edinilen bilgi, kolay sağlanan ilişki, dava diye yürünen yoldaki kolay sonuçlar, kolay inşa edilen bina misali içi boş olduğundan kolayca çökmektedir ya da günümüzdeki gibi sadece sanal ve değersiz bir vitrinde bütün haşmetiyle sahnelenmektedir ama bilinmeli ki bu sahte tablo yokluğa gebedir.
Oysaki insanı, “insan” yapan şey; bu hayattaki amaç ve hedefleri, ideal ve ilkeleri, hayalleri ve yürüdüğü yoludur. Bu unsurlar kişiye anlam katar, onur ve şeref kazandırır. Zahiren kolayından kazanılan olgular kişinin çukurunu derinleştirmektedir sadece, maslahat icabı güttüğü dengeler kişinin terazisini bozmaktadır. Onurunu, varlık sebebini, ideallerini unutmuş olan toplum, türlü hormonlarla yeşerip sun’î gübrelerle hızla büyüyüp devasa boyutlara ulaşarak irin gibi sarmaladı benliğimizi!
Bunu belli bir güç odağı bilinçli olarak plânlayıp yapmadı belki, süreç anlamsızlaştı veya anlamsızlaştırıldı. “Nedir bu içinde sürüklendiğimiz süreç?” sorusunu sormamız gerekmektedir. Kendimizi sigaya edip, çeki düzen vermeliyiz varlığımıza. İnsana anlam kazandırıp halifelik bahşeden Yaratıcımıza hakikaten teslim olup içimizdeki gücü canlandırarak öze dönüş hareketini tekrar tekrar yeşertmeliyiz.
Kimse kendisini kandırmasın, kendimizi “kendimiz” yapan bütün değerleri üzerimizden silkip atmış vaziyetteyiz. Hatta kendisini kandırdığı yollar ve argümanlar da sahte, boş, bayağılaşmış durumdadır. Herkes bir davayı bayraklaştırmış, bir uğurda mücadele ettiği iddiasında. Yerel ve küresel sistemin bir parçası olmayı kendisine yediren herkes, durup iki dakika aynaya baksın ve sahiplendiğini iddia ettiği davanın amaçlarını, ilkelerini, metodunu, hedeflerini, yolunu geriye doğru tekrar irdelesin ve davanın neresinde olduğunu sorgulasın:
Bir: gerçek âlemde değilsiniz!
İki: Sistem sizi, sizin değerlerinizi dönüştürüp sizin argümanlarınızla kendini tasdik ettirip yolunu inşa etmektedir.
Artık düşünce, mücadele yöntemleri, duruşlarımız bile belli bir standart ve çerçevede kalmakta maalesef çünkü imkânlarımızı, dayatılan sınırlar belirlemekte. Oysa ki sınırlarımızı ve imkânlarımızı iman ettiğimiz ilahi söz belirlemiş olmalıydı.
Zaman, sırf “insanlık ders çıkartsın diye” akıp gitmektedir. Bu ânı yaşıyoruz çünkü geleceğe dâir bir ders çıkartıp yarınlarımızı aydınlatabilelim. Tarihi, yaşanılanları, şahit olduklarımızı irdeleyip sorgulayarak kendimize çeki düzen vermedikten sonra niye yaşanıyor ki yaşanılanlar!
Dünyadaki acıları, ölümleri, çığlıkları canlı izleyen insanlık adeta duygularını kaybetmiş bir hâl almış vaziyettedir. Somut ve soyutun birleşip anlam yarattığı düalist bir âlemde yaşayan bizlerin reflekslerini biçimlendiren zihin ve rûhun somut kanalları kapanınca bu hâle büründük sanırım, bilemiyorum. Elimizdeki telefonları bırakıp gerçek âlemdeki sorumluluklarımızın ucundan tutmakla başlayabiliriz belki.
Misal olarak Gazze… Gazze gösterdi ki hepimiz sanal âleme hapsolmuşuz; elimiz kolumuz bağlanmış, irade göstermekten acizmişiz. Özgürlüğümüzü az bir pahaya satmışız; hayallerimizi, onurumuzu, kardeşliğimizi kaybetmişiz. Yerel ve küresel sistemin vazgeçilmez bir parçası olan sivil toplumun büyük kesimi, kazanımlarını muhafaza etmek için nefes alan zavallı muhafazakârlara dönüşmüş. Galata köprüsü üzerinden zalime zulmünü söylemekle yetinip tatmin olunmuş, en basitinden (sayılı bir azınlık hariç) kendi mahallesinden giden desteğe dahî ses çıkartamaz olmuştur.
Son 20 yılda yaşanan devâsâ âfâki ve vahim değişim ve dönüşümler altında toplumsal düzlemde olanlar, olmayanlar, olmakta olanları; bu kalitesizliği, bilinçsizliği, dönüşümü anlamlandıramayan dertli insanlara duyurulur: Meğerse ölmüşüz! Bu “yokluk”tan bir varlık çıkartılabilir mi, bilmiyorum. Yoksa bu yokluk, mutlak bir yokluğa mı gebedir; tümden helâk olunup yeniden mi başlanılacak acaba?
Bütün bu handikapları giderebilmek için değişim ve öze dönüş yoluna girmeyi değil de hâlâ dört bir yanımızdan “konumumuzu muhafaza etme ve hayatta kalma” telkinleri yapılmaktadır. Korku salınarak idare edilen toplumların o korku zincirlerini kırıp özgürleşmeleri aciliyet kazanmıştır artık.
[1] İnsan Sonrası, Rosi Braidotti, Kolektif Kitap, s. 15
Yazılar
7 Ekim Bağlamında Bir Eleştiri ve Özeleştiri Çağrısı – Onur Ercan

Yayınlanma:
2 hafta önce-
Şubat 6, 2025
7 Ekim 2023’te HAMAS’ın Aksâ Tûfânı Harekâtını başlatması ve Siyonist rejimin Demir Kılıçlar Operasyonu adını verdiği saldırıyla başlayan savaşın çok kısa sürede Gazzelilere yönelik bir soykırıma dönüşerek devam ettiği süreci hep birlikte izledik.
“Gazze’nin Gazze’den ibaret olmadığı gerçeği” ve “Gazze’yi savunmak; Maraş’ı, Antep’i savunmaktır!” söylemi bizzat TC cumhurbaşkanının ağzından dile getirilerek konunun ciddiyetinin farkında olunduğu ifade edilmesine rağmen gereğinin devlet seviyesinde yerine geldiğini göremediğimiz gibi gereğinin yapılması için kamuoyu da üzerine düşeni ne yazık ki yapmadı.
İktidar yanlısı İslami gruplar tahmin edildiği gibi hükümetle genel olarak uyumlu hareket ettiler ve somut adım atmaya zorlayıcı bir tutum içine girmekten kaçındılar. İstisna olarak HÜDAPAR’ın İsrail ordusunda savaşan ve TC vatandaşlıkları bulunan yahudilerin vatandaşlıktan çıkarılması için Meclis’te yaptığı çalışmayı hatırlayabiliriz. Ancak yine HÜDAPAR öncülüğünde Kürecik’te ve İHH öncülüğünde İncirlik’te yapılan eylemler sonuçsuz kalmasına rağmen bu kurumlar fazla ısrarcı olmadı ve hükümetle olan ilişkilerini hiç bozmadan devam ettirdiler. Hâlbuki yanında olunduğunu bilen iktidarın birkaç eylemden dolayı adım atmasını beklemek zaten bir boş beklentiydi. Bu istisnalar dışında iktidar yanlısı kurumların faaliyetleri, 7 Ekim öncesine göre en küçük bir gerileme göstermeyen, aksine hükümetin bozulmaması için üzerine titrediği TC-İsrail ilişkilerine hiçbir şekilde değinmeden tamamen halka dönük boykot çağrıları, yardım toplama kampanyaları ve en geniş katılımlı olanları Bilal Erdoğan’ın ve İsrail ile ticaret yapmaya devam eden MÜSİAD gibi kuruluşların organizasyonuyla yapılan protestolarda Tel-Aviv’e bağırarak geçti.
İktidar yanlısı grupların bu tutumlarının bağışlamak değilse de anlamak kolay; asıl anlamakta ve kabullenmekte zorlandığımız konu ise muhaliflerin tutumu! Yetersiz olsa da Saadet-Gelecek Grubu’nun ve YRP’nin meclisteki çalışmalarını anmamak gerçi haksızlık olur. Ayrıca Siyonist rejimle ticaretin kesilmesine dair özellikle YRP genel başkanının seçim dönemindeki söylemlerinin konunun gündemde kalması için etkili olduğu da doğru.
Ancak süreç boyunca, bu partilerin ve alt kuruluşlarının iktidara somut adım attırmaya dönük eylemsellik noktasında oldukça pasif ve çekingen bir tutum sergilediklerini üzülerek izledik. Onların çalışmaları da daha çok boykot çağrısı ve yardım toplama üzerinde yoğunlaştı. Bu gruplar sonuç almaya dönük eylemlerini sınırlı tuttukları gibi, Direniş Çadırı platformu ve Filistin İçin Bin Genç gibi grupların eylemlerine de kurumsal olarak katılım sağlamadılar.
Parti veya cemaat bağlantısı olmayan Direniş Çadırı platformu bazı haftalarda 20 hatta 30 ilde eylem çağrısı yaparken en geniş katılım birkaç yüz kişiyi geçmedi. Bazı yerlerde ise basın açıklamaları sadece 2-3 kişi ile yapılabildi. Mesela Anadolu Gençlik Derneğinden arkadaşlar bireysel olarak bu eylemlere katılım sağladılar ve dernek olarak da yer yer güzel işlere imza attılar; ancak derneğin 81 ilde teşkilatlı olduğunu ve mensuplarının çokluğunu düşünürsek eleştirimizde haksızlık etmediğimiz açıktır.
Aynı şekilde YRP genel başkanı Fatih Erbakan, TRT World forumu sırasında, “petrol sevkiyatı dursun” diyerek Cumhurbaşkanını protesto ettikleri için tutuklanan 9 genci davet edip makamında birlikte fotoğraf verdi ancak kendilerine bağlı olan Milli Gençlik Derneğini ticaret konusunda eylemler için teşvik etmedi. MGD’nin Direniş Çadırı bileşeni olarak veya tek başına kanlı ticareti konu alan bir eylemini hiç görmedik.
Tutuklu arkadaşları için defalarca yaptıkları basın açıklamalarında ve yürüyüşlerde polisten meydan dayağı yiyen ve defalarca gözaltına alınan Furkan Hareketi de somut adımlar attırılması konusunda tek bir miting veya yürüyüş yapmadı. Direniş Çadırı platformunda da yer almadı. Düzenlediği Filistin yürüyüşlerinde de İsrail-Türkiye ilişkileri ile ilgili tek bir pankart, tek bir slogan kullanmadı.
Köklü Değişim üyeleri Direniş Çadırı‘nın eylemlerine zaman zaman önemli katılımlar göstermekle birlikte kurumsal olarak onlar da platformun içinde bulunmadı. Köklü Değişim olarak yaptıkları eylemlerde de “Ordular Aksâ’ya” gibi çok genel ifadelerle yetindiler.
Elbette tek tek bütün kurumları ele almamız mümkün değil ancak 7 Ekim sürecinde iktidar muhalifi müslümanların önemli bir kısmının, teşkilat seviyesinde genel durumunu anlatmak için bu örnekler yeterlidir.
Bu süreçte belki de en etkili olabilecek eylemlerin başında Direniş Çadırı platformu bileşeni de olan Adana Gökkuşağı Derneğinden Mavi Marmara Gazisi Fevziye Şenoğlu ve arkadaşlarının yaptığı oturma eylemi geliyor. Savaşın başlamasından bir ay sonra Cumhurbaşkanlığı sarayı karşısında İsrail’le ilişkilerin kesilmesi, ticaretin durması için 5-6 kadının başlattığı ve Ankara’daki hiçbir grubun katılıp destek vermediği bu eylem, baskı ve gözaltı nedeniyle yalnızca birkaç gün sürdü. HÜDAPAR milletvekili Şehzade Demir’in destek ziyareti ise maalesef bireysel kaldı. Aynı kadınların aylar sonraki ikinci girişimi de yine hiçbir destek görmeden şiddet ve gözaltı ile sonuçlandı.
Şahsen katıldığım, tamamı iktidara mesafeli grupların düzenlediği, İsrail’e ve ABD’ye bolca lanet okunan, Sisi’nin bile eleştirildiği ama içinde yaşadığımız ülkenin idaresinin ima ile de olsa anılmadığı bir mitingden sonra tertip komitesine eleştirilerimi ilettim; “Haklısın!” dediler ama sonrasında bir değişikliğe şahit olmadım. Yine İsmail Haniye’nin şehadetinden sonra muhalif ve AKP yanlısı grupların beraber yaptığı bir başka yürüyüşte de tekbirden ve “Kahrolsun İsrail!”den başka slogan atılmadı, küçük bir grubun “İsrail’le Ticaret, Filistin’e İhanet!” sloganına da pek iştirak eden olmadı. Yürüyüş sonunda topluluğa hitap eden 7 konuşmacının hiçbiri İsrail’le yapılan ticarete tek kelimeyle olsun değinmedi. Yine halka bolca boykot çağrısı yapıldı.
Mizahi amaçlı asparagas haber sitesi Zaytung, Ak Parti iktidara geldikten sonra Beyazıt’taki Cuma eylemlerinin bitişine gönderme yaparak, “Eylem konusu bulamayan cemaat Eminönü’ne kadar ‘Köpek giren eve melek giremez!’ sloganıyla yürüdü. Görüştüğümüz cemaat üyeleri, ‘Artık başörtüsü yasağı da kalkacağı için başka bir konu bulana kadar kondisyonumuzu kaybetmemek amacıyla her Cuma Eminönü’ne kadar yürüyeceğiz!’ dedi.” şeklinde bir haber yapmıştı. 7 Ekim sürecindeki birçok eylem ve etkinlik de aslında bundan çok farklı değildi. Slogan belli: “Coca-Cola içme, hamburger yeme!”
Boykot çağrıları, insani yardım amaçlı para toplanması elbette önemlidir ancak siyasi yardım şüphesiz hepsinden daha önemli! Boykot, Siyonizm’e ne kadar zararı olduğuna bakılmadan devam edilmesi gereken bir sorumluluktur hatta İsrail ve destekçileri üzerinde az çok etki yapacaktır ancak halkın ürün ve hizmetlere dönük boykotunun etkili olması için nüfusun büyük bölümünün katılması lâzımdır ki bunun gerçekleşmesi ihtimalini kuvvetli görmüyorum. Ayrıca halkı boykota çağırırken Coca-Cola fabrikasının Cumhurbaşkanı tarafından törenle açıldığını ve yerli araba TOGG’un 5 ortağından birinin o fabrikanın sahibi olduğunu; dağıtılan boykot listelerinde ürünleri yer alan ve İsrail’de elektrik üreten Zorlu Holdingin patronunun bizzat Cumhurbaşkanı’nın elinden ödül aldığını da hatırlarsak söylemek istediğim daha anlaşılır olacaktır. Hükümet ortağı Bahçeli’nin Ali Koç’la ahbap olduğu ve düzenli olarak görüştüğü, İsrail Konsolosluğu ve elçiliğinin Koç’a ait binalarda barındığını da unutmayın!
Yardım kampanyalarının da istenen faydayı sağlamadığını yaşayarak gördük. Tırların sınırda nasıl İsrail’in iznini beklediğini unutmayalım. Kaldı ki savaş sırasında sadece Türkiye’den değil dünyanın dört bir yanından akan yardımlara rağmen Gazze halkının yaşadığı açlık önlemedi. Bugün Gazze’nin yeniden inşası için gereken paranın çeyreğini bile halktan toplayabilmek mümkün değil.
Basın açıklamaları, yürüyüşler, mitingler bir konunun toplumun ve idarecilerin gündemine getirilmesi, gündemde tutulması ve devlet erkini elinde tutanlara istenen adımları attırmaya dönük olarak yapılır. Yani aslında amaç bir ‘iş’ yaptırılmasıdır. 7 Ekim sürecindeki eylemlerin ise onda dokuzunun İsrail’e “Katliama son ver!” demekten başka bir mesajı yoktu. O sırada katliama son vermesini istediğimiz İsrail’in yakıtı da dahil birçok ürünün ise Türkiye’den gidiyor olması ise o sloganları da anlamsızlaştırdı. Gerçi biz bütün ilişkiler devam ederken iktidar milletvekillerinin Meclis’te gerekeni yapmayıp, İsrail Elçiliği önünde protestocularla birlikte slogan attığını da gördük! Muhalif dernek başkanlarının o milletvekillerine tepki gösterenleri engellediğini de!
Unutmayalım ki geçtiğimiz yıl ticarete sınırlama getirildiğinin ilan edilmesi medyada İsrail’le ticaret konusunda yapılan eylemlerin yer bulmaya başlaması ve tepkilerin artması, belediye seçimlerinde alınan ağır yenilginin nedenlerinden birinin de İsrail’le ilişkiler olduğunun fark edilmesiyle olmuştur. Aslında iktidar, taban kaybını önlemek için buna mecbur kaldı. Bu konuda yapılan eylemlere katılım daha yüksek olsaydı ve konuyu gündemin ilk sırasına oturtmayı başarabilseydik öyle düşünüyorum ki ticarete gerçek bir kısıtlama getirmemiz hatta mesela Kürecik’in kullanımını geçici olarak bile olsa durdurmamız mümkün olabilirdi.
Gazze, BOP’un önünde bir kale idi. Her ne kadar Gazzeli direniş örgütleri diz çökmemişse de gelinen noktada Gazze kalesi ne yazık ki aşılmış ve Siyonist rejim Suriye’ye kadar uzanmıştır. Gazze’ye yeteri kadar destek verilebilse İsrail daha erken çekilmek zorunda kalabilirdi.
Bugün Filistin direnişine gerekli siyasi yardımı yapabilecek organizasyonlara sahip değiliz ama bu siyasi kavrayıştan, “direniş” ve “hareket” bilincinden de uzağız. Bunu anlamamız ve kabul etmemiz gerekiyor. Türkiye’de İslami hareket bugün sayısız yardımlaşma derneği ile neredeyse ve bir bakıma bir insani yardım hareketi görünümüne yaklaşmış durumda ki bu durum ayrıca ele alınmaya değer.
Duamız odur ki Gazze’deki gelişmelere eğildiğimiz kadar, bizim Türkiye müslümanları olarak Siyonizm’e karşı yürütülen İslamlık ve insanlık savaşının bir parçası olmayı ne kadar başarabildiğimiz konusu üzerinde de durur ve özeleştirimizi komplekse kapılmadan yaparız çünkü ateşkes sağlansa de ne Filistin’de işgal bitmiş, ne Siyonizm hedeflerinden vaz geçmiştir!

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin herkesi hayrete düşüren, kırk yıl geçse kendisinden beklenmeyecek “Öcalan çıkışı”na önce anlam veremeyen ama “Vatan, millet ve devlet için çok önemli bir durum olmasa Bahçeli böyle bir şey söylemezdi!” açıklamasında karar kılan birçok MHP’li veya Ak Partili, bu işte de bir hikmet olduğuna inanıyor: “Devlet aklı başka çalışır!”
Karşımıza çıkan devlet aklının, 2200 yıllık devlet tecrübesinin şekillendirdiği söylenen aklın nasıl çalıştığı, dahası devletin bekası, milletin selameti yolunda tezahür ettiği söylenen devlet aklının kimin, kimlerin aklı olduğu oldukça tartışmalı bir konu.
Küresel siyaseti ve “derin” konuları iyi bilen ve zehirlenme sonucu öldürülen Aytunç Altındal, Öcalan yakalandığında “Muhtemelen 5 yıl kadar sonra bırakılacak.” demişti. Altındal’ın tahmini zaman olarak tutmadı ama gecikmeli de olsa sonunda gündeme geldi. Demek ki bir gün serbest bırakılmak üzere iade edildiği tahminleri doğru idi.
Küresel güçler Öcalan’nın iadesiyle, PKK’nın tasfiyesi düşüncesini 1999’da hayata geçirmişlerdi. Tabii ki bu tasfiyenin hedefi “terörsüz Türkiye”ye yol almak değil, federasyondu. İadenin, idam edilmeme şartıyla yapılmış olmasının nedeni de açıktı: Öcalan, bir süre sonra lazım olacaktı.
1999 Şubat’ında Öcalan’ın MOSSAD tarafından Türkiye’ye iade edilişinden 3 ay sonra da MİT’le ilişkili olduğu Namık Kemal Zeybek ve Yaşar Okuyan gibi birçok eski MHP yöneticisi tarafından dile getirilen Devlet Bahçeli, başbakan yardımcısı oldu ve 2002 yılına kadar bu görevde kaldı. Bu süre zarfında parti tabanının tepkisine rağmen idamda ısrarcı olmayarak iade şartına uydu. Alparslan Türkeş’in, Bahçeli’nin MİT elemanı olduğunu söylediği, orijinali Yaşar Okuyan’da bulunan el yazması mektubu ise o yıllarda Akit Gazetesi’nde yayımlanıyordu
Öcalan’ın iade edildiği yıl başbakan yardımcısı olan ve idamında ısrarcı olmayan Bahçeli şu işe bakın ki yıllar sonra yine hükümet ortağı ve bu kez de Öcalan için “umut hakkı”nı, yani serbest bırakılmasını istiyor!
Yine şu işe bakın ki Öcalan’ın iade sürecini CIA yetkilileriyle yürüten o günkü MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un Bahçeli ile yakın olduğu bilinen bir konu; dahası bugün Bahçeli’nin danışmanlığını yaptığı defalarca ifade edilmesine rağmen Atasagun veya Bahçeli tarafından yalanlanmadı. Atasagun, kendi isteğiyle emekliye ayrılmadan önce Başbakan dışında yalnızca Bahçeli’ye veda ziyaretinde bulunmuştu ki genel başkan yardımcısı Mehmet Şandır tarafından da doğrulanan görüşmede ne konuşulduğu bilinmese de MHP’de görev alıp almayacağı konusu da merak edilmişti. Atasagun’la ilgili birkaç bilgi daha vermek yararlı olabilir. Şenkal Atasagun, 1967’de MİT’e girmiş. Soner Yalçın’a göre 67’de MİT’e girenlerin alınmasında o yıllarda MİT içinde çok etkili olan Hiram Abas’ın inisiyatifi olduğu söylenir. Bu dönem MİT’e girenlerin çoğu teşkilatta önemli yerlere gelmiştir. “Hiram” ismi dikkatinizi çekti mi, bilmem. Bu isim masonlar açısından çok önemlidir. Masonlara göre “pir” kabul edilen ve Tevrat’ta da adı geçen Hiram usta, Süleyman Mabedi’nin baş mimarı kabul edilir. Hiram Abas’ı tanıyan eski MİT’çi Mehmet Eymür, Abas’ın babasının mason olduğu için bu ismi vermiş olduğunu söylüyordu.
Ayrıca İsrail, ABD ile birlikte Öcalan’ı iade ettiğinde dönemin İsrail başbakanı Netanyahu idi. Öcalan’ın serbest bırakılmasının Devlet Bahçeli tarafından dile getirildiği bugün de İsrail başbakanı yine Netanyahu! Ne iş yahu!
Başbakan Yardımcısı Bahçeli, 2002’de Tekir yaylasında iken aldığı iddia edilen bir telefonun ardından sürpriz bir çıkış yaparak DSP-MHP-ANAP koalisyonunu dağıttı ve ülkeyi seçime götürdü. Telefonu kapattığında Bahçeli’nin renginin solduğunu anlatanlar da olmuştu ama bilemeyiz. Emekli binbaşı ve yazar Erol Mütercimler ise arayanın bir general olduğunu bildiğini ama ismini veremeyeceğini söylüyor.
Bahçeli’nin ülkeyi götürdüğü 2002 seçimini, 2004 yılında katıldığı bir televizyon programında “Hani ABD’nin de düşündüğü… Diyarbakır bir merkez, bir yıldız olabilir.” diyecek olan BOP eş başkanı olduğunu söyleyen Erdoğan’ın liderlik ettiği Ak Parti kazandı ve tek başına iktidara geldi.
Erdoğan hükümeti Irak’ın resmi olarak federasyona dönüşmesiyle sonuçlanan Irak işgalini destekliyor, işgal başladıktan kısa süre sonra FBI ve CIA yetkilileri Türkiye’ye geliyordu. Hürriyet gazetesi, 2005 Aralık ayında yaptığı haberlerde bu ziyaretleri “PKK’nın tasfiyesini görüşmek amacıyla” diye yorumluyordu! Bugün de ikinci çözüm sürecinin aslında tek bir hedefi olduğu söylenmiyor mu: PKK’nın tasfiyesi… “Terörsüz Türkiye!”
“Kimin söylediği değil, ne söylendiği önemlidir.” gerçeğini hatırlayarak bir de 18 Haziran 2005’te Aydınlık dergisinde Doğu Perinçek’in bir konuşmasının verildiği “CIA-FBI ŞEFLERİ NEDEN GELDİ? BAHÇELİ-ATASAGUN İKİLİSİNE ÖZEL GÖREV” başlıklı şu habere dikkat edelim: “Washington yönetimi, federasyon plânının uygulanması için harekatın düğmesine basmış bulunuyor. Şenkal Atasagun-Devlet Bahçeli ikilisine özel görev verilmektedir. ABD, Erdoğan, Özkök, K. Özal, F. Gülen, Atasagun, Bahçeli, PKK yöneticileri ve Öcalan; hepsi BOP içinde Türkiye’yi federasyon yapma plânında sahne almaktadır.
Bahçeli’nin büyük satranç oyununda PKK ile aynı safta yer alması yeni değildir. PKK’yı neredeyse iktidar yapan 3 Kasım seçimlerinde de Bahçeli’nin özel görevi vardı.” Aydınlık’ın bu haberini o dönem MHP ile arası açık olan ya da öyle görünen Ak Parti’ye yakın haber sitesi Haber 7, “MHP, Kürt Federasyonuna ‘Evet’ Dedi” başlığıyla vermişti!
Küçük bir hatırlatma daha: MHP 2007 Seçimlerine giderken açıkladığı seçim beyannamesinde Öcalan’ın İmralı’dan alınarak F tipine getireceğini taahhüt etmişti.
“Devlet aklı”nın tezahürü olarak sunulan Öcalan çıkışının yakın tarih ve Bahçeli ile Erdoğan hakkında bilinenler dikkate alındığında Bahçeli’nin bireysel bir kararı olmadığı gibi ikisinin ortak kararı da olmadığını düşünmemiz için çok nedenimiz var. O hâlde cevabı bildiğimiz ve bazı hatırlatmalarla izah etmeye çalıştığımız soruyu tekrar soralım: Devlet aklı, kimin aklı?