Connect with us

Yazılar

İklim Değişikliği, Küresel Isınma ve Çevre Felaketine Dâir – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

Eskilerin dile getirdiği “Bir şeyin dedikodusunun yapılması, lafının çıkması onun gerçekleşmesinden daha kötüdür.” anlamına gelen “Vukuu şuyuundan beter!” ifadesi günümüz dünyasında birçok konuda karşımıza çıkmaktadır.

Eskiler, kendi yaşadıkları ortamlarda meydana gelen olayların ortaya çıkış şeklinden ziyade, onun birden ve nasıl yayıldığına dikkat çekmek için yukarıda belirttiğimiz deyişi dile getirmişler.

İmdi, bu deyişten yola çıkıp hareket ettiğimizde geçmişte de olduğu üzere, birkaç yıldır gerek dünyada ve gerekse de içerisinde yaşadığımız toplumda meydana gelen hadiselere baktığımızda onların çeşitli şekillerde belli araçlar vasıtasıyla hızlı bir yayılım göstermesi işi ilginç ve önemli kılmaktadır.

Medya organları ve özellikle de sosyal medya ortamında, ya meydana gelmiş ya da meydana gelme durumu söz konusu edilen bir olayın ve olgunun, arkasında birçok endişeye yol açarak yayılması bu deyişi haklı çıkarmakta ve önemini arttırmaktadır.

Buna dair, yaşadığımız dünyadan ve kendi ülkemizden, toplumumuzdan sosyal, siyasal, ekonomik vb. birçok alanla ilgili epeyce örnek verilebilir.

Bu saydığımız konular elbette çok önemlidir ama büyük oranda yapısı ve oluşan hadisenin/hadiselerin yayılışının şekli ve zihinsel planda bıraktığı “kalıcı” iz/ler söz konusu olduğunda, saydığımız diğer kalemler arka plânda kalabilir.

Hatırlayacak olur isek, geçen kış aylarında “belki” dünyada ve ülkemizde de pek yağmur yağmadı. (Bir de koca bir deprem felaketi yaşadık.)  Yine geçmişten kalan birçok yanlışa binaen pek de sel felaketinin yaşanabileceği “pek” düşünülmeyen bölgelerde sel felaketlerine şahit olduk.

Bu sel felaketlerine rağmen, ciddi oranda yağmur yağmayışından hareketle özellikle de büyük şehirlerde bulunan barajlarda su seviyesinin normalin epeyce altında olduğu tespit edildi. Depremi, sel felaketini ve yağmur yağmayışını bir tarafa koyduk, bu kez mayıs ayından itibaren aşırı derecede hava sıcakları ile muhatap olduk.

Normalde havası, yazın dahî olabildiğince serin geçmesi düşünülen bölgelerde bile sıcaklıklar “aşırı” derecede artış eğilimine girdi. Bu olan bitenin çoğunun birbiri ile ilintili birçok sebebi var. Bu sebepler, bir takdir sonucunu ortaya koymuş olsa da, “insanın kendi eliyle yaptığı kötülüğün, yanlışlığın bir eseri olduğu” konusunda hiç şüphe yok. (Rum, 30/41)

Yapılan kötülükler ne yazık ki, dünden beri adeta “bir -sanal- gereklilik içre” bizler tarafından sürdürülmektedir. Bunun öncelikle şahıs, daha sonra toplum, devlet ve en nihayetinde küresel güç boyutu var.

Kısacası hepimiz bu yapılan edilen kötülüklerden, yanlışlardan sorumluyuz. Yetkili bir konumda olmayışımız nasıl ki bizi şahıs ve toplum olarak kurtarmayacaksa, devletlerin ve özellikle de tabiri caizse kumanda masasında bulunan büyük güçleri de kurtarmayacak, belki de en çok onlar zarar edeceklerdir.

Zurnanın “zırt” dediği yere gelince, istisnaları elbette olmakla birlikte, yerelden başlamak üzere küresel çaptaki medya iletişim araçları ile adeta “her gereksizin” eline oyuncak kabilinden tutuşturulan araçlar üzerinden oluşan sosyal medyaya baktığımızda, suçlu olanların kendi suçlarını unuttururcasına insanların adeta maymuna, yetmedi şebeğe dönüştürdükleri bir vakıadır.

Neredeyse, her Allah’ın günü, özelikle de bu kavurucu yaz sıcaklarının hüküm sürdüğü günlerde bilen de, bilmeyen de tutturmuşlar “Elnino” sıcaklarını, adeta yaşanan sıcakları, kendi yaydıkları haberlerin haklılığını ispatlarcasına “cehennem ateşi” gibi takdim etmektedirler. İnsan, bu kavurucu yaz sıcaklarından değil de sunulan haberlerde çölden  estirilen sam rüzgarlarından ve o rüzgarın ateşe dönmüş şeklinden ne yapacağını, nereye gideceğini dahî şaşıracak duruma geliyor.

Bire beş katmak, abartı, olan biteni alabildiğine büyütmek, insanlar ve toplum üzerinde “isteğe binaen” etki oluşturmak, baskı ağı kurmak, kaos ortamı oluşturmak, olaydan hareketle arzulanmaktadır.

Yani, vukuunun şuyuundan beter olması buna denirdi.

Tamam, bir iklim değişikliği ve buna bağlı olarak bir küresel ısınma -ya da soğuma- hadisesi var. Bunun inkâr edilecek bir tarafı yok. Ama oluşan bu “küllî” yanlışlara her ne kadar sıradan insanlar da sebep olmuş olsalar dahî bu durumun esas müsebbibi küresel güçler, o kapitalistler, onlara düşünsel zemin hazırlayan bilumun liberaller ve bunların toplamı olan Batılı emperyalistler değil mi?

Adına “çevre felaketi” denen ve bu felakete iyi niyetlerle karşı çıkmak için bir araya gelen çevre gönüllülerinin bir kısmının adeta insanı başka hiçbir konu ilgilendirmezmiş edasıyla “çevrecilik” adı altında ideolojik bir angajmana girmesi gibi tehlikeli bir durumla da karşı karşıya olduğumuzu belirtmek gerekir.

Kaldı ki, bu çevreci zevatın bir kısmı, olaya bütüncül bakacağına, parçacı yaklaşma suretiyle çevreyi kirleten ve devletlere hâkim olan küresel şirketlerin onayı, izni ve onların aktardıkları finansal kaynaklarla çevrecilik yapmaktadırlar.

Küresel güçler üzerinden dile getirmeye çalıştığımız ve “vukuu şuyuundan beter” kabilinden şahit olduğumuz hadiselerin kabul edilecek ki, bir de yerel ayağı var. Bu yerel ayak en başta yaşadığımız belde, bölge, ülke ve çevremizde bulunan bölge ülkelerini de içermektedir.

Daha geçen yıl yoğun bir şekilde yaşadığınız Marmara Denizi’nde vuku bulan ve besbelli ki, sanayide kullanıma binaen kirlenip atık hale gelen suların onlarca yıldır denize akması, akıtılması sonucu oluşan müsilaj ve deniz yosunu hadisesi de, bizim birçok sanayicimizin, yereldeki yöneticilerin, iktidarın denetimsizlikleri sonucu meydana gelmişti.

Bunlara bir de -felaket tellallığına konu edinilsin, ya da edinilmesin- iklim değişikliğine ve küresel ısınma ile ilintili olan kuraklık ister istemez tarımı ve o kalemde zikredilen birçok konuyu ve alanı da olumsuz şekilde etkilemekte olup bunun faturası başta çiftçiye çıkmakta/çıkarılmakta ve sonuçta da son noktada bulunan ve olan bitene, yapılan yanlışa karşı eli kolu bağlı olan tüketiciye kesilmektedir.

Bunun elbette, daralan dünya ekonomileri ile reddedilemez bir ilintisi olmakla birlikte ülkede uygulanan ekonomik politikaların da devasa ölçülerde etkisinden bahsetmek gerekir.

Bu felaketler, zincirleme şeklinde, ekonomik anlamda hemen her alana sirayet etmektedir. Bu alanların bir kısmını, aile ve şahıs bazında geçim ekonomisinin uygulandığı bir ortamda turizm gibi bazı ekstrem kalemlerden sarf-ı nazar ettiğimizde en önemli kalemin elbette boğaz tokluğuna yaşama ve barınma alanında olduğu şayiadan ziyade vuku bulan hadiseler üzerinden okunabilir.

Geldiğimiz noktada, yukarıda da belirttiğimiz üzere, en sıradan insandan topluma, devlet(ler)e ve küresel emperyalist güçlere kadar zincirleme bir şekilde bir felakete adım adım yaklaştığımız söz konusu… Konunun küllî çözümü için herkesin bir şeyler yapması gerekir. Ama konuya dair bir milim dahî hareket etmeyen o “koca” güçlerin yanlış tutumlarını değiştirmesi elbette iyi olur ama onların dünya tamahı kendilerini bundan alıkoymaktadır.

Bir gerçeklik olmasına rağmen, yine kontrolü büyük oranda küresel güçlerin elinde olan medyanın/sosyal medyanın, felaketi onlar tetiklememişçesine ortalığı velveleye vermeleri, işin vukuunu alabildiğine öne çıkarmaktadır.

Felaketler üzerine kurulu densizlikleri, yine o küresel güçlerin çıkardıklarından asla şüphe duymadığımız kovit-19 salgını hadisesinden biliyoruz. Öyle ki, ulusal ve uluslararası alanda sağlık alanında güven duyulması gereken birçok kurum, kuruluş ve şahsın -ya saflıklarından(!) dolayı, ya da bile isteye- pandemi politikaları üzerinden küresel sistemden yana tavırlarından öğrendik, gördük.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Kararsız Bir Berzahta Büyüyen Yenilgi Psikolojisinden Kurtulmak

Yayınlanma:

-

Küresel Sumud Filosu ile Trump’ın Gazze’deki sözüm ona “ateşkes plânı” ve elbette Erdoğan-Trump görüşmesi birbirini tamamlayan parçalar olarak bir tablo oluşturdu bizim için.

Atasoy Müftüoğlu’nun çoğu kez aceleci genç kuşaklarda hoşnutsuzluk uyandıran çözümlemeler ve köklü dönüşümler bahsinde sunduğu önerilerle İsmet Özel’in “Uzun yola çıkmaya hüküm giydim” mısraının kesiştiği bir kavşaktayız. Bu kavşak, esasen çok uzun zamandır bulunduğumuz bir berzahtı ancak peşi sıra cereyan eden ve aksiyon alınması gereken hadiseler ile yine onlarla bağlantılı tavırlar, sahte aktörler gibi pek çok nedenle lâyıkıyla muhasebesini yapamadığımız, sürekli ertelediğimiz bir hâlden/sorumluluktan/ödevden bahsediyorum.

Sumud Filosuyla mesafe alan vicdani çıkışların paradigmatik örgütlenme bahsinde bir değerlendirmesini yaptığım yazı[1] buradaki tartışma için bir zemin oluşturabilir.

Türkiye heyetinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan öncülüğünde 25 Eylül 2025 tarihinde Trump’la yaptığı görüşmelerdeki bütüncül tutumu bu yazıda işlemeye çalışacağım mevzuu için önemli bir istinat oluşturacaktır. Bu istinadın diğer ayağında elbette sekiz İslam ülkesinin, daha sonra Trump’ın ilan ettiği Gazze’de ateşkes öneren plâna onay buluşması olduğu anlaşılan toplantı var. Bu toplantı ve takip eden kararın onaylanmasının, yazımızın ana teması bahsinde ne denli ehemmiyete sahip olduğu görülecektir.

Aksâ Tûfânı’nın tam olarak iki yılını tamamladığı bir dönemde oluşan tabloda neredeyse eksik kalmamış gibi! Bu iki yılın ne kadar zorlu geçtiğine, yaşayan herkes doğrudan tanıklık etti. Gazze’deki soykırım ve eşsiz direniş ile Hizbullah’ın kuzeyden açtığı cephe bu sürecin zaten önemli ve temel parçalarındandı. İsrail/ABD-İran savaşı, Yemen’in sürece dâhil oluşu, Katar’ın İsrail tarafından vurulması, Direniş liderlerine suikastlar sanırım dünya tarihinin en hızlı akan döneminin baş döndüren aşamalarını oluşturdu.

Bütün bu çerçevenin dünya halklarınca öfke ile karşılanması, vicdan ve haysiyet mücadelesinin yankılanması olarak Madleen, Hanzala, March to Gaza, Sumud biçiminde somutlaşması benzersiz bir enerji üretse de egemen dünya düzeninin güçlü işleyişini sarsacak seviyeye ulaşamadı. Bunu, dipnota aldığım yazımda gerekçeleriyle tartışmıştım.

Bu tartışmanın vaktine dâir itirazlar gelebilir ancak hiçbir tartışma zamansız değildir. Muhasebe her koşulda kaçınılmazdır. Tartışmaları yürütürken fiilî sorumlulukları ötelemek elbette kabul edilemez ancak fiilî süreçler gerekçe gösterilerek de muhasebeden sakınılamaz.

Trump’ın sekiz İslam ülkesi lideri ile ABD’de pişirip ilan ettiği ve birkaçı hariç umum İslam ülkeleri yöneticilerince heyecanla karşılanıp alkışlanan teklif ile Gazze’nin hâl-i hazırdaki durumu moral bozukluğuna sebebiyet verirken alttan alta da bir yenilgi psikolojisi enjekte etme kabiliyetine sahiptir. Harap edilen Gazze, soykırım silahı olarak kullanılan açlığa maruz bırakılan Filistin halkı ve İslam dünyasının kâhir ekseriyetinin Trump önderliğinde Direniş’e karşı ortak cephede saf tutması bütün bu yenilgi psikolojisinin anlaşılabilir gerekçeleri olarak karşımızda duruyor.

Yüz yıllardır egemen dünya düzeni karşısında yaşanan genel mağlubiyet, sömürü ve horlanmanın Müslümanların zihin ve gönül dünyalarında nasıl bir tesir bıraktığını bilenler için bahsettiğim yenilgi psikolojisi anlaşılabilir bir neticedir. İslam dünyasının bilinç olarak değil elbette ama siyasi, ekonomik, askerî bakımlardan belki de en zayıf, en çaresiz halkası olan cephesinin büyük beklentileri karşılayabilme gücü, peşinen kolayca anlaşılabilirdi ancak asırların biriktirdiği duygusal yük buna engel oldu.

Diğer yandan kritik bir mesele daha var ki ona da Sezai Karakoç’un meşhur mısraı ile çarpıcı bir başlangıç yapılabilir: “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır!” Buradaki “yenilgi”, bütün rasyonel hesaplamaların, aydınlanmacı zihniyetlerin tümüyle dışındadır. Hesapların sadece bu dünya hayatında görüleceğine, galibiyet ve mağlubiyetin sadece burada vukû bulacağına dâir tasavvurlar, bu mısrada ifadesini bulan iman tarafından reddedilmektedir. Zafer, Allah katındandır ve bu dünyada yenilgileri göze alan, ona meydan okuyan bir azim, cehd ve kararlılık âhiretteki zaferin biriktiricisidir. Dolayısıyla mutlak kayıp ve kazancın mahiyetine ilişkin hakiki tavrın ne olduğunu buraya not düşerek yenilgi psikolojisinin ne mana ifade ettiğini sürekli biçimde sorgulamayı itiyat edinmek icap eder.

Şimdi murâdımızı belirginleştiren aşamaya geçelim.

Modern dönem siyasal hareketlerinin meşhur bir sorusu vardır: Ne Yapmalı? Lenin’den Ali Şeriatî’ye, Ümit Aktaş’tan Kur’an ve sohbet halkalarındaki tartışmalara kadar bu soru sayısız kere sorulmuş; kimi zaman kitap sûretinde kimi zaman da sözlü olarak cevaplandırılmak istenmiştir. Pek çok mesele gelip oraya dayanıyor ister istemez ve maalesef çoğu zaman, tatmin edici cevaplar üretilemediğinden bir çaresizlik ve savrukluk bilinçlerden eksik olmuyor.

Fiilî ve zihinsel işgallere maruz kalan müslümanlar için Trump etrafında çevrelenen İslam ülkelerinin liderlerinin sunduğu fotoğraftan bahsetmiştim. Bu fotoğraf, Gazze direnişinin hem dünya genelinde hem de İslam ülkelerinde nasıl bir seyir takip ettiği hususunda güçlü izlenimler verme potansiyeline sahip! İşbirlikçilikleri ile nam salmış ülke temsilcilerinin Filistin direnişini boğma, küresel liderliğin Trump ve avenesinde olduğunu itirazsız kabul etme tavırlarındaki rahatlık, İslam ülkelerindeki İslami siyasi mücadelelerin niteliğini açık etmektedir. Hiçbir toplumsal muhalefetten hiçbir ciddi tehdit algılaması söz konusu değildir ve liderler bu rahatlıkla emperyalist şefin etrafında dizilmişlerdir.

Bu tablodan çıkarılabilecek pek çok sonuç var. Müslüman dünyanın fotoğrafını eleştirirken bütün coşkun görünürlüğüne karşın Batı, bu değerlendirmelerden uzak değildir. O coşkun görünürlüğün aldatıcılığı hakkında yine bir önceki değerlendirme yazıma atıfta bulunacağım, gerekçelerimi, orada sıralamıştım. İnsan hakları mücadelesi dolayımında gezinen toplumsal tepkiler -evet, sadece toplumsal tepki diyebiliriz- kimseyi rahatsız edemez. Kurucu iddialardan uzak hareketlerden kimse endişe edip de köklü politik manevralar yapmaz. Gazze’deki direniş ve soykırım boyunca toplumsal itirazlar bu çaresizliği yaşadı. Eksik ve zaaflarıyla birlikte Gazze’de vücut bulan paradigmatik iradenin zerresine sahip olmayan itiraz dalgalarının bu acziyet hâlini yaşamaması mümkün müydü?

Müslümanlar olarak “özgürleşmeden özgürleştirmek[2]” diye tanımladığım bir patinaj hâlinde enerji tüketiyoruz. Yazının başında işaret ettiğim gibi tam da burada “Ne Yapmalı?” sorusu etrafında şekillenen tartışmalar giriyor devreye. Entelektüel bir kavrayışla şiddet dışı direniş, temel İslami kavramlar, Kur’an ve siyerin teorik siyasal çıkarımlar yapılması beklenen birlikte okunup tartışılması, devlet hakkında birtakım mülâhazalar, öteden beri devredip duran kalıplarla zihinleri donduran telâkkilerle hesaplaşma, siyasal mücadele alanlarını çeşitlendirme, kurucu irade tartışmaları…  Bunların yokluğunda dönüp dolaşıp devletlere müracaat eden çaresizliklerin içinde bağımsız, devrimci söylem üretemeyen hak arayışlarıyla geçen bir süreç![3]

Bağımsız İslami siyasi mücadelelerin üretilmesinin ehemmiyetini Aksâ Tûfânı süreci herkese bir kez daha öğretti. Trump’ın sözüm ona ateş kes plânıyla farklı bileşenlerden oluşan geniş bir rahatlama dâiresi oluşabiliyorsa kendisi özgürleşmediği için başkalarını özgürleştirmeye nefesi yetmeyenlerce domine edilen bir alana mahkûm edilişin hazin tablosu karşımızda duruyor demektir.

Türkiye heyetinin Trump hayranlığı, sekiz İslam ülkesi liderinin Gazze direnişini boğmayı amaçlayan plânı onaylama toplantısı ve bütün bu tabloya rağmen kısmî rahatlamaları hedefleyen toplumsal taleplerin, teslimiyet fotoğraflarını servis etmekten çekinmeyen siyasi aktörlere yöneltilmesi yazımızda bahsetmeye çalıştığımız temel çelişkidir ve mezkûr toplumsal hareketlilikler kurucu irade tartışmalarına evrilmedikçe bu çelişki derinleşecektir. Yerel ve küresel ölçekte hegemonya herhangi bir tehdit algılaması hissetmeyecek ve taşıyıcı kolonlarına “meşruiyet” dağıtmaya devam edecektir!

Yazının başında bahsettiğim istinat noktalarının paradigmatik kavranışındaki zaaflar üzerine kafa yoracak, bu alanda teorik ve pratik mesafeler alacak bir irade ete kemiğe bürünmelidir. Bu, elbette mümkündür. Çaresizlik ancak devrimci bir tutumla, iradeyle aşılabilir. İslami hareketliliklerin düşünce ve pratik ufukları en azından bir başlangıç kabiliyetini bize öteden beri sunmaktadır[4] lâkin “sivil” sıfatının fazlaca yaygınlık kazandığı bir zemin, kabul etmeli ki bu kabiliyetleri yazıda da yer yer bahsettiğim gibi çok boyutlu olarak aşındırdı. Önce bu aşınmayı izale etmek gerekiyor. Yenilgi psikolojisinin kökenlerinin teşhisten sonra kurucu tartışmalara yol bulunmalıdır.

“Özgürleşmeden özgürleştirme” arzusundaki özgüvenin aldatıcılığı, kimseyi egemen dünya düzenince tanzimi yapılan bir somutlukta vicdanları geçici de olsa rahatsız olmaktan kurtaracak kısmî düzenlemelerle yetinmekten öte bir neticeye taşıyamayacaktır.

Dipnotlar:

[1] Vicdan ve Haysiyetin Paradigmatik Örgütlenmesi, Ahmet Örs: https://yenipencere.com/kose-yazilari/vicdan-ve-haysiyetin-paradigmatik-orgutlenmesi/

[2] Aksâ Tûfânı Dersleri: Özgürleşmeden Özgürleştirmek, Ahmet Örs: https://yenipencere.com/kose-yazilari/aksa-tufani-dersleri-ozgurlesmeden-ozgurlestirmek/

[3] İnsan Haklarının Yükü, Emre Berber: On İki Levha yay.

[4] İslamcılığın Trajik Düşüşünden Çıkış Mümkündür, Ahmet Örs: https://www.tasfiyedergisi.net/islamciligin-trajik-dususunden-cikis-mumkundur/

Devamını Okuyun

Yazılar

Boeing, Soykırım İçin Silah Üretimini Durdurmalı – Mike Pappas

Yayınlanma:

-

Boeing çalışanları, daha iyi ücret ve çalışma koşulları için greve gitmeye karar verirken şirket, yurt içinde maliyetleri düşürmeye devam ediyor ve yurt dışında ise İsrail’in Filistin’de sürdürdüğü soykırımı destekliyor.

Son zamanlarda, Uluslararası Makineciler ve Havacılık İşçileri Birliği (IAM) üyesi Boeing çalışanları, sendikanın desteklediği korkunç bir geçici anlaşmayı reddetmekle kalmayıp greve gitme kararı aldı. Bu işçiler, daha fazlası için mücadele etmeye hazır olduklarını ve Boeing yöneticilerinin kârlarını maksimize etmek için üretimi kısarak insanları tehlikeye atmaktan bıktıklarını gösteriyor. Bu yetmezmiş gibi Boeing yönetimi, Filistin’deki soykırımı sürdüren İsrail’e silah tedariğini sürdürmeye odaklandı. Boeing, soykırım için silah üretmeyi bırakmalı ve uçaklarını iyileştirmeye başlamalıdır.

Raporlar, grevden önce ve belki de grevi öngörerek Boeing’in güvenli olmayan bir şekilde üretimi artırmak için fazla mesai yaptırdığını ve kısmen üretilmiş uçakları montaj hattından geçirerek gerekirse daha sonra grev kırıcılar tarafından tamamlanmalarını sağladığını gösteriyor. 2018 ve 2019’da düşen Max 737 jetleri gibi ticari yolcu uçaklarının veya uçuş sırasında uçakların kapılarının düşmesi gibi olayların yaşandığı bir geçmişe sahip olan Boeing yöneticilerinin, üretimde gereksiz gördükleri masraflardan kaçınmak isteyeceklerini düşünmek mantıklı görünüyor ancak yöneticiler, güvenliği ikinci plâna atarak kârlarını öncelemeye devam ediyorlar. İşçiler de haklı olarak endişelerini kamuoyuyla paylaştılar ancak Boeing yönetimi tarafından suçlu ilan edilip hedefe konuldular. Ayrıca endişelerini dile getiren birçok kişi, bunu yaptıktan sonra ölü bulundu. Bu da kamuoyuyla paylaşılan kritik bilgilerin azalmasına neden oldu.

Uçaklara daha fazla insan sıkıştırıp seyahat edenlerin güvenliğini tehlikeye atsa da ABD’nin tek uçak üreticisi olan Boeing, maliyetleri düşürme hedefinden vazgeçmiyor. Hâl böyleyken Boeing gibi şirketlere, halk yararına çalışacaklarını iddia eden kapitalist politikacılar tarafından devasa devlet sübvansiyonları veriliyor. Buna paralel olarak yöneticilerin de kamu güvenliğini hiçe sayarak kârı maksimize etmek için işçileri zorladığını görüyoruz.

Kim bilir; belki de Boeing, bu sorunları çözmek için çalışıyordur, değil mi? Belki de hem kârı en üst düzeye çıkarmak hem de kamu yararını gözetmek için “fazlalıklardan kurtulmaya” ve üretimi “daha verimli hâle getirmeye” çalışıyorlardır! Yanlış: Boeing maliyetleri düşürürken aynı zamanda ölüm ve yıkım amaçlı ürünler de ihraç ediyor! Boeing, dünyanın dördüncü büyük silah üreticisidir ve şu anda İsrail’in Filistin’de yürüttüğü soykırıma yardımcı olan kilit bir rol oynamaktadır. Ekim 2023’ten itibaren Boeing, Filistin’e karşı yürütülen soykırım savaşında kullanılmak üzere 1.800 adet Joint Direct Attack Munitions (JDAM) ve 1.000 adet Small Diameter Bomb’un İsrail’e sevkiyatını hızlandırdı. Boeing, soykırım için İsrail’e silah sevkiyatını hızlandırmaya her zaman hazır ancak uçaklarının düşüp insanların ölümlerine sebebiyet vermesini önlemek için o uçakları iyileştirmeye hazır değil!

Rekor Kırdı: Boeing, 2021-2023 yılları arasında İsrail’e teslim edilen füzeler ve mühimmat açısından ABD’nin en büyük üreticisi oldu. Grafik arka plan önünde Boeing uçakları ve JDAM mühimmatlarından oluşan kolaj. Fotoğraf, ABD Hava Kuvvetleri tarafından sağlanmış olup Staff Sgt. Michael B. Keller tarafından çekilmiştir.

Bu tür sevkiyatlar soykırım boyunca devam etti. Boeing’in mühimmatı, Mayıs ayında İsrail tarafından Rafah çadır katliamında 45 kişiyi ve haziran ayında BM okul katliamında 9’u çocuk olmak üzere 33 kişiyi öldürmek için kullanıldı. Bu yılın başlarında, Boeing JDAM’leri bir evde 19’u çocuk olmak üzere 43 kişiyi öldürmek için kullanıldı. Elbette bu, sadece son zamanlardaki soykırımla sınırlı değil. Boeing, 1948’de İsrail’in kurulmasından bu yana Siyonist ordusuna uçak ve mühimmat tedarik ediyor!

Kârın maksimize edilmesinin her zaman öncelendiği bir ekonomik sistemde bu dinamikler şaşırtıcı değildir. Bu yılın ocak ayında yapılan dördüncü çeyrek kazanç açıklamasında, finans direktörü Brian West, Boeing’in gelirinin 22 milyar dolar olduğunu, bunun bir önceki yıla göre yüzde 10 artış anlamına geldiğini ve yine bunun 6,7 milyar dolarının savunma sözleşmelerinden kaynaklandığını belirtti. Boeing; soykırıma yatırım yapıyor çünkü bu, uçakları tamir etmek ve kamu güvenliğine odaklanmaktan daha fazla para kazandırıyor.

İşte bu çok önemli olduğu için şirket, kendini daha iyi göstermeye yarayacak her yolu bulmalıdır! Bu yüzden işçilere ve kamu güvenliğine yatırım yapmak yerine soykırıma destek sağlarken bir yandan da Missouri eyaletinin St. Louis gibi şehirlerinde düzenlenen Onur yürüyüşlerini finanse ederek bir tür pembe yıkama yapıyor. Boeing’in bir sonraki halkla ilişkiler hamlesi, Filistinli çocukları öldürmek için İsrail’e sattığı füzelere onur bayrakları eklemek olabilir mi?

Peki, ya Boeing’i işçiler kontrol etseydi ne olurdu? İşçiler, kendilerine yeni bir yat veya mülk satın alabilmek için uçakların düşmesini izleyen şirket yöneticileri ve zengin hissedarlarının aksine o uçaklarda kaliteden ödün vermezlerdi. Boeing, işçilerin kontrolü altında kamulaştırılsaydı işçi sınıfı, dünyanın dört bir yanındaki masum çocukları öldürmek için daha fazla ölüm makinesi üretmeye fon ve araştırma kaynakları ayırmayı seçer miydi? Elbette hayır!

Diğer yandan Boeing’in savaş için kullandığı teknoloji ve tesisler, toplu taşıma sistemlerini iyileştirmek için çalışan fabrikalara dönüştürülebilir ve böylece iklim krizinin dünya çapında şiddetini artırdığı bir dönemde çevreyi daha az kirleten ulaşım araçlarının kullanımı teşvik edilebilir.

Boeing ve benzeri şirketleri ele geçirip kendi kontrolümüzde işletmeliyiz. Bizim sırtımızdan kâr etmeye devam eden kapitalistlerin, dünyadaki yoksulları ve emekçi sınıfları ölüme terk etmelerine izin vermemeliyiz.

Kaynak: leftvoice.org

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sistematik Kötürümleştirme: Aileler Yoksul, Çocuklar Aç

Yayınlanma:

-

Türk-İş araştırmasına göre 2025 Ağustos ayında açlık sınırı[1] 27 bin; yoksulluk sınırı ise 88 bin TL’ye yükseldi. Bu rakamlar, Ankara’da yaşayan dört kişilik bir aile ölçü alınarak belirleniyor.

Asgarî ücret, hâl-i hazırda 22 bin104 lira 67 kuruş olarak uygulanıyor. Asgarî ücret artış periyodu, AKP hükümeti tarafından 2024’ten itibaren yıllık olarak karara bağlandığı için artık sene içerisinde herhangi bir düzenleme yapılmıyor. 2025 yılı asgarî ücreti, hak edildiği ocak ayında açlık sınırının altında kalmıştı (22 bin131 TL).

Emekçiler, yoksullar 2025 yılına başlangıcı “aç” olarak yapmıştı. Aslında pek çok sene birbirine benziyor ancak son yıllarda ivme, çok daha negatif yönde seyrediyor. Önceki yıllarda asgarî ücretin açlık sınırı altına düşmesi bir-iki ayı bulurken şimdilerde ilk hak ediş, açlık sınırının altında gerçekleşiyor.

7 milyondan fazla emekçi, asgarî ücretle çalışırken 7,6 milyon emekçi ise asgarî ücrete bile erişemiyor! Ücretlilerin asgari ücrete “komşuluğu” (asgarî ücretin yüzde 10 üstü ve altı) açısından bakıldığında 8,5 milyon emekçinin asgarî ücretin altında ve civarında ücret aldığı görülüyor. “Asgarî ücretliler, asgarî ücret bile alamayan milyonlar, asgarî ücretten az-biraz fazla kazananlar…” derken vasıflı/eğitimli çalışanlar için de asgarî ücretin genel geçer ücret olduğu[2] bir vasatta milyonlarca emekçinin açlığa gömülü hâlde vâr olma mücadelesi verdiği pekâlâ söylenebilir.

Yoksulluk-Açlık, Yetersiz Beslenme Çocukları Nasıl Etkiliyor?

Asgarî ücretle geçinmeye çalışanların pek çoğunun ailesi, çoluk çocuğu var ve bu çocukların mühim bir kısmı “çocuk yoksulluğu”ndan mustarip. Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) araştırması, ülkede en az 7 milyon çocuğun yoksulluk içinde yaşadığını söylüyor. Araştırmaya göre, en düşük yüzde 20’lik gelir grubuyla en yüksek yüzde 20’lik gelir grubunun tüketim harcamaları arasında beş buçuk kat fark var ve bu makas giderek açılıyor. Bu büyük farkın yoksul çocukların öğrenim yaşamlarına, geleceklerini şekillendirme süreçlerine nasıl tesir ettiğine ise yakından bakmak gerekiyor.

OECD verilerine göre Türkiye’de çocuk yoksulluğu, toplam nüfusun yoksulluk oranından daha fazla! Türkiye’de her 100 çocuktan 22’si yoksulluk içinde büyüyor. TÜİK’in 2022 yılına ait çocuk istatiklerinde 15-17 yaş grubundaki çocukların yüzde 19’u çalışma hayatında yer almaktadır. 2002-2023 yılları arasında yaklaşık 900 çocuk, iş cinayetlerinde can vermiştir. OECD ülkeleri arasında ne eğitimde ne istihdamda olan genç sıralamasında yüzde 28 ile Türkiye, birinci sıradadır. “TÜİK 2022 Türkiye Çocuk Araştırması”, ekmek veya makarna gibi yiyecekleri her gün tüketen çocuk oranını yüzde 63; her gün sebze tüketen çocuk oranını yüzde 33; her gün et, balık ya da tavuk tüketenlerin oranını ise sadece yüzde 13 olarak tespit etmiştir.[3]

Türkiye’de çocuklar ve gençlerle ilgili bu iç karartıcı tabloyu biraz daha açmalıyız. İstanbul Plânlama Ajansına (İPA)[4] göre;

– Her 3 öğrenciden 1’i okula aç gidiyor,

– Her 3 öğrenciden 1’i okula gitmeden önce hiç kahvaltı yapmıyor,

– Çocukların yüzde 60’ı haftada en az 1 gün kahvaltı yapmıyor,

– Öğrencilerin yüzde 19,2’si parasızlık nedeniyle haftada en az 1 gün aç kalıyor,

– Çocukların yüzde 2’si okuldan sonra hiç akşam yemeği yiyemiyor,

– Çocukların yüzde 1,9’u ise yine ekonomik sebeplerle her gün aç kalıyor.

Açlığa maruz kalan çocukların büyüme ve eğitim süreçlerinde hangi sonuçlarla karşılaşacakları hakkında bazı araştırmalar fikir verebilir. Tam da büyüme ve eğitim çağındaki bir çocuğun yetersiz beslenmeden olumsuz etkilenmemesi elbette mümkün değildir. Öncelikle İngiltere’de yapılan bir araştırmanın[5] sonuçlarına bakalım:

Birleşik Krallık’taki en yoksul %25’lik ailelerden gelen 389 “üstün yetenekli” beş yaşındaki çocuğun ilkokul ve ortaokul eğitimleri sırasındaki sonuçları takip ediliyor. Daha sonra, 2000-2002 yılları arasında doğan çocuklardan oluşan en zengin %25’lik ailelerden gelen 1.392 yetenekli beş yaşındaki çocuk için de aynı sonuçlara bakılıyor.

5 yaşında yapılan bilişsel testlerde en yüksek %25’lik dilime giren çocuklar, aile gelirine bakılmaksızın benzer başarılar göstermişken 11-14 yaşları arasında “yüksek yetenekli ama düşük gelirli ailelere mensup çocukların sonuçlarında belirgin ve hızlı bir düşüş” tespit ediliyor. Bu düşüş; “önemli ölçüde daha kötü davranış ve zihinsel sağlık ile 17 yaşına kadar polis tarafından durdurulma, uyarılma veya tutuklanma olasılıklarının yüksek gelirli akranlarına göre daha yüksek olması” gibi diğer farklılıkların ortaya çıkmasıyla örtüşüyordu.

Düşük gelirli ailelere mensup çocukların yalnızca %40’ı 16 yaşında sınavlardan A veya daha iyi notlar alabilirken yüksek gelir grubundaki ailelere mensup çocuklarda bu oran %65’ti. Sınav sonuçlarındaki bu fark, düşük gelir grubundaki çocukların daha azının A seviyesi sınavlarına girmesine yardımcı olabildi.

Bu araştırma; çocukların zihinsel, psikolojik ve bedensel gelişiminin sınıfsal karakterini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Yukarıda bahsi geçen ATO raporunun İngiltere ile Türkiye’deki çocukların sınıfsal seviyelerinin çok farklı olduğunu ortaya koyduğu da düşünülürse nasıl bir vahametle karşı karşıya olduğumuz kolayca tahmin edilebilir.

Açlık sınırı dolayımında yaşayan ailelere mensup çocuklar, İngiltere’de yapılan araştırma sonuçlarında da görüleceği gibi yaşama açıkça yenik ve dışlanmış başlıyor.

Gereği gibi beslenemeyen çocukların akademik performansları %70 oranında düşebiliyor. Mütehassıslara göre okullarında yetersiz beslenme problemi yaşayan çocuklar; odaklanma, hatırlama ve bilgilenme becerilerinde aksaklıklarla karşı karşıya kalmakta ve dil gelişimi ile problem çözme becerilerinde sıkıntı yaşamaktadır. Yeterli beslenemeyen çocuklarda beynin bilişsel işleme yeteneği ile motor ve dil gelişim becerileri zarar görür. Beynin bazı bölümleri zamanla iyileşebilse de hipokampus, beyincik ve sinir reseptörlerinde meydana gelen hasar kalıcıdır. Bu nedenle büyüme geriliği yaşayan çocuklar genellikle potansiyellerini tam olarak gerçekleştiremezler. Yine öfke, kaygı, saldırganlık gibi davranış sorunları da yetersiz beslenmeyle yakından ilişkilidir. Bu sorunlar, çocukların derslere katılmasını veya öğretmenleri ve akranları tarafından anlaşılmasını zorlaştırmaktadır.[6]

Yoksul ailelere mensup çocuklarda yetersiz beslenme sonucu şu belirtilere rastlanmaktadır: Dikkat ve konsantrasyon zayıflığı görülür. Açlık veya düşük besin alımı, çocukların derse odaklanmasını zorlaştırır. Hafıza ve öğrenme güçlüğü olur. Vitamin-mineral eksiklikleri (özellikle demir, iyot, B12 ve çinko) bilgiyi hatırlama ve saklama becerisini azaltır. Dil ve problem çözme becerilerinde gecikme yaşanır. Yetersiz beslenen çocuklarda dil gelişimi ve mantıksal düşünme süreçleri yaşıtlarına göre geride kalır.[7]

Yeterli ve Sağlıklı Beslenme, Yoksul Çocuklar İçin Hayal

Açlık ve yoksulluk sınırı arasında hayata tutunmaya çalışan ebeveynlerin, çocuklarını yeterli ve sağlıklı gıda ile buluşturması her geçen gün daha da zorlaşıyor.

AB ülkeleri gıda enflasyonu ortalaması yıllık yüzde 3.4 iken bizde yüzde 33.1 seviyesinde!
Tarımı desteklemek sûretiyle gıda üretimine yeterli destek vermek yerine AKP iktidarı, ilk 8 ayda bütçeden harcanan her 100 liranın 16 lirasını faize ödedi. Zirai don felaketine rağmen çiftçiye ödenen ise her 100 liranın sadece 1 lirası oldu! Faize 1 trilyon 424 milyar lira aktaran iktidar, bunun sadece 16’da 1’ini -89 milyar lira- çiftçiye destek olarak ödedi.[8] Bu tablodan gıda üretimine ne kadar ehemmiyet verildiği anlaşılabilir.

Cârî ekonomi politikalarından çocukların payına herhangi bir güzelliğin düşmeyeceği ortadadır. Görünen o ki mevcut rakamlara göre çocuklar aç kalmaya, aileler yoksullaşmaya devam edecek! Aslında aileleri “yoksul” olarak tanımlamak hatalı çünkü yazının başında peşinen belirttim: 4 kişilik bir aile için yoksulluk sınırı 88 bin lira! Buna göre bu kategoride yer alan ailelerdeki her bir üye asgari ücret alırsa ancak yoksulluk sınırına ulaşabiliyor.

Okullar yeni açıldı, kantinlerde de fiyatlar yükseldi: bir tost 85 lira![9] Yukarıdaki veriler gösteriyor ki yoksul ailelerin çocukları derslere yine aç girecek, pek çoğu akşam aç yatacak. Bu da onların öğrenme kabiliyetlerini elbette olumsuz etkileyecek, bedensel gelişimleri yavaşlayıp ruhsal dengeleri bozulacak, akademik başarıları kalıcı şekilde olumsuz etkilenecek! Geniş yoksul kitlelerin çocukları böylece yoksulluğu, imkânsızlığı miras olarak devralmaya, derinleşen kölelik düzeninin kaybedenleri olmaya devam edecek!

Sonuç

Gazze’de açlık, işgalci Siyonist İsrail tarafından bir soykırım aracı olarak kullanılıyor ve Gazze’de 7 Ekim 2023’ten bu yana açlıktan hayatını kaybedenlerin sayısının 147’si çocuk olmak üzere en az 435 olduğu bildiriliyor.[10]

Egemen dünya düzeni Gazze örneğinde olduğu gibi ya doğrudan ve en vahşi usullerle ya da gizli-açık sömürü ilişkileri ile soykırım ve kötürümleştirme politikaları yürütüyor.[11] Türkiye’de son yıllarda iyice derinleşen yoksulluk ve yaygınlaşan açlık gerçeği, Turgut Uyar’ın mısralarının zamanlar aşan gücünü davet ediyor:

Gülü çiğdemi filan bırak
Sardunyayı karidesi filan bırak
Acıyı ve ölümleri bırak
Oy pusulalarını ve seçimleri bırak
Evet
Seçimleri özellikle bırak
Çünkü açlık çoğunluktadır   

(…)

Her geçen gün bir öncekinden daha güçlü bir feryatla haykırılması gereken bir hakikatle yüz yüzeyiz. Sonu soykırıma varan büyük bir kötürümleştirme programı, çocuklarımızı gözüne kestirmiştir ve hoyratça ilerlemektedir. Köleci düzen çocuklarımızı sömürü çarkına alıp Yunus Emre’nin ifadesiyle “göğ ekini biçmiş gibi” yaşamlarının baharında dallarından koparıp katletmektedir. “Yaşarken kötürümleştirerek köleliği, ölürken cinayeti dayatan” bu düzen, son 12,5 yılda en az 770 çocuğumuzu çalıştırırken katletmiş ve MESEM adlı projeyle bu sömürüye yasal bir kılıf uydurmuştur.[12]

Ülkenin hemen hemen bütün alanları israfa, yolsuzluğa, talana ve yağmaya terk edilmiş; açlık ve yoksulluğun pençesine fırlatılıp atılan çocuklarımız biyopolitik bir müdahaleyle bütün bilişsel, ruhsal ve bedensel unsurları kötürümleştirilmiş olarak sermayenin sessiz ve itirazsız köleleri olarak biçimlendirilmiştir. Öncelikli itiraz alanlarımızdan biri budur ve ihmale gelmez bir karaktere sahiptir. 

Dipnotlar:

[1] TÜRK-İŞ’in bu çalışmasında, dört kişilik bir ailenin, bilimsel olarak belirlenmiş beslenme kalıbı temel alınmaktadır. Anılan beslenme kalıbı, Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimler Fakültesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nden sağlanmıştır. Günlük kalori ihtiyacının hesabında hem yetişkin kişiler hem de genç ve çocuk nüfus dikkate alınmaktadır. Buna göre yetişkin erkek için 3500, yetişkin kadın için 2300, 15-19 yaş grubundaki erkek çocuk için 3200 ve 4-6 yaş grubundaki çocuk için 1600 kalorilik liste temel alınmıştır:

https://www.turkis.org.tr/turk-is-agustos-2025-aclik-ve-yoksulluk-siniri/

[2] Asgari ücretli oranı yüzde 50’lerde: Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK-AR) hazırladığı Asgari Ücret Araştırması 2024 raporuna göre asgari ücret civarında bir ücretle çalışanların oranı yüzde 50’lerde. Yine rapora göre 2002’de asgari ücret altında ücret alanların oranı yüzde 18.5’ken 2022’de bu oran yüzde 33.8’e yükseldi. Asgari ücretin yüzde 5 fazlası ve altı ücret alanlar 2002’de yüzde 27.8’ken 2022’de yüzde 7.5’e, asgari ücretin yüzde 10 fazlası ve altı ücret alanlar ise 2002’de yüzde 30.7 iken 2022’de yüze 8.4’e düştü. Başka bir deyişle ortalama ücret giderek asgari ücrete yakınsadı:

https://gazeteoksijen.com/ekonomi/4-kisilik-asgari-ucretle-gecinen-aile-ogun-basina-69-lira-ayirabiliyor-215391

[3] “Türkiye’de Çocuk Olmak” ATO Bilgi Notu:

https://ato.org.tr/haberler/2023-haberleri/2605-turkiyede-cocuk-olmak-ato-bilgi-notu.html

[4] İPA: Her Üç Öğrenciden Biri Okul Aç Gidiyor:

https://www.indyturk.com/node/744896/haber/i%CC%87pa-her-%C3%BC%C3%A7-%C3%B6%C4%9Frenciden-biri-okul-a%C3%A7-gidiyor

[5] Poorer High-Ability UK Children Fall Behind Peers At School From Age Of 11 (İngiltere’de Daha Yoksul ve Yüksek Yetenekli Çocuklar 11 Yaşından İtibaren Okulda Akranlarının Gerisinde Kalıyor):

https://www.theguardian.com/education/article/2024/jun/24/poorer-high-ability-uk-children-fall-behind-peers-at-school-from-age-of-11

[6] How Malnutrition Affects Children’s Education? (Yetersiz Beslenme Çocukların Eğitimini Nasıl Etkiler?):

https://www.concern.org.uk/news/how-malnutrition-affects-childrens-education

[7] Özgül Öğrenme Güçlüğü Olan Çocuklarda Çinko ve B12 Vitamini Düzeyleri:

https://jpedres.org/tr/makaleler/ozgul-ogrenme-guclugu-olan-cocuklarda-cinko-ve-b12-vitamini-duzeyleri/doi/jpr.22448

[8] Avrupa’da Yıllık Gıda Enflasyonu Çift Hane Olan Ülke Yok-Neden Ucuza Gıda Tüketemiyoruz:

https://x.com/inanmutlu1

[9] Okul Kantinlerinde Fiyatlar Cep Yakıyor; Simit 25, Tost 85 Lira:

https://t24.com.tr/haber/okul-kantinlerinde-fiyatlar-cep-yakiyor-simit-25-tost-85-lira,1261741

[10] İsrail’in kıtlığı dayattığı Gazze’de son 24 saatte biri çocuk, 4 kişi daha açlıktan hayatını kaybetti:

https://www.aa.com.tr/tr/dunya/israilin-kitligi-dayattigi-gazzede-son-24-saatte-biri-cocuk-4-kisi-daha-acliktan-hayatini-kaybetti/3691063#

[11] Dünya Çapında 5 Yaşın Altındaki 190 Milyondan Fazla Çocuk Yetersiz Beslenmeden Etkilenmektedir:

https://www.unicefusa.org/what-unicef-does/childrens-health/nutrition/fight-childhood-malnutrition

[12] Çocuk İşçiliği ile Mücadele Günü: 14 Yaşındaki Arda Nasıl Öldü:

https://www.bbc.com/turkce/articles/c9wgz754qjno

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x