Yazılar
Geri Gönderme Merkezi’nden Kurtulan Afrikalılar Anlatıyor – Ammar Kılıç

Yayınlanma:
2 yıl önce-

İki sene önceydi. Rize’de çay hasadında tanışmıştık Gambiyalı Muhammed (“Şeyh”) ile. O vakitten beri de yüz yüze görüşememiştik. Yasir’le Mahir hocanın evindeki toplantıdan çıktıktan sonra, yakın olmayı fırsat bilip Beyoğlu’ndan Kumkapı’ya inerek Şeyh’in evine gittik. Yine Of’taki bir çay paketleme atölyesinden tanıdığımız Halewi’yi de oraya çağırdık. Şeyh bizi güler yüzle karşıladı. İki odalı, sekiz kişilik, tertipli ancak oldukça rutubetli bir evdi. Odaya geçtikten sonraki 15 dakika içinde evin diğer sakinleri de odayı doldurdu ve Senegal çayı eşliğinde muhabbet derinleşti.
Muhammed’i ve Halewi’yi ziyaret etmemizin bir sebebi, geçtiğimiz aylarda polis kontrolü sırasında yakalanmış ve Geri Gönderme Merkezi’nde (GGM) birkaç ay kalıp çıkmış olmalarıydı. Bir manada onlara “geçmiş olsun”a gelmiştik. Ancak odada sohbet ilerleyince fark ettik ki odada bir kişi hariç herkes yakın zamanlarda GGM’ye girip çıkmıştı. Bu durum, son bir yıldır sıklaşan polis kontrollerinin bir uzantısıydı. İrtibatta olduğumuz birçok Afrikalı, Afgan yahut Pakistanlı göçmenin şu bir yıl içinde deport edildiğini ya birebir duyuyor ya da haberini alıyorduk. (Hatta 2 ay önce Senegal uçağında, deport edilmek üzere getirilen 4 Gambiyalıdan birinin feryat figan olay çıkardığına ve apar topar uçaktan geri indirildiğine şahit olmuştuk.) Bu polis kontrollerinin sabit bir mantığı, denklemi olmadığı için, en fazla bunu ülkedeki göçmen karşıtı dalganın yükselmesiyle ilişkilendirebiliyoruz. Siyasette ve dolayısıyla halkın dilinde göçmenlere yönelik ayrımcı söylem arttıkça, asayiş güçlerine, bu “artık nüfusu” törpüleme ve ırkçı kaygıları dengeleme görevi biçiliyor. Ne kadar çok deport, o kadar “düzensiz göçle mücadele” skoru.
Vakıa böyle, böyle olmasına da asıl merak ettiğimiz şey, bu arkadaşların nasıl olup da deport yemeden GGM’den çıkabildikleriydi. Ve tabi GGM’lere hâkim olan koşulların nasıl olduğunu merak ediyorduk. İçeride yaşadıkları tecrübeler farklılaşıyor. İyi muamele gören de var, dayak yiyen veya dayak yiyenlere şahit olan da… Şeyh örneğin, Tuzla’ya getirildikten dört gün sonra Çanakkale’ye sevk edilmiş. Jandarmanın kendisine iyi davrandığını, sürekli “Dert etme, serbest kalacaksın!” dediğini aktarıyor. “Afrikalıları seviyorlar. Afrikalılarla bir sorunları yok. Bana iyi davrandılar.” Yine de 2 ay 10 gün boyunca sürekli stresli ve akıbetinin ne olacağını bilemeden geçirmiş. Sık sık ağlamış. “Kesin gönderileceğim, diyordum. Gönderilmem ölüm demekti.” Başka birçok Afrikalının deportunu görmüş. “Eğer sınırdan geçerken yakalandıysan, kesin deport edilirsin!” diyor. İçeride farklı milletlerden 40-50 Afrikalı varmış. Afganlara gelince bu sayı 400’e çıkıyormuş. Toplamda ise kadın erkek 800 kişi varmış. Sürekli deport olduğu (ve özellikle Afganlara vurduğu) için beraber kaldığı Afganlar sürekli sirkülasyon halindeymiş. En ciddi problemlerden biri ısınmaymış. “Çok, çok soğuktu, kışa denk gelmişti. Bazen öyle zamanlar oldu ki,” diyor, “gönderseler bile umurumda olmazdı, çünkü donuyorduk. Yatak yoktu, varsa da çok fazla kişi olduğu için birçoğuna yetmiyordu. Battaniyeleri yere serip yatıyorduk.” Yemek günde üç öğünmüş. “Bazen iyi bazen kötüydü ama günde üç öğün yiyebilmek tabi ki şanstı.” diyor.
Kâğıt imzalatmaya zorlayıp zorlamadıklarını sorduk. “İmzalayacak mısın?” diye sormuşlar ama zorlamamışlar. Eğer pasaportu yanında olsaymış deport yeme ihtimali artarmış, yanında resmî bir belge olmadığı için bir şey yapmaları zormuş. Olan da saklayabildiği ölçüde saklıyormuş. (Bunu nasıl yapabildiklerini bilemiyoruz.) Bu bilginin GGM’deki göçmenler arasında fısıltı halinde kulaktan kulağa yayılan bir bilgi olduğunu öğreniyoruz. “Herkes bunu bilir!” Burası ilginç bir noktaydı. Göçmenlerin deport yememek için kullandıkları taktiklerden biri… Fakat bu taktiğin hangi durumlarda, hangi ülke göçmenlerine, ne kadar yaradığını bilmek çok zor. Deport edilen Afganlar pasaportlarını saklayamadıkları için deport yiyor değillerdi herhalde. Belki ülkeye giren Afganların birçoğunun Afrikalıların aksine zaten pasaportsuz gelmesi bunu açıklayabilir. Allahualem. Hâsılı, tespit etmekte güçlük çektiğimiz bulanık noktalar var ya da devletin tutarsız uygulamaları…
Daha uzağa, Malatya’ya gönderilen Amadu ise 2 ay 15 gün GGM’de kalmış, depreme orada yakalanmışlar. Tuzla’da bir gün, Ordu’da bir gün, oradan da Malatya’ya gönderilmiş. Bu transferlerin mantığını anlayamıyoruz. Daha önce defalarca karşılaştığımız bir durum. Önce Ankara’ya, ardından Iğdır’a gönderilen Pakistanlı bir göçmen arkadaştan uzun süre haber alamamıştık bu düzensiz ve öngörülemeyen transferler yüzünden. Amadu, Malatya’daki koşulların beter olduğunu söylüyor. Yatak kapasitesi yetersizmiş, o da yerde yatmış. üç öğün yemek olsa da yemekler çok az ve kalitesizmiş. “Market var, almak istersen paranla alırsın.” diyor.
Para lazım olduğunda, hesap kartı olan bir Suriyelinin hesabına para gönderiliyor, o da yüzde yirmi komisyon kesip kalanını veriyormuş oradaki ATM’den. Amadu, GGM’de birçok Suriyelinin de olduğunu söyledi. Hatta biri bir buçuk yıldır akıbetini bekliyormuş. 60-70 Afrikalı varmış. “Toplamda 1500 kişi civarında kişi vardı.” diyor. Odada ise 15 kişi kalıyorlarmış. Pasaportu yanında olmadığı için onu da deport etmemişler söylediğine göre.
Jandarmalardan birinin şiddetinden de bahsetti Amadu. “Taleplerin oluyor, yemek istiyorsun fazladan, hasta olmuş birisi, durumu izah ediyorsun, sinirleniyor, vuruyor.” diyor. “Niye yaptın?” deyince de, “Burası Türkiye, burası Afrika değil!” diyormuş. “Afganları, Suriyelileri de çok dövüyorlardı.” diyor. Bu şiddetin bağlamını, ölçüsünü tespit edip doğrulamak çok zor ancak bu iddialar ilk kez şahit olduğumuz şeyler değil. GGM’ler maalesef yıllardır kötü muamele, işkence, sözel, fiziksel ve duygusal şiddet gibi hak ihlalleriyle mimlenmiş vaziyette. Göçmen davalarıyla ilgilenen avukat dostlarımız, Halim Yılmaz, Mehmet Ali Başaran, İbrahim Kibar ve diğerlerinin dilinde yıllardır tüy bitti bunları anlata anlata. Şiddetin bu kadar görünür olmadığı durumların kendisi de aslında şiddet içeriyor veya doğrudan şiddete sebep olan koşulları yaratıyor. Isıtıcılar çalışmıyor, büyük bir elektrikli ısıtıcı varmış ama çalışmadığı için insanlar hasta oluyor, tedavi için Ankara’ya yazılıyor, hastanın doktora gitmesi 4-5 günü buluyor. Tabi tedavi de parayla mümkün olabiliyor.
Para demişken, “komisyon” kesen sadece hesap kartı olan göçmenler değil gibi duruyor. Amadu, Malatya’da bazı göçmenlerin GGM’ye girerken emanete verdiği 1000 lira paranın 400’üne çıkarken jandarmanın el koyduğunu söylüyor. Kendisinin yaşadığı bir vakaya dayanmadığı için ihtiyat payı bırakıyoruz. Bu hikâyeye normal şartlarda çok daha şüpheyle yaklaşabilirdik ama daha 1 ay önce, Tuzla GGM’ye alınıp ikamet başvurusu sürecinde olduğu anlaşılınca aynı gece serbest bırakılan Sierra Leoneli bir arkadaşımızın 1500 lirası emanetlerini teslim alırken buhar olup uçmuştu.
Elbette bu gasp sorununun bir kural olduğunu iddia etmiyoruz. Örneğin yine Şeyh, Çanakkale’de bu tarz bir muameleye denk gelmediğini söyledi. Marketten bir şey alması gerektiğinde, emanete verdiği paradan harcayabildiğini, serbest bırakılırken her kuruşunu geri aldığını aktardı.
Halewi, ilk iki arkadaştan daha az şanslıydı çünkü Kayseri GGM’de 5 ay kalmıştı. 300’den fazla insan hatırlıyor. Bunların 100’den fazlası Afrikalıymış. Halewi ile birlikte 15 Afrikalıyı salmışlar. Halewi de aynı sebebi öne sürüyor: “Yanımda hiçbir belge yoktu beni aldıklarında, pasaport sordular, yanımda değildi.” O sırada lafa Şeyh karışıyor, Çanakkale’de Afganların hepsini deport ettiklerini söylüyor. Amadu da Malatya için benzer şeyleri tekrarlıyor. “Mesela bir gün 90 Suriyeliyi, Afgan’ı, Pakistanlıyı, Faslıyı deport ettiler, tek seferde. Eğer uçakla geliyorsan ve pasaportun veya ikametin varsa ama zamanı geçtiyse deport edilmeyebilirsin fakat karadan, sınır geçerek girdiysen kolayca deport edilirsin. Afganlar da bu yüzden deport yiyorlar. Ayrıca Yunanistan’a geçmeye çalışırken yakalanırsan da deport yiyorsun.”
Bütün bu gözlemler, göçmen dostlarımızın içerden ve kısmi şahitliklerine dayanıyor elbette ama bizim izlenimlerimizle, okuduklarımızla, duyduklarımızla, tecrübelerimizle birleşince ortaya makul ve devletin göç politikalarındaki tutarsızlıkları yansıtması açısından öngörülebilir bir resim çıkarıyor.*
GGM’ler kapalı kutu hükmünde kurumlar… Devlet, oradaki koşullar konusunda genelde ketum davranır. Özellikle hak ihlallerine konu olan mevzularda… Çabamız, toplama kampından hallice olan bu mekânları ‘daha konforlu’ hale getirecek politika önerilerinden ziyade göçmenleri kapatılma ve deport korkusu ile daima tedirginliğe boğan bu şedit göç rejiminin bizatihi kendisini ifşa edecek hikâyeleri çoğaltmak olmalı.
*Resmi uygulamalar ve rakamlara ilişkin daha etraflı bir fikir edinebilmek adına Avrupa Mülteciler ve Sürgünler Konseyi’nin (ECRE) 2022’de yayınlanan ilgili raporuna, İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı şu habere ve Göç İdaresi’nin verilerine göz atabilirsiniz.
Yorumlayın
-
Bu Cenaze Kalkacak!
-
IPCC’nin 6. Değerlendirme Raporu’na Yansıyanlar – Ammar Kılıç
-
Devlet Gibi Düşünmeme Üzerine Denemeler
-
Doğan Özlük’le Afganistan Üzerine – Mod: Ammar Kılıç
-
Boş Evler Onların: Aşağı Saksonya’da Mülteci Politikaları
-
Bir Hafıza Yoklaması: 1980 Sonrası İslamcı Dergilerde İktisat, Emek ve Sosyal Adalet Tartışmaları: Ammar Kılıç – Yunus Babacan

CHP’nin Saraçhane çağrısının son günü Maçka’daki öğrenci eylemini, sonrasında da Saraçhane’yi gözleme fırsatı buldum. Bazı notlarımı paylaşmak isterim.
– Özellikle öğrenci eylemi çok kalabalıktı. Hemen her üniversiteden yüz bine yakın öğrenciden bahsetmek abartı olmaz. Genç simalara bakılacak olursa bazı liselilerin de eyleme katıldığını söylemek mümkün. Saraçhane de az değildi ama böylesi bir momentum ölçeğinde düşünürsek abartılı da değildi.
– Kitle içinde 16-25 yaş arası gençlik en baskın grup. İdeolojik olarak ise kitlenin en az yarısı Atatürkçü, seküler milliyetçi, ırkçı görünümde. Mustafa Kemal’in Askerleriyiz, Apo Piçtir Piç Kalacak ve türevleri en sık duyulan sloganlar ve görseller. Bu sloganlar Faşizme Karşı Omuz Omuza, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz, gibi sloganlara nazaran çok daha hızlı karşılık buluyor. Bozkurt işareti yapan çok kişi vardı. Pek el işareti -yumruk, zafer vb.- yoktu ama en çok yapılanı bozkurt denebilir.
– Eylem liderlikleri daha mutedil gözüküyor ama silik kalıyorlar. Öğrenci eyleminde en öne konulan pankartlar, önde gözlediğim komite -tanıdığım bir kişiyi de gördüm- daha solcu, kapsayıcı bir tondaydı. Saraçhane eyleminde de otobüste, kitleye nazaran daha kapsayıcı bir dil vardı.
– Örgütsüz bir kalabalıktan bahsediyoruz. CHP onları temsil etmeye çalışıyor ama siyasi grup/parti bayrağı çok az. Bunları geçtim; renk belli edecek mesela sosyalist, feminist, lgbtci pankarta rastlamak dahî çok zor! Esprili, küfürlü, belirsiz bir bunalımı dışa vuran ama “görülme” hariç politik talep içermeyen afişler baskındı. “Hak, hukuk, adalet” sloganı, kitle ile okununca bu görülme talebinin bir dışa vurumu olarak değerlendirilebilir. Ama mesela bunun Kürtleri de kapsayan bir talep olduğunu söylemek güç. Öğrenci eyleminde binlercesi içinde -kitlenin yürüyüşünü baştan sona izledim- belki 10 tane feminist göndermeli pankart dahî yoktu mesela. Sol, eşitlik vurgusu filan zaten hiç yoktu. “Bizde Devrim Ata Sporu” gibi pankartlara bakınca tek tük görülen devrim kelimesinin ise tam olarak neye işaret ettiği belirsiz. Bu güçlü kelime, İnkılâp Tarihi dersinde öğretilen Atatürk devrimlerine mi işaret ediyor? Eğer öyleyse bu devrimler bugün dünyaya nasıl bir yön vermek istiyor? Tüm bunlar fazlasıyla belirsiz. Yoksa bu kelime haklı bir yıkma arzusunun Ata ile beraber meşruiyet kazanarak dile gelmesi mi?
Birkaç çıkarım:
– İç Anadolu’da Afyon, Manisa, Bolu, Kütahya gibi illerden yükselen ve CHP’li belediyelerle görünür olan itirazı anlamak gerekiyor. Tanju Özcan’da nobran, Mansur Yavaş’ta daha şehirli ifadesini buluyor bu itiraz. “Aaa, Çorum’da, Konya’da bile eylem olmuş!” şaşkınlığındaki arka plân bu sanıyorum. Yozlaşmış bir yönetim, ekonomik olarak yukarıda olamamak, dahası yukarı çıkma yollarının da kapalı ya da şansa dayalı olması büyük bir öfke kaynağı. Torpil-yandaşlık-adam kayırmacılık şüphesiz önemli ama yeterli açıklamalar değil bu eşitsizlik zemini için.
– Eğitimin sınıf atlama vesilesi olduğu bir vasat ortadan kaybolmuş vaziyette. Bunun yanında finans kapitalizmin emeğe verdiği değer sanayi kapitalizminden çok düşük. Ekonomik başarı bir network kurma, aracı olma, hasbelkader doğru yerde doğru zamanda olma ile daha çok ilintili. Emeğin ön planda olduğu bir zeminden şansın ön plânda olduğu bir zemine geçildi. Ancak bu müteşebbis ruhun kendine kolay fırsat bulduğu bir ekonomik dünyada da gerçekleşmiyor. Girişimcilik alanları da büyük sermaye tarafından ciddi bir kontrole tâbi. Burada da şanslı olmak ve büyükler tarafından dikkat çekmek gerekiyor ki bir sınıf atlama imkânı yakalansın. Serbest piyasanın sunduğu fırsatlar da o kadar geçerli değil artık. Bu durumda da insanların ilgisini sendikalardan çok bahis sitelerinin çekmesi anlaşılır. Piyango toplumunda kazanamayan çoğunluğun öfkesi de büyük.
– AKP iktidarı özenli bir şekilde CHP’nin ve daha önemlisi Atatürkçülüğün meşru bir muhalefet alanı olmasını engellemedi. Bugün bir memurun profil fotoğrafındaki Atatürk fotoğrafı muhalefetini ifade etmesinin meşru bir yolu. Bunun yanında sivil toplum ve alternatif siyaset alanlarının üzerinden silindir gibi geçildi.
– İktidar seküler milliyetçiliği muhatap aldı. Bunu kasıtlı yaptığını zannediyorum ancak öyle olmasa bile muhatabının en zayıf gördüğü yerine vurdu, ses de oradan geldi. Tersten bakarsak, muhatap alınmanın bir yolu da bu dili kuşanmak oldu. Bu bağlamda AKP, seküler milliyetçiliğe karşı muhafazakâr milliyetçiliğin galip geleceğini varsayıyor olmalı. Bu şekilde hem iktidarını sürdürüp hem de muhalefete göre daha kapsayıcı/liberal bir pozisyonda kalacağını öngörüyor. Zira muhafazakâr milliyetçilik, din üzerinden ırkı aşan bir ortak vatandaşlık zemini kurmaya daha müsait. Muhalefeti buraya hapsedebileceğini düşünüyor ama bir yandan da ateşle oynuyor. Türkiye Yüzyılı vizyonunda, İmralı sürecinde, Narin cinayeti olayında CHP medyasının (ve HDP elitlerinin) üstenciliğine karşı Kürdün yanında olan tavırda bunu gösterdi. Ama gerektiğinde de esas saldırıyı daha faşist olanlara değil, barışçıl ve liberal olanlara yöneltiyor: Demirtaş’ın içeride olması, barış süreci yürürken HDK’ya yapılan operasyon, en son ırkçı olmayan ve kitleye yön verebilecek bazı kişilerin eylemlerden uzak tutulacak şekilde tutuklanması…
– Ümit Özdağ’ın tutuklanmasını da es geçmemek lazım. Seküler milliyetçiliğe alan açıyor ama elbette ondan korkusu da var. Bu hem devletin dizaynı ile ilgili hem de AKP’nin iktidarını sürdürme hevesi ile örtüşen bir endişeye tekabül ediyor. Ama mesela İmamoğlu’nun görece kapsayıcı dilinden rahatsızlar. Ona dair korku, özellikle partide daha yüksek. Toplumsal barışı temsil etme iddiasını kaybetmek istemiyor AKP.
Yine de devlet, kontrol edilmiş muhalefetin seküler milliyetçi kimliği kuşanmasına ikna olmuş durumda hatta Özdağ gibi radikal figürlere değil belki ama mesela Yavaş’a iktidar devri dahî bürokrasinin ve Ankara etrafındaki karar alıcıların önemli bir kısmından onay alabilir. İktidara gelse de sorun üretmeyecek bir muhalefet her güç yapısının isteyeceği bir elemandır. İmamoğlu için aynı onayın verilmesi ise Erdoğan/AKP ve devletin diğer aktörleri arasındaki diyaloga bağlı olabilir.
– Tabii bu siyasi hamlelerin ötesinde yüz yıllık milliyetçi eğitim sistemini, 15 Temmuz sonrası arttırılan milliyetçiliği -dünkü sık atılan sloganlardan biri: “terörist değiliz öğrenciyiz”- de not etmek gerekiyor. 15 Temmuz sonrası atmosfer yalnızca AKP tabanını değil diğer toplum kesimlerini ve gençliği de şekillendiriyor. Yani bir yandan da cumhuriyetin ve cumhuriyeti milletle buluşturan AKP’nin gençliği ile karşı karşıyayız.
– Saraçhane ve Maçka’nın Gezi’den en çok ayrılan noktası solcu, feminist, lgbtci, antikapitalist müslüman veya herhangi diğer örgütlülüğün yokluğu. Gezi, 90’ların hareketli siyasi yıllarını takip eden liberal bir dönemin ardından gelmişti. Belki âhir ömürlerindeydiler ama çok sayıda kuvvetli örgüt vardı ve kitleye yön verme kapasitesi taşıyordu. Bugün bu eksik. Gezi’de eksik olan da Ankara’da temsil bulmaktı. Saraçhane ise doğrudan Cumhurbaşkanı adayının arkasında hizalanmış vaziyette. Daha “eğitimsiz” ancak merkeze dair arzusu ve aceleciliği daha yüksek bir hareket.
-Öbür yandan CHP’nin Ankara’da temsil etmek için çırpındığı ama kontrol de edemediği bir isyan bu. Buradan çeşitli sonuçlar çıkabilir. Köhnemiş siyasetlerin yok olması pozitif de görülebilir, ortaya çıkan başıboş Türkçü kuvvetten endişe de duyulabilir. Ancak bana siyasi mücadelenin uzun erimli direnişe ve inada dayalı, hayatın içinde örgütlendikçe olağan üstü zamanda değerini daha da büyük bulabileceği bir alan olduğu gerçeğini hatırlatıyor bu durum.
-Göstericilerin polisle olan iletişimi oldukça dikkat çekici. Sıklıkla, Polis Sen de İsyan Etsene sloganını duymak mümkün. Polis Simit Sat Onurlu Yaşa’nın yanında polisi kendi polisi gören, “milli” bir isyan! Polisi koruyan insanlar görmek de mümkün alanda. Bu durum ideolojik ezberlere hor görülecek bir tavır gibi gözükebilir. Daha örgütlü ve “siyasi” bir kitle olsaydı belki de bu manzaraların önünü kesecekti. Bu durumda sormak gerekiyor ki bir isyan hareketi kendi kardeşleri olan polise de bir teklif sunmalı değil mi? Kendilerini gördükleri ayrıcalıklı Türk pozisyonla ilgili de okumak mümkün elbette bunu. Tabii, bir isyanı organikleştiren, hayatın ve halkın sahici bir parçası kılan şeylerden biri olmaz mı, polisin isyana el uzatamayacak hâle getirilmesi? Bu da üzerine kafa yorulası önemli bir mevzu olarak duruyor önümüzde.

Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyonun, diploma sahteciliğinden ve iktidarın yolsuzlukla mücadele hassasiyetinden kaynaklanmadığını fark etmek zor değil. Zira öyle olsa Ak Partili belediyelerle veya bazı bakanlarla ilgili vahim iddialar da soruşturulurdu. Bülent Arınç gibi bir ismin Melih Gökçek’le ilgili, “Ankara’yı FETÖ’ye parsel parsel sattı!” sözleri hiçbir savcıyı harekete geçirmeye yetmedi mesela. Diğer yandan kendi bakanlığına, kendi firmasından dezenfektan aldığını itiraf eden bakan hakkında herhangi bir soruşturma açılmadı. Bütün bunları bırakalım, bizzat Erdoğan’ın “dolandırıcı” imasında bulunduğu Mehmet Şimşek’i devletin hazinesinin başına oturtması neyle ve nasıl izah edilebilir?
“Operasyon”un İmamoğlu’nun önünü kesmek veya aslında İmamoğlu’nun önünü açmak için yapıldığını ileri sürenler var. İkincisini savunan yorumculara göre Erdoğan, nasıl göstermelik bir dava ile tutuklanıp “mağdur” edilerek parlatıldı ve “kahraman” yapıldıysa benzer bir senaryo İmamoğlu için de sahneye konuldu.
İmamoğlu’nun Erdoğan’ın yedeği olarak tutulduğu fikrine katılıyorum. Zira iki isim de küresel müesses nizamla uyumlu siyasetçiler. Bunu kabul etmekle birlikte, küresel müesses nizamın Erdoğan’la çalışmaktan vazgeçtiğinden pek emin değilim ve son operasyonun Ekrem İmamoğlu’nun önünü açmak için yapıldığı iddiasına şüpheyle yaklaşıyorum çünkü parti olarak CHP’nin ve İmamoğlu’nun yükselişi, paralel biçimde Ak Parti’nin kan kaybettiği ortada. İmamoğlu ise zaten uzun süredir oldukça popüler bir siyasi figür.
Erdoğan’ın erken seçim için toplumsal araziyi uygun hale getirmek istediği ihtimali daha güçlü görünüyor. Son dönemde muhalif siyasetçiler ve gazetecilere yönelik artan soruşturmalar, gözaltılar, en yakın siyasi rakibi olan CHP’li belediyelerin iyiden iyiye kıskaca alınması, bir parti genel başkanının tutuklanmasına kadar varan işleri izledikçe aklıma bu ihtimal geliyor. CHP’ye kayyım atanması ihtimalinin bile ciddi şekilde gündeme gelmesi bu ihtimali daha da güçlendiriyor. “Atatürk’ün partisini, Atatürk istismarcılarından kurtardık!” diyeceklerdi!
Türkiye’nin en büyük partisinin devlet kontrolüne geçmesi demek bir yerde Azerbaycan tipi bir idare anlayışına geçiş, demektir ki orada da muhalefet partileri var ama iktidarın değişmesi hiç kolay değil. Ülkenin en büyük partisi bile kendini kurtaramazsa diğer partilerin fazla bir hükmü olmayacaktır. Genel Başkanı tutuklu bulunan Zafer Partisi mensuplarının tepkilerini ancak CHP’nin öncülük ettiği son eylemler içinde gösterebildiklerini izliyoruz.
Her seçim öncesi sağcı, milliyetçi-muhafazakâr, dindar oyları arkasında saf tutmaya mecbur edecek, “onlar ve bizler” ayrımını keskinleştirecek bir şeyler mutlaka olur. E-muhtıra olarak tarihe geçen bildiri Ak Parti açısından bunun ilk örneğiydi. Bu muhtıra, askerin siyasete müdahalesinden bıkmış kitlelerde Ak Parti’ye dönük bir sahiplenme duygusu uyandırdı. Cumhuriyet Mitingleri de benzer bir işlev gördü.
Gezi olaylarının da sağcı, dindar kesimlerde Erdoğan’ı desteklemeye dönük bir gereklilik hissi uyandırdığını da hatırlayalım. Ak Parti’nin tek başına iktidar olacak oyu alamadığı 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından bir anda ortalığın karıştığını, 1 Kasım’da seçimlerin tekrar edildiğini hatırlayalım, ki o seçimde Ak Parti yeniden tek başına iktidar olmuştu. Ahmet Davutoğlu partiden ayrıldıktan sonra o dönem meydana gelen olaylarla ilgili çok şeyler bildiğini söyledi ama açıklamadı.
Erdoğan’ın son eylemlerin büyümeyeceğini ve birkaç günü geçmeyeceğini düşünerek yanıldığı doğru değil. Neredeyse 1950’lerin Vatan Cephesi tecrübesine doğru ilerleyen uygulamaların, Muhalefetin CB adayı olması kesinleşmiş bir ismi saf dışı bırakmaya çalışmanın yol açabileceği tepkileri tahmin etmediğini sanmıyorum.
Yargıya güvenin oldukça sarsıldığı bir vasatta muhalefetin böyle bir hücum karşısında evinde oturup mahkeme kararını beklemeyeceği açıktır. Sokak gösterileri devam ederken Şehzadebaşı Camii’ne saldırı haberi geldi ki, doğru olup olmaması bir yana kendileri açısından oldukça ‘işe yarar’ bir haber ve ama yalan ama doğru, bu tip haberleri görmeye devam edeceğiz gibi çünkü bu tarz şeyleri seve seve yapmaya hazır seviyede İslam düşmanı bazı yapıların az da olsa eylemlerin içinde var olduğunu biliyoruz. Olmasa da senarist çok: “Din düşmanı darbeci solcular sokaklarda terör estiriyor! O hâlde biz de elimiz mahkum Erdoğan’a destek verelim!”
Tepkiler yükseliyor. Hükümetin ayağını gazdan çekmek istemediği de ortada. Ben bu yazıyı hazırlarken Mansur Yavaş’a yönelik soruşturma açılmış, Beyoğlu Belediye Başkanı ifadeye çağrılmıştı.
Erdoğan’ın kendine de halka da bölgeye de zarar verecek girişimlerden uzak durmasını dileriz ama pek özeleştiri yapacak gibi görünmüyor.
Denizler durulmaz, dalgalanmadan! Duamız elbette en az hasarla durulması.
Olup bitenin daha derin anlamlarını, küresel müesses nizamın önümüzdeki dönemde kimle devam etmek isteyeceğini gelişmeler ilerledikçe çok daha iyi anlayabileceğiz.
İsmet Özel’in yıllar önce başka bir bağlamda söylediği bir cümleyi hatırladım: “Çünkü sonunda Ankara’yı bombalamak için Erdoğan’dan bir Saddam üretmek gerekiyordu.”

Bahçeli’nin Öcalan’a çağrısının ardından Öcalan’ın PKK’ya çağrısı da geldi. Hatırlanacağı üzere Öcalan, İsrail tarafından Türkiye’ye iadesinin ardından PKK’ya bağlı silahlı gruplardan sınır dışına çıkmalarını istemişti. Aynı çağrıyı 2013 yılında da tekrarladı. Yine benzer bir çağrı yapacağı beklense de bu defa örgütün kendini feshetmesini istedi. PKK’nın cevabı olumlu. Sürecin ilerlemesi için Öcalan’ın özgürce hareket edebilmesi gerektiğini söylüyorlar. Merak etmesinler bu da bir şekilde hâlledilir. Gerekirse Kandil’e bile götürülebilir mi ya da örneğin Murat Karayılan veya Bese Hozat İmralı’ya getirilir mi, bilmem. Öcalan’ın TBMM nutku iptal edildi. Toplum pek hazır değil çünkü. Ev hapsine alınması da şu an gündeme getirilemeyecek kadar ağır bir konu. Zaten kendisi de pek istemiyormuş. İmralı’da da rahat sayılır. Hatta bazı iddilar da var ama doğru mu yanlış mı bilmiyoruz. Her şeye inanacak halimiz yok. Türkiye’ye iade edildiği yıllarda avukatlığını yapan Ahmet Zeki Okçuoğlu’nun Öcalan’ın zaten İmralı’da olmadığı iddiası bunlardan biri. “Ben görüşmeye gittiğim zaman İmralı’ya getiriyorlardı.” diyor.
Devlet görevlileriyle ortaklaşa hazırladıklarını sandığım metnin detaylı analizini yapmak niyetinde değilim. Yalnız kültüralist taleplere bile yer vermemesinden dolayı karşılıksız adım attığı görüşü doğru değil. Çünkü metin dışı olarak duyurulan “Bu perspektifi ortaya koyarken, silahların bırakılması ve PKK’nın feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir.” mesajı Öcalan’ın PKK’nın feshi karşılığında devletten ne beklediğine dair fikir veriyor ki Öcalan zaten 1978’deki “Bağımsız Birleşik Sosyalist Kürdistan” hedefinden, “Türkiye demokratikleşsin, inkar ve imha politikası bitsin, biz de silahı bırakıp ‘düz ovada’ siyaset yapalım.” noktasına en azından 1993’te gelmişti. Son çağrıyı, metin dışı mesajla birlikte okursak metin özet olarak, “Yenişemedik. Devam etsek ederiz ama anlamı kalmadı. Biz adım atalım, siz de legalleşmemize yardımcı olun.” demek istiyor.
“PKK’nın feshi” kararı Öcalan için zor değil, aksine çok kolay ve gerekli. Bunu kendi örgütüne yönelttiği eleştirilerden de anlamak mümkün. Gerekli, çünkü 1984 Eruh ve Şemdinli saldırılarından bu yana silahla alınan mesafe ortada. Halbuki Türkiye Kürdistanında 40 yılı aşkın sürede sağlanamayan gelişme 2011’den sonra Suriye Kürdistanında çok hızlı bir şekilde görüldü ve PKK, bölgede PYD/YPG adıyla bir anda öne çıkarak ABD ve İsrail’in büyük yardımlarıyla fiilen özerk devlet kurdu. İsrail ve ABD’nin PYD’ye desteği fesih kararının kolay olmasının da nedeni! Zaten PKK da dikkatini ve ilgisini çoktandır Türkiye’den çok Suriye’deki özerk yapıya yoğunlaştırmıştı. PKK gibi birçok ülkede kara listeye alınmış ve adı Türkiye halkının çoğunluğu tarafından bölünme ve katliamla anılan bir örgütün plânı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacağı ortada. Daha kolayı ve işe yarama ihtimali çok yüksek olanı var: Yeni anayasa. Projenin asıl sahipleri öyle düşünüyor.
“Terörsüz Türkiye”ye ulaşıldıktan sonra yeni anayasa ile düz ovada siyasetin önü alabildiğine açılırsa, mesela mahalli idarelere daha geniş yetkiler verilirse ve kayyım atamak zorlaştırılırsa yani bir çeşit özerklik sağlanırsa âtıl hâle gelmiş PKK’ya ve silahına gerek kalır mı? Demokratik Türkiye’de mesela belediye başkanlıkları kaldırılıp, belediye işleri de valiliklere devredilip, valiler de seçimle belirlenebilir mi? Bu mahalli idarelere geniş yetkiler konusunu yalnızca doğu ve güneydoğu illeri için düşünmeyin. Bütün bölgeler için geçerli olacak bir uygulamadan bahsediyorum. Tabii bütün bölgeler için olması tek bir bölgeye özel olmadığını göstermek için. İstanbul’la ilgili farklı hesaplar var ama o başka konu.
Bunun yanında yeni anayasada yeni bir vatandaşlık tanımı yapılmak istendiğini gösteren kuvvetli emareler de var ki Binali Yıldırım’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı “Vatandaşlık tanımı yeni anayasada gözden geçirilebilir.” sözlerini dinlemişsinizdir.
Araya sıkıştırayım: Erkan Trükten’in hatırlatmasıyla fark ettim. Anayasa’da vatandaşlık tanımını belirleyen maddenin numarası 66. Ne var bunda? Belki de bir şey yoktur ancak masonlar gibi ezoterik yapılar için 6, 66, 666 sayılarının sembolik önemi var. Şeytanın sayısı olarak bilinir. Zayıf bir ihtimal olsa da “Maddenin numarası vaktiyle özellikle mi seçildi?” diye insan düşünmeden edemiyor.
Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün programının Öcalan’ın iadesini konu alan bölümünde Öcalan’ın İtalya’da ‘cehennem vadisi’ mahallesi ‘kötülük’ sokakta tam 66 gün kaldığı söyleniyor. Evet, aynen böyle anlatılıyor.
“Sahada birçok aktör varmış gibi göründüğüne bakmayın!” diyecektim ama aslında bakabilirsiniz de çünkü hepsi gerçekten de “aktör”. Bazıları isteyerek, bazıları istemeyerek: Büyük İsrail Projesi’nin aktörü! Çünkü bıkmadan usanmadan söylememiz gerekiyor ki bütün bu gelişmelerin son tahlilde dayandığı nokta Büyük İsrail Projesi.
Bizzat İçişleri Bakanı 2019’da, “PKK’yı bitirdik. Eskiden yılda 5 binden fazla genç örgüte katılıyordu; şimdi dağlarda 500 terörist kaldı.” dememiş miydi? Aklı başında herkesin tahmin edebileceği gibi bu kadar şey tabii ki 500 kişi için değil!
Öyle olsa Öcalan’ın çağrı metninde Türkiye’nin PKK ile aynı gördüğü PYD için de fesih çağrısı olurdu. Öyle ya PKK Türkiye’de bir köy bile alamamış ve eylemlilikleri de iyiden iyiye azalmışken PYD’nin defacto devletçiği, ordusu bile var!
Olmayacak duaya “amin” mi demek istemediler yoksa plân mı böyle gerektiriyor?
Elbette Öcalan böyle bir çağrı yapmaz. Yapsa da Öcalan’nın ‘manevi oğlum’ dediği Mazlum Abdi de PYD de onu dinlemez. Onlar dinlese PYD/YPG için “kara ordumuz” diyen ABD-İsrail bırakmaz! Boşuna mı büyütüp beslediler?
Evet, yüzüp kuyruğuna geldiler. Sona doğru ilerliyorlar. “Oded Yinon Plânı”na bir göz atmanızı tavsiye ederim. 1982’de hazırlanan plân, bölge ülkelerinin İsrail’in güvenlik ihtiyaçlarına göre parçalanması üzerine kurulu. Sırasıyla, evet sırasıyla, Irak, Suriye, İran, Türkiye ve Pakistan’ın parçalanması amaçlanıyor. Tabii başka ülkeleri de dâhil ettiler ancak Irak, Suriye ve Türkiye “Arz-ı Mev’ud” için diğerlerine göre çok daha önemliydi.
Türkiye hükümetleri ne yazık ki başından beri bu plânlarla uyumlu hareket ediyor. ABD-İsrail ilk hedef olan Irak’ta bir özerk yapı için bugün Suriye’de PYD’yi destekledikleri gibi 70’li yıllarda da Mustafa Barzani’ye yardım ediyordu. 1991’de ABD’nin Irak saldırısının amacı da buydu. O yıllarda Turgut Özal, Türkiye’nin “diktatör” Saddam’a karşı ABD ile birlikte bu savaşa katılmasını savunuyordu. Bereket versin ki Genel Kurmay Başkanı Necip Torumtay’ı ve kuvvet komutanlarını ikna edemedi. Ancak Özal, başka şekilde Saddam’ın aleyhine Barzani ve Talabani ikilisine yardım etmeye devam etti.
13 yıl sonra özerk yapıyı kesinleştirmek için ABD Saddam’a bir daha saldırmak istedi. Erdoğan da Özal gibi “diktatör” Saddam’a karşı Irak’ın “demokratikleşmesi” için ABD’nin yanında savaşa girmek istedi. Şükür ki bu amaçla meclise getirdiği 1 Mart tezkeresi kendi milletvekillerinin “hayır” oylarına takıldı. Ancak Erdoğan, ABD’ye destek vermeye kararlıydı ve verebildiği desteği esirgemedi. Sonuç olarak 2005’te Kürdistan Bölgesel Yönetimi resmileşti. “Demokratik Irak” geldi.
Erdoğan BOP kapsamında “diktatör” Kaddafi’ye karşı da, demokrasi cephesinde ABD-İsrail’le birlikte hareket etti. Kaddafi devrildi. Libya da “demokratik Libya” oldu. İki başlı yönetime kavuştu.
Gazze bu plânların önünde ciddî bir engeldi. Çok yazık ki Türkiye, sözüm ona direnişin yanında göründü ama İsrail’e zararı dokunacak en küçük bir girişimden bile ısrarla kaçındı. Dahası mesela Azerbaycan petrolünü ulaştırarak İsrail’e destek bile oldu. Yani yine “demokrasi cephesi”ndeydi. Sonuç olarak Gazze aşıldı. Gerisi beklenenden çok daha hızlı geldi. Lübnan da geçildi ve artık “Oded Yinon Plânı”nda Irak’tan sonra ikinci sırada yer alan Suriye’de de Türkiye “diktatör” Esed’e karşı yine ABD-İsrail’in yanında yer aldı.
Irak’ın ardından artık Suriye’de de PKK-PYD özerk bir yapı oluşturmuş durumda. Böyle giderse başka özerk yapılar da kurulabilir. Dürziler de bu yolda ilerliyor. Dahası İsrail bizzat askerleriyle birçok noktaya yerleşti. Yani Suriye de artık çiçeği burnunda bir “demokratik” ülke!
Eğer bir değişiklik yapıp Irak’ta bir hamle daha yapmazlarsa veya plân şaşıp Türkiye öne alınmazsa, sıra artık İran’da ve Türkiye hükümeti İran’ın “demokratik İran” olması için de üzerine düşeni yapmaya hazır görünüyor.
Sırrı Süreyya Önder, telefonda konuştuğu Bahçeli’nin kendisine “Daha halay çekeceğiz!” dediğini anlatıyor. Yarın ne olacak bilemeyiz ama görünen o ki böyle giderse İran’dan önce veya sonra fark etmez, Türkiye kesinlikle “demokratikleşecek” ve eğer Bahçeli’nin sağlık durumu elverirse Türk milliyetçileri, Kürt milliyetçileri, sosyalistler, Kemalistler ve İslamcılardan veya imitasyonlarından oluşan bu “demokrasi halayı” çekilecek. Davul kimde olur bilmem ama tokmağın kimin elinde olduğu belli.
Bu gidişi durdurmak imkânsız gibi bir şey. Yine de yapılabilecek bir şeyler var ama bu niyette olanların elinde güç yok; erk sahibi olanların da gidişatı durdurmak gibi bir niyeti var mı, ondan da pek emin değilim.
06.03.2025