Connect with us

Yazılar

Geri Gönderme Merkezi’nden Kurtulan Afrikalılar Anlatıyor – Ammar Kılıç

Yayınlanma:

-

İki sene önceydi. Rize’de çay hasadında tanışmıştık Gambiyalı Muhammed (“Şeyh”) ile. O vakitten beri de yüz yüze görüşememiştik. Yasir’le Mahir hocanın evindeki toplantıdan çıktıktan sonra, yakın olmayı fırsat bilip Beyoğlu’ndan Kumkapı’ya inerek Şeyh’in evine gittik. Yine Of’taki bir çay paketleme atölyesinden tanıdığımız Halewi’yi de oraya çağırdık. Şeyh bizi güler yüzle karşıladı. İki odalı, sekiz kişilik, tertipli ancak oldukça rutubetli bir evdi. Odaya geçtikten sonraki 15 dakika içinde evin diğer sakinleri de odayı doldurdu ve Senegal çayı eşliğinde muhabbet derinleşti.

Muhammed’i ve Halewi’yi ziyaret etmemizin bir sebebi, geçtiğimiz aylarda polis kontrolü sırasında yakalanmış ve Geri Gönderme Merkezi’nde (GGM) birkaç ay kalıp çıkmış olmalarıydı. Bir manada onlara “geçmiş olsun”a gelmiştik. Ancak odada sohbet ilerleyince fark ettik ki odada bir kişi hariç herkes yakın zamanlarda GGM’ye girip çıkmıştı. Bu durum, son bir yıldır sıklaşan polis kontrollerinin bir uzantısıydı. İrtibatta olduğumuz birçok Afrikalı, Afgan yahut Pakistanlı göçmenin şu bir yıl içinde deport edildiğini ya birebir duyuyor ya da haberini alıyorduk. (Hatta 2 ay önce Senegal uçağında, deport edilmek üzere getirilen 4 Gambiyalıdan birinin feryat figan olay çıkardığına ve apar topar uçaktan geri indirildiğine şahit olmuştuk.) Bu polis kontrollerinin sabit bir mantığı, denklemi olmadığı için, en fazla bunu ülkedeki göçmen karşıtı dalganın yükselmesiyle ilişkilendirebiliyoruz. Siyasette ve dolayısıyla halkın dilinde göçmenlere yönelik ayrımcı söylem arttıkça, asayiş güçlerine, bu “artık nüfusu” törpüleme ve ırkçı kaygıları dengeleme görevi biçiliyor. Ne kadar çok deport, o kadar “düzensiz göçle mücadele” skoru.

Vakıa böyle, böyle olmasına da asıl merak ettiğimiz şey, bu arkadaşların nasıl olup da deport yemeden GGM’den çıkabildikleriydi. Ve tabi GGM’lere hâkim olan koşulların nasıl olduğunu merak ediyorduk. İçeride yaşadıkları tecrübeler farklılaşıyor. İyi muamele gören de var, dayak yiyen veya dayak yiyenlere şahit olan da… Şeyh örneğin, Tuzla’ya getirildikten dört gün sonra Çanakkale’ye sevk edilmiş. Jandarmanın kendisine iyi davrandığını, sürekli “Dert etme, serbest kalacaksın!” dediğini aktarıyor. “Afrikalıları seviyorlar. Afrikalılarla bir sorunları yok. Bana iyi davrandılar.” Yine de 2 ay 10 gün boyunca sürekli stresli ve akıbetinin ne olacağını bilemeden geçirmiş. Sık sık ağlamış. “Kesin gönderileceğim, diyordum. Gönderilmem ölüm demekti.” Başka birçok Afrikalının deportunu görmüş. “Eğer sınırdan geçerken yakalandıysan, kesin deport edilirsin!” diyor. İçeride farklı milletlerden 40-50 Afrikalı varmış. Afganlara gelince bu sayı 400’e çıkıyormuş. Toplamda ise kadın erkek 800 kişi varmış. Sürekli deport olduğu (ve özellikle Afganlara vurduğu) için beraber kaldığı Afganlar sürekli sirkülasyon halindeymiş. En ciddi problemlerden biri ısınmaymış. “Çok, çok soğuktu, kışa denk gelmişti. Bazen öyle zamanlar oldu ki,” diyor, “gönderseler bile umurumda olmazdı, çünkü donuyorduk. Yatak yoktu, varsa da çok fazla kişi olduğu için birçoğuna yetmiyordu. Battaniyeleri yere serip yatıyorduk.” Yemek günde üç öğünmüş. “Bazen iyi bazen kötüydü ama günde üç öğün yiyebilmek tabi ki şanstı.” diyor.

Kâğıt imzalatmaya zorlayıp zorlamadıklarını sorduk. “İmzalayacak mısın?” diye sormuşlar ama zorlamamışlar. Eğer pasaportu yanında olsaymış deport yeme ihtimali artarmış, yanında resmî bir belge olmadığı için bir şey yapmaları zormuş. Olan da saklayabildiği ölçüde saklıyormuş. (Bunu nasıl yapabildiklerini bilemiyoruz.) Bu bilginin GGM’deki göçmenler arasında fısıltı halinde kulaktan kulağa yayılan bir bilgi olduğunu öğreniyoruz. “Herkes bunu bilir!” Burası ilginç bir noktaydı. Göçmenlerin deport yememek için kullandıkları taktiklerden biri… Fakat bu taktiğin hangi durumlarda, hangi ülke göçmenlerine, ne kadar yaradığını bilmek çok zor. Deport edilen Afganlar pasaportlarını saklayamadıkları için deport yiyor değillerdi herhalde. Belki ülkeye giren Afganların birçoğunun Afrikalıların aksine zaten pasaportsuz gelmesi bunu açıklayabilir. Allahualem. Hâsılı, tespit etmekte güçlük çektiğimiz bulanık noktalar var ya da devletin tutarsız uygulamaları…

Daha uzağa, Malatya’ya gönderilen Amadu ise 2 ay 15 gün GGM’de kalmış, depreme orada yakalanmışlar. Tuzla’da bir gün, Ordu’da bir gün, oradan da Malatya’ya gönderilmiş. Bu transferlerin mantığını anlayamıyoruz. Daha önce defalarca karşılaştığımız bir durum. Önce Ankara’ya, ardından Iğdır’a gönderilen Pakistanlı bir göçmen arkadaştan uzun süre haber alamamıştık bu düzensiz ve öngörülemeyen transferler yüzünden. Amadu, Malatya’daki koşulların beter olduğunu söylüyor. Yatak kapasitesi yetersizmiş, o da yerde yatmış. üç öğün yemek olsa da yemekler çok az ve kalitesizmiş. “Market var, almak istersen paranla alırsın.” diyor.

Para lazım olduğunda, hesap kartı olan bir Suriyelinin hesabına para gönderiliyor, o da yüzde yirmi komisyon kesip kalanını veriyormuş oradaki ATM’den. Amadu, GGM’de birçok Suriyelinin de olduğunu söyledi. Hatta biri bir buçuk yıldır akıbetini bekliyormuş. 60-70 Afrikalı varmış. “Toplamda 1500 kişi civarında kişi vardı.” diyor. Odada ise 15 kişi kalıyorlarmış. Pasaportu yanında olmadığı için onu da deport etmemişler söylediğine göre.

Jandarmalardan birinin şiddetinden de bahsetti Amadu. “Taleplerin oluyor, yemek istiyorsun fazladan, hasta olmuş birisi, durumu izah ediyorsun, sinirleniyor, vuruyor.” diyor. “Niye yaptın?” deyince de, “Burası Türkiye, burası Afrika değil!” diyormuş. “Afganları, Suriyelileri de çok dövüyorlardı.” diyor. Bu şiddetin bağlamını, ölçüsünü tespit edip doğrulamak çok zor ancak bu iddialar ilk kez şahit olduğumuz şeyler değil. GGM’ler maalesef yıllardır kötü muamele, işkence, sözel, fiziksel ve duygusal şiddet gibi hak ihlalleriyle mimlenmiş vaziyette. Göçmen davalarıyla ilgilenen avukat dostlarımız, Halim Yılmaz, Mehmet Ali Başaran, İbrahim Kibar ve diğerlerinin dilinde yıllardır tüy bitti bunları anlata anlata. Şiddetin bu kadar görünür olmadığı durumların kendisi de aslında şiddet içeriyor veya doğrudan şiddete sebep olan koşulları yaratıyor. Isıtıcılar çalışmıyor, büyük bir elektrikli ısıtıcı varmış ama çalışmadığı için insanlar hasta oluyor, tedavi için Ankara’ya yazılıyor, hastanın doktora gitmesi 4-5 günü buluyor. Tabi tedavi de parayla mümkün olabiliyor.

Para demişken, “komisyon” kesen sadece hesap kartı olan göçmenler değil gibi duruyor. Amadu, Malatya’da bazı göçmenlerin GGM’ye girerken emanete verdiği 1000 lira paranın 400’üne çıkarken jandarmanın el koyduğunu söylüyor. Kendisinin yaşadığı bir vakaya dayanmadığı için ihtiyat payı bırakıyoruz. Bu hikâyeye normal şartlarda çok daha şüpheyle yaklaşabilirdik ama daha 1 ay önce, Tuzla GGM’ye alınıp ikamet başvurusu sürecinde olduğu anlaşılınca aynı gece serbest bırakılan Sierra Leoneli bir arkadaşımızın 1500 lirası emanetlerini teslim alırken buhar olup uçmuştu.

Elbette bu gasp sorununun bir kural olduğunu iddia etmiyoruz. Örneğin yine Şeyh, Çanakkale’de bu tarz bir muameleye denk gelmediğini söyledi. Marketten bir şey alması gerektiğinde, emanete verdiği paradan harcayabildiğini, serbest bırakılırken her kuruşunu geri aldığını aktardı.

Halewi, ilk iki arkadaştan daha az şanslıydı çünkü Kayseri GGM’de 5 ay kalmıştı. 300’den fazla insan hatırlıyor. Bunların 100’den fazlası Afrikalıymış. Halewi ile birlikte 15 Afrikalıyı salmışlar. Halewi de aynı sebebi öne sürüyor: “Yanımda hiçbir belge yoktu beni aldıklarında, pasaport sordular, yanımda değildi.” O sırada lafa Şeyh karışıyor, Çanakkale’de Afganların hepsini deport ettiklerini söylüyor. Amadu da Malatya için benzer şeyleri tekrarlıyor. “Mesela bir gün 90 Suriyeliyi, Afgan’ı, Pakistanlıyı, Faslıyı deport ettiler, tek seferde. Eğer uçakla geliyorsan ve pasaportun veya ikametin varsa ama zamanı geçtiyse deport edilmeyebilirsin fakat karadan, sınır geçerek girdiysen kolayca deport edilirsin. Afganlar da bu yüzden deport yiyorlar. Ayrıca Yunanistan’a geçmeye çalışırken yakalanırsan da deport yiyorsun.”

Bütün bu gözlemler, göçmen dostlarımızın içerden ve kısmi şahitliklerine dayanıyor elbette ama bizim izlenimlerimizle, okuduklarımızla, duyduklarımızla, tecrübelerimizle birleşince ortaya makul ve devletin göç politikalarındaki tutarsızlıkları yansıtması açısından öngörülebilir bir resim çıkarıyor.*

GGM’ler kapalı kutu hükmünde kurumlar… Devlet, oradaki koşullar konusunda genelde ketum davranır. Özellikle hak ihlallerine konu olan mevzularda… Çabamız, toplama kampından hallice olan bu mekânları ‘daha konforlu’ hale getirecek politika önerilerinden ziyade göçmenleri kapatılma ve deport korkusu ile daima tedirginliğe boğan bu şedit göç rejiminin bizatihi kendisini ifşa edecek hikâyeleri çoğaltmak olmalı.

*Resmi uygulamalar ve rakamlara ilişkin daha etraflı bir fikir edinebilmek adına Avrupa Mülteciler ve Sürgünler Konseyi’nin (ECRE) 2022’de yayınlanan ilgili raporuna, İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı şu habere ve Göç İdaresi’nin verilerine göz atabilirsiniz.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

Yazılar

Temel İhtiyaçların Giderilmesi İmkânsızlaşırken – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Beslenme/Gıda: insanların en temel ihtiyaçlarından biri gıdadır. Tarih boyunca insanlar gerek avcılıkla gerek araç gereçlerle gerekse sanayinin gelişimi ve makineleşmeyle gıda konusunda devrim niteliğinde bir süreç geçirmiştir. Gıdanın bizlere ulaşana kadar birçok yolu var. Topraktan çiftçiyle başlayan bu süreç bir gıda olarak insanın tüketimine hazırlanıyor. Tarım tarafı bu şekilde. Hayvancılıkta ise bin bir meşakkatle, hayvanın her şeyinden yararlanarak emekçilerin elleriyle insanlara sunuluyor.

Fakat burada değinilmesi gerekilen bir husus var, kim bu gıdalara ne kadar ulaşabiliyor, onları ne kadar temin edebiliyor?

Zenginler bu gıdalara, besinlere ulaşırken, fakir/yoksul halk ancak karnını doyurmak için sofraya oturuyor. Şu örnek daha açık olacak: Genel olarak sürekli karbonhidratlarla beslenen halk (ekmek, şeker vd.) sağlık açısından sadece karnının açlığını yatıştırıyordur, başka hiçbir faydası yok hatta zihni gerilettiğini bile bilimsel açıklamalarda görebilirsiniz.

Gelelim zenginin durumuna! Eti, sütü, çerezi sofrasından eksik etmeyen zenginler protein, vitamin vd. besin maddelerinden yeterince aldığından onlarda besine dayalı herhangi bir hastalık ortaya çıkmıyor. Fakir halk ise sırf yeterli beslenemediği için özellikle evlatları birçok hastalığa yakalanıyor. Şöyle bir örnek vermek gerekirse; Kırmızı et B12 vitamini açısından çok zengin bir besin kaynağı, bu besinin yeteri miktarda alınamaması psikolojik sıkıntılara ve daha birçok hastalığa sebep olabiliyor. Zenginler bunu sofrasından eksik etmezken, fakir halka bu koskoca nasipten hiçbir şey düşmüyor maalesef. Tabii bunun sonucunda besinden kaynaklı hastalıklar yoksul halkın peşini bırakmıyor ve büyük sıkıntılara yol açabiliyor.

Barınma: Türkiye’de, özellikle metropol şehirlerde barınma sorunu çok ciddi, çok kritik bir durumda. Yükselen konut fiyatları ve buna yoksul ailelerin geçim sıkıntısı ve asgarî ücret zulmü de eklenince halk gittikçe daha da yoksullaşıyor ve hayat çekilmez bir hâle geliyor. Müteahhitlerin daha büyük kârlar peşinde koşmaları ve evi olurundan çok daha yüksek fiyatlarla satışa çıkarması, geçim derdiyle uğraşan yoksul halk için bir konutun hayali dahî kurulamıyor, açlık sınırının altında bir gelire mahkûm edilen asgarî ücretli yoksullar, evinin ihtiyaçlarını dahî karşılayamazken, çocuk mu okutsun, yoksa hayal ettiği bir konut sahibi mi olsun?

Burada bir anekdotu anlatmadan geçemeyeceğim. Geçtiğimiz günlerde 52-53 yaşlarında emekçi bir abi ile bir sohbetimiz oldu. Anlattıkları gerçekten de el-insaf dedirtiyor! “Son 27 senesi aynı firmada olmak üzere tam 36 yıldır temizlik işçiliği yapıyorum. Aldığım maaş hâlen asgarî ücret ve bir de emekli maaşım var. Biri üniversite öğrencisi olmak üzere 3 öğrencim var, nereye yetişeceğimi bilemiyorum. 36 yıldır çalışıyorum ama ne bir evim var ne de bir arabam! Fakat bize iş verenler her ay kâr marjı bandında evine ev, arabasına araba katıyor, biz işçiler ise yıllardır sırf yol parası vermemek için işe ya yürüyerek ya da bisikletle gidip geliyoruz, bir daire sahibi bile olamıyoruz. Bir dairem dahî yok, yok işte!”

Sohbet ettiğimiz işçi abinin yakınması gerçekten çok acı bir gerçeği ortaya koyuyordu. Bahsini ettiğimiz abinin anlattıklarından sonra aklıma TÜİK verilerine girip konut ve motorlu araç sayılarına bakmak geldi. Sonuç mu, gelin birlikte bakalım:

Ülkede toplam konut sayısı TÜİK’in verilerine göre 2021 yılı itibariyle 25.329.833 (İş yerleri, dükkânlar hariç; sadece bir ailenin yasayacağı, barınacağı daire) Her sene ortalama en az 600 bin konut yapıldığı söyleniyor. 2025 itibariyle de 28 milyondan fazla sadece barınmak için daire var. Tabii bunlar sadece kayıtlı resmi olanlar.

Ülkenin nüfusu ise 2025 yılı itibariyle 85 milyon küsür, bu da demek oluyor ki her 3 kişiden birine bir daire düşüyor, evli çift ve hane demiyoruz, 3 kişiden birine bu ülkede 1 daire düşüyor! Peki, gerçek öyle mi? Tabii ki hayır! Nüfusun %45’i kiracı (42 milyon kişi). 3 kişiye bir daire düşen ülkede nüfusun yarısı kiracı! Peki, neden mi? Nedenini yukarıda bahsettiğimiz işçi abimiz anlattı zaten. Temel ihtiyaç olan bir daire yerine, kimine 20 daire, kimine 50 daire, kimine 100 daire düşünce durum böyle oluyor. Adil bölüşüm ve hakça paylaşımın olmadığı yerde toplumsal eşitsizlik ve felâketler başını alıp gider.

 

Sağlık: Ülkemizde sağlık konusunda özellikle randevu sistemindeki olumsuzluklar birçok hastayı mecburi bir şekilde özel hastaneye zorluyor çünkü randevular ancak 1 aya alınabiliyor hatta bazı randevular için 6 ay, bir sene bile beklemek gerekebiliyor! Bu nedenle özel hastanelere gitme mecburiyetinde bırakılan fakir halk, borçla da olsa bunu yapmak zorunda kalıyor.

Sorun sadece bu değil. Sağlık sektörü küresel kapitalizmin ve sermayenin istediği şekilde yön aldığından ilaçlarla oynamalar, sahte ilaçlar, çaresi olduğu hâlde kullandırtılmayan ilaçlar ve daha neler neler… Bu yüzden sağlık gibi bir temel hak da özellikle fakir halk için lüks olmuş durumda maalesef.

Eğitim: Ülkemiz eğitim konusunda da maalesef çok kötü bir durumda fakat bizler burada sadece bir noktaya değineceğiz yoksa eğitimle ilgili birçok sıkıntılı durum mevcut. Bizim burada değineceğimiz nokta, öğrenciler arasında “eğitimde fırsat eşitsizliği!”

Birçok öğrenci, özellikle fakir ailelerin öğrencileri eğitimde eşit anlamda fırsattan yararlanamıyor. Bunun en büyük sebebi eğitimin dershane/özel okul/kurs merkezi adları altında özelleştirilmesi, sermayeye peşkeş çekilmesi! Zengin ailelerin çocukları en iyi okullara giderken fakir halkın çocukları ancak devlet okullarına gidebiliyor.

Bir de burada özel üniversitelere değinelim. Yine bir arkadaşın dilinden bir anekdotla açıklarsak durum şöyle: “Üniversite 2. sınıf öğrencisiyim, İstanbul’da özel bir üniversitede 2 yıllık aşçılık okuyorum Yıllık 140 bin lira sadece eğitim parası veriyorum çünkü şehir dışına çıkarsam barınma masrafı, beslenme masrafı, yol masrafı vs. derken dışarıda okumamın pek bir anlamı kalmıyor. Burada çalışıyorum, en azından ailemle kalarak bir işte çalışıyor, akşam da üniversiteye gidiyorum ve benim gibi gelen on binlerce öğrenci var sadece İstanbul’da ve hepsi de fakir ailelerin çocuğudur. Onlar da benim gibi düşünüp şehir dışına çıkamıyorlar.” Bu da eğitimde özelleştirmenin hâlini göz önüne seren başka bir durum!

En azından beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlara erişim imkânsız olmamalı; kolay yoldan eşit bir şekilde herkesin bu imkânlara ulaşması gerekmektedir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Sırrı Süreyya’ya Veda – Yakup Kıyanç

Yayınlanma:

-

Siz bu ülkenin sahibi misiniz? Zillulâh-ı fi’l-âlem misiniz? Kendinizi Allah’ın yeryüzündeki gölgesi mi sayıyorsunuz? Nizamülmülk müsünüz? Nesiniz siz, milletin ekmeğiyle bu kadar oynuyorsunuz? Onların çoluk çocuklarının ne suçu var? Bir an için hepsini suçlu kabul etsek onları rızksız, nana muhtaç bir vaziyete nasıl getirirsiniz? Evinizde nasıl uyursunuz? Çocuğunuzu nasıl seversiniz?”

Sırrı Süreyya denince hepimizin hafızasında yer edinen başka bir konuşması, başka bir gülümsemesi, başka bir eylemi gelir. Sırrı Süreyya denince neredeyse bu ülkedeki her bir insana dokunmuş, her bir insanın derdi ile hemhâl olmuş bir insan evladı gelir aklımıza. İster istemez adını anınca, simasını hatırlayınca yüzümüzde bir tebessüm belirir. Sağcısı, solcusu, Kürd’ü, Türk’ü, Laz’ı, Alevi’si, Gürcü’sü… Hepimizin kimliğine bürünmüş, hepimizin ana babasının acısını hissetmiş o acıyı dile getirmiş bir insan evladı…

Kürd ve Türk çocuklarının ölmemesi, daha insanca ve adil şartlarda yaşaması için barışın postacılığını kendisine iş edinmesiydi Sırrı Süreyya’yı bu toprakların evladı kılan, Anadolu irfanının en güzel örneği yapan. Bu toprakların türkülerini ona sevdiren şey, bu topraklara duyduğu çıkarsız bağdı. Onu turna kuşu kılan da her bir santimine aşık olduğu bu topraklardı. Kana ve öfkeye doymuş olan bu topraklar.

Benim için Sırrı Süreyya, yüzyıla yakındır inkar edilen kimliğim için, dilim için yüzlerce defa mecliste, sokakta, mahkeme salonlarında canı pahasına direnen bir insan. Çıkarsızca, yürekten ötekinin acısını yüreğinde hisseden bir Sırrı Süreyya.

Ama tüm Sırrı Süreyya’ları bir kenara bıraksam, benim için en Sırrı Süreyya girişteki konuşmayı yapan kişidir. En kendinden olmayanın, kendisine en uzak olanın acısı ile acıyan, derdi ile dertlenen, kendisine düşman olan “uzak” ötekinin yaşadığı hukuksuzluğu da kendisine dert eden, bununla öfkelenen Sırrı Süreyya! Ne zordur değil mi sabah akşam seni düşmanlaştıran, dışlayan, yorgun ve hasta bedenini hapsetmek isteyen, evlatlarından, hayatından, özgürlüğünden uzaklaştırmak isteyenin hakkını ve hukukunu o yorgun kalple hissetmek, haykırmak! Zor. Kendimi onun yerine koyuyorum, bir an hıncıma teslim olabilirim gibi hissediyorum. O kişinin, grubun ya da cemaatin bana yaşattıkları beni adaletten alıkoyacak gibi hissedebilirim belki de. Ama gördük ve yaşadık ki onca hukuksuzluklara, zulümlere rağmen Sırrı Süreyya’yı adaletten alıkoymamış ona yaşatılanlar. Öfkesi onu esir almamış. Nasıl erdemli bir tavır, değil mi? Maide sûresi 8. ayette: “Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” diye emreden Rabbimizin çağrısına kulak vermiş bir kul olabilmiş Sırrı Süreyya! “Başkasının acısını duyabiliyorsan insan olabilirsin!” diyen Tolstoy da onu anlatmış sanki. Ne mutlu bize ki Sırrı Süreyya gibi erdemli, beytülmâle el uzatmayı aklından dahî geçirmemiş modern bir dervişi tanıdık dünya gözüyle. Benzerini bir daha görebilir miyiz, sahiden bu konuda umutsuzum.

Çok uzatma taraftarı değilim, Sırrı Süreyya’yı değerli ve özel kılan çok şey vardı. Şivesi, gülüşü, candan ve sahici tavırları bir yana, onu hepimize sevdiren şey insana insan olmasından ötürü duyduğu muhabbet ve adaletiydi. Koltuğun gücüyle çalıp çırpmaması, bizlerle yer sofrasında yerken, mezarlıkta ağlarken, mecliste konuşurken yalandan bizler gibi olmaya çalışmak imajı takınmamasıydı. Hakikaten bizlerle biz olabilmesi, sahiciliği, en ötekinin bile acısını tüm hakikati ile yüreğinde hissedebilmesiydi. Hukuksuzluk üreten otoriteye boyun eğmeyişi, hakkı her şartta dile getirmesi, zulme uğrayanın kimliğine bir an olsun bakmadan, mazlumun yanında bir an olsun çekinmeden durabilmesiydi Sırrı Süreyya’yı müstesna kılan.

Allah’ın rahmeti üzerine olsun Sırrı abi. Hesapsızlığını, dürüstlüğünü, mazluma yoldaş olmanı, barış elçisi olmanı, helalinden yaşamanı çok sevdik. Uğruna canından geçtiğin, özlemini bir nefes gibi çektiğin barışı en çok senin için getireceğiz bu topraklara. Üzerine atılan toprağa bir daha kardeş kanı bulaşmaması için elimizden geleni yapacağız Sırrı abi. Sana sözümüz olsun!

Allah’a ısmarladık seni!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x