Connect with us

Yazılar

Bize Depremi Hatırlatan Tekâsür Hastalığının Habire Tekerrür Etmesi – Sait Alioğlu

Yayınlanma:

-

“Geç fark ettim taşın sert olduğunu./ Su insanı boğar, ateş yakarmış!/ Her doğan günün bir dert olduğunu/ İnsan bu yaşa gelince anlarmış.” demişti Cahit Sıtkı Tarancı.

Kimse kızmasın ama tekâsür’ün, yani çokluğun, çoğu kez olumsuzlandığı bir kelam-ı kibar var halk dilinde, “Çokluk bilmem nedir!” diye.

Birçok ifade gibi bu ifade de, halk muhayyilesinden sâdır olmuş bulunan ve arifliği içeren bir öze sahiptir. Bu tür ifadeleri, felsefe içre ve bir nevi hikmeti arama sevdasının sonucu olan filozofik bir düşünce ile değerlendirdiğimizde, eli öpülesi o yüce gönüllü insanların birer filozof, hikmet ehli olduklarını çok rahatlıkla söyleyebiliriz.

Peki, çokluk nedir?  Çokluk, sözlükte bir ad(isim) olarak “sayı ya da ölçü yönünden çok olma durumu”nu ifade eder

Çokluk, salt maddi anlamda doğru olmasına doğrudur ama onun manevi ve psikolojik yanının ise, maddi anlamda insanı baştan çıkardığını, ona yoldan çıkardığını, olması gereken istikametini şaşırttığını, “aşırı olacak şekilde” elde ettiği dünya malı ile övünmesine etki ettiğini ve var olan imtihanını da peşinen kaybettirdiğini unutmamak gerekir.

Hep öyle olmamış mıydı? Karun, neyden dolayı helak olmuştu ya da “sütunlar sahibi İrem halkı” neden helak olmuştu? Veya bahçe sahipleri… (Kalem Suresi)

Buna, Kur’an’dan, kıssalardan, tarihten ve günümüzden “büyük ve küçük” birçok örnek verilebilir.

Mahiyetleri farklı da olsa, aynı mantık içre çoklukla övünmek, bir nevi tanrılaşmak ve haşa Allah’ın yerine geçmek, O’nu devre dışı bırakmak tekâsür yoluyla olabilirdi. Anlayacağınız, klasik dönemlerde vuku bulduğu gibi modern/postmodern dönemde de batıl paradigmalarla Tanrılaşmak, Allah’ın(cc) yerine geçmek ve bu suretle de şirk içre yaşamak. Maddeye tapan insanın halet-i rûhiyesi bu minvalde sürüp gidiyor, geçmişten günümüze.

O zaman sûremize bir göz atalım;

Tekâsür Sûresi:

“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”

“1. O çokluk kuruntusu sizleri oyaladı, 2. Ta kabirlere kadar gidip ziyaret edişinize kadar! 3. Öyle değil, ileride bileceksiniz! 4. Sonra yine öyle değil, ileride bileceksiniz! 5. Öyle değil, kesin olarak bilseniz, 6. And olsun ki, cehennemi mutlaka göreceksiniz, 7. Sonra yine and olsun ki, onu yakın gözüyle göreceksiniz! 8. Sonra and olsun ki, o gün her nimetten sorgulanacaksınız!”

“Tekâsür terimi, “çoğaltma için ihtirasla çırpınma”, yani taşınır veya taşınmaz, gerçek veya hayalî kazançları arttırma ihtirası anlamına gelir. (…) bu terim, insanın, daha çok konfor, daha fazla maddî servet, insanlar veya tabiat üzerinde daha güçlü otorite ve kesintisiz bir teknolojik ilerleme için çırpınma saplantısını ifade eder. Bu çabaların, başka her şeyi dışlayan bir şekilde aşırı bir tutku ile sürdürülmesi, insanı her türlü ruhî kavrayıştan ve dolayısıyla tamamiyle manevî/ahlakî değerler üstüne kurulmuş herhangi bir sınırlama ve kısıtlamayı kabullenmekten alıkoyar -ve sonuçta yalnız bireyler değil, bütün bir toplum iç tutarlılığını ve dengesini ve böylece her türlü mutluluk şansını yavaş yavaş yitirir.[1]

Gelelim acı ve yakıcı gerçeğimiz olan depreme…

Depremin kendisi de insanı öldürmez, yalnızca ihmal ve rant, çarpık kentleşme, modernleşme uğruna karton kutular, zemin etüdü yerin yapısı ve tespit edilmiş inşâ kriterlerinin aksi istikametinde seyrettiği, temeli çürük binaların, bu haliyle ilahi iradeye yenilişi sonucu oluşan durum yıkardı; yıkardı insanı ve en nihayetinde de öldürürdü. Sözde ilerleme kaydetmiş, epey mesafe almış ve bilimin yol göstericiliğinde hareket edilmesi icap ederdi, ama her şey yerle bir…

Hele bir de buna, hangi ideolojik formasyondan olurlarsa olsunlar, salt kendi rantını düşünen, gerisini teferruat sayan, sözde çağdaş bir ortamın hazırlanmasına katkı sunan, ülkeyi üst çağdaşlık seviyesine taşıyan ama sonuçta bazı şeyleri ketmedip bir türlü dışa yansıtmayan “muhafazakâr” zihniyet! Ona nasıl atıf yapılırsa yapılsın, bilime, ilme değer verecektik ama aklımızı da kullanarak ve ahlaktan da taviz vermeden. Zira ahlak işin içerisinde yoksa insanın ne değeri olur ki, başta kendine, çevresine ve topluma, cümle mahlûkata faydası dokunsun!

Bunun için en önemlisi de insanın var oluş amacını sorması, sorgulaması, hayatın anlamını hakkıyla kavraması, bir yaratıcıya inanıp güvenip bel bağlaması ve en sonunda kendine düşen görevleri eksiksiz yerine getirmesi ilk anda akla gelen ilkelerdir.

Bundan sonra da yapılacak olan işler var elbette. Onlar da tembelliğe kaçmadan çalışmak, ama çok kazanmak, rant elde etmek için değil, kişinin kendisinin ve ailesinin geçimini sağlamak, gelecek nesillere iyi ve hayırlı anlamda örnek olmak, örneklik sergilemek, kent yerine şehri öncelemek; ona, eski ve sağlam değerleri güncelleyerek yeni bir çehre kazandırmak, bir açıdan sıkışmışlığı ifade eden kapalı kutu sayılabilecek site formu yerine mahalleyi ve ona ruh veren havayı canlandırmak/diri tutmak, adil bir paylaşımı ve bölüşümü, sağlıklı bir iş bölümü tesis etmek, kardeşlik ruhunu diriltmek, en önemlisi de insanın bulduğu, ortaya koyduğu devlet aygıtını es geçmeden ama onun yapılan işleri denetleme yetkisini ona bırakarak sivil toplumu güçlendirmek ve her işin, toplumun türlü katmanlarının eşitlikçi bir şekilde katılımı ile gerçekleşecek olan “danışma/şûra” çerçevesinde çalışmalara ve çabalara işlerlik kazandırıp, sistemi işlevsel kılmak…

Bunlar, haliyle ilk etapta akla gelebilecek şeyler olarak düşünülebilir.

Tabii ki, bunların tesisi için bir amaç etrafından hedef belirleme, o hedefe uygun düşünsel altyapı oluşturma, bunları müzakereye açma, var olan görüşleri bir araya getirme,  derleme, toplama, kaynak sağlama(en başta manevi kaynak) iş bölümü oluşturma ve işe koyulma…

İşin düşünce safhası sonrasında teknik safha söz konusu olacaktır. Burada da her işi ehline tevdi etmek gerekir.

Bu saydığımız şeyler, elbette ki anarşizme, kaçmadan, bir hiç uğruna toplumsal kaosa sebebiyet vermeden “sonuç ne olursa olsun” düzen bozucu olmadan, var olan düzenin aksayan yönlerine dikkat çekip onları düzeltme ya da tümden değiştirme yoluna giren ve hayatın öznesi olan insanı Allah’a kul olması dışında dâhili güçlere kul, köle etmeden/ettirmeden onun var olan toplumsal yapı içerisinde görev ve sorumluluk yüklenen, ama kendi ferdi bağımsızlığını da ne pahasına olursa olsun elden çıkarmadan hareket etmesini sağlamak…

İşin birçok alanı kapsayan konularını haliyle uzmanına bırakarak, artık bundan sonra “eskinin yanlışlarını” bertaraf edip, kaderimiz olan coğrafyanın jeolojik yapısını dikkate alarak, acımasız küresel liberal kapitalizme meydan vermeden, hem de olması gerekene uygun yeni formlar bulup ortaya koymak gerekir. Bu acımasız küresel liberal kapitalizme -aynı zamanda komünizmden mülhem Çin usulü kapitalizm de buna dahildir- karşı çıkmak artık insanlığın boynunu borcudur.

Eğer, bu zalim sisteme karşıysak, rant elde edeceğiz, kalkınacağız, hele hele, hemen her alanda bizde çok revaç bulan “batıcı söylem ve sömürgeci mantık” içre ideolojik bir yaklaşımımız varsa, bu behemehal değiştirilmelidir.

Haliyle “Onun yerine ne konulacak?” sorusu sorulabilir. Bunun da cevabı var! O da, bu ülkenin insanı hangi dine, forma ve ideolojiye sahip olursa olsunlar, değişmez özelliğe sahip fıtrata dönmeliler. O zaman fıtratın yaratıcısı olan Yüce Varlık, elbette bir yol gösterir ve arınanları kendi yollarına ulaştırır.[2]

Dünyada olduğu gibi ülkemizde de tedbirini aldığımız takdirde gelip bizi bulan deprem gibi felaketler dışında, çoğu da kendi ellerimizle hazırladığız birçok felaketi de unutmamalıyız; maden ocaklarında yaşanan felaketler, yine tabiata karşı açıldığını düşünmek zorunda olduğumuz dere taşmaları, sel felaketleri, bizden kaynaklanan çevre sorunları vb. aynı minvalde ele alınıp değerlendirilmelidir.

İşin en önemlisi ve can alıcı noktası insanın kendisini olumlu anlamda değiştirmesi, aksi ise, insan Allah’ın buyurduğu üzere olumsuzluk kapsamında değerlendirilir. Bu da insan açısından istenmeyen bir durumdur. [3]

Başa dönersek, tekâsür, öncekilerin başta çoklukla övünmeleri vb. olarak tercüme edileceği gibi, günümüzde de kendi gökyüzümüzü giderek görebilmemizin önünde engel olan çok katlı ebleh yüzlü binalar ve mütevazı bir şekilde yaşamak isteyen biri için ne anlama geldiği meçhul olan rezidanslar da tekâsürün konusunu oluşturmaktadır.

Ne yapıp ne edip kendi değerimizi, yerimizi bilelim ve böbürlenmeyelim.

 

[1] Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, Tekâsür Sûresi tefsiri

[2] Mâide sûresi, 16

[3] Ra’d sûresi, 11

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

Yazılar

Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül

Yayınlanma:

-

“Yakın Dönem Türkiye’sinde Hukuksuzluğun Tarihi” diye bir başlık atsam çok mu iddialı olurdu, diye içimden geçirmedim değil!

Mehmet Ali Başaran, çocuk edebiyatı kitaplarıyla bilinir. Mizahı, oldukça iyi kullanır hikâyelerinde. Yeni baskısı yapılan “Ceza Hikayeleri”   adlı kitabında, son dönemde ülkemizdeki hukuk garabetlerinden örnekler sunuyor.

“Okumak tarafından vurulduk, kitaplara âşık olduk!” diyen bir hukukçunun, bir avukatın kitabı bu. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanmış hukuksuzluklara ayna tutuyor, herhangi bir mahalle ayrımı yapmadan.

“Müslüman Hukukçu Bilinci” diye bir bilinçten bahseder Başaran.

“Türkiye, acısıyla, tatlısıyla bir sürprizler ülkesiydi. ‘Yok artık, bu kadarı da olmaz!’ denilen ne varsa oluyordu.”

Sessiz, sedasız ve koşulsuz bir şekilde karanlığa gömülüp kaybolan/kaybettirilen üç insanın hikâyesi…

Bremenli Taliban Murat’ın Guantanamo dahil, girdiği hapishanelerde gördüğü işkenceler…

Cezaevlerinde gerçekleşen hukuksuzlukların belki de en acımasızı olan Veli Saçılık örneği…

1999’da “hakaret, tehdit veya şiddet içermeyen” gösterilerle başörtüsüne özgürlük isteyen, çoğu kadınlardan oluşan 51 kişi hakkında düzenlediği iddianame ile savcının idam talep etmesini duyan Z kuşağı nasıl hisseder acaba?

Nuray Canan’ın hazin hikayesi… Kanada tarihinde en kısa sürede vatandaşlık hakkı elde eden mazlum kadının hikâyesi…

“Kabak” kelimesinin tahrik hükümleri uygulanmasına sebep olduğu Uşak’a selam olsun! Bunu fark eden hukukçuya iki kere selam olsun!

Malumunuz olduğu üzere avukatlar, sadece yalancı değil aynı zamanda paragözdürler de!

Madımak Oteli olayında/katliamında tanıkların dinlenme usûlünü değiştiren avukat kimdi?

27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi oturma eylemi yapıp göz altında kaybolan/kaybettirilen yakınlarını arayanların ve faili belli siyasi cinayetlere kurban gidenlerin hikâyesi…

Kutsal kitabı, müvekkiline verilmesine müsaade edilmeyen bir avukatın sitemli bir haykırışı var.

Hazırladığı yemeklerden yenilmesine müsaade edilmeyen hizmetçilerin öyküsü var: hor ve hakîr görülen hizmetçiler!

Soy ismindeki benzerlik yüzünden terörden soruşturulan pazarcının öyküsü. Sonrasında “pardon” bile denilmeyen bir yanlışlık!

Yasa dışı bir sınır dışı öyküsünde Yunus’un vatansız geleceği…

İntihar ettiği söylenilen 16 yaşındaki Suriyeli sonu ne oldu sahi?

Bir avukatın, korkutularak davadan çekilmesini isteyen “güçlerin” avukatı taciz etmesi…

“Egemenin mızrağı olan hukuku/yargıyı kazıyın, altından ‘öteki’lere adaletsizlik çıkar!” diye özetlenebilecek hikayeler seçkisi yapmış meslektaşım.

Devamını Okuyun

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x