Connect with us

Yazılar

Ateşkesin Ardında Kalan “Gazze” – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:

-

Filistin topraklarında, Gazze’de 7 Ekim sonrası modern dünyanın gördüğü en muammalı hikâye yazıldı. Film sahnelerini andıran kareler eşliğinde şahit olunanlar aslında kelimelerin dahî kifayetsiz kaldığı bir gerçeklikti. Dünya çapında duyarlı güzel insanlar haricinde toplumların kâhir ekseriyeti öylece izledi; devletler ve uluslararası kurumlar Amerikan emperyalizmi ve onun kuduz köpeği İsrail karşısında tamamen çaresiz kaldı. Herkes kendi konumunu muhafaza edebilmek için denge siyaseti güttü, birçoğu zaten uşaklık yapmaktan haz alarak müdahale etmeye dahî yeltenmedi.

Sonuç olarak Aksâ Tûfânı’nın başından bugüne dek dünya tarihinin en ağır soykırımı yaşandı. Bu sahnede Hamas, edilgen değil tamamen etken konumdaydı ve 20 yıllık ablukaya karşı başkaldırıp süreci ateşleyen aktör olarak meydana çıktı. İrade göstererek inisiyatif alıp harekete geçen Hamas önderliği dahî bu kadar yalnız kalacaklarını beklememekteydi. Onlar, bütün dünya halkları başta olmak üzere, esaret altına alınan yöneticiler için özgürlük kapısına omuz atıp araladı ama kimse o kapıdan geçip zincirlerini kırma iradesi gösteremedi çünkü o denli dünyevileştirilip ehlileştirilmişlerdi ki, sanırım kendileri dahî zincirlerinin kalınlığını ve uzunluğunu bilmiyorlardı!

Gelinen noktada Amerika, fazla uzamış ve tıkanmış olan süreci, güç gösterisi yaparak “İstediğim vakitte bitiririm!” edasıyla sonlandırdı. Psikolojik savaşı ve gönüllerdeki mücadeleyi Gazze kazanmış olsa da; İsrail askeri hedeflerine ulaşamayıp itibarı yerle yeksan olsa da sahadaki somut savaşı İsrail kazanmıştır.

“Tarihinde ilk defa 2.500 İsrailli ölmüştür!” deniliyor, benim 100.000 kardeşim ölmüş (Her bir sıfırın ne anlama geldiğini idrak edebiliyor muyuz? Aramızda matematik bilen var mı?); bana ne onların kayıplarından, kazanımlarından, hedeflerine ulaşamayışlarından! Gazze’de sağlam bir tane bina kalmadı! Öncülerimiz şehid edildi; Haniye İran’da misafirken özel odasında öldürüldü, Nasrallah’ın naaşını dahî çıkartamadık, Sinvar’ın cenazesini alıp götürdüler bir mezarı bile yok! Namusumuz, onurumuz, şerefimiz ayaklar altına alındı ve dünya Müslümanları hiçbir şey yapamadı!

Hamas, ateşkes yapmak (Hizbullah gibi) zorunda kalmıştır ve bu, Amerika’nın arzu ettiği, istediği zaman, (İsrail’e de dayatıldı) dayattığı şartlar dâhilinde uygulanmıştır. Emperyalistler, Trump üzerinden gövde gösterisi yapıp vitrin tazelemesine gitmeselerdi Siyonistlerin soykırımı bitirmeye niyetleri de ihtiyaçları da yoktu! Hatta kendi açılarından İran’ı yalnızlaştırmışken, Hizbullah’ı bastırmışken, Suriye’de öyle böyle kendileri için güvenli bir alan oluşmuşken ve en önemlisi her ne yaparsa yapsın engelleyecek hiçbir uluslararası güç ve halk unsuru yokken, kirli arzuları doğrultusunda Gazze’yi tümden yok da edebilirlerdi. Tabiri caizse, kendi kendilerine durdular.

Gazze halkı ölerek Siyonizm’in kirli yüzünü dünya (devletleri zaten biliyor) halklarına bütün açıklığıyla aşikâr etti, psikolojik savaşı açık ara kazandı, gönüllere taht kurdu, İslami ahlâkı/duruşu/savaş hukukunu cümle aleme gösterdi ve gönlünde az biraz sünnetullaha meyli olanları hidayete yaklaştırdı.

Ortada bir zafer varsa Gazzelilerin ve Gazze’yi yalnız bırakmayıp bedel ödeyenlerindir bu zafer!

Bizler; yapmamız gerekenleri yapmayıp, onları kuduz köpeklerin önünde yapayalnız bırakmışken bir de kalkıp kutlama yapmayı, o çilekeş insanların sevincine ortak olmayı, buna dair söz söylemeyi dahî kendi adıma zül addediyorum, utanıyorum.

Tabii ki onlar kazananlardandır, onlar cennet-i a’lâda rızıklanmaktadırlar, kalanlar da çektikleri ceremenin karşılığını katbekat alacaktır. Mesele, onların kazandığını vurgularken hâlâ dünyalıklarımızdan en ufak bir feragatte bulunamıyor oluşumuzdur. Onların kazandığına hakkıyla iman edip Allah’ın vaadine güveniyorsanız, siz niye kazananlardan olmak için kendinizi güvenlikte tutan dünyalıklarınızdan sıyrılamıyorsunuz! Kimse gidip savaşalım demiyor ama bu vakte kadarki tepkiselliğimiz yeterli miydi sizce; hangi dengeler uğruna, nasıl tavır aldık, neler yaptık, neler yapamadık, bu saatten sonra kendimizi sorgulamamız gerekir.  En basitinden iki günlük nezaret korkusuyla, işimizden atılırız diye, bazıları zor durumda kalır diye, ötekileştirilip yalnızlaşırım diye, kazanımlarım zedelenir diye çoğu kişi aciz bir şekilde oturdu oturduğu yerde!

Bu aşamadan sonra ne olacak; Gazze nasıl inşa olacak, yaralar nasıl sarılacak? Sahada kazanılmış bir savaş olsa daha özgür bir zeminde olunurdu. Mısır’dan girip çıkanlar yine İsrail gözetiminde ve inisiyatifinde olacak, deniz yoluyla özgür bir giriş çıkış olmayacak, Hayfa’ya inip geçecek yardım ve gereçler zaten onların kontrolünde olmaya devam edecek! Ezcümle ambargo kırılmış değildir maalesef.

Ayrıca ateşkesin şartları ve atmosferi muğlak ve karşımızda pervasız zalimler var. Herkesin düşünüp korktuğu gibi esirleri aldıktan sonra bir bahaneyle sözlerinden dönüp Gazze’yi yok etseler ne olacak, kim ne yapabilecek?

Daha da önemlisi bu Siyonist zulmün, yapılanların, soykırımın hesabı nasıl sorulacak? Peyderpey bir buçuk yıl boyunca gözümüzün içine baka baka yaptıkları keyfî zulme dâir hiçbir şey yapamazken bu kadar acının ve kanın bedelini kim, nasıl, ne şekilde ödetecek?

Süreç boyunca Müslümanlar; Gazze halkına maneviyatı, kendilerine maddiyatı yakıştırdı! “Cenneti kazandılar!”, “Ne güzel sabrediyorlar!”, “Dünyadaki tek özgür halk Gazzeliler!”, “Müslüman nasıl olunur gösterdiler!” vb. söylemlerle Gazzelileri uzaktan methedince ne oluyor arkadaşlar, cennetten kupon mu dağıtıyorlar? Hakikati biliyorsanız, özgürlüğe hayransanız, Müslüman nasıl olunur anladıysanız Müslüman gibi hareket etmeyince neler olacağını da az çok biliyor olmalısınız. Kimse kusura bakmasın, bu anlayış şuna benziyor: Zenginlerin, fakirlere şükretmenin nasıl güzel hasletler olduğunu vurgulamasına, din tüccarı bel’amların sabretmenin hayrını telkin etmelerine, türlü türlü koltuklarda oturanların dengeleri gözetip uzun vadeli hesap yapmamız gerektiğini vurgulayıp rahat hayatlarını yaşamalarına benziyor. Bunlar ayrı mesele ve seni ilgilendirmiyor arkadaşım, herkes kendi işini yapacak, anlık sorumluluklarını yerine getirecek.

Herkes gibi bize göre de yukarıda belirttiğim psikolojik, stratejik, algısal düzeyde uzun vadede Gazze kazandı ama bizler oturduğumuz yerden sürecin olumlu yanlarına yoğunlaşıp kendi acziyetimizi örtmeye çalışıyoruz gibi geliyor bana. Biz kendi işimize bakalım ve olumsuz yönlerini tespit edip giderme yoluna yönelelim. Ki, aynı hataları yapıp benzer zaafiyetlere tekrar tekrar düşmeyelim.

Somut kayıplarımızdan ziyade algısal ve stratejik düzeyde de bazı kayıplarımız var. Bu saatten sonra İsrail gördü ki her ne yaparsa yapsın ses eden yok! Bunu fiilen gördü! Az çok irade ve güç sahibi olanları da kimlerin nasıl konum alacağını da olasılıklardan ziyade somut olarak nereden ne geleceğini de tespit edip zayıflatarak önlerini kesti. Artık dengeler ve hesaplar bu minvalde şekillenecektir.

Ümmetin mazlumları da gördü ki anlık olup biten zulümler bir yana, hadi diyelim haberleri yoktu, imkânları yoktu, yetişemediler, mazur görürlerdi. Ama yaşanılan tablodaki gibi zalimler peyderpey, yavaş yavaş, anlık, canlı yayında her gün meydan okuya okuya, dalga geçe geçe zulmederken, değil on bin, değil yüz bin, 2 milyonunu da şehid etse kimse somut bir irade göstermeyecekti! Dünyanın dört bir yanındaki mahzun ve mahrum bırakılmış mazlumlar gördü ki kimse yardıma gelmeyecek! Bu tablo ve uyandıracağı umutsuzluğun zihinlerdeki yarası çok çok zor kapanır. Ancak ümmetin halk düzeyinde bir isyanıyla sayesinde, temiz ve sahih bir zaferden sonra insanlar tekrar halkların gücüne inanmaya başlayabilir ilerleyen güzel günlerde.

Son olarak şöyle bir soru ortada durmakta: Madem fetihten bir buçuk ay sonra Gazze’de anlaşma olacaktı, madem Suriye’deki gelişmelerin Gazze’yle alakası yoktu az biraz daha sabretselerdi olmaz mıydı yoksa olumlu olumsuz bir alâkası var mıydı? Dünya lideri ağa babaları, fidanı, ağacı kabaca sürece hâkimdi; en azından öngörüp, sevmeseler de (5 yaşında çocuğun da bildiği üzere) Gazze uğruna savaşanların kanalını kapatıp umutlarını bitirmeden sürecin sonuçlanmasını bekleyip sonra fetihlerine çıksalar, olmaz mıydı?

“O, ne der; bu, ne der, söylersek hangi yaftayı yeriz, ne tepkiler çekeriz” demeden açık, net konuşalım. Ne hikmetse Lübnan ile İsrail ateşkesinden sonraki 24 saat dolmadan Halep’ten harekete çıkıldığı an Gazze cephesi düştü. İster isteyerek ister istemeyerek, doğrudan veya dolaylı olarak… Fark etmez, sonuç budur! Ha, dert kendi ulusal çıkarlarıysa, devletleriyse, emelleriyse sorun yok ama kalkıp “Derdimiz İslâm’dır!” hikâyeleri anlatılmasın!

Buradan, Gazze ve Kudüs uğrunda mücadele edip şehid düşenlere selam ediyoruz, yalnız kalıp çilesini çekenleri hayırla yâd ediyoruz. Bizleri de affetmelerini rica ediyoruz hatta yalvarıyoruz, yoksa hâlimiz haraptır!

Özel olarak da müsaadenizle bazı isimleri anmak istiyorum. “Ben Birleşik Devletler Hava Kuvvetlerinin aktif görevdeki bir üyesiyim ve artık soykırımın suç ortağı olmayacağım. Aşırı bir protesto eylemine girişmek üzereyim. Ancak Filistin’de insanların sömürgecilerin ellerinde yaşadıklarına kıyasla hiç de aşırı değil. Yönetici sınıfımızın normal olduğuna karar verdiği şey bu. Özgür Filistin!” diyerek hayatına son veren Aaron Bushnell insanlığa güçlü bir mesaj vermiştir.

İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği katliamlara dayanamadığı, bir şeyler yapmak istediğini, buralarda duramayacağını belirtip “Önümde, arkamda, yanımda kim var?” demeden “Nasıl varacağım?” diye düşünmeden sadece yola çıkan Saruhanlı ilçesinde bir çiçekçide çalışan Manisalı Engin Arslan, Türkiye’nin onurudur. Lübnan sınırında cehdetmek için evlatlarını, dünyalıklarını bırakıp şehid düşen Seyfullah ve Yakub, yolda olmanın ne demek olduğunu hepimize fiilen göstermiştir.

Batı Şeria’daki sistematik zulmü gündem yaparken şehid edilen Ayşenur Ezgi Eygi, yakın çevresi tarafından “tanıdığı ve tanımadığı herkes için inanılmaz bir arkadaş” olarak tanımladığı Ayşenur, içinde bulunduğu topluluk özelinde “Wasat, benim için Allah’a tam teslimiyet yolculuğumu desteklemek için ihtiyaç duyduğum ümmet. Doğru yolda birbirlerini desteklemeye adanmış bir topluluktur!” diyerek ümmet için vasatın ölçüsünü vasiyet bırakıp bu adi ve fani hayattan göçtü.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Kültürel İlericilik ve/versus Toplumcu-Eşitlikçilik ve Sırrı Süreyya – Ali Altıntaş

Yayınlanma:

-

Siyaset felsefecisi Norberto Bobbio, sağ ile solu ayıran en temel unsurlardan birinin sağın değişebilecek toplumsal olguları bile ‘değişmez’ kabul ederken solun değişmesi imkânsız toplumsal olguların bile ‘değişebilir’liğine dair umut beslemesi olduğunu belirtir. Marksizmin ortodoks yorumları ise -Aydınlanmacı köklerine dayanarak- toplumların üzerinde yükseldiği üretim biçimleri değiştikçe inançların, fikirlerin, kültürel davranış kalıplarının ve bunların bir toplamı olarak ideolojilerin değişeceği savunusunu içerir. Bu nedenle dini bir öğretiye iman ve kendine bir toprak parçasına -yurda- bağlı hissetme duygusu da aşılması gereken ve tarihin tekerleği ilerledikçe aşılacak ideolojik formasyonlar olarak değerlendirilir. Buna son on yıllarda postyapısalcılığın, kimlik yapısökümcülüğünün sosyalist hareketlerle buluşmasıyla birlikte câri olarak “aileden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne anlaşılıyor ise” hepsinin aşılacağına yönelik bir inanç da eklenmiştir. Bu tür bir ilerlemecilik, Bobbio’nun belirttiği düzlemde ‘her duygu ve düşüncenin değişebilirliği’ne dair sol kabulün varlığını gösterir. Fakat sorun tam da bu aşamada başlar; misâlen, hâlen hükmünü süren dindarlığa ve onun kamusal, politik veçhelerine nasıl yaklaşılacaktır?

Bu noktada Türkiye sosyalistlerinin kendilerini ezici çoğunlukla Marksist olarak tanımladıklarını, -Marksizmin bunu öngördüğü tartışmasından bağımsız olarak- dinselliği bir ‘toplumsal inşa’, devamla insanın özgürleşmesine engel bir inşa olduğu için bir ‘geri ideoloji’ olarak aşılması gerektiği kabulüne sahip olduklarını vurgulamak icap eder. Hem tarihsel hem de güncel açıdan sosyalizm çatısı, Marksizm’i de kapsayan daha geniş bir birikimi ifade etse de güncel Türkiye düzleminde kendilerine ‘sosyalist’ diyenlerin -müstesna şahsiyetler ve çabalar dışında- bir önceki cümledeki çerçeveye dahil olmadıklarını söylemek zordur. Dolayısıyla Sünni dindarlıkla bir ilişki tesisinde samimi olunduğu ve gayret gösterildiği durumlarda dahî sosyalistlerin zihinlerinin arkasında dinî duygunun aşılması lüzûmu veya gelecekte aşılacağı beklentisi döner durur. Hâliyle toplumun dindar kesimleri de gelenekten tevarüs ettiği dogmatik ve dinsel-kültürel tortulara saplanıp kalmış, ‘progresif’ (ilerlemeci) sosyalist hareketin gerisinde seyreden, aydınlanmamış, uyanamamış, düşünsel ve kültürel açıdan noksanlıklarla malûl insanlar hâline gelirler.

Bir sonraki aşamada devrimci siyasetin toplumu dönüştürme misyonunu, dindarların da sınıf mücadelesine hem sosyalist partilerin hem sosyalist sendikaların üst yönetiminde yer alarak katılabilmesi ve mücadeleye kendi dinsel-kültürel renklerini vermesi hedefini asla kuşanmayan bir kısırlığa mahkum etme sorunu baş gösterir. Misâlen, dindar işçiler olsa olsa söz konusu partide ve sendikada örgütlü/üye işçi olabilirler, en iyi ihtimalle işyerlerindeki işçi liderleri hâline gelebilirler. Bu nedenle genel olarak Türkiye’deki sosyalist örgütlenmelerin Türk-Kürt fark etmeksizin Sünni sekülerliğe ve -dindarlığını da devrimci bir mobilizasyon gücü olarak kodladıkları- Aleviliğe sıkıştığını, bunun ötesinde bir tahayyül geliştiremediklerini söyleyebilmek mümkündür.

Dinsel-kültürel renkten neyin kastedildiğini biraz açmak icap ediyor: Sosyalizmin, Marksizm’i de kapsayarak aşan bir çatı olduğunu vurgulamıştık. Tarihte dinî temeller üzerinde yükselen sosyalist (toplumcu-eşitlikçi) hareketlerin birçok örneği vardır. 16. yüzyıldaki Alman Köylü İsyanının mesiyanik lideri Thomas Müntzer’i Marksistler, Engels’in çalışması sayesinde iyi bilirler. Hâkeza İslam tarihinde de Karmatîler gibi, Bâbâîler gibi toplumcu-eşitlikçi hareketler yükselip sönmüştür. Ancak bu vakalara Marksistlerin genel bakışı, bunların modern öncesi sosyalist hareketler oldukları ve günümüzde insan topluluklarının ulaştığı rasyonalite düzeyi nedeniyle sosyalist hareketlerin dinî kültür üzerinde yükselmesinin artık mümkün olmadığıdır. Hâlbuki tarihte de günümüzde de dindarlık, dolayısıyla dinin politik ve kültürel veçheleri hegemonya savaşının bir alanıdır. Hem İslamcılık hem muhafazakârlık içinde ezilenden, sömürülenden yana eğilimler muârızlarıyla rekabet/cihad ederler. Kabul ediyoruz ki, günümüzde bu rekabet/cihad sermayeci bir İslam’ın ve dindarlığın cârî hegemonya haline gelmesi ve seyretmesine engel olacak kudrette değildir. Ancak bunun böyle olmasında muhal bir ‘kültürel ilericilik’ namına bu ‘devrimci’ dalların budanmasına göz yuman sosyalistlerin de yukarıda belirttiğim nedenlerle mühim bir payı vardır.

Peki, bütün bu anlattıklarımın yeni uğurladığımız rahmetli Sırrı Süreyya Önder ile ne alakası var? Sırrı Süreyya, dinî eğitimle yetişen bir sosyalist olduğundan dinsellik içindeki hem tarihsel hem güncel ‘devrimci dinamik’leri, İslam içre ezen-ezilen, sömüren-sömürülen kavgasının emarelerini sezebilmiş biriydi. Dolayısıyla çabası, sadece sosyalizmi gariban diline tercüme eden bir postacılıktan ibaret değildir. Onun sezdiğini daha açık ifade etmek gerekir: Sünni dindarlık, dini kültür içerisinden neş’et eden devrimci birikimiyle eylem ve söylem düzleminde sınıf mücadelesindeki başat yerini alabilir ve almalıdır. Kapitalistin abdestlisiyle, beynamazıyla halkın karşısına bir saf olarak dikildiği bir vasatta ‘kültürel ilericilik’ illetiyle bizim safımıza bakmak, safı dağıtmak holdingci güçlerin yüzünü güldürmeye devam edecektir.

Bu bağlamda İhsan Eliaçık tarafından cenaze namazı kıldırılan bir mü’min sosyalistin arkasından “Sosyalist olduğuna göre inançsız mıydı?” yahut “İnançlı olduğuna dair ikna edici, açık bir beyanı var mıydı?” imalarıyla konuşanlar -ister İslamcı/muhafazakâr kanattan, ister sosyalist kanattan olsunlar- sosyalistliğin inanca reddiye, kayıtsız kalma veya en iyi ihtimalle pragmatik bir biçimde ilişkilenme tutumunu şart koştuğunu ileri sürerek yazı boyunca mahkum etmeye çalıştığımız çarpık bakışı tekrarlamış oluyorlar. Hâliyle onlara göre rahmetli Sırrı Süreyya da İslami söylemleri sosyalist amaçlar için işe koşan pragmatist bir menkıbeciye dönüşüyor.

Ne diyelim, Allah selamet versin!

Devamını Okuyun

Yazılar

Temel İhtiyaçların Giderilmesi İmkânsızlaşırken – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Beslenme/Gıda: insanların en temel ihtiyaçlarından biri gıdadır. Tarih boyunca insanlar gerek avcılıkla gerek araç gereçlerle gerekse sanayinin gelişimi ve makineleşmeyle gıda konusunda devrim niteliğinde bir süreç geçirmiştir. Gıdanın bizlere ulaşana kadar birçok yolu var. Topraktan çiftçiyle başlayan bu süreç bir gıda olarak insanın tüketimine hazırlanıyor. Tarım tarafı bu şekilde. Hayvancılıkta ise bin bir meşakkatle, hayvanın her şeyinden yararlanarak emekçilerin elleriyle insanlara sunuluyor.

Fakat burada değinilmesi gerekilen bir husus var, kim bu gıdalara ne kadar ulaşabiliyor, onları ne kadar temin edebiliyor?

Zenginler bu gıdalara, besinlere ulaşırken, fakir/yoksul halk ancak karnını doyurmak için sofraya oturuyor. Şu örnek daha açık olacak: Genel olarak sürekli karbonhidratlarla beslenen halk (ekmek, şeker vd.) sağlık açısından sadece karnının açlığını yatıştırıyordur, başka hiçbir faydası yok hatta zihni gerilettiğini bile bilimsel açıklamalarda görebilirsiniz.

Gelelim zenginin durumuna! Eti, sütü, çerezi sofrasından eksik etmeyen zenginler protein, vitamin vd. besin maddelerinden yeterince aldığından onlarda besine dayalı herhangi bir hastalık ortaya çıkmıyor. Fakir halk ise sırf yeterli beslenemediği için özellikle evlatları birçok hastalığa yakalanıyor. Şöyle bir örnek vermek gerekirse; Kırmızı et B12 vitamini açısından çok zengin bir besin kaynağı, bu besinin yeteri miktarda alınamaması psikolojik sıkıntılara ve daha birçok hastalığa sebep olabiliyor. Zenginler bunu sofrasından eksik etmezken, fakir halka bu koskoca nasipten hiçbir şey düşmüyor maalesef. Tabii bunun sonucunda besinden kaynaklı hastalıklar yoksul halkın peşini bırakmıyor ve büyük sıkıntılara yol açabiliyor.

Barınma: Türkiye’de, özellikle metropol şehirlerde barınma sorunu çok ciddi, çok kritik bir durumda. Yükselen konut fiyatları ve buna yoksul ailelerin geçim sıkıntısı ve asgarî ücret zulmü de eklenince halk gittikçe daha da yoksullaşıyor ve hayat çekilmez bir hâle geliyor. Müteahhitlerin daha büyük kârlar peşinde koşmaları ve evi olurundan çok daha yüksek fiyatlarla satışa çıkarması, geçim derdiyle uğraşan yoksul halk için bir konutun hayali dahî kurulamıyor, açlık sınırının altında bir gelire mahkûm edilen asgarî ücretli yoksullar, evinin ihtiyaçlarını dahî karşılayamazken, çocuk mu okutsun, yoksa hayal ettiği bir konut sahibi mi olsun?

Burada bir anekdotu anlatmadan geçemeyeceğim. Geçtiğimiz günlerde 52-53 yaşlarında emekçi bir abi ile bir sohbetimiz oldu. Anlattıkları gerçekten de el-insaf dedirtiyor! “Son 27 senesi aynı firmada olmak üzere tam 36 yıldır temizlik işçiliği yapıyorum. Aldığım maaş hâlen asgarî ücret ve bir de emekli maaşım var. Biri üniversite öğrencisi olmak üzere 3 öğrencim var, nereye yetişeceğimi bilemiyorum. 36 yıldır çalışıyorum ama ne bir evim var ne de bir arabam! Fakat bize iş verenler her ay kâr marjı bandında evine ev, arabasına araba katıyor, biz işçiler ise yıllardır sırf yol parası vermemek için işe ya yürüyerek ya da bisikletle gidip geliyoruz, bir daire sahibi bile olamıyoruz. Bir dairem dahî yok, yok işte!”

Sohbet ettiğimiz işçi abinin yakınması gerçekten çok acı bir gerçeği ortaya koyuyordu. Bahsini ettiğimiz abinin anlattıklarından sonra aklıma TÜİK verilerine girip konut ve motorlu araç sayılarına bakmak geldi. Sonuç mu, gelin birlikte bakalım:

Ülkede toplam konut sayısı TÜİK’in verilerine göre 2021 yılı itibariyle 25.329.833 (İş yerleri, dükkânlar hariç; sadece bir ailenin yasayacağı, barınacağı daire) Her sene ortalama en az 600 bin konut yapıldığı söyleniyor. 2025 itibariyle de 28 milyondan fazla sadece barınmak için daire var. Tabii bunlar sadece kayıtlı resmi olanlar.

Ülkenin nüfusu ise 2025 yılı itibariyle 85 milyon küsür, bu da demek oluyor ki her 3 kişiden birine bir daire düşüyor, evli çift ve hane demiyoruz, 3 kişiden birine bu ülkede 1 daire düşüyor! Peki, gerçek öyle mi? Tabii ki hayır! Nüfusun %45’i kiracı (42 milyon kişi). 3 kişiye bir daire düşen ülkede nüfusun yarısı kiracı! Peki, neden mi? Nedenini yukarıda bahsettiğimiz işçi abimiz anlattı zaten. Temel ihtiyaç olan bir daire yerine, kimine 20 daire, kimine 50 daire, kimine 100 daire düşünce durum böyle oluyor. Adil bölüşüm ve hakça paylaşımın olmadığı yerde toplumsal eşitsizlik ve felâketler başını alıp gider.

 

Sağlık: Ülkemizde sağlık konusunda özellikle randevu sistemindeki olumsuzluklar birçok hastayı mecburi bir şekilde özel hastaneye zorluyor çünkü randevular ancak 1 aya alınabiliyor hatta bazı randevular için 6 ay, bir sene bile beklemek gerekebiliyor! Bu nedenle özel hastanelere gitme mecburiyetinde bırakılan fakir halk, borçla da olsa bunu yapmak zorunda kalıyor.

Sorun sadece bu değil. Sağlık sektörü küresel kapitalizmin ve sermayenin istediği şekilde yön aldığından ilaçlarla oynamalar, sahte ilaçlar, çaresi olduğu hâlde kullandırtılmayan ilaçlar ve daha neler neler… Bu yüzden sağlık gibi bir temel hak da özellikle fakir halk için lüks olmuş durumda maalesef.

Eğitim: Ülkemiz eğitim konusunda da maalesef çok kötü bir durumda fakat bizler burada sadece bir noktaya değineceğiz yoksa eğitimle ilgili birçok sıkıntılı durum mevcut. Bizim burada değineceğimiz nokta, öğrenciler arasında “eğitimde fırsat eşitsizliği!”

Birçok öğrenci, özellikle fakir ailelerin öğrencileri eğitimde eşit anlamda fırsattan yararlanamıyor. Bunun en büyük sebebi eğitimin dershane/özel okul/kurs merkezi adları altında özelleştirilmesi, sermayeye peşkeş çekilmesi! Zengin ailelerin çocukları en iyi okullara giderken fakir halkın çocukları ancak devlet okullarına gidebiliyor.

Bir de burada özel üniversitelere değinelim. Yine bir arkadaşın dilinden bir anekdotla açıklarsak durum şöyle: “Üniversite 2. sınıf öğrencisiyim, İstanbul’da özel bir üniversitede 2 yıllık aşçılık okuyorum Yıllık 140 bin lira sadece eğitim parası veriyorum çünkü şehir dışına çıkarsam barınma masrafı, beslenme masrafı, yol masrafı vs. derken dışarıda okumamın pek bir anlamı kalmıyor. Burada çalışıyorum, en azından ailemle kalarak bir işte çalışıyor, akşam da üniversiteye gidiyorum ve benim gibi gelen on binlerce öğrenci var sadece İstanbul’da ve hepsi de fakir ailelerin çocuğudur. Onlar da benim gibi düşünüp şehir dışına çıkamıyorlar.” Bu da eğitimde özelleştirmenin hâlini göz önüne seren başka bir durum!

En azından beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlara erişim imkânsız olmamalı; kolay yoldan eşit bir şekilde herkesin bu imkânlara ulaşması gerekmektedir.

Devamını Okuyun

Yazılar

Sırrı Süreyya’ya Veda – Yakup Kıyanç

Yayınlanma:

-

Siz bu ülkenin sahibi misiniz? Zillulâh-ı fi’l-âlem misiniz? Kendinizi Allah’ın yeryüzündeki gölgesi mi sayıyorsunuz? Nizamülmülk müsünüz? Nesiniz siz, milletin ekmeğiyle bu kadar oynuyorsunuz? Onların çoluk çocuklarının ne suçu var? Bir an için hepsini suçlu kabul etsek onları rızksız, nana muhtaç bir vaziyete nasıl getirirsiniz? Evinizde nasıl uyursunuz? Çocuğunuzu nasıl seversiniz?”

Sırrı Süreyya denince hepimizin hafızasında yer edinen başka bir konuşması, başka bir gülümsemesi, başka bir eylemi gelir. Sırrı Süreyya denince neredeyse bu ülkedeki her bir insana dokunmuş, her bir insanın derdi ile hemhâl olmuş bir insan evladı gelir aklımıza. İster istemez adını anınca, simasını hatırlayınca yüzümüzde bir tebessüm belirir. Sağcısı, solcusu, Kürd’ü, Türk’ü, Laz’ı, Alevi’si, Gürcü’sü… Hepimizin kimliğine bürünmüş, hepimizin ana babasının acısını hissetmiş o acıyı dile getirmiş bir insan evladı…

Kürd ve Türk çocuklarının ölmemesi, daha insanca ve adil şartlarda yaşaması için barışın postacılığını kendisine iş edinmesiydi Sırrı Süreyya’yı bu toprakların evladı kılan, Anadolu irfanının en güzel örneği yapan. Bu toprakların türkülerini ona sevdiren şey, bu topraklara duyduğu çıkarsız bağdı. Onu turna kuşu kılan da her bir santimine aşık olduğu bu topraklardı. Kana ve öfkeye doymuş olan bu topraklar.

Benim için Sırrı Süreyya, yüzyıla yakındır inkar edilen kimliğim için, dilim için yüzlerce defa mecliste, sokakta, mahkeme salonlarında canı pahasına direnen bir insan. Çıkarsızca, yürekten ötekinin acısını yüreğinde hisseden bir Sırrı Süreyya.

Ama tüm Sırrı Süreyya’ları bir kenara bıraksam, benim için en Sırrı Süreyya girişteki konuşmayı yapan kişidir. En kendinden olmayanın, kendisine en uzak olanın acısı ile acıyan, derdi ile dertlenen, kendisine düşman olan “uzak” ötekinin yaşadığı hukuksuzluğu da kendisine dert eden, bununla öfkelenen Sırrı Süreyya! Ne zordur değil mi sabah akşam seni düşmanlaştıran, dışlayan, yorgun ve hasta bedenini hapsetmek isteyen, evlatlarından, hayatından, özgürlüğünden uzaklaştırmak isteyenin hakkını ve hukukunu o yorgun kalple hissetmek, haykırmak! Zor. Kendimi onun yerine koyuyorum, bir an hıncıma teslim olabilirim gibi hissediyorum. O kişinin, grubun ya da cemaatin bana yaşattıkları beni adaletten alıkoyacak gibi hissedebilirim belki de. Ama gördük ve yaşadık ki onca hukuksuzluklara, zulümlere rağmen Sırrı Süreyya’yı adaletten alıkoymamış ona yaşatılanlar. Öfkesi onu esir almamış. Nasıl erdemli bir tavır, değil mi? Maide sûresi 8. ayette: “Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” diye emreden Rabbimizin çağrısına kulak vermiş bir kul olabilmiş Sırrı Süreyya! “Başkasının acısını duyabiliyorsan insan olabilirsin!” diyen Tolstoy da onu anlatmış sanki. Ne mutlu bize ki Sırrı Süreyya gibi erdemli, beytülmâle el uzatmayı aklından dahî geçirmemiş modern bir dervişi tanıdık dünya gözüyle. Benzerini bir daha görebilir miyiz, sahiden bu konuda umutsuzum.

Çok uzatma taraftarı değilim, Sırrı Süreyya’yı değerli ve özel kılan çok şey vardı. Şivesi, gülüşü, candan ve sahici tavırları bir yana, onu hepimize sevdiren şey insana insan olmasından ötürü duyduğu muhabbet ve adaletiydi. Koltuğun gücüyle çalıp çırpmaması, bizlerle yer sofrasında yerken, mezarlıkta ağlarken, mecliste konuşurken yalandan bizler gibi olmaya çalışmak imajı takınmamasıydı. Hakikaten bizlerle biz olabilmesi, sahiciliği, en ötekinin bile acısını tüm hakikati ile yüreğinde hissedebilmesiydi. Hukuksuzluk üreten otoriteye boyun eğmeyişi, hakkı her şartta dile getirmesi, zulme uğrayanın kimliğine bir an olsun bakmadan, mazlumun yanında bir an olsun çekinmeden durabilmesiydi Sırrı Süreyya’yı müstesna kılan.

Allah’ın rahmeti üzerine olsun Sırrı abi. Hesapsızlığını, dürüstlüğünü, mazluma yoldaş olmanı, barış elçisi olmanı, helalinden yaşamanı çok sevdik. Uğruna canından geçtiğin, özlemini bir nefes gibi çektiğin barışı en çok senin için getireceğiz bu topraklara. Üzerine atılan toprağa bir daha kardeş kanı bulaşmaması için elimizden geleni yapacağız Sırrı abi. Sana sözümüz olsun!

Allah’a ısmarladık seni!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x