Connect with us

Yazılar

Ateşkesin Ardında Kalan “Gazze” – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:

-

Filistin topraklarında, Gazze’de 7 Ekim sonrası modern dünyanın gördüğü en muammalı hikâye yazıldı. Film sahnelerini andıran kareler eşliğinde şahit olunanlar aslında kelimelerin dahî kifayetsiz kaldığı bir gerçeklikti. Dünya çapında duyarlı güzel insanlar haricinde toplumların kâhir ekseriyeti öylece izledi; devletler ve uluslararası kurumlar Amerikan emperyalizmi ve onun kuduz köpeği İsrail karşısında tamamen çaresiz kaldı. Herkes kendi konumunu muhafaza edebilmek için denge siyaseti güttü, birçoğu zaten uşaklık yapmaktan haz alarak müdahale etmeye dahî yeltenmedi.

Sonuç olarak Aksâ Tûfânı’nın başından bugüne dek dünya tarihinin en ağır soykırımı yaşandı. Bu sahnede Hamas, edilgen değil tamamen etken konumdaydı ve 20 yıllık ablukaya karşı başkaldırıp süreci ateşleyen aktör olarak meydana çıktı. İrade göstererek inisiyatif alıp harekete geçen Hamas önderliği dahî bu kadar yalnız kalacaklarını beklememekteydi. Onlar, bütün dünya halkları başta olmak üzere, esaret altına alınan yöneticiler için özgürlük kapısına omuz atıp araladı ama kimse o kapıdan geçip zincirlerini kırma iradesi gösteremedi çünkü o denli dünyevileştirilip ehlileştirilmişlerdi ki, sanırım kendileri dahî zincirlerinin kalınlığını ve uzunluğunu bilmiyorlardı!

Gelinen noktada Amerika, fazla uzamış ve tıkanmış olan süreci, güç gösterisi yaparak “İstediğim vakitte bitiririm!” edasıyla sonlandırdı. Psikolojik savaşı ve gönüllerdeki mücadeleyi Gazze kazanmış olsa da; İsrail askeri hedeflerine ulaşamayıp itibarı yerle yeksan olsa da sahadaki somut savaşı İsrail kazanmıştır.

“Tarihinde ilk defa 2.500 İsrailli ölmüştür!” deniliyor, benim 100.000 kardeşim ölmüş (Her bir sıfırın ne anlama geldiğini idrak edebiliyor muyuz? Aramızda matematik bilen var mı?); bana ne onların kayıplarından, kazanımlarından, hedeflerine ulaşamayışlarından! Gazze’de sağlam bir tane bina kalmadı! Öncülerimiz şehid edildi; Haniye İran’da misafirken özel odasında öldürüldü, Nasrallah’ın naaşını dahî çıkartamadık, Sinvar’ın cenazesini alıp götürdüler bir mezarı bile yok! Namusumuz, onurumuz, şerefimiz ayaklar altına alındı ve dünya Müslümanları hiçbir şey yapamadı!

Hamas, ateşkes yapmak (Hizbullah gibi) zorunda kalmıştır ve bu, Amerika’nın arzu ettiği, istediği zaman, (İsrail’e de dayatıldı) dayattığı şartlar dâhilinde uygulanmıştır. Emperyalistler, Trump üzerinden gövde gösterisi yapıp vitrin tazelemesine gitmeselerdi Siyonistlerin soykırımı bitirmeye niyetleri de ihtiyaçları da yoktu! Hatta kendi açılarından İran’ı yalnızlaştırmışken, Hizbullah’ı bastırmışken, Suriye’de öyle böyle kendileri için güvenli bir alan oluşmuşken ve en önemlisi her ne yaparsa yapsın engelleyecek hiçbir uluslararası güç ve halk unsuru yokken, kirli arzuları doğrultusunda Gazze’yi tümden yok da edebilirlerdi. Tabiri caizse, kendi kendilerine durdular.

Gazze halkı ölerek Siyonizm’in kirli yüzünü dünya (devletleri zaten biliyor) halklarına bütün açıklığıyla aşikâr etti, psikolojik savaşı açık ara kazandı, gönüllere taht kurdu, İslami ahlâkı/duruşu/savaş hukukunu cümle aleme gösterdi ve gönlünde az biraz sünnetullaha meyli olanları hidayete yaklaştırdı.

Ortada bir zafer varsa Gazzelilerin ve Gazze’yi yalnız bırakmayıp bedel ödeyenlerindir bu zafer!

Bizler; yapmamız gerekenleri yapmayıp, onları kuduz köpeklerin önünde yapayalnız bırakmışken bir de kalkıp kutlama yapmayı, o çilekeş insanların sevincine ortak olmayı, buna dair söz söylemeyi dahî kendi adıma zül addediyorum, utanıyorum.

Tabii ki onlar kazananlardandır, onlar cennet-i a’lâda rızıklanmaktadırlar, kalanlar da çektikleri ceremenin karşılığını katbekat alacaktır. Mesele, onların kazandığını vurgularken hâlâ dünyalıklarımızdan en ufak bir feragatte bulunamıyor oluşumuzdur. Onların kazandığına hakkıyla iman edip Allah’ın vaadine güveniyorsanız, siz niye kazananlardan olmak için kendinizi güvenlikte tutan dünyalıklarınızdan sıyrılamıyorsunuz! Kimse gidip savaşalım demiyor ama bu vakte kadarki tepkiselliğimiz yeterli miydi sizce; hangi dengeler uğruna, nasıl tavır aldık, neler yaptık, neler yapamadık, bu saatten sonra kendimizi sorgulamamız gerekir.  En basitinden iki günlük nezaret korkusuyla, işimizden atılırız diye, bazıları zor durumda kalır diye, ötekileştirilip yalnızlaşırım diye, kazanımlarım zedelenir diye çoğu kişi aciz bir şekilde oturdu oturduğu yerde!

Bu aşamadan sonra ne olacak; Gazze nasıl inşa olacak, yaralar nasıl sarılacak? Sahada kazanılmış bir savaş olsa daha özgür bir zeminde olunurdu. Mısır’dan girip çıkanlar yine İsrail gözetiminde ve inisiyatifinde olacak, deniz yoluyla özgür bir giriş çıkış olmayacak, Hayfa’ya inip geçecek yardım ve gereçler zaten onların kontrolünde olmaya devam edecek! Ezcümle ambargo kırılmış değildir maalesef.

Ayrıca ateşkesin şartları ve atmosferi muğlak ve karşımızda pervasız zalimler var. Herkesin düşünüp korktuğu gibi esirleri aldıktan sonra bir bahaneyle sözlerinden dönüp Gazze’yi yok etseler ne olacak, kim ne yapabilecek?

Daha da önemlisi bu Siyonist zulmün, yapılanların, soykırımın hesabı nasıl sorulacak? Peyderpey bir buçuk yıl boyunca gözümüzün içine baka baka yaptıkları keyfî zulme dâir hiçbir şey yapamazken bu kadar acının ve kanın bedelini kim, nasıl, ne şekilde ödetecek?

Süreç boyunca Müslümanlar; Gazze halkına maneviyatı, kendilerine maddiyatı yakıştırdı! “Cenneti kazandılar!”, “Ne güzel sabrediyorlar!”, “Dünyadaki tek özgür halk Gazzeliler!”, “Müslüman nasıl olunur gösterdiler!” vb. söylemlerle Gazzelileri uzaktan methedince ne oluyor arkadaşlar, cennetten kupon mu dağıtıyorlar? Hakikati biliyorsanız, özgürlüğe hayransanız, Müslüman nasıl olunur anladıysanız Müslüman gibi hareket etmeyince neler olacağını da az çok biliyor olmalısınız. Kimse kusura bakmasın, bu anlayış şuna benziyor: Zenginlerin, fakirlere şükretmenin nasıl güzel hasletler olduğunu vurgulamasına, din tüccarı bel’amların sabretmenin hayrını telkin etmelerine, türlü türlü koltuklarda oturanların dengeleri gözetip uzun vadeli hesap yapmamız gerektiğini vurgulayıp rahat hayatlarını yaşamalarına benziyor. Bunlar ayrı mesele ve seni ilgilendirmiyor arkadaşım, herkes kendi işini yapacak, anlık sorumluluklarını yerine getirecek.

Herkes gibi bize göre de yukarıda belirttiğim psikolojik, stratejik, algısal düzeyde uzun vadede Gazze kazandı ama bizler oturduğumuz yerden sürecin olumlu yanlarına yoğunlaşıp kendi acziyetimizi örtmeye çalışıyoruz gibi geliyor bana. Biz kendi işimize bakalım ve olumsuz yönlerini tespit edip giderme yoluna yönelelim. Ki, aynı hataları yapıp benzer zaafiyetlere tekrar tekrar düşmeyelim.

Somut kayıplarımızdan ziyade algısal ve stratejik düzeyde de bazı kayıplarımız var. Bu saatten sonra İsrail gördü ki her ne yaparsa yapsın ses eden yok! Bunu fiilen gördü! Az çok irade ve güç sahibi olanları da kimlerin nasıl konum alacağını da olasılıklardan ziyade somut olarak nereden ne geleceğini de tespit edip zayıflatarak önlerini kesti. Artık dengeler ve hesaplar bu minvalde şekillenecektir.

Ümmetin mazlumları da gördü ki anlık olup biten zulümler bir yana, hadi diyelim haberleri yoktu, imkânları yoktu, yetişemediler, mazur görürlerdi. Ama yaşanılan tablodaki gibi zalimler peyderpey, yavaş yavaş, anlık, canlı yayında her gün meydan okuya okuya, dalga geçe geçe zulmederken, değil on bin, değil yüz bin, 2 milyonunu da şehid etse kimse somut bir irade göstermeyecekti! Dünyanın dört bir yanındaki mahzun ve mahrum bırakılmış mazlumlar gördü ki kimse yardıma gelmeyecek! Bu tablo ve uyandıracağı umutsuzluğun zihinlerdeki yarası çok çok zor kapanır. Ancak ümmetin halk düzeyinde bir isyanıyla sayesinde, temiz ve sahih bir zaferden sonra insanlar tekrar halkların gücüne inanmaya başlayabilir ilerleyen güzel günlerde.

Son olarak şöyle bir soru ortada durmakta: Madem fetihten bir buçuk ay sonra Gazze’de anlaşma olacaktı, madem Suriye’deki gelişmelerin Gazze’yle alakası yoktu az biraz daha sabretselerdi olmaz mıydı yoksa olumlu olumsuz bir alâkası var mıydı? Dünya lideri ağa babaları, fidanı, ağacı kabaca sürece hâkimdi; en azından öngörüp, sevmeseler de (5 yaşında çocuğun da bildiği üzere) Gazze uğruna savaşanların kanalını kapatıp umutlarını bitirmeden sürecin sonuçlanmasını bekleyip sonra fetihlerine çıksalar, olmaz mıydı?

“O, ne der; bu, ne der, söylersek hangi yaftayı yeriz, ne tepkiler çekeriz” demeden açık, net konuşalım. Ne hikmetse Lübnan ile İsrail ateşkesinden sonraki 24 saat dolmadan Halep’ten harekete çıkıldığı an Gazze cephesi düştü. İster isteyerek ister istemeyerek, doğrudan veya dolaylı olarak… Fark etmez, sonuç budur! Ha, dert kendi ulusal çıkarlarıysa, devletleriyse, emelleriyse sorun yok ama kalkıp “Derdimiz İslâm’dır!” hikâyeleri anlatılmasın!

Buradan, Gazze ve Kudüs uğrunda mücadele edip şehid düşenlere selam ediyoruz, yalnız kalıp çilesini çekenleri hayırla yâd ediyoruz. Bizleri de affetmelerini rica ediyoruz hatta yalvarıyoruz, yoksa hâlimiz haraptır!

Özel olarak da müsaadenizle bazı isimleri anmak istiyorum. “Ben Birleşik Devletler Hava Kuvvetlerinin aktif görevdeki bir üyesiyim ve artık soykırımın suç ortağı olmayacağım. Aşırı bir protesto eylemine girişmek üzereyim. Ancak Filistin’de insanların sömürgecilerin ellerinde yaşadıklarına kıyasla hiç de aşırı değil. Yönetici sınıfımızın normal olduğuna karar verdiği şey bu. Özgür Filistin!” diyerek hayatına son veren Aaron Bushnell insanlığa güçlü bir mesaj vermiştir.

İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği katliamlara dayanamadığı, bir şeyler yapmak istediğini, buralarda duramayacağını belirtip “Önümde, arkamda, yanımda kim var?” demeden “Nasıl varacağım?” diye düşünmeden sadece yola çıkan Saruhanlı ilçesinde bir çiçekçide çalışan Manisalı Engin Arslan, Türkiye’nin onurudur. Lübnan sınırında cehdetmek için evlatlarını, dünyalıklarını bırakıp şehid düşen Seyfullah ve Yakub, yolda olmanın ne demek olduğunu hepimize fiilen göstermiştir.

Batı Şeria’daki sistematik zulmü gündem yaparken şehid edilen Ayşenur Ezgi Eygi, yakın çevresi tarafından “tanıdığı ve tanımadığı herkes için inanılmaz bir arkadaş” olarak tanımladığı Ayşenur, içinde bulunduğu topluluk özelinde “Wasat, benim için Allah’a tam teslimiyet yolculuğumu desteklemek için ihtiyaç duyduğum ümmet. Doğru yolda birbirlerini desteklemeye adanmış bir topluluktur!” diyerek ümmet için vasatın ölçüsünü vasiyet bırakıp bu adi ve fani hayattan göçtü.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Yazılar

Gazze, Kerbela; Biz, Kûfeliyiz – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Emevî halifesi birinci Yezid’in baskıları ve zulümleri ayyuka çıkmış, mazlum halkın feryatları arşa dayanmıştı artık! Zulüm dayanılmayacak noktaya gelmiştir, Kûfe halkı bu zulümlere dayanamayarak İmam Hüseyin’den yardım ister.

İmam Hüseyin, Haccını yarıda bırakır, 70 kişilik bir kafileyle yönünü Mekke’den Kûfe’ye çevirir. İmam ve beraberindekiler belki geri dönüşü olmayacak bir yolu kabullenerek Kûfe’ye doğru yola çıkarlar. Önlerinde sadece iki seçenek vardır: ya devam eden zulmü bertaraf etmek ya da bu yolda mücadele etmek, savaşarak şehit olmak! Ya zafer ya şehadet!

Yezid’in valisi (Ubeydullah bin Ziyad), İmam’ın Kûfe’ye geleceğini öğrenir ve Kûfe halkına yaptığı baskı ve zulümleri daha da arttırır. Bunun sonucunda Kûfe halkı, İmam Hüseyin’e verdiği biat ve sözden geri döner. Vali, İmam Hüseyin’e Emevî devletinin otoritesini kabul etmesini, aksi takdirde şehre geçiş olmayacağını söyler. İmam Hüseyin ise bu baskı ve zulümleri kabullenmesinin mümkün olmayacağını dile getirerek teklifi uzlaşmasız ve tavizsiz tavrıyla reddeder; Kerbela’da yarenleriyle birlikte şehit edilir. (Selam, yolunu sürdürenlere olsun!)

Şimdi günümüze gelelim!

İmam Hüseyin’in örnekliği, özellikle günümüz müslümanları için bir ders niteliğindedir. Hiç şüphesiz günümüzün Kerbela’sı yiğitlik, cesaret ve direnişiyle dünyaya ders veren Gazze’dir, Gazze halkıdır! Günümüzün Kûfelileri ise özelde müslümanlar ve vicdan sahibi tüm insanlardır! Burada elzem olan üç durumu dile getirmek gerekiyor:

Birincisi, Emevî devletinin durumu, konumu ve bunları besleyen, koruyan sac ayakları… Emevî halifesinin her türlü iktidar hırsı ve buna bağlı olarak paralı mollaları… Günümüzde kendini İslam(!) toprakları ve ülkeleri olarak gören ülkelerle Emevî devletinin özellikleri maalesef birebir aynıdır!

İkincisi, Kûfe halkı şu anki müslümanların durum ve pozisyonlarını gözler önüne seriyor! Hiç şüphesiz bu, tartışmasız bir gerçektir çünkü Kûfe halkının zulme ve baskılara karşı ses çıkar(a)maması, sözünde durmaması günümüz müslümanlarından çok da farksız olmadığının açık kanıtıdır! Kûfe halkının Emevî iktidarına karşı tavrıyla, günümüz müslümanlarının iktidarlara karşı tavrı bütünüyle aynıdır. Bu da verdiğimiz sözleri, ettiğimiz yeminleri yerine getir(e)memenin korkaklık ve ayıbını gözler önüne seriyor.

Üçüncü de -zulme karşı duyarsız olmamıza sebep olan durum hiç şüphesiz budur- şudur: İmam Hüseyin, Emevî iktidarının zulmünü işitir ve kendisinden yardım isteyen Kûfe halkının sesine duyarsız kalmaz ve farz olan haccını yarıda bırakır, Kufe’ye doğru yola çıkar. Evet, ortada iki farz vardır. Gerçi şimdi dile getireceğimiz ikinci farz, müslümanlar için önemsiz görüldüğü ve farz olduğu dahî kabul edilmediği için onların nezdinde pek bir önem ifade etmiyor! Bu sebepledir ki zulüm devam ediyor ve bu bilince varmadığımız sürece de devam edecek! Bu farzlardan biri Hacc, bir diğeri ise zulme karşı olmak, tavır almaktır. Evet, İmam Hüseyin seçimini yapar ve önceliğin zulme karşı durmak olduğunu bilerek zulme karşı tavır almayı, farz olan Hacc ibadetine önceler! İşte ilkelilik, işte öncelik, işte örneklik ve ahlâk…

Gelelim bizim hâlimize!

Müslümanlar olarak kendi pozisyon ve tavrımızdan bahsedelim: Böyle bir ilkesel duruşa ve böyle bir önceliğe sahip miyiz yoksa hâlâ hiçbir işimize yaramayacak, fayda vermeyecek sözüm ona birtakım dinî(!) konularla kendimizi oyalayıp duracak mıyız? Önceliğimiz ne olmalı?

Yazımızı merhum Ali Şeriati’nin şu çözümlemesiyle bitirelim. “Eğer bir yerde yangın varken biri seni ibadet etmeye çağırıyorsa bil ki bu, ancak bir hâinin davetidir!”

Allah’ım; önceliklerimizi bilip ertelememeyi, sorumluluklarımızı bilip kavramayı ve onlarla amel etmeyi bizlere bahşet!

Devamını Okuyun

Yazılar

Saraçhane Notları – İsa Ensar

Yayınlanma:

-

CHP’nin Saraçhane çağrısının son günü Maçka’daki öğrenci eylemini, sonrasında da Saraçhane’yi gözleme fırsatı buldum. Bazı notlarımı paylaşmak isterim.

– Özellikle öğrenci eylemi çok kalabalıktı. Hemen her üniversiteden yüz bine yakın öğrenciden bahsetmek abartı olmaz. Genç simalara bakılacak olursa bazı liselilerin de eyleme katıldığını söylemek mümkün. Saraçhane de az değildi ama böylesi bir momentum ölçeğinde düşünürsek abartılı da değildi.

– Kitle içinde 16-25 yaş arası gençlik en baskın grup. İdeolojik olarak ise kitlenin en az yarısı Atatürkçü, seküler milliyetçi, ırkçı görünümde. Mustafa Kemal’in Askerleriyiz, Apo Piçtir Piç Kalacak ve türevleri en sık duyulan sloganlar ve görseller. Bu sloganlar Faşizme Karşı Omuz Omuza, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz, gibi sloganlara nazaran çok daha hızlı karşılık buluyor. Bozkurt işareti yapan çok kişi vardı. Pek el işareti -yumruk, zafer vb.- yoktu ama en çok yapılanı bozkurt denebilir.

– Eylem liderlikleri daha mutedil gözüküyor ama silik kalıyorlar. Öğrenci eyleminde en öne konulan pankartlar, önde gözlediğim komite -tanıdığım bir kişiyi de gördüm- daha solcu, kapsayıcı bir tondaydı. Saraçhane eyleminde de otobüste, kitleye nazaran daha kapsayıcı bir dil vardı.

– Örgütsüz bir kalabalıktan bahsediyoruz. CHP onları temsil etmeye çalışıyor ama siyasi grup/parti bayrağı çok az. Bunları geçtim; renk belli edecek mesela sosyalist, feminist, lgbtci pankarta rastlamak dahî çok zor! Esprili, küfürlü, belirsiz bir bunalımı dışa vuran ama “görülme” hariç politik talep içermeyen afişler baskındı. “Hak, hukuk, adalet” sloganı, kitle ile okununca bu görülme talebinin bir dışa vurumu olarak değerlendirilebilir. Ama mesela bunun Kürtleri de kapsayan bir talep olduğunu söylemek güç. Öğrenci eyleminde binlercesi içinde -kitlenin yürüyüşünü baştan sona izledim- belki 10 tane feminist göndermeli pankart dahî yoktu mesela. Sol, eşitlik vurgusu filan zaten hiç yoktu. “Bizde Devrim Ata Sporu” gibi pankartlara bakınca tek tük görülen devrim kelimesinin ise tam olarak neye işaret ettiği belirsiz. Bu güçlü kelime, İnkılâp Tarihi dersinde öğretilen Atatürk devrimlerine mi işaret ediyor? Eğer öyleyse bu devrimler bugün dünyaya nasıl bir yön vermek istiyor? Tüm bunlar fazlasıyla belirsiz. Yoksa bu kelime haklı bir yıkma arzusunun Ata ile beraber meşruiyet kazanarak dile gelmesi mi?

Birkaç çıkarım:

– İç Anadolu’da Afyon, Manisa, Bolu, Kütahya gibi illerden yükselen ve CHP’li belediyelerle görünür olan itirazı anlamak gerekiyor. Tanju Özcan’da nobran, Mansur Yavaş’ta daha şehirli ifadesini buluyor bu itiraz. “Aaa, Çorum’da, Konya’da bile eylem olmuş!” şaşkınlığındaki arka plân bu sanıyorum. Yozlaşmış bir yönetim, ekonomik olarak yukarıda olamamak, dahası yukarı çıkma yollarının da kapalı ya da şansa dayalı olması büyük bir öfke kaynağı. Torpil-yandaşlık-adam kayırmacılık şüphesiz önemli ama yeterli açıklamalar değil bu eşitsizlik zemini için.

– Eğitimin sınıf atlama vesilesi olduğu bir vasat ortadan kaybolmuş vaziyette. Bunun yanında finans kapitalizmin emeğe verdiği değer sanayi kapitalizminden çok düşük. Ekonomik başarı bir network kurma, aracı olma, hasbelkader doğru yerde doğru zamanda olma ile daha çok ilintili. Emeğin ön planda olduğu bir zeminden şansın ön plânda olduğu bir zemine geçildi. Ancak bu müteşebbis ruhun kendine kolay fırsat bulduğu bir ekonomik dünyada da gerçekleşmiyor. Girişimcilik alanları da büyük sermaye tarafından ciddi bir kontrole tâbi. Burada da şanslı olmak ve büyükler tarafından dikkat çekmek gerekiyor ki bir sınıf atlama imkânı yakalansın. Serbest piyasanın sunduğu fırsatlar da o kadar geçerli değil artık. Bu durumda da insanların ilgisini sendikalardan çok bahis sitelerinin çekmesi anlaşılır. Piyango toplumunda kazanamayan çoğunluğun öfkesi de büyük.

– AKP iktidarı özenli bir şekilde CHP’nin ve daha önemlisi Atatürkçülüğün meşru bir muhalefet alanı olmasını engellemedi. Bugün bir memurun profil fotoğrafındaki Atatürk fotoğrafı muhalefetini ifade etmesinin meşru bir yolu. Bunun yanında sivil toplum ve alternatif siyaset alanlarının üzerinden silindir gibi geçildi.

– İktidar seküler milliyetçiliği muhatap aldı. Bunu kasıtlı yaptığını zannediyorum ancak öyle olmasa bile muhatabının en zayıf gördüğü yerine vurdu, ses de oradan geldi. Tersten bakarsak, muhatap alınmanın bir yolu da bu dili kuşanmak oldu. Bu bağlamda AKP, seküler milliyetçiliğe karşı muhafazakâr milliyetçiliğin galip geleceğini varsayıyor olmalı. Bu şekilde hem iktidarını sürdürüp hem de muhalefete göre daha kapsayıcı/liberal bir pozisyonda kalacağını öngörüyor. Zira muhafazakâr milliyetçilik, din üzerinden ırkı aşan bir ortak vatandaşlık zemini kurmaya daha müsait. Muhalefeti buraya hapsedebileceğini düşünüyor ama bir yandan da ateşle oynuyor. Türkiye Yüzyılı vizyonunda, İmralı sürecinde, Narin cinayeti olayında CHP medyasının (ve HDP elitlerinin) üstenciliğine karşı Kürdün yanında olan tavırda bunu gösterdi. Ama gerektiğinde de esas saldırıyı daha faşist olanlara değil, barışçıl ve liberal olanlara yöneltiyor: Demirtaş’ın içeride olması, barış süreci yürürken HDK’ya yapılan operasyon, en son ırkçı olmayan ve kitleye yön verebilecek bazı kişilerin eylemlerden uzak tutulacak şekilde tutuklanması…

– Ümit Özdağ’ın tutuklanmasını da es geçmemek lazım. Seküler milliyetçiliğe alan açıyor ama elbette ondan korkusu da var. Bu hem devletin dizaynı ile ilgili hem de AKP’nin iktidarını sürdürme hevesi ile örtüşen bir endişeye tekabül ediyor. Ama mesela İmamoğlu’nun görece kapsayıcı dilinden rahatsızlar. Ona dair korku, özellikle partide daha yüksek. Toplumsal barışı temsil etme iddiasını kaybetmek istemiyor AKP.

Yine de devlet, kontrol edilmiş muhalefetin seküler milliyetçi kimliği kuşanmasına ikna olmuş durumda hatta Özdağ gibi radikal figürlere değil belki ama mesela Yavaş’a iktidar devri dahî bürokrasinin ve Ankara etrafındaki karar alıcıların önemli bir kısmından onay alabilir. İktidara gelse de sorun üretmeyecek bir muhalefet her güç yapısının isteyeceği bir elemandır. İmamoğlu için aynı onayın verilmesi ise Erdoğan/AKP ve devletin diğer aktörleri arasındaki diyaloga bağlı olabilir.

– Tabii bu siyasi hamlelerin ötesinde yüz yıllık milliyetçi eğitim sistemini, 15 Temmuz sonrası arttırılan milliyetçiliği -dünkü sık atılan sloganlardan biri: “terörist değiliz öğrenciyiz”- de not etmek gerekiyor. 15 Temmuz sonrası atmosfer yalnızca AKP tabanını değil diğer toplum kesimlerini ve gençliği de şekillendiriyor. Yani bir yandan da cumhuriyetin ve cumhuriyeti milletle buluşturan AKP’nin gençliği ile karşı karşıyayız.

– Saraçhane ve Maçka’nın Gezi’den en çok ayrılan noktası solcu, feminist, lgbtci, antikapitalist müslüman veya herhangi diğer örgütlülüğün yokluğu. Gezi, 90’ların hareketli siyasi yıllarını takip eden liberal bir dönemin ardından gelmişti. Belki âhir ömürlerindeydiler ama çok sayıda kuvvetli örgüt vardı ve kitleye yön verme kapasitesi taşıyordu. Bugün bu eksik. Gezi’de eksik olan da Ankara’da temsil bulmaktı. Saraçhane ise doğrudan Cumhurbaşkanı adayının arkasında hizalanmış vaziyette. Daha “eğitimsiz” ancak merkeze dair arzusu ve aceleciliği daha yüksek bir hareket.

-Öbür yandan CHP’nin Ankara’da temsil etmek için çırpındığı ama kontrol de edemediği bir isyan bu. Buradan çeşitli sonuçlar çıkabilir. Köhnemiş siyasetlerin yok olması pozitif de görülebilir, ortaya çıkan başıboş Türkçü kuvvetten endişe de duyulabilir. Ancak bana siyasi mücadelenin uzun erimli direnişe ve inada dayalı, hayatın içinde örgütlendikçe olağan üstü zamanda değerini daha da büyük bulabileceği bir alan olduğu gerçeğini hatırlatıyor bu durum.

-Göstericilerin polisle olan iletişimi oldukça dikkat çekici. Sıklıkla, Polis Sen de İsyan Etsene sloganını duymak mümkün. Polis Simit Sat Onurlu Yaşa’nın yanında polisi kendi polisi gören, “milli” bir isyan! Polisi koruyan insanlar görmek de mümkün alanda. Bu durum ideolojik ezberlere hor görülecek bir tavır gibi gözükebilir. Daha örgütlü ve “siyasi” bir kitle olsaydı belki de bu manzaraların önünü kesecekti. Bu durumda sormak gerekiyor ki bir isyan hareketi kendi kardeşleri olan polise de bir teklif sunmalı değil mi? Kendilerini gördükleri ayrıcalıklı Türk pozisyonla ilgili de okumak mümkün elbette bunu. Tabii, bir isyanı organikleştiren, hayatın ve halkın sahici bir parçası kılan şeylerden biri olmaz mı, polisin isyana el uzatamayacak hâle getirilmesi? Bu da üzerine kafa yorulası önemli bir mevzu olarak duruyor önümüzde.

Devamını Okuyun

Yazılar

Neden? – Onur Ercan

Yayınlanma:

-

Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyonun, diploma sahteciliğinden ve iktidarın yolsuzlukla mücadele hassasiyetinden kaynaklanmadığını fark etmek zor değil. Zira öyle olsa Ak Partili belediyelerle veya bazı bakanlarla ilgili vahim iddialar da soruşturulurdu. Bülent Arınç gibi bir ismin Melih Gökçek’le ilgili, “Ankara’yı FETÖ’ye parsel parsel sattı!” sözleri hiçbir savcıyı harekete geçirmeye yetmedi mesela. Diğer yandan kendi bakanlığına, kendi firmasından dezenfektan aldığını itiraf eden bakan hakkında herhangi bir soruşturma açılmadı. Bütün bunları bırakalım, bizzat Erdoğan’ın “dolandırıcı” imasında bulunduğu Mehmet Şimşek’i devletin hazinesinin başına oturtması neyle ve nasıl izah edilebilir?

“Operasyon”un İmamoğlu’nun önünü kesmek veya aslında İmamoğlu’nun önünü açmak için yapıldığını ileri sürenler var. İkincisini savunan yorumculara göre Erdoğan, nasıl göstermelik bir dava ile tutuklanıp “mağdur” edilerek parlatıldı ve “kahraman” yapıldıysa benzer bir senaryo İmamoğlu için de sahneye konuldu.

İmamoğlu’nun Erdoğan’ın yedeği olarak tutulduğu fikrine katılıyorum. Zira iki isim de küresel müesses nizamla uyumlu siyasetçiler. Bunu kabul etmekle birlikte, küresel müesses nizamın Erdoğan’la çalışmaktan vazgeçtiğinden pek emin değilim ve son operasyonun Ekrem İmamoğlu’nun önünü açmak için yapıldığı iddiasına şüpheyle yaklaşıyorum çünkü parti olarak CHP’nin ve İmamoğlu’nun yükselişi, paralel biçimde Ak Parti’nin kan kaybettiği ortada. İmamoğlu ise zaten uzun süredir oldukça popüler bir siyasi figür.

Erdoğan’ın erken seçim için toplumsal araziyi uygun hale getirmek istediği ihtimali daha güçlü görünüyor. Son dönemde muhalif siyasetçiler ve gazetecilere yönelik artan soruşturmalar, gözaltılar, en yakın siyasi rakibi olan CHP’li belediyelerin iyiden iyiye kıskaca alınması, bir parti genel başkanının tutuklanmasına kadar varan işleri izledikçe aklıma bu ihtimal geliyor. CHP’ye kayyım atanması ihtimalinin bile ciddi şekilde gündeme gelmesi bu ihtimali daha da güçlendiriyor. “Atatürk’ün partisini, Atatürk istismarcılarından kurtardık!” diyeceklerdi!

Türkiye’nin en büyük partisinin devlet kontrolüne geçmesi demek bir yerde Azerbaycan tipi bir idare anlayışına geçiş, demektir ki orada da muhalefet partileri var ama iktidarın değişmesi hiç kolay değil. Ülkenin en büyük partisi bile kendini kurtaramazsa diğer partilerin fazla bir hükmü olmayacaktır. Genel Başkanı tutuklu bulunan Zafer Partisi mensuplarının tepkilerini ancak CHP’nin öncülük ettiği son eylemler içinde gösterebildiklerini izliyoruz.

Her seçim öncesi sağcı, milliyetçi-muhafazakâr, dindar oyları arkasında saf tutmaya mecbur edecek, “onlar ve bizler” ayrımını keskinleştirecek bir şeyler mutlaka olur. E-muhtıra olarak tarihe geçen bildiri Ak Parti açısından bunun ilk örneğiydi. Bu muhtıra, askerin siyasete müdahalesinden bıkmış kitlelerde Ak Parti’ye dönük bir sahiplenme duygusu uyandırdı. Cumhuriyet Mitingleri de benzer bir işlev gördü.

Gezi olaylarının da sağcı, dindar kesimlerde Erdoğan’ı desteklemeye dönük bir gereklilik hissi uyandırdığını da hatırlayalım. Ak Parti’nin tek başına iktidar olacak oyu alamadığı 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından bir anda ortalığın karıştığını, 1 Kasım’da seçimlerin tekrar edildiğini hatırlayalım, ki o seçimde Ak Parti yeniden tek başına iktidar olmuştu. Ahmet Davutoğlu partiden ayrıldıktan sonra o dönem meydana gelen olaylarla ilgili çok şeyler bildiğini söyledi ama açıklamadı.

Erdoğan’ın son eylemlerin büyümeyeceğini ve birkaç günü geçmeyeceğini düşünerek yanıldığı doğru değil. Neredeyse 1950’lerin Vatan Cephesi tecrübesine doğru ilerleyen uygulamaların, Muhalefetin CB adayı olması kesinleşmiş bir ismi saf dışı bırakmaya çalışmanın yol açabileceği tepkileri tahmin etmediğini sanmıyorum.

Yargıya güvenin oldukça sarsıldığı bir vasatta muhalefetin böyle bir hücum karşısında evinde oturup mahkeme kararını beklemeyeceği açıktır. Sokak gösterileri devam ederken Şehzadebaşı Camii’ne saldırı haberi geldi ki, doğru olup olmaması bir yana kendileri açısından oldukça ‘işe yarar’ bir haber ve ama yalan ama doğru, bu tip haberleri görmeye devam edeceğiz gibi çünkü bu tarz şeyleri seve seve yapmaya hazır seviyede İslam düşmanı bazı yapıların az da olsa eylemlerin içinde var olduğunu biliyoruz. Olmasa da senarist çok: “Din düşmanı darbeci solcular sokaklarda terör estiriyor! O hâlde biz de elimiz mahkum Erdoğan’a destek verelim!”

Tepkiler yükseliyor. Hükümetin ayağını gazdan çekmek istemediği de ortada. Ben bu yazıyı hazırlarken Mansur Yavaş’a yönelik soruşturma açılmış, Beyoğlu Belediye Başkanı ifadeye çağrılmıştı.

Erdoğan’ın kendine de halka da bölgeye de zarar verecek girişimlerden uzak durmasını dileriz ama pek özeleştiri yapacak gibi görünmüyor.

Denizler durulmaz, dalgalanmadan! Duamız elbette en az hasarla durulması.

Olup bitenin daha derin anlamlarını, küresel müesses nizamın önümüzdeki dönemde kimle devam etmek isteyeceğini gelişmeler ilerledikçe çok daha iyi anlayabileceğiz.

İsmet Özel’in yıllar önce başka bir bağlamda söylediği bir cümleyi hatırladım: “Çünkü sonunda Ankara’yı bombalamak için Erdoğan’dan bir Saddam üretmek gerekiyordu.”

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x