Connect with us

Yazılar

Alman Solu, Aksâ Tûfânı’nı Anlamakta Nasıl Başarısız Oldu?

Yayınlanma:

-

Aksâ Tûfânı’ndan bir yıl sonra, İslamcı grubun nesillerdir devam eden çatışmayı nasıl yükselttiğine bakmanın, Alman solunun uluslararası politikayı anlamakta nasıl başarısız olduğunu bir kez daha göstermesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak, ülkedeki solun ve birçok anarşistin İsrail/Filistin’deki ve şimdi de Lübnan’daki savaşa nasıl makul bir yaklaşım bulamadığını görüyoruz. Bu metin Almanya’daki aktivistler için pek de sürpriz olmayacaktır. Aynı zamanda, diğer bölgelerdeki anarşistlerin ve solcuların Alman “Antideutsch”unu anlamalarının ve onu sadece bir tür politik doğruculuğun şaka versiyonu olarak değil, kendi idealleri olan politik bir hareket olarak görmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum.

Tarih için zaman yok mu?

Almanya’nın yeniden birleşmesini eleştiren otoriter Komünist Gruplardan doğan bir hareket olan antigermanların tarihini çok derinlemesine incelemenin bir anlamı yok; antigermanlar, ideolojilerini milliyetçilik karşıtlığı ve Batı yanlısı duruşun bir karışımı olarak geliştirdiler. Antigermanlar sadece İsrail ile dayanışmayı savunmakla kalmıyor, hareketin daha radikal ve gerici kesimleri de ABD’nin dünya çapındaki emperyal projelerini çeşitli biçimlerde destekliyor. Antigerman ideolojisinin Siyonizm yanlısı kısmı, antisemitizme karşı mücadelenin bir parçası olarak görülebileceği gibi, komünist hareketin bazı kesimlerinin Filistinlilerin İsrail’den bağımsızlık mücadelesi de dahil olmak üzere ulusal kurtuluş hareketleriyle aralarına mesafe koyma çabası olarak da görülebilir.

Yıllar geçtikçe, dünya çapında ulusal kurtuluş hareketlerinin gerilemesiyle birlikte, antigermanların ana projesi İsrail’e destek ve antisemitizme karşı mücadelenin kendi versiyonları haline geldi. İsrail devletine verilen destek, ne kadar korkunç olursa olsun İsrail hükümetinin tüm politikalarına verilen desteğe dönüştü. Kendilerini Siyonist yanlısı olarak tanımlayan pek çok antigermanla ve hatta Yahudi toplumuyla hiçbir bağlantısı olmadan kendilerine “Siyonist” diyenlerle tanıştım. Siyonizme yönelik eleştirilerin bir kısmı düpedüz antisemitik olsa da antigermanlar Yahudi cemaatinin içinden gelse bile her türlü eleştiriyi bir kenara koyacaktır. Bu tür eleştirileri anti-Semitik olarak etiketlemek, herhangi bir tartışmadan ya da kişinin kendi siyasi görüşlerini eleştirel bir şekilde inceleme ihtiyacından kaçmanın kolay bir yoludur.

Antigerman sahnesinde hevesli bir sıklıkla “müslüman” kutusuna konulan Araplara karşı ırkçılık bulabilirsiniz. Yahudi solu ve anarşistlerle ilişkiler karmaşıktır. Çoğu anti-Siyonist Yahudileri görmezden gelmeyi tercih etse de antigerman hareketinin bazı kesimleri antisemitizmle mücadele etmek amacıyla zaman zaman “yanlış” Yahudilere saldırmaktadır.

Antigerman hareketi başlangıçta otoriter komünistler arasında ortaya çıkmış olsa da ideolojisi neredeyse tüm sol ve anarşist gruplara yayılmıştır. Birkaç on yıl içinde Ortadoğu siyasetinde baskın bir konuma gelmeyi başardı. Bugün kendilerini tamamen antigerman olarak tanımlayan grupların sayısı azalmış olsa da çoğu anarşist ve sol grup antigerman bir gündemi, politikalarına entegre etmektedir. FAU’dan yerel anarşist örgütlere kadar Siyonizm yanlısı bir yaklaşım, norm olarak görülebilir.

Geçmişten geleceğe mi?

Alman solu tarafından 7 Ekim’de gerçekleştirilen saldırının ardındaki nedenlerin bütün karmaşıklığını anlamak için derin bir analiz ya da girişimde bulunulmadı. Destek, doğrudan devlete gitti. Hamas ve müttefikleri tarafından öldürülenler, durumla ilgili siyasi görüşleri ne olursa olsun, otomatik olarak “kurban” oldular. Alman solu için öldürülenlerin ailelerinden gelen gerilimi düşürme çağrılarını görmezden gelmek kolayken, İsrail solu ve liberaller Netanyahu’nun kendi çıkarları doğrultusunda şiddeti tırmandıracağından oldukça emindi. Rehinelerin aileleri, yakınlarını savaş için bir bahane olarak kullanmaya çalışan sağcı bir hükümeti protesto ederken Alman solu hevesle “Hamas”a karşı bir tırmanış arıyordu. Hamas’ın eylemlerinin kolektif sorumluluğu kolayca Gazze Şeridinde yaşayan herkesin omuzlarına yüklendi. “Hamas’a oy verdiler”, “Özgürlük istiyorlarsa Hamas’a karşı ayaklanmalılar”, “Onlar tüm Yahudileri boğmak isteyen antisemitler”; bu iddialar onların Gazze’deki İsrail saldırıları hakkında ürettikleri gerekçelerden sadece birkaçı… Sağcı siyasi hareketlerden bahsetmiyorum, kendilerini solcu ya da anarşist olarak gören pek çok insandan bahsediyorum!

Tiktok’ta canlı yayınlanan IDF tarafından işlenen savaş suçları çoğunlukla görmezden gelindi ya da insanların ‘endişe’ duymasına neden oldu ancak İsrail devletini destekleme yönündeki genel eğilim devam etti. Alman solu içinde Filistinlilere yönelik tutum düşmanca olmaya devam ederken Ortadoğu’da yaşananların gerçekliği ile Almanya’daki uydurma siyaset dünyası arasındaki uçurum daha da büyüdü. Bu noktada, Netanyahu hükümetinin her şüpheli eylemini İsrail sağının meşru müdafaa gerekçesiyle meşrulaştırmak Alman solu için oldukça yaygındır. Savaş suçları, İsrail kötü adamla -Avrupa ve Ortadoğu’nun Yahudi karşıtı geçmişinden ve bugününden şu ya da bu şekilde sorumlu olan Araplarla- savaştığı sürece iyi kabul ediliyor.

İlginçtir ki sol hareket içinde İsrail’e ilişkin pek çok siyasi pozisyon, Alman devletinin bu konudaki ideolojisiyle uyumludur. İktidardaki siyasi partiler değişiyor ancak bunların neredeyse hiçbiri Ortadoğu’daki durumu herhangi bir şekilde etkileyecek kadar eleştirel değil. Antigerman hareketin talepleri ve değerleri birçok yönden belirli etkinlikleri yasaklayan, boykot kampanyasını destekleyenlerden fonlarını çeken ya da “istenmeyen” aktivistlerin ülkeye girişine izin vermeyen devlet politikalarına dönüşüyor. Bu durum, eğitim çalışmaları için de geçerlidir. İsrail’le ilgili Alman sol projelerinin Alman devleti tarafından finanse edilmesi oldukça yaygındır. Açıkçası bu eğitim etkinlikleri genellikle İsrail devlet politikasına verilen siyasi desteğin sol ve anarşist çevreleri etkileyen bir uzantısıdır.

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Alman solunun bugünlerde bu konuda söyleyecek sözü olan İsrail veya Filistinli solcuları, anarşistleri ve hatta liberalleri görmezden gelmeyi ve bazen proaktif bir şekilde izole etmeyi tercih etmesi mantıklıdır. Bu tür aktivistlerin etkinlikleri sabote ediliyor ya da onlar konuşacak yer bulmakta zorlanıyorlar[1] (solun devasa altyapısına rağmen).  Alman devleti tarafından Filistinlilerle dayanışma amacıyla ya da Netanyahu rejiminin politikalarını protesto etmek için örgütlenen aktivistlere yönelik baskılar genellikle görmezden geliniyor ve yerel sol hareket, Yahudi ve Filistin diasporası üzerinde oluşan büyük baskıyı görmezden gelmeyi tercih ettiği için yabancı aktivistler kendi hâllerine bırakılıyor. Yerel antifaşistleri, Ortadoğu’nun farklı bölgelerinde ezilen halklarla herhangi bir şekilde dayanışma gösterirken görmektense, Filistinli veya Siyonizm karşıtı Yahudi gösterilerinde İsrail bayraklarıyla protesto ederken görmek daha yaygındır.

Alman solunun Netanyahu ve savaş makinesine karşı mücadelede İsrail ya da Filistin’de destekleyeceği müttefikleri olsaydı durum farklı olabilirdi. Ancak yıllarca süren antigerman politikalar, Ortadoğu’daki durum hakkındaki cehaletle birleşince Alman solunu siyasi izolasyona itti: Siyonist sağın onlara gerçekten ihtiyacı yok ancak İsrail veya Filistin’den herhangi bir ilericiye de yakınlaşmak istemiyorlar. Antigerman ideolojinin kuşaklar boyu gelişmesi, İsrailli Yahudiler ya da Filistinlilerle işbirliğini daha da zorlaştırıyor: Bugün solcu ve anarşist hareket çoğunlukla antigerman söylemleri takip eden gençleri kabul ediyor ve bunları sorgulayabilecek olanları, Ortadoğu’daki duruma ideolojik yaklaşımları Mao’nun ölümünden bu yana değişmeyen otoriter komünistlerin ellerine itiyor. Sonuç olarak, önümüzdeki yıllarda durumun gerçekten makul bir yönde gelişmesi için çok az şans var.

Şiddet ve ölümle geçen bir yılın ardından, Ukrayna’daki savaşla ilgili olarak gördüğümüz hataların hemen hemen aynısını görüyoruz. İdeoloji gerçekliğe galip gelirken çok az kişi durumu anlamak ve ona ciddi bir yaklaşım geliştirmek için çaba sarf ediyor. Savaşın ve seferberliğin şoku çok çabuk geçiyor; sol ve anarşist çevrelerdeki çoğu insan, siyasi hareketlere katıldıklarında var olan ideolojik dogmalara geri dönüyor. Böyle bir atmosferde hem sol hem de anarşist hareket, hataları tekrarlamaya ve aynı tuzağa tekrar tekrar düşmeye mahkûmdur; eğer krizi anlamak için çaba göstermeye ve siyasi değerlerimize göre cevaplar geliştirmeye karar vermezsek tabii. Aksi takdirde, geleceğin yaklaşan fırtınalarında, dünyayı siyasi güç elde etmek için şiddet ve yıkım kullanmaktan çekinmeyen gerici güçlere teslim etme riskiyle karşı karşıya kalırız.

Bu kriz sayesinde Alman solu ile kriz bölgelerindeki olası yoldaşları arasında büyüyen uçurumu da görebiliyoruz. Savaşlar ve protestolar daha fazla dayanışma ve çaba gerektirirken pek çok kişinin eleştirel siyaseti terk ederek sözde “birinci dünya”nın giderek daha gerici hâle gelen hükümetlerinin sunduğu konforu tercih ettiğine tanık oluyoruz.

Ama ben aslında antigerman geçmişten kopmaya çalışanlara odaklanarak bitirmek istiyorum. Ülkenin dört bir yanında farklı Yahudi ve Filistinli çevrelerle eğitim, dayanışma ve iş birliği üzerine çalışan gruplar var. Zamanlarını işgal altındaki bölgelere seyahat ederek yerel halkı ve onların devlet şiddetine karşı mücadelelerini tanımaya harcıyorlar. Bu insanlar, sol ve anarşist çevrelerde çok küçük olmalarına rağmen radikal ve devrimci siyasetin Almanya’da bile canlı olduğuna dair umut veriyorlar.

Kaynak: black-stork.writeas.com

[1] Yahudi anarşist Uri Gordon’un birkaç yıl önce Leipzig’de düzenlediği bir konferans, hiçbir sol organizasyonun konferans vermesine yer tahsis etmemesi nedeniyle özel bir odada gerçekleşti.

Yazılar

“Dağ”ın Ardında Kalan Gazze – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:

-

Bir yılı aşkındır olanlar günbegün gözlerimizin önünde canlı canlı cereyan etmekte. Ayrıntılar herkesin malumu… Her aşamasına, her acıya, her gözyaşına şahidiz ama şahitliklerimizin gereğini yerine getirmekten aciziz. Bu acziyetin nedenlerini bulup tespit etmek ve gidermek üzerimize farzdır.

Geldiğimiz noktada zulümleri, yaşanılanları, olanları gözlerimiz görse de zihnimiz ve kalbimiz görememekte çünkü dünyalıklardan yığdıklarımız dağ gibi devasa oldu! Öyle bir oldu ki mazlumların yaşadıklarını görecek görüş açımız kayboldu, içselleştirip gereken refleksleri veremez olduk. Zahiren görüyoruz hatta canlı yayında film izler gibi anlık bakıyoruz. Bakmak, görmeyi doğurmuyor çoğu zaman. Hakikaten görebilmek için; oluşturduğumuz dağların, bizlere sahnelenen perdelerin, zihinsel prangalarımızın ardındakini görebilmek için dünyalıklardan sıyrılmak icap ediyor.

Dünyalık, sadece mal mülkten ibaret metalardan olmayabilir çoğu vakit. Edinilen makam ve statüler, zihinsel ve fikri dünyevileşme, gerçek âlemden kopup sanal âlemde kaybolunması, metot ve yöntemlerin rasyonelleşmesi, itikadın Rabbânîlikten uzaklaşması, ailesinin ve çocuklarının gelecek kaygısıyla debelendiği sığ bir hayat, memuriyet veya özeldeki iaşe korkuları, ümmet tasavvurundan yoksun kavme indirgenmiş bir dünya kurgusu, kişinin ve yapıların kazanımlarını muhafaza etme kaygısı vb. gibi unsurlar ve daha fazlası nedeniyle duracağımız konumu şaşırmış durumdayız gelinen noktada. Bu durduğumuz yanlış konum da ister istemez kişinin önceliklerini, imkânlarını, reflekslerini, duygularını, fiiliyatını, sözünü ve tavrını şekillendirmektedir. Burada seküler kesimden veya muhafazakâr vatandaştan bahsetmiyoruz, az çok bilinçli oluğunu addeden Müslümanlardan; bizden senden, benden, ondan bahsediyoruz. Normal ahali gibi sadece teslim olmuş müslimlerden miyiz, hakkıyla iman etmiş mü’minlerden miyiz? Bir tercihte bulunup öze dönüş serüvenimize geri dönmeliyiz.

Bu noktaya nasıl geldik, nereden geldik, ne zaman geldik; bunları irdelemek, gerçeklerle yüzleşip problemleri çözümlemek zorundayız. Acizane tespitim; zamanında duvar dibinde babasının kucağında gözlerimizin önünde kurşunlanan Muhammed’in ve daha nicelerinin hesabını zamanında göremediğimizden dolayı ümmet olarak şu an alışa alışa normalleştirdiğimiz bir zilleti yaşamaktayız. Düştüğümüz bu zilletin tek açıklaması da bütüncül bir dünyevileşmedir.

İzzet, Gazze’nin; zillet, bizimdir! Gazze işini yapıyor, İsrail de işini yapıyor. İşini yapmayan, zalimin karşısında mazlumun yanında olmayanlar olarak iki cihanda da zillet üzerimize çökmüş durumdadır. “Elimizden geleni yapıyoruz!” diye kendimizi kandırmanın âlemi yok! Elimizden gelen nedir? Yapmamız gerekenler nedir? İmkânlarımız nedir? Şahitliğimiz çerçevesinde sorumluluklarımız nedir? Kendimizi tekrar tekrar çek etmemiz elzem bir hâl almıştır.

Olağan durumlarda gösterilecek duruş ve tepkiler serdedip mutmain bir edayla hayatımızı sürdürmekteyiz. Oysaki Gazze’de olağanüstü bir süreç yaşanmaktadır. Standart süreçlerde işletilecek denklem ve dengeler düzleminde hareket edip normal bir çatışma ve savaş hakkında sarf edilen söylemler içindeyiz ki, dünya tarihinin gelmiş geçmiş en ağır soykırımıyla karşı karşıyayız ve bu hâlihazırda artarak devam etmektedir. Türlü türlü savaşlar oldu/olmakta/olacak maalesef, belli bir hukuk ve oranda yaşanan benzer çatışmalar karşında uluslararası arena, devletler, halklar göstereceği tepkileri vermekteydi. Vurgulamak istediğimiz şu ki, bir yılı aşkındır yaşanan olağanüstü durum karşısında da benzer tepkiler verilmekte. Oysaki Gazze’de emperyalistler ve Siyonistlerce her manada farklı/ağır/vahşi bir soykırım yürütülmektedir. Hâlihazırda olduğu gibi, normal bir savaş karşısında yapmamız gereken basın açıklamaları, mitingler, sosyal medya çalışmaları yerine mukabiliyet esasına binaen olağanüstü tepkiler ve tavırlar verilmeliydi/verilmelidir.

Verilememesinin başat nedeni ise; Kur’an-ı Kerim’de sıkça ve şiddetle uyarıldığımız hastalık olan dünyevileşme illetine çok ağır dozda yakalanmış olmamızdır. Bu hastalık mefhumu aslında olağan bir vakıa ama geçmiş çağlardan farklı olarak derecesi arttıkça ona doğru orantılı olarak farkındalığı da azalmış vaziyettedir.

Müslümanların hatta toplumsal mücadele içinde olan mü’minlerin dahî algıları, olgulara ve kavramlara yüklediği anlamaları, zihinsel serüvenleri, metotları rasyonel ve seküler argümanlarla şekillenir oldu. İmanımız dahî dünyevileşti. Evet, imanımız dahi dünyevileşti; Kur’an ve nebevi metot referans kaynağımız olmaktan çıktı. Uluslararası dengeler ve denklemler, demokratik teamüller, rasyonel hukuk, seküler bir dil ve argümanlar imkânlarımızı, yolumuzu, yordamımızı şekillendirir oldu. Zihinsel ve fiili ahvalimiz de doğal olarak bütün bu unsurlar ışığında hayat bulabiliyor. Sonra “Gücümüz, imkânlarımız, yapabileceklerimiz ancak budur!” deyip kendimizi tatmin edebiliyoruz.

“Gazze’nin neden yanında olamadık?” sorusunun arka planındaki en güçlü nedenlerden biri de yeterli empatiyi yakalayamamamızdır. İnsan hissettiği, idrak edebildiği doğrultuda tepki verir/verebilir. Hissettiğimizi zannedip bu seviyede bir şeyler yapıyor ve bu yapılanların yeterli olduğu düşüncesine kapılıyoruz. Her ne kadar ateş düştüğü yeri yaksa da öz benliğimiz gibi olmasa da acıları yüzde yüz hissedemesek de yine de yeteri kadar olmalıydı; oradakiler bizim kardeşlerimizdir, onlarla yekvücut olabilmeliydik. Misal; öz kardeşiniz, evladınız, bacınız aynı durumda olsa sizi hangi güç durduğunuz yerde tutabilir veya hangi güç size sınırlar çizebilir, hangi denkleme göre hareket edersiniz, günlük hayatınıza nasıl devam edebilirsiniz? Demek ki, kardeşlik basit bir iddiadan ibaretmiş!

Ferdi olarak da, sivil toplum zemininde de, devlet yönetimlerinde de fiili ve zihni çok derin esaretler içinde debelenmekteyiz. Devletlerin küresel hegemonya altında ezilip kontrol edildiği, modern çağın bir gerçeği. Bu gerçek yanında, (Türkiye özelinde) küresel odaklara gebe olan iktidar/devlet, maalesef sivil toplumu da kendine gebe kılarak, onu bu sığ çarkın bir parçası kılmıştır. STK’ların hiçbir sivilliği kalmamıştır, hatta bu kurumlar bugün devlet organı gibi düşünüp hareket eder, söylem geliştirir durumdadırlar. Maalesef bu moda o kadar derin girmişler ki, yapılacak her hamle ve söz için iktidarın ağzına bakar hale gelinmiştir. Hatta onun adına düşünüp, atılacak bir adım iktidara zarar verir mi vermez mi denklemine mahkûm etmişlerdir kendilerini.

Genel sivil toplumdan ziyade İslami hareket dâhilindeki yapıların özeleştiri yapmasının gerekliliği daha da elzem hâle gelmiştir. Modern manada sivil toplum bir yana, İslami hareket dâhilindeki Müslüman bir yapı, kesinkes özgür ve özgün olmalıdır. Yerel veya küresel hiçbir beşerî odağın boyunduruğunda, dümeninde, su yolunda olmamalıdır. Özellikle son 15 yıllık tecrübeyle aşikâr oldu ki İslami toplumsal oluşumlar, neredeyse tamamen özgürlüğünü yitirmiş, İslamsı bir iktidarın peşinde sürüklenir hâle gelmiştir. Doğrudan ya da dolaylı olarak kendisini esir eden bu odaktan azade özgür iradeleriyle düşünerek söylem geliştirip hareket edemez olmuşlardır.

Gazze’de ödenen bedeller bizlerin özgürlüğüne hizmet etmeyecekse asıl o vakit kaybedenlerden, ziyan edenlerden olacağız. Gazze’deki kardeşlerimizin ödediği bedeller bizleri uyandırır, durduğumuz yerin yanlışlığını fark ettirir, dayandığımız sahte odaklardan sıyrılmamızı sağlar da özgürlüğümüzü kazanmamıza vesile olursa o vakit kazananlardan olacağız inşallah!

Devlet ve STK boyutundan ziyade ferdi olarak da iktisadi ve toplumsal baskı atmosferi yanında bilinç dönüşümü yaşayan bireylerden müteşekkil bir toplumla karşı karşıyayız. Sanal âleme hapsolmuş, gerçeklikten uzaklaşmış bir hâle gelindi. Haricen dünyevileşme hastalığına eskilerden çok daha derin boyutta kapılmış, kaybedecek çok şeyi olan mahlûklar haline gelinmiştir. Ezcümle; kaybedeceklerinin esiri olmuş, gerçekliklerden uzak, fiili ve psikolojik baskılar altında yaşayan köleler hâline gelmiş durumdayız. Bu noktaların çok daha derinlemesine irdelenip tespit edilmesi gerekmektedir ama burada zaman ve satırlar yetmeyeceği için herkesin kendi takdirine bırakıyoruz.

Gazze’ye faydamız olması için zengin olmamız, güçlü olmamız, yaşıyor olmamız değil, ölmemiz gerekmekteydi. Ölümü öldürmeden, zavallı hayatlarımızdan, konfor alanlarımızdan vazgeçmeden değil mazlumlara, kendimize dahî faydamız olmaz/olamaz! Özgürce ölemiyoruz bile, kaybedecek o kadar çok şeyimiz var ki, en ufak bir adım dahî atamıyoruz! Gazze’ye bir faydamız olabilmesi için, başta özgür bireyler olarak düşünüp kendi ayaklarımız üzerinde hareket ediyor olmamız gerekmektedir.

Sorun neyse tespit edelim: Yapılanlarda mı? Yapılamayanlarda mı? Hissiyatımızda mı? Düşüncemiz de mi? Metodumuzda mı? Yolumuzda mı?

Düşünme biçimlerimiz, önceliklerimiz, tanımlamalarımız öyle değişmiş durumda ki olgular yer değiştirmiş, kavramlar karmakarışık durumdadır. İçinde bulunduğumuz iletişim çağında “malumat” değersizleşmiş, anlamsızlaşmıştır. Her türlü malumatı kolaylıkla ediniyoruz ama hakkını veremiyoruz. Sanal âlem olguları o kadar çarptırdı ki, zihinsel boyutta gerçeklikten çok uzak farklı âlemlerde takılır olduk. Kardeşlerimizin ölü bedenleri sanki bir film sahnesindenmiş gibi algılanır oldu, şehitlerimiz adeta basit birer rakamdan ibaret hâle geldi, açlıktan ölümler gerçeklikten uzak birer hikâye gibi anlatılıyor. Layıkıyla gerçekliğin farkında olsak, hissetsek, idrak etsek her şey çok daha farklı olabilirdi!

En basitinden, bir yıldır yapılan sokak eylemlerine, basın açıklamalarına, mitinglere bile kayda değer ölçüde niye iştirak edilmiyor, etmiyoruz, edemiyoruz. Avrupa’daki mitingler devasa sayılara ulaşmakta, lokal eylemler daha özgür ve etkili sahnelenmekte, ferdi tepkiler daha samimi cereyan etmekte. Niye diye sorduğumuzda hep aynı cevap karşımıza çıkmakta: dünyevileşme! “Bizler mi Avrupa’daki seküler insanlardan daha dünyeviyiz?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Evet, daha dünyeviyiz! Belki de onlar aştı belli çıtaları, bilemiyoruz ama sonuç olarak öyle gözüküyor. Çünkü bizler zahmet edip konfor alanlarımızı terk edemiyoruz, onurlu insanlar gibi kötülüğü engellemek için bedel ödemeyi göze alamıyoruz, kazanımlarımızı muhafaza edeceğiz derken dilimiz lâl olup ayaklarımız kötürüm kalıyor.

Gazze halkını, stratejik hesaplara kurban eden anlayışlarla karşı karşıyayız. Evet, uzun vadeli stratejik kazanımlar mühim ama makul ölçüdeki getiri-götürü dâhilinde olsa gerek, yüzbinlerce canımız gitmişken, evlatlarımızı bacılarımızı sahipsiz bırakmışken, on binlerce esirimizin akıbetini dahî bilmezken, iki milyon kardeşimizi yalnızlığa terk etmişken bu bahsi geçen kazanımların anlamı nedir, ne değildir bakmak gerekmekte. Aşağıda sıraladığımız farklı kesimlerin, kendi denklemleri dâhilinde farklı anlayış ve vurguları ısrarla belirtmekte olduğunu gözlemlemekteyiz. Açık konuşmak gerekirse, içine düştüğümüz zilletin acziyet duygusuyla kendimizi tatmin edip durduğumuz yeri meşrulaştırma çabalarıdır bunlar. Genel olarak kastımız duygu kasıp farklı bir açıdan topu taca atmak değildir, gerçek bu, maalesef ağır bir zillet içine düştük.  Bu gerçeği hakkıyla kabullenip hızla düştüğümüz bu çukurdan çıkmamız gerektiğini vurguluyoruz ana fikir olarak.

Gazze, uluslararası arenada mazlum-zalim ayrımını net bir biçimde ortaya çıkarttı ve İsrail’in varoluşsal zulmünü âyân etti. Bu tablo içinde gayrimüslimler, mazlum Gazze halkının sabrını ve sebatını görüp bu tablonun kaynağı olan Kur’an’a yönelerek İslam’a akın akın geçmekteler/miş. Geçiyorlarsa onlar kurtuluyor, size ne ayıptır sorması, sizler hâlihazırda Müslümansanız işinizi yapınız. Bunu sürekli dillendirip tekrarlamanın ne âlemi var, bir kazanım ve zafer varsa o, Gazze halkının ve mücadele edenlerindir, size ne! Ek olarak; “Zalim İsrail ve Amerika’nın kirli yüzü ortaya çıktı, artık halkları dahî (amiyane tabirle) ne mal olduklarını anladı, bu büyük bir zaferdir!” söylemi ortalıkta cirit atmakta. Yahu, insan utanır! Tamam, bu orta ve uzun vadede güzel bir gelişme de şu aşamada size ne be kardeşim!

Bir de “Hamas askeri olarak kazanmakta, İsrail kaybetmekte…” söylemi var. Onu askeri olarak mücadele edenler dillendirip belirtsin. Sen halk olarak Gazze halkının ahvaline yoğunlaş ve gereken sivil tepkileri meydanlarda ver ki askeri olarak cehdedenlerin eli kuvvetlensin! Ki, pek de öyle gözükmüyor, askeri olarak kazanmaktalar, adamlar yapacaklarını yaptı/yapıyor. Gazze ve Allah’ın aziz yolu elbet kazanacaktır, yalnız bu kazanç somut değil soyut boyuttadır. Zahiren somut olarak Gazze de kaybetti, çoluk çocuk yüzbinlerce can katledildi! Gazze Şeridi; tarlasıyla, binasıyla, koylarıyla, bahçeleriyle yerle bir oldu. İmamlarımızı şehid ettiler, on binlerce esirimizin akıbeti hakkında bilgimiz dahî yok, Gazze aslanı Yahya Sinvar’ın mübarek naaşını alıp götürdüler, geri almaktan aciziz, neyden bahsediyorsunuz!

Halisane düşüncelerle hüsn-ü zanda bulunup inanılarak sahiplenilen iktidarın, stratejik hesaplar yaptığını ve arka planda Filistin davasına fiilen destek verip yardım ettiği düşünesi hâlâ baskın anlaşılan! Bu ne tür ve hangi ölçülerde bir destektir, nasıl bir amaç güdülmekte, neler hedeflenmektedir, inanın bilmiyoruz! Kardeşiniz olarak addediyorsanız bizimle de paylaşırsanız bahtiyar oluruz, az biraz aydınlanıp gönlümüz ferah bulur. Çünkü olanlar karşısında cahillikten, acziyetten, mahcubiyetten ne yapacağımızı şaşırdık. Tamam, bir ilişki ağına girdiniz ama bunun ümmet adına dava adına bir kazanımı olup artı değere dönüşmesi icap etmez mi? Yoksa davanızı mı unuttunuz ya da T.C. devleti adına elde edilen kazanımlar, sizin kazanımlarınız oldu da bahsettiğiniz bunlar mı? Dava uğruna orta ve uzun vadeli stratejik hangi kazanım, bu katliamlar karşısındaki tavrımızı durduruyor ya da dozajını azaltıyor ya da öteliyor? Daha ne olması gerekiyor? Ne olunca, ne yapacaksınız Allah aşkına, söyleyin! Bir gizemdir gidiyor! Yirmi iki yıldır sonraki büyük emeller (neyse onlar artık) için koşulsuz ve adanmış bir destek söz konusu! Yanlış bir yolda yanılsamalar içinde olmayasınız ya da hayali bir yolda ya da risksiz alanlarda koşturarak tatmin olup sakin, huzurlu, güzel bir yaşam nefsinize hoş geliyor olmasın? Hep beraber kendimize gelelim, özgürleşelim. Zalimin karşısında müslümanca durup mazluma el uzatalım! Yarın çok geç olacak; mazlumlar için değil, sizin için! Bu, Allah’ın bir tehdididir, kardeşlerinizin de samimi bir uyarısıdır.

7 Ekim öncesinde olduğu gibi sonrasında da mezhebi taassupla yaklaşanlar var bir de ve bunlar kahir ekseriyeti oluşturuyor maalesef. İsrail’in karşısında dimdik duran ve “direniş ekseni” diye tanımlanan İran, Hizbullah, Yemen, Irak ve Suriye’deki ağırlıklı Caferi kardeşlerimizin gösterdiği fiili duruş, bazılarını çokça zor durumda bırakmıştır. Nasıl bir aşağılık duygusuna kapılmışlarsa, yürütülen mücadeleyi, Gazze’yi hatta Filistin’i dahî adam gibi sahiplenemez konuma düştüler. Yarım ağız mevzuu edilen söylemlerinde onları nasıl ayrı tutarız, diye yırtınmaktalar. Sahiplenseler, zavallı düşünceleri doğrultusunda direniş ekseninin yanında durmuş olacaklar. Bu nasıl bir aklın, anlayışın, taassubun ürünüdür, anlamakta zorlanıyoruz. Aksâ Tûfânı, vahdeti sağlamaya hizmet edecek diye umut ederken insanların nefislerindeki çok daha derinlerdeki pislikleri dahî ortaya çıkarttı. Gazze her manada turnusol kâğıdı işlevi gördü ama acı gerçekler can acıtıyor.

Ülkemiz özelinde basit manada da “işte Türkiye şöyle, Türkiye böyle” teraneleri var bir de! Yok, özel kuvvetler Gazze içinde operasyon yapmakta; yok, bir gece ansızın gelebilirizler; yok, ağacın, odunun, fidanın stratejik artistlikleri; yok, ‘one minute’vârî boş kükremeler… Kime, ne anlatıyorsunuz; İsrail’in göstermelik izin verdiği ikişer tırdan hariç kendi iradenizle içeriye bir iğne dahî sokamadınız, yola çıkan onca yardımı da heba edip çöp ettiniz. Daha ülkedeki Siyonist askerleri bile yargılayamıyorsunuz, elçilik düzeyinde gereğini yapamıyorsunuz, Siyonizm’i beslediği aşikâr olan sayısız iş adamına dokunamıyorsunuz. BOTAŞ’ın işlettiği ve sevk ettiği petrolün İsrail’e gitmesini engelleyemiyorsunuz, alınan komisyonun getirisi için değil belki ama tazminat ödememek, iktisadi tehditler veya bazılarını kızdırmamak için irade gösteremiyorsunuz. Açık konuşalım hepsinin temel nedeni, Recep Tayyip Erdoğan’ın gebe olmasıdır. İktidardan düşürülmemek için topa girememektedir, bütün mesele budur.

Buradan; Türkiye’deki bu sığ çarkın içinde debelenen Müslümanlara ve milli değerlerle hayatını şekillendiren vatandaşlara seslenmek istiyorum. İktidarınız, Amerika Birleşik Devletlerinin esiri haldedir, bu esaret AKP iktidarına has ve yeni bir şey değil ama bu denli mutlak evrelere büründüğü bir tarih yaşanmamıştır. Bunun bizim muhalifliğimizle alakası yok, artık o evreleri aşalı çok oldu; nasıllığını, nedenliğini bilemiyoruz ama maalesef gerçek budur. Art niyet mevzu bahis olmasa da gönülleri Filistin’le olsa da ortada bir şantaj mı var, inandığı başka ölçütler mi var, sonraki stratejik emellerine göre mi hareket ediyor, dengeler düzlemindeki zorunlulukları mı var, tam bilinmez. İyi niyeti veya kendi öncülleri bizi ilgilendirmez, vakıa şu ki başımızda özgür bir erk yoktur. Sonuç olarak iktidarın mahkûmiyeti doğrudan ve dolaylı olarak, zihinsel ve fiili düzlemde ülkenin de/derneklerin de/takipçilerinin de hatta bütün bir milletin mahkûmiyetini doğurmaktadır. Bu sadece Filistin konusuyla alakalı değil, ülke olarak varlık yokluk mesabesindeyiz. Arzu edenlerle bu acı gerçeği ayrıca konuşabiliriz, şu aşamada bilmemiz gereken, mahkûm olduğumuz ve tek zorunluluğumuzun özgürlüğümüzü elde etmek olduğudur. Daha sonra ülkece sorunlarımız hakkında ne yapabilir olduğumuzu konuşma aşamasına geçebiliriz, aksi takdirde zırvalıklar içinde kalan ömrünüzü tamamlayıp ahirette mazlumlarla yüzleşeceksiniz. Tercih ve takdir sizin!

Bu noktada ilgili herkes, bu acı gerçeklerle yüzleşerek kendilerini çek edip bu fani ve âdî dünyanın öncüllerine göre hareket etmekten vazgeçip özgürlük yolunda adım atmalıdır. Aksi takdirde kendilerine de ülkeye de halka da Gazze’ye de ümmete de daha derinleşmiş bir mahkûmiyet, mahcubiyet, mahrumiyetten başka hediyeleri olmayacaktır.

Yerel ve küresel enformasyon manipülasyonundan kurtulmamız en elzem noktadır. Geldiğimiz noktada en basitinden Bakü petrolünün Ceyhan’dan İsrail’e sevkiyatı ve öyle böyle devam eden ticaretin kelime oyunlarıyla çarpıtılması komik bir hâl almıştır. Neye inanıp neye inanmayacağınız sizin tercihiniz ama bilinmelidir ki güneş, balçıkla sıvanmaz. Tarih boyunca iktidarlar, kendi inandıkları gerekçe ve öncüllere göre hareket edip kitleleri türlü yollarla arkalarından sürüklediler. Muaviye’nin dişi deve kıssasından herkes alacağı mesajı almalıdır. Ya iktidarı kızdırmamak/zedelememek/üzmemek adına erkek deveye dişi deme acziyetinde bulunacaksınız ya da kralın çıplak olduğunu belirtip öz benliklerinizi özgürleştirip onurlu bir hayat süreceksiniz. Ya fil metaforunda olduğu gibi salonun ortasındaki fili görmezden gelip başımıza yığılmasını bekleyeceğiz ya da gerçeklerle yüzleşip ona göre hareket edeceğiz.

Genel olarak ise bazı arkadaşlar “Yanı başımızda zulüm varken Filistin’le ne uğraşacağız!” diyor; belli bir kısım, “Hamas yaptığı çıkışla Gazze halkını ateşe attı.” Diyor; bazıları İran’ın vekalet savaşı yürüttüğünü söyleyip “Bu, bizim savaşımız değil!” havalarında; bazı arkadaşlar ise süreçteki stratejik kazanımlara odaklanmış! Hayatında belki üç eyleme katılmış bazı arkadaşlar ise “Biz çok yaptık, faydasını görmedik!” kolaylığına kaçıyor. Olayı aşmış bazı arkadaşlar “Eylem yapmak şahsi tatminden başka bir şey değil! deyip oturuyor. Bazıları “O sonuç vermez, şu attığın kurbağayı ürkütmez, yapsan ne olacak!” diyor. Yahu, ne yapılması gerekiyor? Bir de sen yap da meydan er görsün! Başkası, “O gelirse ben gitmem, bu gelirse şu gelmesin!” triplerinde! Zaten her yapı kendisini nimetten zannedip birbirini eleştiriyor. Bazısı sürecin edebiyatını yapıyor, bazısı sosyal faaliyet malzemesi yapmış takılıyor. Ulusalcı ve milliyetçi etnik zihinler gibi ulusal sınırlara göre düşünen tiplemeleri bırakın gitsin, kayda değer değil. Solcularımız ise maalesef bizlerden daha fena bir anlayış ve hiçlik içinde durmakta!

Neler yapılması gerekirdi, yapılabilirdi, imkânlarımız neydi? Yukarıda da bahsettiğimiz gibi yekvücut olamadığımız için, dünyalık hesaplardan sıyrılamadığımız için, Rabbimizin vaadine hakkıyla güvenmediğimiz için tahayyül dahî edemiyoruz! Kulaklarınıza afaki gelebilecek birkaçını ifadelendirelim:

Dünya çapından aktivist yüzbinler Mısır kapısını yıkıp Gazze’ye girse, Ürdün üzerinden Batı Şeria’ya akın edip canlı kalkan olsa İsrail ne yapabilecekti? Rachel’ın, Ayşenur’un, Aaron’un bizim kadar aklı yok muydu? Konforlu bir hayatları, sevdikleri, gelecekleri, dünya hayatına dair arzuları yok muydu? Hepimizi toplasanız o koca yürekli gençler kadar olamayız. Bu saatten sonra da onların ismini, onurlu duruşlarını ve mesajlarını ağzımıza alıp sakız etmeyelim, belki bu mesajı alıp yaşatacak güzel insanlar çıkar yarınlarda!

Bir diğer yandan herkes, ülkelerindeki elçilik yapılarını yerle yeksan edip topraklarını onlara dar etmeliydi. Yöneticilerine öyle baskılar yapmalıydı ki, (“Sahibim ne der?” diye içinden geçirmeye fırsat bile vermeden!) her türlü ambargoyu net uygulatmalıydı. Ülkelerindeki Siyonist (Yahudi değil) kişilerin her birini tecrit etmeliydi vb. İsteyip inandıktan sonra yapılacak çok şey vardı/var.

Başta bölge ülkelerinin halkları olmak üzere bütün dünyada ayaklanarak sivil olarak İsrail sınırlarına yürüyüp orada öylece durmamız bile kâfi gelebilirdi belki. Mısır, Ürdün, Suud, Irak, İran, Batı Şeria, Suriye, Lübnan, Türkiye halkları kitlesel olarak harekete kalktığı takdirde Amerika’nın kölesi olmuş yöneticileri, kitlelerin gücü karşısında tek bir laf bile edemezdi. Ki ayağa kalkmış bu halk hareketiyle Kudüs’ü Mekke’yi bile kurtarabilirdik, sonrasında bu kukla nizamları dahî yıkıp (değil Gazze’yi kurtarmak) kendilerini de özgürleştirme yoluna girebilirlerdi. Aksâ Tûfanı, özgürlük baharına dönüşebilirdi. Hamas bir yol açtı ama bizler o yoldan yürümeyi değil alıştırıldığımız fiili ve zihni prangalar altındaki zelil yaşamımızı tercih ettik.

Bu Dünya hayatında bizler ne için yaşarız? İnsani olarak düşünürsek onurumuz için, özelde Müslüman olarak da cenneti hak edebilmek için değil mi? Ne bu dünya hayatı için onurumuz kaldı, ne de ahir zaman için inşa etmeye gayret ettiğimiz cennetimiz!

Söylenmiş/söylenen/söylenecek her şey bir yana, Gazze’den sonra bu ağırlığı üzerimizde taşıyarak nasıl yaşayacağız onu düşünelim. Nasıl evlatlarımızı öpüp koklayacağız, nasıl rızkımızı kolayca yutkunacağız, nasıl onurlu bir yaşam süreceğiz. Bu yükün ağırlığını hissetmeyenler için dünyalıklar içinde bir âlem süregider ama onurlu her insan, şahitliğinin sorumluluğunu yerine getirene kadar yaşayan bir ölüdür artık!

Vesselam…

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sınır Tanımaz, Mekânlar ve Zamanlar Üstü Bir Çerçeve

Yayınlanma:

-

“İslâmî Hareket” tamlamasını kullanmayı tercih ediyorum “İslamcılık” tabiri yerine ama çok da problem etmiyorum çünkü Türkiye’deki pek çok çevreye mensubiyeti olan kişilerin dilin kullanımı ile ilgili fazlaca kafa yordukları söylenemez.

İslamcılık ya da İslâmî hareket, tam manasıyla dinamik süreçleri ifade ediyor benim için. Bu dinamizm, vahyin işaret ettiği doğrultunun ikâme çabalarından besleniyor. Vahiyle bağlantı kuran ve ona iman edip teslim olan kişilerin, toplulukların ilerlediği güzergâh bu tamlama ya da kavramlarla tanımlanabilir.

Kısa yoldan gidersek, İslamcılığın Türkiye seyrine bakarak çok rahat ve çabucak hükümler verebiliriz. Allah’tan resmî ideolojide ya da İsmet Özel’in kurgusunda olduğu ya da son yirmi-otuz yılda İslâmî çevrelerde pekiştiği gibi İslamcılık veya İslâmî hareket bir Mîsâk-ı Millî meselesi ya da mahkûmu değil! Belki İslamcılık tartışmalarına tam da buradan başlamak gerekiyor: İslamcılığa, bir egemenlik havzası olarak Osmanlı’nın düştüğü çukurdan kendini kurtarma arayışlarında bir proje olarak bakmaktan kendimizi sıyırdığımız ve İslamcılığın kökleri bağlamında yolumuzun kaçınılmaz olarak “gayba iman”la kesişeceği hakikatine muttali olduğumuz anda hakikatin asıl veçhesiyle temas kurmuş olacağız.

İslamcılığın diğer bütün ideolojilerden farklı bir zeminden neş’et ettiği açıktır lâkin pek çok kişi onun bu orijinal ve eşsiz mahiyetini göz ardı eder. İslam ve iman ile kul yapımı ideolojilerin birlikte anılamayacağına dair itirazlar yapılacaktır ancak en nihayetinde iman, yine insan yorumu ile yaşamsal bir vücûdiyet sahibi olacağından bence burada bir çelişki yoktur. İslâmî hareketin gayba ve imana yaslanan varlığının lâyıkıyla ayırt edilmesi, her türlü Mîsâk-ı Millîci çıkarımı baştan devre dışı bırakacağından pek çok tartışmanın daha sağlıklı istikametlere yönelebilmesi açısından lüzumludur.

Türkiye’de iddia sahibi olmak isteyen bütün farklı ideolojik çevrelerin yaşadığı birtakım ortak sorunların İslamcılık için de geçerli olduğu açıktır. Enteresan ve eşsiz örnekliği ile ülkemiz, yüksek kavrayış ve eyleyişlerin toplumsallaşma şansının yüksek olmadığı bir tecrübeler tarihidir. Bunun sebepleri üzerine ehli çokça yazıp çizmiştir ancak “İyi ki Mîsâk-ı Millî kapsamına sığmayacak bir seyyâliyet gerçeği ile karşı karşıyayız!” diyerek başka bir aşamayı adımlayalım.

İnsanlığın büyük bir anlamsızlık batağında çırpındığı evreyi Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler kitabının ilk cümlesine kazımıştı. O günden bugüne bu bataklığın daha da derinleştiği söylenebilir. Nuri Pakdil’in “İnsan; seni savunuyorum, sana karşı!” seslenişi her dâim kulaklarımda çınlamaktadır. Modern kapitalist medeniyetin hiçleştirdiği insanın öze dönüş niyetiyle onarılmasından başka bir şey değildir İslamcılık ve kendini diğer başka ideolojik hatlardan farklı olarak buradan kurar: Sınır tanımaz, mekânlar ve zamanlar üstü bir çerçeveye sahiptir; her şeyden önce nesnel-reel bir çıkış noktasına sahip değildir. İnsanın varlığını tehdit eden şeytanî kurguları tanımlar, onların ürettiği şirk alanlarının insanı nasıl muhasara ettiğini tespit eder ve belirlediği o tuğyânî merkezlerle kapışır.

Modern kapitalist medeniyet, insanlığın rûhunu/özünü çaldı ya da yapıbozuma uğrattı. Varlığın sınırlarını dünyaya, Kur’an’ın ifadesiyle söyleyecek olursak “yakîn olan”a raptetti. Bu müdahale, insanlığın topyekûn başka bir vâroluş istikametinde sevkine sebebiyet verdi. Görünür dinî çerçevelerin içi boşaldı. Rasyonellikler imanın yerini çoktan devşirdi. Kuşaklar arası değişimle de gözlenebilen bu dönüşümünün İslamcılığı da doğrudan etkilememesi mümkün değildi ancak insanın vâroluşsal göbek bağı ile gayb arasındaki mutlak temas, modern kapitalist medeniyet tarafından imhâ edilemeyecek bir mâhiyete sahip olduğundan İslamcılık ya da İslâmî hareketler kesin olarak mağlup edilemedi, bütün bu nedenlerden dolayı da edilemeyecektir!

Galibiyet ve mağlubiyet, gerçekliğin lügatlarında farklı tanımlarla karşılanırken gaybî/vahyî/imanî zeminde çok daha farklı anlamlara sahiptir ve kesin olarak âhirete mütealliktir. Belki de egemen nefislerin ayartısının hızlandırıldığı dönüm noktası neoliberalizmin bütün alanları gözüne kestirdiği 1980’lerin başıdır ve yavaş yavaş örülen ağlar bugünkü rasyonelliklerin inşasını sağlamış ve kazanç-kayıp çelişkisi kadim İslami anlamından sıyrılmıştır.

İslamcılık, modern dönemlerin bir ideolojisi olarak pek çok ma’lûliyete sahiptir ancak onur ve haysiyet mücadelesinin diğer adı olarak vâr olmuştur. Özellikle emperyalizm karşıtı duruşu kıymetlidir. Sahih kaynaklara dönüş idealine paha biçilemez ancak bugün kendisinden epeyce şikâyet olunan entelektüel zaafiyetlere dönük eleştirilerin, başlangıç aşamalarında ilgiye abartılı mazhar oluşu pratik mücadele ayaklarının kadük kalmasına sebebiyet vermiştir. İslamcılığın salt düşünsel bir hareket olarak ikâmesi kendi ipini çeken; yine, kendini hayatın dışına iten bir neticeyi kaçınılmaz kılmıştır. Elbette bu değerlendirme her coğrafya ve her hareket için geçerli değildir.

Egemen dünya düzeninin şekillendiği modern dönemdeki siyasal dayatmalardan, ulus devletlerin boy verdiği dönemlerin güçlü tahakkümünden örgütlenme ve düşünsel tekâmülünü tamamlama alanlarındaki eksiklikleri nedeniyle İslamcılık, fazlasıyla etkilenmiştir. Türkiye’den Pakistan’a kadar nitelikleri tartışmaya açık olan popüler siyasal hareketlerin görece başarılarının zaafların üzerini örtmede yetersiz kaldığı aşikârdır. Moro’dan Eritre’ye, Afganistan’dan Filistin’e, Bosna’dan Çeçenistan’a uzanan geniş bir coğrafyada sıcak çatışmaların enerjisiyle niceliksel sıçrama yapan İslâmî hareketlerin en göz alıcı başarısı açık ara ile İran İslam Devrimi olmuştur.

İslâmî hareketlerdeki niceliksel parlayış, Ali Şeriatî, Seyyid Kutup ve burada adını sayamayacağımız diğer pek çok karizmatik teorisyenlerle nitel bir renk kazanmaya niyet etse de sürecin derinleşmeye vakti olmadan güçlü müdahalelerle akâmete uğratılıp saptırıldığı pekâlâ söylenebilir.

Pek tercih etmediğim ancak yaygın ifade olması nedeniyle kullandığım “İslam dünyası” tamlamasıyla işaretlediğimiz halkların, ezen-ezilen kavgasında dört başı mamur bir çerçeve ile örgütlenip mücadeleye sevk edilmesi önemli oranlarda mümkün olmasa da bu alanda önemli örnekliklerden bahsetmek elbette mümkündür. Bugünden geriye bakınca mezhebî çatışmalara sürüklenerek önü kesilen, saptırılan ve yalnızlaştırılması hedeflenen dinamizme İran-Irak savaşının, Irak işgâlinin, Yemen ve Suriye savaşlarının etkisi örnek olarak verilebilir. 12 Eylül darbe sürecinin o dinamizmi Türk-İslamcı devlet tezleriyle nasıl hedeflediği açıkça görülebilirken 28 Şubat tabii olarak buna eklenebilir. D-8 oluşumuna bile tahammül edemeyen egemen dünya düzeninin sekiz ülkeden altısında aynı yıl içinde darbe tertip ettirdiği bu bahiste anılabilir.

Düşe kalka ilerleyen ve bizim “esas”tan beğenmediğimiz bu gidişâtın bir yandan yok edilemeyen ve arızalarıyla da olsa hep bir şekilde kendini üreten bir süreç olduğu gerçeği bir hak olarak teslim edilmelidir. Son Aksâ Tûfânı da bu bağlamda ilginç ve ileri derecede etkileyici bir örnektir. Egemen dünya düzeninin belini doğrultmasına fırsat vermek istemediği coğrafya ve halkların doğrudan ve öncelikli olarak müslüman halklar ve onların coğrafyaları olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Dediğimiz gibi düşe kalka ilerleyen direniş hat ve öbekler hakkında Türkiye’de yaşayan entelektüel çevrelerin, siyasal analistlerin lâyıkıyla kafa yorduğunu ve bağlantılı olarak gidişâtı kavradığını düşünmüyorum. Mîsâk-ı Millî’yi aşarak evrensel bir muhâtabiyet iddiasına sahip olduğunu ardı sıra saydığımız örneklerle kanıtlayan küresel İslâmî hareketin özellikle Türkiye’de içi çoktan boşaltılan İslamcılık iddialarını ciddiye almayacak bir adanmışlığa sahip olduğunu belirtmek isterim.

Çürüme, yozlaşma ve çaresizlik ile her şeye rağmen irade ve umut üretebilme uçlarında salınan bir sarkaç olarak görebiliriz bu çizgiyi. Sınırları anlamsız kılar çünkü gayba iman temellidir. İfsâda karşı ıslah mücadelesinden yana saf tutar. Düşmanları, kendisine karşı amansız ittifaklar üretebilmeye pek heveslenirler. Geniş bir muârız cephesine sahiptir. Kur’an’da dillendirilen “topukları üzerine geri dönenler”den bahisle bağlılarını her ihtimale sükûnetli bir hazırlayışa sahiptir. Sadece kendi yaşadığımız ülkeden başlayarak bir İslamcılık değerlendirmesi yapma talihsizliğine düşmeyeceksek bu geniş yelpazeyi ve bunun muhtemel yeni etkilerini de görmek durumundayız.

İslamcılığın “projecilik” baskısı altında rasyonelleştirildiğini, bu sûretle modern kapitalist medeniyete katmaya çalışıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ezilenden, yoksuldan, hürriyeti gasp edilenden yana olması gerektiğini Kur’an’dan rahatlıkla çıkarabileceğimiz İslamcılığa da hangi hareket ve çevrelerin dahil edilebileceğini artık kestirebileceksek AKP tecrübesiyle bütün hücreleri bir kez daha ve etkili bir şekilde tahrip olan Türkiye tecrübesi üzerinden bütün bir yeryüzünü şâmil değerlendirmeler yapmanın yanlışlığını da bu vesileyle vurgulamış olalım.

Kur’an’da “bir oyun ve eğlence” olarak vasfedilen dünya hayatının imtihanın gerçekleştiği bir saha olarak devamı söz konusuysa eğer ifsâda karşı ıslahın, zulme karşı adaletin, şirke karşı tevhidin savunulması da devam edecektir. Projeci dayatmaların nihâî bir cenneti yeryüzünde gerçekleştirme baskısı açıkça vahye mugâyirdir. Zulme/karanlığa karşı nûrun/aydınlığın ulaşılması gereken hedef olduğu; nihâî zafer ve kurtuluşun yalnızca Allah katında olabileceği; en büyük irade ve muzafferiyetin yolda olmada sebatla mümkün olabileceği hakikatinin İslamcılığın/İslâmî hareketlerin temel şiârlarından olduğunu biz de bu yaşımızda anlamış olduk.

Devamını Okuyun

Yazılar

Vasat Ümmet, Ümmetin Şahitliği ve Kıble Üzerine Notlar – Ali Bal

Yayınlanma:

-

“Vasat Ümmet”, İslam ümmetinin insanlık âleminde evrensel barış ve adaletin hâkim kılınması için omuzlarına yüklenen sorumluluğu ifade eden bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır:

“İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl’ün de size şahit olması için sizi vasat bir millet/ümmet kıldık. Senin yöneldiğin yeri (Kâbe’yi) biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırt etmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.” (Bkz. Bakara/143)

“Vasat”, “orta” anlamına geliyor. Burada şu kısa açıklamayı yapmama müsaade ediniz: Demokrasi, “halk yönetimi” anlamına geldiği hâlde Türkçeye çevirmeden orijinal hâli ile kullanıldığı gibi ben de İslami dünya görüşü içinde terim değeri taşıyan kelimeleri çevirmeden aynen alıyorum. Bu aynı zamanda insanlar arasında bir ortak dil oluşturmaktadır. O nedenle orijinal metinde “ümmeten vasaten” şeklinde geçen kavramı “Vasat Ümmet/Toplum” şeklinde çevirmeyi yeterli gördüm.

Buradan hareketle “Vasat Ümmet” siyasette, ideolojide, sosyalitede vb. her anlamda hayatın doğasına uygun olarak (Bkz. Rum/30) “her türlü aşırılıktan uzak orta yolu tutan ümmet” anlamına geliyor (Bkz. Bakara/143). “Vasat” kelimesini insanlığa şahitlik misyonu ile bütünleştirerek düşündüğümüzde “Vasat Ümmet”, “omuzlarında insanlığa önderlik ve rehberlik sorumluluğunu taşıyan ümmet” anlamlarına gelmektedir. O nedenle ister tek kutuplu (yani İslam’ın dışında), ister iki kutuplu ister çok kutuplu olsun, İslam dışı din ve ideolojilerin hâkim olduğu bir dünyada İslam toplumu kendine biçilen bu konum ve omuzlarına yüklenen evrensel misyon nedeni ile (ayrıca bkz. Al-i İmran/110) dünya güçler dengesi içinde kendisi güç merkezi, yani tek kutup olmak zorundadır. Bu evrensel misyon dünya uluslarının tek bir aile haline getirilerek barış ve adaletin tüm yeryüzünde hâkim kılınmasıdır (Bkz. Bakara/193-Enfal/39). Verdiğim bu ayetlerin anlam içeriğine baktığımız zaman ayetlerde bahsedilen fitnenin söz konusu aile birliğini bozan, ulusları, soy-sop ve sınıfları birbirinin sırtına bindiren; insanın insan üzerine sulta kurduğu, boyunduruk altına aldığı, ezdiği, sömürdüğü, ülkeleri işgal edip halkını yurtlarından süren, katleden, köleleştiren tüm rejim, sistem ve yapıların kastedildiği anlaşılır. “Vasat Ümmet”in misyonu ise tüm bu yapıların, sistemlerin, güçlerin yeryüzünden temizlenerek yerkürenin insanlık için bir Dâru’s-Selam (barış ve esenlik yurdu) haline getirilmesidir. Bu ayetlerde geçen “Din sadece Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” dan maksat, “İnsanın, insan üzerinde hâkimiyeti kalmayıncaya kadar …” anlamına geliyor. İnsanın, insan üzerinde hâkimiyeti kalmadığı zaman hâkimiyet (egemenlik), egemenliğin gerçek mâliki olan Allah’a devredilmiş oluyor. İslam’da savaş, ancak bu şartlarla meşrudur. Yeryüzünün zenginlik kaynaklarını yağmalamak, işgal ve talan, ırk, renk, sınıf, soy-sop egemenliğini amaçlayan her türlü savaş, gökleri ve yeri yaratan Allah nezdinde tuğyan (azgınlık, sapkınlık ve Allah’a isyan) kabul edilir. Bu bağlamda İslam toplumu ancak (dinine, inancına bakmaksızın) Müslüman olsun olmasın zulme uğrayan tüm mustazaf (zayıf, ezilen ve mazlum) toplumların savunulması için onların yanında yer alabilir. Onun dışında kaç kutuplu olursa olsun dünya güçler dengesi içinde Müslümanlar hiçbir sömürgeci/emperyal gücün ve kutbun yanında yer alamaz, müttefiki olamaz; onların askeri, politik, ekonomik vs. paktlarına üye olamaz, vesayet ve velayeti altına giremez. İslam toplumunun onlar tarafından güdümlenmesine izin veremez, göz yumamaz.

Şahitlik:

“İslam toplumu” dediğimiz toplum, çok uluslu bir toplumdur. İslam toplumu, insanlar arasında her türlü ırk, renk ve sınıf farkını aşarak insanlığı tek bir aile hâline getirme ülküsünü önce kendi içinde hayata geçirecek ki insanlığa model olabilsin ve bu hâli ile insanlık nezdinde bir çekim merkezi olabilsin. Bu da İslam toplumunun uhuvvet (kardeşlik), velayet (birbirinin velisi olmak), meşveret ve şûrâ kurumlarının canlandırılması ve işlerlik kazandırılması ile olacaktır. Meşveret danışma, görüşme; şûrâ da bu danışma ve görüşme işleminin yapılacağı kurul, yani bu günkü ifadesi ile parlamento anlamına geliyor. İslam toplumu olarak Allah adına dünya uluslarının önüne böyle bir modellik ortaya koymak evrensel barış ve adalet ülküsünü bu yolla insanlığa ulaştırmak ve hayata geçirmek “Vasat Ümmet”in insanlığa şahitliği oluyor. İslam toplumu bu suretle insanlığın sevgi ve güvenini kazanacak; uluslar ve halklar, fevc fevc Allah’ın dinine koşacaklardır (Bkz.Nasr/1-3).

Vasat Ümmet, Kökeni Hz. İbrahim’e Uzanan Bir Risalet Geleneğidir:

“Vasat Ümmet”, sadece Kur’an’da emredilen ilahi bir hüküm veya esas olmayıp kökeni Hz. İbrahim’e kadar giden bir risalet geleneğidir. Bu gelenek, bugün elimizdeki Tevrat metnine yansımış olup Tevrat’ın İşaya bölümü Bap/2 ayet/1-5’te ifadesini bulmaktadır. Buna geleceğiz ancak önce bugün dünyada hâkim olan konseptin çerçevesini kısaca ortaya koyalım:

Soğuk savaş döneminde dünya küfrü ve istikbârı NATO Paktı ve Varşova (Sovyet) Paktı adı altında (veya diğer adı ile komünist blok ve kapitalist blok olarak) iki kutuplu bir yapı arz etmekte idi. 90’larda Varşova Paktı’nın dağılması ile birlikte tabiri caizse kâğıtlar yeniden karıldı ve Atlantik Paktına karşı Rusya’nın dâhil olduğu Avrasya ve Çin ekonomi/politik itibarı ile 90’lardan bu yana yükselen değerler olarak ortaya çıktı. Son zamanlarda küresel şer ekseninin asli patronu olan Siyonist sermaye ailelerinin yatırımlarını Çin’e kaydırdıkları göz önüne alınırsa kısa süren bir fetret döneminden sonra dünya küfrü ve istikbârının iki kutuplu bir “yeniden yapılanma” sürecine girdiğini söyleyebiliriz. Tam bu noktada Âl-i İmran/110’u hatırlamamak mümkün müdür?

“Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emredip fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz. Kitap ehli de inanmış olsalardı kendileri için daha hayırlı olurdu; içlerinde inananlar olmakla beraber çoğu, yoldan çıkmış fasıklardır.” (Bkz. Âl-i İmran/110)

Ayette, Müslümanlardan daha önce aynı misyon omuzlarına yüklenmiş bir ümmet olarak Yahudilerin ve Hıristiyanların bu misyonu terk ettikleri, sadece terk etmekle de kalmayıp tam aksine temeli zulme, sömürüye, soykırıma, talana dolayısı ile tuğyana (azgınlığa) dayalı küresel şeytan imparatorluğunun iki temel ayağını oluşturduklarına dikkat çekilmektedir. Kur’an’ın ifade ettiği ve kendilerinin de bildiği dille ahde ihanet etmişlerdir:

“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti hatırlayın ve ahdimi yerine getirin ki Ben de ahdimi yerine getireyim; yalnız benden korkun!” (Bkz. Bakara/40) Ahdin ne olduğu, Tevrat’ın Çıkış 20:2-17, Tesniye 5:6-21’de yer alan ve “On Emir” adı verilen emirler dizisinde şöyle bildirilmiştir:

  1. Ey İsrail, işit! Seni esirlik evinden (Mısır’dan) çıkarıp özgürlük diyarına (Filistin’e) getiren Rabbin Yahova benim. Karşımda başka ilahların olmayacaktır.
  2. Başka ilahların önünde eğilmeyeceksin. Göklerde ve yerde olanların sûretini (put) yapmayacaksın!
  3. Rabbin Yahova’nın adını boş yere ağzına almayacaksın!
  4. Sebt gününü tutacaksın!
  5. Anaya babaya saygı göstereceksin!
  6. Öldürmeyeceksin!
  7. Zina etmeyeceksin!
  8. Çalmayacaksın!
  9. Komşuna karşı yalancı tanıklık yapmayacaksın!
  10. Komşunun evine göz dikmeyeceksin!

İstikbar; sermaye ve askeri güçle dünya mazlumlarını ezen Siyonizm ve onun kontrolündeki dünya egemenleri, dünya küfrü de onların tahrif edilmiş dini inançları ve ideolojileri olmaktadır.

Dikkat edilirse bunlar aklen ve vicdanen de kabul edilebilecek temel evrensel ilkelerdir. Aynı cümleden olarak İşaya Bap 2:1-5’de geçen “İşaya’nın Rü’yeti”, “On Emir”le bir bütünlük içinde İsrail’le yapılan ahdi oluşturmaktadır:

İşaya’nın Rü’yeti:

Amots’un oğlu İşaya’nın sözü: Yahuda ve Yeruşalim/Kudüs hakkında gördü: “Ve son günlerde vâki olacak ki dağların başında Rab evinin dağı pekiştirilecek ve tepelerden yukarı yükselecek; çok kavimler gidecekler ve diyecekler: Gelin ve Rabbin dağına Yakub’un Allah’ının evine çıkalım. Kendi yollarını bize öğretecek ve onun yollarında yürüyeceğiz. Çünkü şeriat Siyon’dan ve Rabb’in sözü Yerüşalim’den (Kudüs) çıkacak. Ve milletler arasında hükmedecek. Ve çok kavimler hakkında karar verecek ve kılıçlarını saban demirleri ve mızraklarını bağcı bıçakları yapacaklar; millet, millete karşı kılıç kaldırmayacak ve artık cengi öğrenmeyecekler (İşaya, Bap 2, ayet:1-5).

(İşaya, Yahudi tarihinde “Yahuda kralı” olarak geçen Amots’un oğlu.(O inanca göre) gelecekte olacak olan bazı şeyleri önceden görme yeteneğine sahip. Rü’yet de gördüğü şey oluyor. – Ali Bal)

Bu rü’yette “On Emir”deki maddelerin, bu dünya âleminin sonunda tüm yeryüzünde hayata geçirileceği vaat edilen Kudüs merkezli ve bugün “Tek Dünya Devleti” denilen emperyalist savaşların, zulmün, sömürünün olmadığı bir dünya düzeni idealize edilmektedir. Rü’yete göre bu İsrail milletinin önderliğinde olacaktır. Siyonizm’in on milyonlarca insanın ölümü pahasına (1. ve 2.Dünya savaşları ile bugün de Gazze’de 40 binden fazla) mutlak sûrette Kudüs merkezli bir “Tek Dünya Devleti”nde ısrar etmesi buraya dayanıyor.

Rü’yeti içeren metinden de anlaşılacağı üzere bahsi geçen bu “Tek Dünya Devleti”nin bütün insanlığı kapsayan nihâî gayesi evrensel barış ve adalettir fakat Siyonizm ve onu kendisine devlet amentüsü haline getirmiş olan İsrail rejimi onu dünyanın Yahudiler dışında bütün uluslarını İsrail’e kul ve köle edinmeyi Allah (onlara göre Rab Yahova) tarafından İsrail’e vaat edilmiş bir hak olarak gören bir İsrail faşizmine dönüştürmüş durumdadır.

Rü’yette geçen “Şeriat, Siyon’dan (Kudüs) ve Rabbin sözü Yeruşalim’den çıkacak ve çok kavimler hakkında karar verecek!” cümlesini Siyonist İsrail böyle anlıyor. O nedenle Siyonist İsrail’in dünya hâkimiyeti için kaç on milyonu geçin, kaç milyar insanın öldüğü hiç umurunda değildir. Gerçekte ise Allah katında üstünlük soy-sopla değil, takva iledir (Bkz. Hucurat/13). Burada takva, Allah’tan sakınmak anlamına geliyor. Ayette denilmek isteniyor ki “Kimse soyundan sopundan, ırkından, renginden dolayı bir diğerine üstün olmayıp kim Allah’tan sakınır da Allah’ın kullarını ezmez, sömürmez, katletmez, onlara zulmetmez ise Allah katında üstün olan odur.” Burada Allah, Müslüman olan-olmayan diye bir ayrımda bulunmuyor. Saldırıda ve tuğyanda bulunup başka insanların hak ve hukukunu çiğnemediği sürece Müslüman olsun olmasın tüm toplumların, ulusların dokunulmazlığı vardır. İsrail ise takvayı bir yana bırakıp ırksal asaleti onun yerine geçirmek sûreti ile kendi ırkî hesapları doğrultusunda yeryüzünde fesat çıkarmaları, zulme ve tuğyana sapmaları nedeni ile Allah ile yaptıkları ahde riayet etmemişler ve bu nedenle Allah ile kestikleri ahitten diğer ifadesi ile “Vasat Ümmet” olma misyonundan azledilmişlerdir. Misyon/Ahid artık İsrailoğullarından alınarak Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer’den olan İsmail soyuna verilmişti:

“Bir zaman Rabbi, İbrahim’i birtakım emirlerle sınamış, İbrahim onların hepsini yerine getirmiş de Rabbi şöyle buyurmuştu: ‘Ben seni insanlara önder yapacağım!’ İbrahim de, ‘Soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi!)’ demişti. Bunun üzerine Rabbi, ‘Benim ahdim (verdiğim söz) zalimleri kapsamaz (veya onlara erişmez!)’ demişti.” (Bkz. Bakara/126)

Ancak yukarıda verdiğimiz Bakara/40 ayeti, her şeye rağmen kapıların İsrailoğullarına tamamen kapanmadığını, önderlik uhdesinden alınmış olmakla birlikte gelecekte gerçekleşecek olan ve Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer’den olma oğlu İsmail soyunu takip eden önderliğe tâbi olmaları hâlinde bunun Allah katında kabul göreceği bildirilmektedir. Konu bütünlüğü içinde baktığımızda Bakara/40’ta geçen ve İsrailoğullarına yönelik “Ahdime vefa gösterin ki ben de sizinle olan ahdime vefa göstereyim!” ifadesini böyle anlamak gerekiyor.

Takip eden Bakara/41 ayeti de böyle… Bakara/41’de geçen “Onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın!” ifadesinin anlam içeriğinde “Aslında siz bu Kur’an mesajının ne olduğunu, yani onun İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub’un sürdürdükleri Risâlet davasının devamı olduğunu çok iyi biliyorsunuz. Dolayısıyla siz İsrailoğulları olarak bu mesajı inkâr edenlerin değil, onaylayanların ilki olmanız gerekir.” göndermesi bulunmaktadır. “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, o Peygamber’i öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir gürûh, gerçeği bile bile gizlerler.” (Bkz. (Bakara/146) ayetini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Bu durumda Hz. İbrahim’in Mekke’ye olan hicretini kişisel iradesine dayalı bir yolculuk olarak değil, yukarıda bahsettiğimiz Kâbe’nin inşası ile ilgili ayetlerden anlaşılacağı üzere ilahi bir plân, irade, ilham ve sevk-i tabiiye dayalı olarak gerçekleştirdiği bir yolculuk olarak düşünmemiz gerekiyor ve İsrailoğulları bu gaybî ihbardan pekâlâ haberdar bulunmaktadırlar ama onlar bu gerçeği bile bile gizlemektedirler.

Bu konuyu Şiblî,  “Asr-ı Saadet” isimli Ö. Rıza Doğrul tarafından Türkçe’ye çevrilen ve O. Z. Mollamehmedoğlu tarafından sadeleştirilen eserinde Kâbe’nin tarihçesini anlatırken, Kâbe’nin inşası ile babası Hz. İbrahim’le birlikte onu inşa eden İsmail soyundan gelen Hz. Muhammed’in (sav) risâletini İsrailoğullarının velayetinin son bulması olarak anlamlandırmaktadır ki Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer ve Hacer’den olma oğlu İsmail’le birlikte Mekke’ye yaptığı yolculuk ve Kâbe’yi, oğlu İsmail’le birlikte inşası devamen Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etme sembolizmini o zamana kadar Hz. İbrahim’in oğlu İshak neslini takip eden “ahd’in” tabir caizse “şerit değiştirerek” Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer’den olma büyük oğlu İsmail soyundan gelen bir peygamber olarak Hz. Muhammed’le devam edeceği yolunda gaybî bir haber olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu da bize Hz. İbrahim’in Mekke’ye yaptığı hicretin böyle bir sevk-i ilâhî ile yani ilâhî bir yönlendirme ile gerçekleştiğini gösteriyor.

Sonraki zamanlarda Haccın bir ruknü olarak devam eden kurban ibadetinin Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’in kurban konusundaki gösterdikleri teslimiyetin çağlardan çağlara ve nesilden nesile kutlu bir mesaj ve kutlu bir mirasın (devrim yolunda ödenecek bedele boyun eğmenin) intikali olarak anlamak gerekiyor. Bunu anlamak için Hz. İbrahim’in Babil kralı Nemrut tarafından ateşe atılması, Hz. Musa’nın önderliğinde İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkışı ve onların çıkışı ile köleci Firavun rejiminin yıkılması örneklerinin bütünlüğü içinde düşünmek gerekir. Bu iki örnek, zenginliğin timsali olan Karun’la birlikte düşünüldüğü zaman tarih boyunca gelen Allah elçilerinin sahip oldukları mallar ve oğullarla insanları kendi egemenlik ve buyrukları altına alan zalim ve zorba krallara ve sınıflara karşı kimsenin kimseyi kendi egemenlik ve sultası altına almadığı, ezmediği, sömürmediği, kölelik altına almadığı, öldürmediği, evrensel barış ve adaletin tüm yeryüzüne hâkim olduğu bir dünya düzeni için mücadele ettikleri gerçeği ile yüz yüze geliriz. Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmesini bu yolda ödenecek bedellerin bir sembolü olarak anlamak, Kur’an bütünlüğüne daha uygun düşmektedir. Yoksa konuyla ilgili mitolojik anlatımların zahirine, yani dış görünümüne bakarak verilmek istenen mesajı Hz. İbrahim oğlu İsmail’i bizzat bıçak altına yatırıp kesmeye davranması olarak anlamak Kur’an’ın ruhuna da peygamber kişilik ve karakterine baktığımız zaman tutarlı görünmemektedir. Kur’an’ın mecaz ve sembolizm harikası olduğunu bilen ciddi bir Kur’an okuyucusunun Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmesi ile ilgili ayetleri “Mallarınız ve evlatlarınız sizin için fitnedir!” şeklinde gelen Enfal/28’le oğulları da mallar gibi bir dünya güç ve zenginliği olarak ifade eden Tevbe/23, 24,Teğabün/15, Âl-i İmran/15 vb. ayetlerden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu metoda Kur’an bütünlüğü diyoruz. Bu metot, Kur’an mesajını Kur’an’ın ruhuna en uygun, en doğru şekilde ve güvenilir anlama metodudur.

Şahitliğin Gereği Bir Sorumluluk olarak Cihad:

Bu konu aslında çok daha detaylı olarak ele alınmayı hak eden bir konudur. Burada şöylece bağlamak isterim:

İslam toplumu (ümmet) yeryüzünde evrensel barış ve adaletin hayata hâkim kılınması konusunda Allah tarafından insanlığa karşı omuzlarına sorumluluk yüklenmiş bir toplumdur. O nedenle yeryüzünde barış ve adaleti bozan dünya egemenleri ile savaşmak, Müslüman olup olmadığına bakmadan tüm dünyanın mazlum halklarını da şefkat kanatları altına alarak onları dünya egemenlerinin sultasından korumakla sorumludur. O nedenle İslam toplumu ne NATO, ne Varşova Paktı, ne Avrasya birliği, ne AB, ne BM, ne şu, ne bu; dünyada egemenlik ve sulta peşinde olan hiçbir sömürgeci emperyal dünya gücünün velayet ve vesayeti altına giremez. Kendi içinde ise çok uluslu ama uluslararası ortak bir çatı altında tek ve federatif bir yapıya geçmek sûretiyle uluslar üstü tek bir ulus olmak zorundadırlar.

Bu nedenle o dünya siyasetinde modern tabirle domine edilen (belirlenen) değil, domine eden (belirleyici) güç olmak zorundadır. Kendi ekonomik, politik güç ve imkânlarını buna göre geliştirmek, yeryüzünde barış ve adaletin tahakkuku (hayata geçirilmesi) yolunda seferber etmek zorundadır. Nihâî hedef ise evrensel barış ve adalet temelinde bütün insanlığın tek bir aile haline getirilmesidir. Dikkat edilirse Siyonizm, dünya nüfusu karşısında sayıca çok çok az bir nüfusa sahip olmasına karşılık dünya üzerinde paraya/finans sektörüne ve diplomasiye hâkim durumdadır. Sekiz milyar dünya nüfusunu geçtik, tüm dünyada yirmi milyonu bile bulmayan Yahudi nüfusu içinde bile Siyonistler sayıca çok az ama keyfiyetçe, yani özgül ağırlığı itibarı ile terazide sekiz milyarlık dünya nüfusuna ağır basan bir güç merkezi, daha doğrusu var olan güç merkezlerine hâkim ve onları yöneten, yönlendiren bir konuma sahiptirler. Gerçekte Siyonistler, yaratılış olarak bütün insanlardan üstün ve süper elitlerden oluşan bir üstün ırk, diğer uluslar yaradılışça onların bir altında, onlara köle ve hizmetçi olarak yaratılmış aşağı bir ırk mıdır? Yüce Allah insan bireylerine olduğu gibi insan ırklarına da farklı yetenekler vermiştir ama hiçbirini diğerinden üstün veya aşağı olarak yaratmamıştır (Bkz. Hucurat/13). Hiçbir ulusa da ırksal anlamda ve genetik yapı itibarı ile birine efendilik, diğerlerine kölelik yazmamıştır. Dolayısı ile Allah’ın verdiği akıl ve zekayı kullanmayarak bilimde, teknolojide, ekonomide, siyasette vb. geri ve güçsüz kalan, bu yüzden başka ulusların boyunduruğu altına giren uluslar Allah katında bu durumdan kendileri sorumludurlar. Allah hiçbir ulusa böyle bir kader yazmıştır. Bunun, öncelikle bilinmesi gerekir.

Buradan hareketle ne Siyonist İsrail’in ne de içinde yuvalandığı ABD, NATO, AB, BM gibi askeri; CFR, IMF, Bilderberg gibi uluslararası finans kapital devlerinin yenilmez olduğunu da düşünmemek gerekir. Göklerde ve yerde kuvvet birdir ve o kudret gökleri ve yeri yatan Allah’ın kudret elindedir (Bkz. Nur/42, Hadid/4, Fetih/7) ve Allah mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alır (Âl-i İmran/26). Buradaki “Mülkü/egemenliği dilediğine verir, dilediğinden de çeker alır.” ifadesini keyfilik anlamında değil, “Hak etmeyenden alır, hak edene verir.” şeklinde anlamak gerekir. “Bir millet, kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe Allah o millete verdiğini değiştirmez.” (Bkz. Ra’d/11) ayeti de bu cümleden olarak düşünülmelidir. Yalnız buradaki “değiştirmez” ifadesinin hem iyi hem kötü anlamda olduğu unutulmamalıdır. Yani bir millet, millet olarak yozlaşmaya, fısk ve fesada, tembelliğe, miskinliğe, cehalete, zulme ve sömürüye prim vermez, yönetim emanetini ehil ellere verirse (Bkz. Nisa/58) Allah da o milleti durduk yerde zillet ve sefalete dûçar etmez, başka ulusların boyunduruğu altında bırakmaz. “Aksini yaparsa o zaman da özgürlük, bağımsızlık, izzet, şeref, dirlik esenlik, hak ve adalet nasip etmez.” şeklinde anlamak gerekir. İslam uluslarında ulusal siyasetler uluslar üstü bu ortak misyona uygun olarak belirlenmelidir. İslam velayet ilkesi gereği İslam ulusları bu ortak misyonun gereği olarak özellikle dışişlerinde birbirlerinden bağımsız karar alamazlar (Bkz. Âl-i İmran/28, Nisa/138-144 vb. ayetler). Onların işleri aralarında meşveret ve şûrâ iledir (Bkz. Şûrâ/38). Bu, Müslümanlar arasında bir ortak İslam parlamentosu oluşturulmasını gerekli kılar.

İslam parlamentosu, bu parlamentoda alınan kararların uygulamaya geçirilmesi ve özellikle Enfal/39 ve Bakara/193 ayetlerinin gereğini yerine getirecek ortak bir “İslam Ordusu”nu, ortak bir İslam BM’sini, AİHM benzeri ortak bir İslam Yüksek Adalet Divanını, İslam Ortak Pazarı ve İslam Ortak para birimi gibi yapılanmaları gerekli kılar.

Fakat İslam âlemi maalesef bu bilinçte değil ve onlar bu açıdan bakıldığında maalesef ölü bir bedeni andırmaktadır. Bütün Müslümanlar sorulduğunda Allah katında bütün ırkların, renklerin, soyların, boyların bir olduğunda Allahu Teâlâ’nın hiçbir ırk rengi, soyu, boyu diğerinden üstün yaratmadığında hemfikirdirler ama pratikte dünya sistemi ve onun patronu Siyonizm karşısında sergiledikleri zillet ve sefalet Siyonist İsrail faşizminin yukarıda belirttiğimiz seçkinci ideolojisine hak verdirir niteliktedir. İsrail’in global finans sektörüne, paraya ve diplomasiye hâkimiyeti, uluslararası dengeler içinde güç merkezi olmak, dolayısı ile dünya ülkelerinin siyasetlerine nüfuz ile onları yönlendirmek vb. anlamlarda dünya ulusları arasındaki konumu neyse bu konuma asıl Müslümanların sahip olması gerekiyor. Tek farkla ki Siyonistler bu konumlarını dünyayı sürüleştirmek, ulusların zenginlik kaynaklarını sömürmek, talan etmek, ülkeler arasında çıkardıkları savaşlarla onları köleleştirmek, dünya ülkelerinin siyasetlerini zayıflatarak onları güdümlemek için kullanırken Müslümanlar aynı gücü zalim, zorba ve emperyal güçleri gerek diplomatik gerek ekonomik gerekse askerî yollarla yola getirmek, mazlumlara ise kol kanat germek ve onları, diğerlerinin şerlerinden korumak için kullanacaklardır. Ancak ortalama Müslüman zihninde böyle bir melekenin bulunmadığını itiraf etmek zorundayız çünkü onların böyle bir Kur’an okuması yok ve (pek azı dışında) böyle bir Kur’ânî eğitim almamışlardır.

Bunun sonucu onlar, bu yazının ekseni konumunda olan Bakara/143 ve Âl-i İmran/110’da ümmete biçilen evrensel, ortak misyonun gereği olan ve bu yazının başından beri anlatmaya çalıştığımız sorumlulukların bilincinde ve dolayısı ile o sorumlulukların gereğini yerine getirecek ne idrak, ne anlayış, ne vizyon ve ne de liyâkate sahip olmadıklarından üzerlerine çöken zillet ve meskenet ile boyunlarına geçirilen kölelik tasmasını taşımaya devam etmekte, boyunlarına vurulan boyunduruk ise hiçbir zaman boyunlarından inmemektedir ve bu zihniyet sürdükçe de inmeyecektir.

Vasat Ümmet, Ümmetin İnsanlığa Şahitliği, Peygamberin Ümmete Şahitliği (Bakara/193), En Hayırlı Ümmet Misyonu (Âl-i İmran/110), Emr-i bi’l-Maruf Nehy-i an’il-Münker ve Cihad:

“İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl’ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık. Senin yöneldiğin yeri (Kâbe’yi) biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçeleri üzerinde geri dönenden ayırt etmemiz için kıble yaptık. Bu, Allah’ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Zira Allah, insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.” (Bkz. Bakara/143)

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var ama pek çoğu fâsık kimselerdir.” (Âl-i İmran/110)

Ümmet, takdir edileceği üzere çok uluslu bir yapı ve başlıkta belirtilen evrensel misyon için birbirine kenetlenerek tek ulus haline gelen bir uluslar konfederasyonudur. Bütün insanlığın tek bir aile hâline getirilerek yeryüzünde Firavun ve Karun benzeri tağûtî/şeytani yani kapitalist ve faşist sistemlerin yeryüzünden temizlenmesinin önderliğini ve merkezi karargâhını temsil eder. Allah’ın, Kur’an’da teşrii kıldığı yani yasa olarak belirlediği, Resûlünün insanlara tebliğ ettiği sistem budur. Dolayısı ile “Vasat Ümmet”, ümmetin insanlığa ve Reslün ümmete şahitliği ile tebliğ, davet ve cihad görevlerini birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir.

İslam Birliği Neden Gerçekleşmiyor?

Bugün ümmetin başına çöreklenen şeytani siyasete “İslam Birliği neden gerçekleşmiyor?” diye sorulsa o, bunun için ipe sapa gelmez bin türlü mazeret sıralayabilir ve laf ebeliği yapabilir fakat dikkat edilirse problemin altında yatan asıl neden siyasi anlamda Bakara/143’te belirtilen “Vasat Ümmet” ve Âl-i İmran/110’da belirtilen “insanlar için seçilmiş en hayırlı ümmet’’ misyonunun bilinmeyişidir. Barış ve adaletin hayata hâkim kılınması ve bunun için de ehliyet ve liyâkat sahibi yöneticilerin iş başına getirilmesini esas alan İslam (Bkz. Nisa/58,59) öte dünyayı da onun üzerine bina eder. Yani öte dünyayı kazanmak, bu dünyada barış ve adaletin hayata hâkim kılınması için çalışanlarla zulmü ve fesadı hâkim kılmaya çalışanlar arasındaki mücadelede nerede durduğunuza göre belirlenecektir. Diğer bir ifade ile bu dünyaya ne artı değer kattığınıza, katılmasına hizmet ettiğinize göre belirlenecektir. Müslümanlar ise bu Kur’an gerçeğinden habersiz Kur’an’ı salt ölülerin ruhuna okumakla, hatimlerle, salt dualar ve ibadetlerle, mevlitlerle, takke ile, tesbihle, sarıkla, sakalla cenneti kazanacaklarını sanmaktadırlar. Müslümanlar hayata son derece dar açıdan bakmakta, aşiretçi, kabileci, “ayrılıkçı ulusçu”, mezhepçi derebeylik zihniyetinin ötesine geçerek evrensel bir bakış açısına uzanamamaktadır. İslam alemindeki dağınıklık, yozluk, zillet ve meskenet, birbirlerine ırkçı, kabileci, aşiretçi vs. yaklaşımlar da İslam Birliği davasının önündeki engeller olarak karşımızda durmaktadır. Bu engellerin öncelikle zihin plânında bertaraf edilmesi gerekir. Her şeyden önce Rabbimiz böyle istemektedir. Bunu bilmemiz gerekir. Rabbimiz bunu yeryüzünün selameti için istemektedir. O, İslam ümmetini yeryüzün selameti, barış ve adaletin tüm yeryüzüne hâkim olmasında dünya uluslarına öncülük ve rehberlik etmek için seçmiş ve görevlendirmiştir. Bu cümleden olarak Müslümanlar, en az İsrail’in kendi seçilmişliğine iman ettiği kadar İslam ümmetinin seçilmişliğine iman etmiyor ve onun gereği olan aşk ve heyecana sahip olmadıkları ve azimete sarılmadıkları sürece bir avuç Siyonistin karşısında yenilmeye ve ezilmeye devam edeceklerdir.

İslam ümmeti barışı, adaleti, huzur ve güvenliği, refah ve kalkınmayı, bilimi, teknolojiyi önce kendi içinde hayata hâkim kılacak ki insanlık âlemine bu konuda model olsun. Bu ülkü ve ideal, bugünden geleceğe baktığımızda çok uzak bir hayal gibi görünebilir ama olsun; Rabbimiz, bunu böyle emrediyor. O, öyle emrediyorsa doğrusu budur. Rabbimiz böyle emrediyorsa biz kafamızdaki “Olmaz ve olamaz!” şeklindeki tereddütleri bir yana bırakarak olması için kolları sıvayıp maddî-manevi bütün gücümüzü o hedefe doğru kanalize edeceğiz. İman budur. İman, zihnimizin “Olmaz!” dediği şeyleri bir yana bırakarak (Çünkü bunlar şeytandan Siyonizm ve onun emrindeki dünya emperyalistlerinin kendi mutfaklarında üretip bize yutturduğu dolmalardır!) Rabbimizin “Olur ve olmalı!” dediği şeye odaklanmaktır.

Bu bağlamda İslam Birliği, Müslüman olmayan dünyaya karşı teo-faşist bir cepheleşme ve yapılanma değildir. Bu cümleden olarak İslam Birliği’nin nihâî hedefi “İnsanlığın Birliği”dir. Diğer bir ifade ile her türlü ırk, renk ve sınıf ayrımını bir kenara bırakarak bütün insanlığın tek bir aile hâline gelmesi/getirilmesidir. Bunun yolu da yeryüzünü acı, kan ve göz yaşına boğan Siyonizm’in kontrolündeki emperyal, sömürgeci, ırkçı/faşist, zorba tüm dünya egemenlerinin küresel vesayet ve tahakkümlerine son verilmesi, bu sûretle bütün insanlığın tek bir aile hâline getirilerek barış ve adaletin tüm yeryüzünde hâkim kılınmasının önündeki engellerin kaldırılmasıdır. İslam Birliği ve İslam Ümmeti bu nihâî hedefe giden yolda dünya mazlumlarının önderliğini temsil eder. Allah ve Resûlünün Kur’an’da insanlık için çizip görev ve sorumluluk olarak bizim omuzlarımıza yüklediği plân budur. Bu yüce insanlık davasını bu fani dünyanın şeytani siyasetleri ile kirletmek ve dünya mazlumlarının umutlarını karartmak gökleri ve yeri yaratan Allah’a ve onun kutlu Resûlüne karşı işlenen en büyük suç olup Allahu Teâlâ bu suçun hesabını dünyada İslam ümmetini dünya egemenlerinin eline vererek, ahirette ise cehennem ateşine yaslamak sureti ile muhakkak soracaktır.

Dolayısı ile İslam ümmeti bu fani dünyanın makam, mevki, dünyevî izzet ve ikbal, kendi dünyevî ikbalini dünya egemenlerinin işbirlikçiliğinde gören, bunun için Allah’ın ayetlerini az bir menfaat karşılığında satan* bu dünyanın kirli şeytani siyasetlerine karşı evrensel barış ve adaleti gaye edinen ve ona kilitlenmiş Rahmani siyaseti muhakkak sûrette inşa etmekle yükümlüdür. Dünyanın bütün mazlum milletleri fevc fevc (dalga dalga) Allah’ın dinine (İslam’a) bu kapıdan gireceklerdir (Bkz. Nasr/1-3).

*Kur’an’da dünya menfaati ahirette Allahu Teâlâ’nın mü’minlere bahşedeceği zenginlik karşısında az bir meta olarak ifade edilmiştir. (Bkz. Bakara/41)

Kıbleyi Nasıl Anlamamız Gerekiyor?

Ayetin devamında Hz. Resûl’ün kıble konusunda bir tereddüt yaşadığına yer veriliyor. Önceleri Yahudilerin de kıblesi olan Kudüs’ün Müslümanlarca da kıble olarak benimsenmesini İslam inancının önceki kitaplar ve o kitapları getiren elçilere (ilke olarak) imanı içine alması, İslam inancının Resûl Muhammed’den önceki peygamberlerin her birinden diğerine intikal eden ortak Risâlet mirasının takipçisi olmasına bağlamak, Kur’an bütünlüğü içinde tutarlı görülüyor. Dikkatli Kur’an okuyucuları bunu teslim edeceklerdir.

Buradan kıblenin, salt fiziki bir yönelişten ibaret olmayıp tarihteki Allah elçilerinden devredip gelen ve Fatiha sûresinde “Rabbim, bizi dosdoğru yola ilet!” şeklinde ifadesini bulan (Bkz. Fatiha/7) Kur’an’daki orijinal ifadesi ile “Sırât-ı Müstakîm”e yönelmeyi temsil eder. Dolayısı ile kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye çevrilmesini de Ehl-i Kitab’ın Hz. İbrahim’in dinî mirasını tahriflerine karşı bir cevap ve bu sûretle dinin yeniden İbrahimî orijinine iadesi olarak anlamak gerekiyor (Bkz. Âl-i İmran/64-91). Bu tahrifatla birlikte tahrifata son verip dini yeniden asli orijinine iade edecek bir elçinin (Hz. Muhammed) geleceği ise Hz. İbrahim’in Kenan’dan Hicaz’a hicreti ve Mekke’de oğlu İsmail’le birlikte Kâbe’yi inşa etmesi, söz konusu bu tahrifat ve tahrif edilen Risâlet mirasının Hz. Muhammed ve onun izleyicileri yani İslam ümmeti tarafından aslına iadesinin önceden haber verilmesi anlamına gelmektedir (Bkz.Bakara/127, 129).

Kur’an, bu konu ile ilgili bilgilerin Ehl-i Kitab’ın elindeki kaynaklarda sansürlenmiş olarak bulunduğunu belirtir (Bkz. Bakara/146,147). Buradan da anlıyoruz ki kıble sadece bir ibadeti yerine getirmek ve ibadetimizin kabul edilmesi için yöneldiğimiz fiziki bir mekân olmayıp herkesin kendi dini, inancı, dünya görüşü, dahil olduğu medeniyet ve benimsediği ideolojisi vs. onun kıblesi olmaktadır (Bkz. Bakara/148). Dolayısı ile namazda Kâbe’yi kıble edinmek bu “kıbleler kaosu” içinde savrulmadan her türlü tahrifat ve çarpıtmalardan arınmış dosdoğru bir İslam anlayışı üzerinde olmakla aynı anlama gelmektedir (Bkz. Fatiha/7, Zuhruf/43, Fussilet/30,32). Buradan hareketle namazlarda maddi ve fiziki anlamda kıbleye yani Mekke’ye ve Mescid-i Harâm’a yönelmemiz dinde “Sırât-ı Müstakîm” yani “dosdoğru yol” üzere olmamızı temsil etmektedir. Eğer dinde “dosdoğru yol” yani “Sırât-ı Müstakîm” üzere değilsek sadece fiziki ve maddi anlamda Mekke’ye ve Mescid-i Harâm’a yönelerek namaz kılmak, namazı da fesada sokan içi boş bir ritüele dönecektir. Zaten çok büyük kitleler namazda okudukları sûre ve duaların anlamını bilmeden kıldıklarından namaz, oradan bir yara alıyor. Anlamını bilenler ise üzerinde düşünüp akletmediklerinden onlar da o nedenle doğru istikameti yakalayamadıklarından İslam ümmeti çobansız bir sürüye dönmektedir.

Tekrar belirtecek olursak İslam ümmeti yeryüzünün rehber, öncü, önder ve lider ümmetidir. Yani İslam inancı bunu gerektirmektedir. İslam ümmeti kendisi dışında hiçbir dünya gücünün kontrol ve güdümünde olamaz. Aksi halde “Sırât-ı Müstakîm” üzerine olmanın bir anlamı kalmaz. Her şeyden önce İslam Ümmeti dediğimiz toplum, çok uluslu yani enternasyonal bir toplumdur. Ümmet, modern anlamda İslam enternasyonalizmini temsil eder. Dolayısı ile ümmeti oluşturan uluslar her biri ayrı ayrı gidip dünya egemenleri ile iş tutamaz. Ayette “Mü’minler, mü’minleri bırakıp kâfirleri velî edinmesinler!” buyurulur (Bkz. Âl-i İmran/28). “Onlar, birbirlerine şefkatli ve merhametli, kâfirlere karşı sert ve heybetlidirler.” (Bkz. Fetih/29) Misyonlarını yerine getirmek için ekonomik, askeri, siyasi bütün imkanlarını bir araya getirmek zorundadırlar. İşleri aralarında meşveret ve şûrâ iledir (Bkz. Şûrâ/38). Bu ayetlerde bahsedilen kâfirlerin yeryüzünde fitne ve fesat peşinde koşan dünya egemenleri kâfirler olduğunu belirtelim. Yoksa Kur’an barışçı kâfirlerle insani ilişkiler geliştirmeye karşı değildir (Bkz. Mümtehine/8).

Sonuç olarak Mü’minler, her biri diğerinden kopuk dağınık ve örgütsüz ve keyfi takılamazlar, birbirlerinden kopuk bir şekilde ve kâfirlerle iş tutamazlar. Birbirleri ile iş tutmak zorundadırlar Buna “velayet” diyoruz. İslam inanışına göre yeryüzünde barış ve adalet ancak İslam’la yani İslam’ın yol göstericiliği ile hâkim olur. Kur’an, mü’mini bu misyona hazırlayan ve ona bu misyonu yerine getirmekte ruhsal ve zihinsel liyâkat sağlayan bir okul işlevi görmektedir. Mü’minler bu donanıma, imana, ehliyet ve liyâkate sahip idarecileri iş başına getirmek zorundadırlar (Bkz. Nisa/58, 59). Aksi hâlde yeryüzünde vukû bulan bütün zulümler, haksızlıklar, adaletsizliklerin; acı, kan ve gözyaşının vebaline ortak olurlar.

Rabbim, bizleri Sırât-ı Müstakîm üzerine hidayet eylediği kullarından eylesin!

Devamını Okuyun

GÜNDEM