Connect with us

Yazılar

Alman Solu, Aksâ Tûfânı’nı Anlamakta Nasıl Başarısız Oldu?

Yayınlanma:

-

Aksâ Tûfânı’ndan bir yıl sonra, İslamcı grubun nesillerdir devam eden çatışmayı nasıl yükselttiğine bakmanın, Alman solunun uluslararası politikayı anlamakta nasıl başarısız olduğunu bir kez daha göstermesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak, ülkedeki solun ve birçok anarşistin İsrail/Filistin’deki ve şimdi de Lübnan’daki savaşa nasıl makul bir yaklaşım bulamadığını görüyoruz. Bu metin Almanya’daki aktivistler için pek de sürpriz olmayacaktır. Aynı zamanda, diğer bölgelerdeki anarşistlerin ve solcuların Alman “Antideutsch”unu anlamalarının ve onu sadece bir tür politik doğruculuğun şaka versiyonu olarak değil, kendi idealleri olan politik bir hareket olarak görmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum.

Tarih için zaman yok mu?

Almanya’nın yeniden birleşmesini eleştiren otoriter Komünist Gruplardan doğan bir hareket olan antigermanların tarihini çok derinlemesine incelemenin bir anlamı yok; antigermanlar, ideolojilerini milliyetçilik karşıtlığı ve Batı yanlısı duruşun bir karışımı olarak geliştirdiler. Antigermanlar sadece İsrail ile dayanışmayı savunmakla kalmıyor, hareketin daha radikal ve gerici kesimleri de ABD’nin dünya çapındaki emperyal projelerini çeşitli biçimlerde destekliyor. Antigerman ideolojisinin Siyonizm yanlısı kısmı, antisemitizme karşı mücadelenin bir parçası olarak görülebileceği gibi, komünist hareketin bazı kesimlerinin Filistinlilerin İsrail’den bağımsızlık mücadelesi de dahil olmak üzere ulusal kurtuluş hareketleriyle aralarına mesafe koyma çabası olarak da görülebilir.

Yıllar geçtikçe, dünya çapında ulusal kurtuluş hareketlerinin gerilemesiyle birlikte, antigermanların ana projesi İsrail’e destek ve antisemitizme karşı mücadelenin kendi versiyonları haline geldi. İsrail devletine verilen destek, ne kadar korkunç olursa olsun İsrail hükümetinin tüm politikalarına verilen desteğe dönüştü. Kendilerini Siyonist yanlısı olarak tanımlayan pek çok antigermanla ve hatta Yahudi toplumuyla hiçbir bağlantısı olmadan kendilerine “Siyonist” diyenlerle tanıştım. Siyonizme yönelik eleştirilerin bir kısmı düpedüz antisemitik olsa da antigermanlar Yahudi cemaatinin içinden gelse bile her türlü eleştiriyi bir kenara koyacaktır. Bu tür eleştirileri anti-Semitik olarak etiketlemek, herhangi bir tartışmadan ya da kişinin kendi siyasi görüşlerini eleştirel bir şekilde inceleme ihtiyacından kaçmanın kolay bir yoludur.

Antigerman sahnesinde hevesli bir sıklıkla “müslüman” kutusuna konulan Araplara karşı ırkçılık bulabilirsiniz. Yahudi solu ve anarşistlerle ilişkiler karmaşıktır. Çoğu anti-Siyonist Yahudileri görmezden gelmeyi tercih etse de antigerman hareketinin bazı kesimleri antisemitizmle mücadele etmek amacıyla zaman zaman “yanlış” Yahudilere saldırmaktadır.

Antigerman hareketi başlangıçta otoriter komünistler arasında ortaya çıkmış olsa da ideolojisi neredeyse tüm sol ve anarşist gruplara yayılmıştır. Birkaç on yıl içinde Ortadoğu siyasetinde baskın bir konuma gelmeyi başardı. Bugün kendilerini tamamen antigerman olarak tanımlayan grupların sayısı azalmış olsa da çoğu anarşist ve sol grup antigerman bir gündemi, politikalarına entegre etmektedir. FAU’dan yerel anarşist örgütlere kadar Siyonizm yanlısı bir yaklaşım, norm olarak görülebilir.

Geçmişten geleceğe mi?

Alman solu tarafından 7 Ekim’de gerçekleştirilen saldırının ardındaki nedenlerin bütün karmaşıklığını anlamak için derin bir analiz ya da girişimde bulunulmadı. Destek, doğrudan devlete gitti. Hamas ve müttefikleri tarafından öldürülenler, durumla ilgili siyasi görüşleri ne olursa olsun, otomatik olarak “kurban” oldular. Alman solu için öldürülenlerin ailelerinden gelen gerilimi düşürme çağrılarını görmezden gelmek kolayken, İsrail solu ve liberaller Netanyahu’nun kendi çıkarları doğrultusunda şiddeti tırmandıracağından oldukça emindi. Rehinelerin aileleri, yakınlarını savaş için bir bahane olarak kullanmaya çalışan sağcı bir hükümeti protesto ederken Alman solu hevesle “Hamas”a karşı bir tırmanış arıyordu. Hamas’ın eylemlerinin kolektif sorumluluğu kolayca Gazze Şeridinde yaşayan herkesin omuzlarına yüklendi. “Hamas’a oy verdiler”, “Özgürlük istiyorlarsa Hamas’a karşı ayaklanmalılar”, “Onlar tüm Yahudileri boğmak isteyen antisemitler”; bu iddialar onların Gazze’deki İsrail saldırıları hakkında ürettikleri gerekçelerden sadece birkaçı… Sağcı siyasi hareketlerden bahsetmiyorum, kendilerini solcu ya da anarşist olarak gören pek çok insandan bahsediyorum!

Tiktok’ta canlı yayınlanan IDF tarafından işlenen savaş suçları çoğunlukla görmezden gelindi ya da insanların ‘endişe’ duymasına neden oldu ancak İsrail devletini destekleme yönündeki genel eğilim devam etti. Alman solu içinde Filistinlilere yönelik tutum düşmanca olmaya devam ederken Ortadoğu’da yaşananların gerçekliği ile Almanya’daki uydurma siyaset dünyası arasındaki uçurum daha da büyüdü. Bu noktada, Netanyahu hükümetinin her şüpheli eylemini İsrail sağının meşru müdafaa gerekçesiyle meşrulaştırmak Alman solu için oldukça yaygındır. Savaş suçları, İsrail kötü adamla -Avrupa ve Ortadoğu’nun Yahudi karşıtı geçmişinden ve bugününden şu ya da bu şekilde sorumlu olan Araplarla- savaştığı sürece iyi kabul ediliyor.

İlginçtir ki sol hareket içinde İsrail’e ilişkin pek çok siyasi pozisyon, Alman devletinin bu konudaki ideolojisiyle uyumludur. İktidardaki siyasi partiler değişiyor ancak bunların neredeyse hiçbiri Ortadoğu’daki durumu herhangi bir şekilde etkileyecek kadar eleştirel değil. Antigerman hareketin talepleri ve değerleri birçok yönden belirli etkinlikleri yasaklayan, boykot kampanyasını destekleyenlerden fonlarını çeken ya da “istenmeyen” aktivistlerin ülkeye girişine izin vermeyen devlet politikalarına dönüşüyor. Bu durum, eğitim çalışmaları için de geçerlidir. İsrail’le ilgili Alman sol projelerinin Alman devleti tarafından finanse edilmesi oldukça yaygındır. Açıkçası bu eğitim etkinlikleri genellikle İsrail devlet politikasına verilen siyasi desteğin sol ve anarşist çevreleri etkileyen bir uzantısıdır.

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Alman solunun bugünlerde bu konuda söyleyecek sözü olan İsrail veya Filistinli solcuları, anarşistleri ve hatta liberalleri görmezden gelmeyi ve bazen proaktif bir şekilde izole etmeyi tercih etmesi mantıklıdır. Bu tür aktivistlerin etkinlikleri sabote ediliyor ya da onlar konuşacak yer bulmakta zorlanıyorlar[1] (solun devasa altyapısına rağmen).  Alman devleti tarafından Filistinlilerle dayanışma amacıyla ya da Netanyahu rejiminin politikalarını protesto etmek için örgütlenen aktivistlere yönelik baskılar genellikle görmezden geliniyor ve yerel sol hareket, Yahudi ve Filistin diasporası üzerinde oluşan büyük baskıyı görmezden gelmeyi tercih ettiği için yabancı aktivistler kendi hâllerine bırakılıyor. Yerel antifaşistleri, Ortadoğu’nun farklı bölgelerinde ezilen halklarla herhangi bir şekilde dayanışma gösterirken görmektense, Filistinli veya Siyonizm karşıtı Yahudi gösterilerinde İsrail bayraklarıyla protesto ederken görmek daha yaygındır.

Alman solunun Netanyahu ve savaş makinesine karşı mücadelede İsrail ya da Filistin’de destekleyeceği müttefikleri olsaydı durum farklı olabilirdi. Ancak yıllarca süren antigerman politikalar, Ortadoğu’daki durum hakkındaki cehaletle birleşince Alman solunu siyasi izolasyona itti: Siyonist sağın onlara gerçekten ihtiyacı yok ancak İsrail veya Filistin’den herhangi bir ilericiye de yakınlaşmak istemiyorlar. Antigerman ideolojinin kuşaklar boyu gelişmesi, İsrailli Yahudiler ya da Filistinlilerle işbirliğini daha da zorlaştırıyor: Bugün solcu ve anarşist hareket çoğunlukla antigerman söylemleri takip eden gençleri kabul ediyor ve bunları sorgulayabilecek olanları, Ortadoğu’daki duruma ideolojik yaklaşımları Mao’nun ölümünden bu yana değişmeyen otoriter komünistlerin ellerine itiyor. Sonuç olarak, önümüzdeki yıllarda durumun gerçekten makul bir yönde gelişmesi için çok az şans var.

Şiddet ve ölümle geçen bir yılın ardından, Ukrayna’daki savaşla ilgili olarak gördüğümüz hataların hemen hemen aynısını görüyoruz. İdeoloji gerçekliğe galip gelirken çok az kişi durumu anlamak ve ona ciddi bir yaklaşım geliştirmek için çaba sarf ediyor. Savaşın ve seferberliğin şoku çok çabuk geçiyor; sol ve anarşist çevrelerdeki çoğu insan, siyasi hareketlere katıldıklarında var olan ideolojik dogmalara geri dönüyor. Böyle bir atmosferde hem sol hem de anarşist hareket, hataları tekrarlamaya ve aynı tuzağa tekrar tekrar düşmeye mahkûmdur; eğer krizi anlamak için çaba göstermeye ve siyasi değerlerimize göre cevaplar geliştirmeye karar vermezsek tabii. Aksi takdirde, geleceğin yaklaşan fırtınalarında, dünyayı siyasi güç elde etmek için şiddet ve yıkım kullanmaktan çekinmeyen gerici güçlere teslim etme riskiyle karşı karşıya kalırız.

Bu kriz sayesinde Alman solu ile kriz bölgelerindeki olası yoldaşları arasında büyüyen uçurumu da görebiliyoruz. Savaşlar ve protestolar daha fazla dayanışma ve çaba gerektirirken pek çok kişinin eleştirel siyaseti terk ederek sözde “birinci dünya”nın giderek daha gerici hâle gelen hükümetlerinin sunduğu konforu tercih ettiğine tanık oluyoruz.

Ama ben aslında antigerman geçmişten kopmaya çalışanlara odaklanarak bitirmek istiyorum. Ülkenin dört bir yanında farklı Yahudi ve Filistinli çevrelerle eğitim, dayanışma ve iş birliği üzerine çalışan gruplar var. Zamanlarını işgal altındaki bölgelere seyahat ederek yerel halkı ve onların devlet şiddetine karşı mücadelelerini tanımaya harcıyorlar. Bu insanlar, sol ve anarşist çevrelerde çok küçük olmalarına rağmen radikal ve devrimci siyasetin Almanya’da bile canlı olduğuna dair umut veriyorlar.

Kaynak: black-stork.writeas.com

[1] Yahudi anarşist Uri Gordon’un birkaç yıl önce Leipzig’de düzenlediği bir konferans, hiçbir sol organizasyonun konferans vermesine yer tahsis etmemesi nedeniyle özel bir odada gerçekleşti.

Yazılar

Parrhesia: Filistin Eylemleri Üzerine – Serhat Altın

Yayınlanma:

-

Antik Yunan kavramlarından biri olan parrhesia; diğer dillere “özgür konuşma”, “dürüst konuşma”, “açık sözlülük” diye çevrilmiştir. Aslında bu tanımlamalar “parrhesia”nın sınırlarını daraltmaktadır.

Parrhesia; ölüm, sürgün ve zindan pratiklerine ya da var olacak bütün tehlikelere rağmen hakikat aktarımıdır. Peki, her doğruyu söyleyen kişi parrhesia eylemini gerçekleştirmiş olabilir mi? Hayır çünkü hakikatin bir bedeli olmalıdır! Bedeli olmadan beyan edilen hakikat, sadece doğru olabilir ama parrhesia, “rahatsız edici” olmalıdır.

“Rahatsız edicilik” derken büyük bir parrhesist kişilik olan merhum Ali Şeriati’nin; “Sizi rahatız etmeye geldim” sloganından yola çıkarak bu yazımızda sadece Filistin eylemlerinin yansımalarından bahsedelim.

Filistin direnişi hiç şüphesiz küresel çapta bir vicdan intifadası yarattı. Bu vicdan intifadasının yansımaları gerek evlerimizde, sokaklarımızda toplumlarımızda, gerek devlet erkanında ve uluslararası devlet ilişkilerinde insanların/toplumların Filistin meselesindeki samimiyetini, gerçek yüzünü ortaya çıkardı. Türkiye’nin şu âna kadar Filistin direnişi sınavını nasıl verdiği üzerine biraz duralım.

Özellikle 7 Ekim’den sonra Filistin dostları bir avuç da olsalar eylem alanlarından direnişin yanında ve destekçi olduklarını ilan eden sesler yükselttiler. Evet, “bir avuç insan” diyoruz, gerçekten de öyle! Bu bir avuç vicdan sahibi insan; sokaklarda, kampüslerde, limanlarda, iktidarın ve devletin kurumları önünde, şirket binalarında ayaklarının yere bastığı ve seslerinin ulaşılabileceği her yerde direnişin sesini yükseltme gayreti içerisinde oldular. (Vâr olsunlar!)

Direnişe destek olmak için birçok Filistin dostu arkadaşımız -Bu arkadaşlarımız içindeki özellikle işçi/emekçi arkadaşlarımız işlerini kaybetme pahasına; öğrenci arkadaşlarımız ise “Okulu bitireyim, hemen mesleğe atılayım ya da akademik kariyer yapayım.” gibi düşüncelerini bir tarafa bıraktılar.- birçok şeyden feragat etti! Büyük bir fedakârlık örneği gösterdiler. Bu bahsettiğimiz bir avuç insanın söylemlerini ve eylemlerini diğer gruplardan ayıran neydi peki?

Yazımızın başında dediğimiz gibi parrhesia; ne pahasına olursa olsun hakikat söylemini aktarabilmektir ve bu hakikat aktarımının bir bedeli olmalıdır. Linçlenme, zindan ve hatta canı pahasına dahî olsa bu hakikati aktarabilmektir. Elbette bu hakikat aktarımı “rahatsız edici” olmalıdır. Rahatsız edici olmayan, rahatsızlık vermeyen her türlü söylemin açıkçası hiçbir faydası olmayacaktır ve sadece kendimizi avutmakla kalmış olacağız.

Filistin eylemleri için birçok grup meydanlara büyük kalabalıklar topladı. Bu kalabalıkların en sert söylemleri şu oldu: “Kahrolsun İsrail!” Maalesef bu kadar basit klişe bir sloganın ötesine geçemeyip yüz binler toplayabilen, sözüm ona Filistin sevdalıları(!) gruplar ve insanlar neden hâlâ Filistin lehine etkin ve caydırıcı söylemler üret(e)miyor!

Her zaman çok merak etmişimdir: Kolluk güçleri ve bunlara emir verenler için bu toplanan bu yüz binlerce insan, Filistin lehine ve İsrail aleyhine hiç mi rahatsızlık vermiyor? Bahsettiğimiz fedakâr Filistin dostu vicdan sahibi insanların eylemlerdeki sayıları ise ancak yirmileri, otuzları bulabiliyor ve bu eylemlerde onlarca çevik kuvvet otobüsü, yüzlerce çevik kuvvet sadece 20-30 insan için geliyor da bahse mevzu diğer Filistin eylemi için toplanan yüz binlerce insan için neden çok çok az sayıda kolluk gücü toplanıyor? Sizce de burada büyük bir çelişki yok mu?

Tabii ki var!

Fedakâr Filistin dostu eylemcilerinin ağzından çıkan sözler belli ki bam teline dokunuyor ve bir tarafları aşırı rahatsız ediyor ki bu eylemlerin sonunda Filistin dostları söylemlerinin, hakikat beyanlarının bedelini gözaltı, tutuklama, yargılanma, mahkeme mahkeme dolaşma olarak ödüyor!

Peki, Filistin için gösterilere gelen yüz binler, neden ve niçin, kimin safında ve kime karşı bu gösterileri yaptıklarını hiç sorgulamıyorlar mı?

Gösterilerinde işgal rejimiyle ilgili, işgal rejimi aleyhine, mazlumların lehine herhangi bir siyasi/diplomasi/askerî/ticari vd. ilişkiden bahsediyorlar mı?

Onlara düşen ya da verilen görev sadece “Kahrolsun İsrail” sloganları atmak, eylem bittikten sonra gezilerini yapmak, üzerine bir de yemeklerini yiyip iki ayda bir, üç ayda bir tekrar toplanmak mıdır? Bu mudur Filistin ve mazlum halkların yanında olmak? Bu mudur İsrail aleyhtarı olmak? Bu sorgulamaları yapmadan bir yerlere varabilir miyiz? Tekrardan bu soruları kendimize sormamız elzemdir.

Bizler fedakâr Filistin dostları olarak; önümüze arkamıza, sağımıza solumuza bakmadan; “Kimler ne söyler, ne söylemez?” demeden; kınayıcının kınamasından korkmadan hakikat bildiğimiz yolda, sadece Filistin halkının değil, Ortadoğu’nun, dünyanın bütün mazlum halklarının, mustazafların, ezilenlerin, yurdundan edilmişlerin yanında olacağımıza dâir sözümüzü yinelemek isteriz.

Bizlerin, direnişin onurlu evlatlarına sözü var: Bedeli her ne olursa olsun Direniş’ten yana saf tutacağımıza, Direniş’e destek olacağımıza, Filistin’i ve bütün mazlum halkları yalnız bırakmayacağımıza söz veriyoruz!

Devamını Okuyun

Yazılar

Neredesiniz? – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Geçtiğimiz pazar günü eylemden eve dönmüşüz. Katılım yine çok zayıf, camii cemaatinin bile ilgisizliği, duyarsızlığı içimi yakıyor. İktidar baskısından mı korkuyorlar yoksa sadece kendi çevrelerinden olmayanların çağrısına kulak vermek mi istemiyorlar? Belki de hata bizde… “Belki de bir yerlerde yanlış yapıyoruz!” diye kendimi acımasızca sorguladığım bir anda Filistinli bir muhabirin paylaştığı bir görüntüye takılıyor gözüm.

Enkazdan çıkarılan bir çocuğun cesedi… Gözleri sımsıkı kapalı. Sanki hâlâ hayatta. Sanki hâlâ bir sabaha uyanabileceğine inanıyor. Gözkapakları, korkunun mühürlediği kapılar gibi. Binlerce Gazzeli çocuktan sadece biri…

Tabii asıl bomba onun üzerine değil, bizim insanlığımızın üzerine düşmüş ama çoğu kişinin umurunda değil! “Ashâb-ı Uhdûd” kıssası geliyor aklıma. Orada da insanlar ateş çukurlarına atılırken etraflarındakiler sessizdi. Tıpkı bizim gibi… Biz burada susarken orada insanlar yanıyor, açlıktan ölüyor, enkaz altında can veriyor. Biz burada sessizce konforumuza sığınıyoruz. Biz burada susup hımbıl, korkak, pişkin, umarsız dururken onlar orada yanıyor, gömülüyor, açlıktan ölüyor.

Gazze yanıyor. Gazze yıkılıyor. Gazze can veriyor…

Peki ya biz?

Biz; sadece bakıyoruz, sadece izliyoruz! Gözyaşlarımızı bile içimize akıtacak kadar alışmışız suskunluğa!

Peki ya bu sessizlik?

Bu kayıtsızlık?

Nereye kadar?

Sivil Toplum(!) Kuruluşları ve İktidarın Gölgesi

Memlekette yüzlerce, binlerce STK var. Kimi ‘ümmetin sesi’, kimi ‘adalet savunucusu’, kimi ‘mazlumların temsilcisi’ olduğunu iddia ediyor ama ne zaman Gazze için bir ses yükselecek olsa hemen göz ucuyla Saray’a bakıyorlar; “Acaba rahatsız olur mu?” diye!

Çünkü onların sesi, ezilenin çığlığından değil, iktidarın öksürüğünden besleniyor. Onlar için vicdan, sadece ekranlarda kullanılan bir dekor. Onlar için Filistin, birkaç pankarttan ibaret. “İsrail’le ticaret durdurulsun!” denilince susuyorlar. “Kürecik kapatılsın!” denilince gözlerini kaçırıyorlar. “Limanlarımız neden hâlâ Siyonist gemilere açık?” diye sorduğumuzda yanımızdan ayrılıyorlar. Çünkü onlar, hakikatin değil, menfaatin tarafındalar!

Limanlar Açık

İsrail’in kanlı elleriyle işlediği soykırım ortadayken limanlarımız hâlâ açık. Mersin’den, İzmir’den, Çanakkale’den, Kocaeli’nden, Gemlik’ten, Haydarpaşa’dan, Ambarlı’dan gemiler kalkıyor. Kim bilir belki içlerinde Gazze’de kullanılan bombaların hammaddeleri de var.

Bütün dünya görüyorken iktidar, “Ticaret ayrı, vicdan ayrı!” diye kandırıyor insanları lâkin bu; sadece bir kandırmaca değil, apaçık bir ihanettir! Hem Gazze’ye hem de kendi insanlığımıza… Filistinli çocukları diri diri yakan uçakların tankların yakıtı gönderen iktidar, varil başına 1,27 cent alıyoruz diye övünüyor. Soykırım işbirlikçiliğini bile pazarlamaya çalışan bir iktidarla karşı karşıyayız.

Kürecik: İsrail’in Gözleri Türkiye’de

Malatya’daki Kürecik radar üssü, ABD ve İsrail’in Ortadoğu’daki gözü, kulağı! O radar, Gazze’ye atılan füzelerin yönünü tayin ediyor belki de fakat biz, o radarı kapatmıyoruz! Bir yandan Amerika, bu coğrafyada kimin patron olduğunu bize her gün hatırlatıyor. İran savaşı sırasında bu radar İsrail’e giden füzeleri ve rotalarını İsrail’e iletmediği söylenebilir mi? Kürecik radar üssünü bile kapatamayanların İran’a veryansın etmeleri ne acayip bir şeydir!

Biz Neredeyiz?

Biz halk olarak ne yapıyoruz? Birkaç tweet, birkaç kısa süreli eylem, sonra gündelik hayatın boğucu çarkına geri dönüş… Marketten alışveriş, akşam dizileri, tatil plânları… Gazze’de çocuklar yakılarak öldürülürken biz burada kahvemizin tadını eleştiriyoruz.

Bu nasıl bir çürümedir?

Vicdan bu kadar mı körelir? Kardeşlerimiz, din kardeşlerimiz, insan kardeşlerimiz orada diri diri yakılırken, aç bırakılırken, toprağa gömülürken biz burada nasıl bu kadar rahat olabiliriz?

Sorumluyuz!

Evet, iktidar sorumlu.

İsrail’le yapılan her kirli ticaretin, her diplomatik gülümsemenin, her karşılıksız sessizliğin ortağıdır, soykırımın ABD’den sonra en büyük ortağıdır.

Ama biz de sorumluyuz!

Sustuğumuz için, korktuğumuz için, konforumuzun bozulmasını istemediğimiz için sorumluyuz!

Bu işbirlikçi iktidara bu ülkeyi dar etmediğimiz için biz de suçluyuz!

Bu eylemsizlik de suçtur. Bu sessizlik de cinayete ortaklıktır. Gazze’de ölen her çocuğun bedeninde biraz da bizim korkaklığımız, bizim suskunluğumuz, bizim edilgenliğimiz yatıyor!

Artık Yeter!

Bu halk, bu ümmet, bu coğrafya daha fazla susamaz! Limanlar derhâl kapatılmalıdır! İsrail’le her türlü iş birliği sonlandırılmalıdır! Kürecik radar üssü, bir gün bile beklenmeden sökülüp atılmalıdır!

Ve biz, bu davayı sadece sosyal medyada değil, sokaklarda, meydanlarda, zihinlerimizde ve dualarımızda da taşımalıyız.

Çünkü Gazze, sadece Gazze değildir.

Gazze, bizim yitirdiğimiz insanlığımızdır.

Ve o insanlık hâlâ toprağın altından, enkazın içinden feryat ediyor:

“Neredesiniz?”

Devamını Okuyun

Haberler

İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor

Yayınlanma:

-

İsrail güçleri sistematik olarak ve son dakikalarda yayımladığı yer değiştirme emirlerini bir şiddet aracı olarak kullanmaya devam ederek Gazze Şeridi’ni Filistinliler için gerçek bir yeryüzü cehennemine dönüştürüyor.

Kesintisiz bombardımanlar, insani yardımın neredeyse tamamen engellenmesi ve yerinden edilme emirleri; yüz binlerce insanın hareket etmek zorunda kalması ve giderek daha dar alanlara sıkışıp kalması anlamlarına geliyor.

Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières-MSF), sürekli alarm durumunun ve yerinden edilme emirlerinin öngörülemezliğinin insanların ruh sağlığı üzerinde yıkıcı sonuçlar doğurduğuna işaret ediyor. Tahliye emirleri yoluyla zorla yerinden etme, derhâl durdurulmalıdır!

MSF Acil Durum Koordinatörü Claire Manera bu durumu, “İsrail güçleri fiziksel ve psikolojik savaş taktikleriyle Gazze’deki Filistinlilerin tüm yaşam imkânlarını yok ediyor. Zorla yerinden etmeler, gidecek başka yeri olmayan Filistin halkına karşı İsrail makam ve güçleri tarafından uygulanan etnik temizlik kampanyasının bir parçasıdır.” diyerek kınadı.

Savaşın başlangıcından bu yana Filistinliler, defalarca tahliye edilmek zorunda kaldı. Pek çok MSF çalışanının da yaşadığı gibi pek çoğu, tekrar tekrar sürüldü!

İsrail’in 18 Mart’ta ateşkesi bozmasından bu yana 31 tahliye emri çıkarmasıyla birlikte tekrarlanan zorunlu göçler Filistinlileri sonu gelmeyen bir acı döngüsüne hapsetti!

19 Mayıs’ta Han Yunus bölgesindeki tek bir seferde verilen büyük ölçekli tahliye emri, şeridin %22’sini kapsadı ve 70’ten fazla MSF çalışanını da etkiledi. 26 Mayıs’taki bir başka tahliye emri ise orta ve güney Gazze’nin %40’ını kapsadı.

MSF’nin lojistik müdürü Omar Alsaqqa, “Meslektaşlarımız çaresiz durumda!” diyor. “Hiç çadır kalmadı ve insanların çadır kurabileceği bir alan da yok zaten. Meslektaşlarım gecenin bir yarısı çocuklarıyla nereye gidebileceklerini sorduklarında onlara nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Hayatta kalmak için seçeneklerimiz gittikçe tükeniyor.

Yerinden edilme emirleri ve halkın girişinin yasak olduğu askeri bölgeler, şu anda Gazze’nin yaklaşık yüzde 80’ini kapsıyor ve Gazze’nin tek bir bölgesi bile saldırılardan masun değil!

26 Mayıs Pazartesi günü MSF ekipleri, Gazze’nin merkezindeki Han Yunus’ta kuruluş tarafından işletilen sağlık merkezinin çok yakınında, tam da insanların hareket etmesi gereken bölgede gerçekleşen bir saldırının ardından 17 hastayı tedavi etti.

Halk bir bölgeyi boşaltıyor ve ardından sözde “güvenli bir yer” bombalanıyor. 18 Mart’tan bu yana yaklaşık 600.000 kişi yeniden yerinden edildi.

Çocuklarımı uyandırdım ve onlara, bulunduğumuz yerden süratle ayrılmamız gerektiğini söyledim. Ağlamaya başladılar. Sırt çantalarını kaptılar. Dehşete düşmüştüm ama kalbimin korkuyla çarptığını hissetmeme rağmen sakin görünmeye çalıştım.” diye anlatıyor MSF idari uzmanı Asmaa Abu Asaker, mahallesinde yerinden edilme emri çıkarıldıktan sonra.

Öngörülemeyen Tehcir Direktifleri

Yerinden etme emirleri, öngörülemez ve çok kısa süreleri kapsayacak biçimde geliyor. Bu işleyiş, hayatı iyice çekilmez hâle sokuyor.

Broşürler, sosyal medya bildirimleri ya da telefon aramaları yoluyla gelen bu emirler; yakın bir saldırı olduğunu bildiriyor ve insanlara eşyalarını toplayıp sığınak aramaları için sınırlı bir süre tanıyor!

İnsanları, çoğu zaman gecenin bir yarısı, gidecek hiçbir yerleri olmadan ve hayatlarını riske atarak defalarca göçe zorlamak, sadece fiziksel bir etki yaratmakla kalmıyor aynı zamanda büyük bir psikolojik hasara da neden oluyor.

Birkaç kez yerinden edilmiş MSF psikoterapisti Sabreen Al-Massani, “Bu sefer eşyalarımı toplamak istemiyorum. Bavul yok, evrak yok, hiçbir şey yok! Nedenini bilmiyorum, belki de zihinsel tutumum yanlış ama evimi tekrar terk etme fikrini sindiremiyorum!” diyor.

Un ve gıda malzemeleri olmadan yeni bir mücadele başladı. Evden işe, işten eve seyreden normal bir hayatım vardı. Birdenbire temel eşyalara, suya, telefonumu şarj edecek bir yere erişimim olmadan zor bir ortamda, başkalarıyla yaşamak durumunda kaldım. Sonra başka bir tahliye emri geldi ve yaşadığımız bölge tümüyle vuruldu!” diye ekliyor Sabreen Al-Massani.

Uyarı Yapılmadan Yapılan Bombalamalar

Yerinden edilme emirleri, Filistinlileri giderek daha küçük alanlara sıkışmaya zorlarken İsrail güçleri de herhangi bir uyarıda bulunmadan saldırılar yapıyor.

9 Nisan’da Gazze’de yedi binadan oluşan bir yerleşim birimini hedef alan bombalı saldırıda 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenler arasında, saldırı sırasında çalışmakta olan ve yakınlarının enkaz altında kaldığını sonradan öğrenen iki MSF çalışanının ailesi de vardı.

Sürekli bir alarm durumundayız; her an yaşadığımız yerden ayrılmamız için bir bildirim alabiliriz. Sıranın bize gelebileceğini düşünmekten geceleri uyuyamıyoruz.” diyen Al-Massani, bunun Filistinlilerin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini anlattı.

MSF, İsrail güçlerine Gazze’deki Filistinlileri zorla yerinden etme ve etnik temizlik kampanyasını derhâl durdurma; İsrail’in müttefiklerine de İsrail’e desteklerini sonlandırma ve suç ortaklığını bırakma çağrısında bulunuyor!

Kaynak: msf.org.br

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x