Connect with us

Yazılar

“Adıyaman: Sahipsiz Memleket” – Alperen Gençosmanoğlu

Yayınlanma:

-

6 Şubat 2023 saat 04:17’de Maraş merkezli gerçekleşen 7.6 şiddetindeki depremden yaklaşık 51 saat sonra Adıyaman’daki Bozbey Caddesi’nde bir enkazın başındaydık. Vardığımızda bizim gibi Gümüşhane’den oraya daha öncesinde varan arama-kurtarma konusunda yetkin ve tecrübeli ekipler enkazın başında çalışma halindeydiler. Yola çıktığımız ekibimizin bir kısmı Acil Yardım ve Afet Yönetimi Bölümü’nün öğrenci ve hocaları olmakla birlikte üniversitenin pek çok farklı biriminden gönüllüleri düşününce çoğunlukla amatörlerden oluşan bir ekip olduğumuzu söyleyebilirim. AYAY’dan hocamız bize turuncu AYAY yeleklerini dağıttı, üzerimize giyip enkaz başında çalışan ekibe zincir oluşturarak kovalarla elden ele çıkarılan molozun alandan tahliyesine yardım etmeye başladık.

Çalıştığımız enkazda yaşam belirtisi tespit edilmişti, bu sebeple motivasyon yüksek, umut ve gerginlik had safhadaydı. Bu sırada çevreden birçok depremzede yanımıza gelerek kimi zaman gözyaşları içinde yalvararak, kimi zaman sitem ederek, kimi zaman bu yetersizliğe ve geç kalmışlığa isyan ederek öfke içinde bizleri henüz yeterli müdahalenin gelmediği ya da hiç müdahale edilmemiş olan kendi yakınlarının olduğu ve ses aldıklarını söyledikleri enkazlarına götürmek için canhıraş şekilde dil döküyorlardı. Ancak ekibin, enkazdan ses aldığı için oradan ayrılması mümkün değildi. O sırada hocamız, ekipten gelen bir uyarı üzerine yanımıza gelerek şimdilik yelekleri çıkarmamızı tembihledi, zira yardım feryadı ile yanımıza gelen insanlar bu kadar yelekli insanı bir arada görünce arama-kurtarma konusunda yetkin birçok insanın bir enkazda toplandığı varsayımına kapılmakta, bu da gerginliğe sebep olmaktaydı.

Adıyaman Valiliği’nin bulunduğu sokağın hemen arkasında, neredeyse baştanbaşa yıkılmış enkazlarla kaplı bir caddede çalışıyorduk. Vardığımız 3. gün itibariyle 100 metrelik bir hattın üstünde belki de ondan fazla iş makinesi çalışıyordu. Buna rağmen boşta bekleyen enkazlar, hâlâ iş makineleri talep eden birçok depremzede vardı. 3. gün itibariyle en azından o caddede birçok kepçe yerini almış olsa da arama-kurtarma noktasında yeterli düzeyde tecrübeli ve yetkin insan sorunu devam ediyordu. Tabii ki bu durum makine gücü noktasında tüm sorunların hâllolduğu anlamına gelmiyor. Bölgede bulunduğumuz süre içinde Gümüşhane’den yanımızda getirdiğimiz jeneratör, kırıcı-delici matkap, mazot ve benzin pek çok yerde ihtiyaç duyulan, enkazlarda can kurtarmak için kullanılan araç-gereçlerin başında geliyordu. Öte yandan iş makinesi olarak kepçe daha bol miktarda görünse de kırıcı ve vinç noktasında şehrin ihtiyacını karşılayacak bir durumdan bahsetmek mümkün değildi. Ekipler enkazlarda çalışma yaparken çoğu zaman binanın yıkılmamış halini görmek istiyorlar, ya da binayı bilenlerden evin plânını öğrenip ona göre ilerlemeye çalışıyorlardı. Kimi binalar ezilmiş konserveye dönmüş, kimi binalar yanındaki binanın içine girmiş, kimi yerde enkaz molozları ile hurdaya dönmüş arabalar birbirine karışmış… Ancak öyle ki bazı binalar teneke kutunun burulup parçalanması gibi akıl almaz bir hâl almıştı.

Alanda bulunduğumuz birkaç saatin ardından başında beklediğimiz enkazdan iki kız çocuğunun ve bir kadının canlı çıkarılması alanda tarifsiz bir sevinç yarattı. Bizim için de unutulmaz bir şahitlik oldu. Bu kurtarışların insanları gözyaşları içinde bırakan tarifsiz mutluluğunu düşününce buna vesile olmanın ürettiği tesir ve kıymeti bizzat Allah’ın müjdelediğini hatırlıyor insan: “Kim bir canı kurtarırsa bütün insanları diriltmiş gibi olur.” Enkazların kendine has garip bir ortamı vardı, yaşayanlar kurtarıldığında da cenazeler çıkartıldığında da insanlar gözyaşları içinde kalıyor ve her iki durumda da çoğu zaman tekbirler getiriliyordu.

Pek çok enkazın önünde insanlar, yaşlı teyzeler, küçük çocuklar beton yığınlarına hapsolmuş yakınlarına ağıtlar yakıyorlardı. Ülkede ağıtlara mahkûm edilmiş olan Kürtçenin yeniden hüzünle ve çaresizce dile gelişine şahit oluyorduk. Kışın en sert günlerinde sokak ortasındaki uzun bekleyişleri esnasında depremzedeler bir yandan ateşler yakarak kendilerini soğuktan korumaya çalışırken diğer yandan göçük altında kalanların geceyi atlatıp atlatamayacağı endişesiyle kahroluyorlardı. Ben de çoğu zaman denk geldiğim bu ateşlerde, ayakta kalabilmek için kendimi biraz ısıtmaya çalışıyordum.

Şehre varmamızın birkaç saat sonrasında ekibimize kentin farklı noktalarındaki enkazlardan kurtarılmayı bekleyen canlı insanlar olduğuna dair haberler, çağrılar geliyordu. Bu şekilde haber gelen yaklaşık iki kilometre uzaklıktaki bir noktaya şehirdeki trafik sebebiyle yürüyerek gitmeye karar verdik. Bu sırada büyük oranda şehrin ana caddesi üzerinden ilerledik, enkazların yaygınlığına ve insanların müdahale olan yerlerdeki ümitvâr duruşlarına, henüz müdahale edilmemiş, artık ses duyulamayan yerlerdeki çaresiz bekleyişlerine tekrar tekrar şahit olduk. Bize verilen adrese ulaştığımızda bir ailenin taziye haliyle karşılaştık. Bize enkaz içindeki vefat etmiş kızlarının sıkışmış ayağını gösterdiler. İlk iki gün gelmeyen yardım ve artık alınamayan sesler arasında, yakınlarının bedenlerini çıkarmak için, elleriyle kazıyarak kendilerini parçalarcasına gösterdikleri çabaları anlattılar. Aslında bunun için söze de ihtiyaç yoktu, anlatanın ellerine bakmak pek çok şeyi görünür kılıyordu zaten.

Oradan çaresiz dönerken şehrin ana caddesi üzerindeki pek çok enkazdan birinin önünde bekleyen bir kişiyle konuştuğumuzda, çeşitli ekiplerin binada canlı olması dolayısıyla oraya geldiğini ancak eldeki teçhizat, ekip durumu ve binanın yıkılma biçimindeki zorluk dolayısıyla müdahale etmeden gittiklerini, enkazdakilerin ölüme terk edilişini göz göre göre kabullenmek zorunda kalmasını umutsuz ve perişan bir halde bizimle paylaştı. Bu durum onun için Adıyaman’ın unutulmuş ve hiçe sayılan bir şehir olduğuna dair inancını katmerlendiren bir hâl almıştı. “Adıyaman’ın plakası 02, başlarda geliyormuş gibi ama kimsenin gözünde değerimiz yok, bizi silip atsınlar, Adıyaman sahipsiz!” gibi serzenişlerde bulunurken, kendi yakınlarının hemen bitişiğindeki binada vefat eden milletvekilinin naaşının özel imkânlarla kısa sürede enkazdan çıkartıldığını ama kendisi gibi garibanların hâlâ beklediğini ekledi. Bu karşılaşmanın ardından Bozbey caddesine geri döndük.

Valilik binasının tam karşısında yer alan enkazın önünde toplanan kalabalıktan bir vatandaş tüm öfkesiyle feveran etmeye başladı. “Burada devlet yok, devletin de yönetenlerinin de sorumluların da…” Bizim önümüzde bu haykırışta bulunan depremzede de o caddede iş makinelerini ve çalışan ekipleri görüyordu. Ancak deprem olalı 60 saati geçmiş, tam valiliğin karşısında yer alan bir enkazda hâlâ içerideki yakınlarına ulaşmak için arama-kurtarma ekiplerinin ve uygun şekilde ilerlemek için gereken teçhizatın yoksunluğunu çeken ve gözünün önünde bu gecikmeden dolayı yakınlarının ölümünü izlemeye mahkûm bir insanın isyanı karşısında kimin ne söz etmeye hakkı var!

Orada bulunan onlarca insan ya kendi halindeydi ya da sessizce ve başı öne eğik bu isyanı dinliyordu. Bu yazıyı yazarken sosyal medyada devletin savunuculuğuna soyunmuş, mazlum ve acılı insanları aşağılama, yalancı çıkarma pahasına bugüne kadar onlarca çelişik eylemleri, adaletsizlikleri ve zulümlerini milyonlar önünde işleyen ve temsiliyet iddialarıyla devlet diye sahte bir kutsiyet üretenlerin sözlerini muteber göstermeyi iş edinenlere bakıyorum. Sokaklardaki iş makinelerini, kurulmuş çadırları kanıt olarak gözümüze sokmaya çalışarak göçük altında kalan yakınlarının seslerini dinleye dinleye ölümüne şahit olmuş insanlara küfretmekten geri durmuyorlar. Allah, Kuran’da yalnız zulme, haksızlığa maruz kalmış insana kötü konuşma hakkını tanırken (Nisa-148), bunu bastırmaya çalışmak kimin haddine düşer! “Geç kalmış adalet, adalet değildir!” sözü sadece bir Facebook postu değilse yeterli düzeyde arama-kurtarma ekiplerinin ve teçhizatlarının koordineli ve süratli bir şekilde sahaya intikalini sağlamakla görevli makamlardaki insanların sorumlulukları ne olacak! Pek çok insanın “Adıyaman sahipsiz!” demesini gerektirecek bir geç kalınmışlık, yetersizlik ve ihmalkârlığın yol açtığı sorunlarla boğuşmakta olan insanların hakkı kimden sorulacak? İnsanlar arama kurtarma ekiplerinin tabiri caizse parçalanıp aynı anda pek çok enkaza yetişmesini isterken gerekli koşullar sağlansa belki de alanda olmak isteyecek on binlerce maden işçisinin madenlerinde çalışmaya devam etmek durumunda kalmasında sermaye ve devleti ya da devlet denilen kurumları yönetenleri odağa koymamak mümkün mü?

Koordinasyonsuzluğun Sebep Olduğu Mahrumiyetler

Şehirde suların akmadığını biliyorduk ama abdest ve tuvalet ihtiyacı için caddedeki yıkılmamış olan camiye girdiğimde, susuzluğun sebep olduğu ve insanların dertlerini daha da katmerlendiren temizlik sorunuyla karşılaştık. Maalesef tuvaletlerin içi kaçınılmaz bir şekilde neredeyse tamamen pislik ile kaplıydı ve bu durum sadece buraya has değildi. Neredeyse şehrin tamamında şebeke suyu olmaması ve portatif tuvalet gibi çözümlerin henüz ulaşmamış oluşuyla bu tablonun depremin ilk haftasında “olağanüstü halin normali” haline geldiğini söylemek gerekir. Bu noktada tuvaletlerin geldiği durum bana ülkedeki siyasi elitlerin ilan ettikleri her OHAL dönemiyle bizleri ve memleketi içine düşürdükleri hâlin ibretlik bir temsili olarak göründü. Bugün ülkede yönetimi ve gücü elinde tutanların bu deprem felaketinde yaşananlarda bile alabildiğine dik ve mağrur durmayı başarabilmeleri pislik seviyesinin neremize kadar geldiğinin bir göstergesi olsa gerek.

“Belki daha iyi bir durum vardır, su bulabiliriz.” diye düşünerek gecenin sabaha doğru ilerleyen bir saatinde Adıyaman Üniversitesi kampüsüne girdik. Üniversitenin kafeteryasında ve kampüste arabalarının içinde uyuyan birçok insan gördük. Kampüsteki binalardan birine girdiğimizde de lavabolarda yine aynı durumla karşılaştık. Sular akmıyordu ve tuvaletler girilmez hale gelmişti. Bu bizim gibi şehre geçici süreyle gelmiş insanlar için belki zor ama geçiştirilebilir bir durumken neredeyse tamamen evsiz kalmış, enkazların başında yakınlarını ölü ya da diri olarak almak için bekleyen bir şehir, bir yandan da susuzlukla ve bunun yol açabileceği her tür sorunla yüzleşmek durumunda kalmıştı. Depremin beşinci günü akşama doğru Adıyaman’dan ayrılırken bu sorun çözülememişti, sadece Besni’de bir gecemizi geçirdiğimiz kültür merkezinde suların aktığına şahit olduk ancak ilerleyen günlerde bu duruma bir çözüm getirilmesi gündelik hayatın en önemli problemlerinden biri olarak öne çıkıyordu.

İlk günümüzde zaman akşam vaktine doğru yaklaşırken yanımıza aldığımız erzakların dağıtımı için harekete geçtik. İlk iki gün için deprem bölgelerinde ekmek ve içme suyuna erişim sorunlarına dair bildirimler gelmesi, insanların açlık ve susuzluk çekebildiğini duymamız dolayısıyla başka ürünlerin yanında gıda malzemelerine ve ekmeğe ağırlık vermiştik. Ancak şehirde genel bir dağıtıma çıktığımızda ve ertesi gün sabahın erken saatlerinde rotamızı Adıyaman’ın Besni ilçesi ve ilçenin çeşitli köyleri ile genişlettiğimizde ekmek ve su sorununun daha geniş anlamda da gıda ve beslenme sorununun depremin üçüncü ve dördündü günü itibariyle en azından bizim ulaşabildiğimiz bölgelerde akut bir problem olmaktan çıktığını görmüş olduk. Bu sırada farklı bölgelerde pek çok yardım tırıyla, kamyonuyla karşılaştık. Şehir merkezinde de aşevleri ve sabit şekilde konumlanmış yardım tırları görmüştük. Bu süreçte dağıtım ve koordinasyon noktasındaki zafiyeti de bizzat kendimiz gözlemlemiş olduk. Gelen erzak ve yardımların dağıtımında düzgün bir koordinasyon sağlanamaması, gelen yardımların belli bölgelerde yığılmasına ve hangi yardımların nerelere, ne düzeyde ulaşıp ulaşmadığının bilinemezliği gibi ulusal düzeyde sağlanması gereken ancak sağlanamayan bir organizasyon faciasına neden oluyordu. Hangi bölgenin, hangi tür ürünlere ihtiyacı olduğunun tespiti ve çalışmaların bu yönde ilerletilmesinde de ciddi bir acziyet ve de zafiyet durumu söz konusuydu. Bölgeden bölgeye her gün öne çıkan ihtiyaçlar değişebiliyordu, ancak buna göre organize olması gereken ağlar genelde bunun gerisinde kalıyor, kimi zaman ve yerlerde bir araba dolusu erzaktansa bir jeneratör ve delici-kırıcı matkap ya da bir çadır daha kıymetli olabiliyordu. En önemli meselelerden biri gelen yardımların israf olmadan, yığılmaya yol açmadan tüm depremzedelere ulaştırılmasına dair sistematik ve erişilebilir bir sistemin oluşturulabilmesiydi.

Bu noktadaki yetersizliği ikinci gün geceyi geçirmek için gittiğimiz Besni Kültür Merkezi’nde tekrar gördük. Kültür merkezi hem şehre dışarıdan gelen arama-kurtarma ve gönüllü ekiplerin hem de şehir ahalisinin konaklamasına ayrılmıştı. Şehrin ve ilçenin genel durumu göz önünde bulundurulduğunda burası gerçekten çok hayati imkânları olan bir alandı. Hem sular akıyordu hem de elektrik vardı ve burada kalanlar için iaşe anlamında battaniye, yorgan gibi barınma malzemesi; ısınma imkânı ve erzak vardı. Ancak maalesef burada da ekmek gibi uzun süre saklanamayacak ürünlerin biriktiğine ve nasıl dağıtılacağının bilinemediği bir israfa şahit olduk.

Besni’de Bir Enkazın Etrafında

Küçük bir ekiple Besni’deki yardım dağıtımımızı bitirdikten sonra ekibimizin geri kalanı da Adıyaman merkezden buraya intikal ettiler. Besni’nin merkezine vardığımızda düne kadar ses alınan bir enkazdaki kurtarma faaliyetine destek vermeye karar verdik. Yeleklerimizi giyip enkazda konum alırken yurtdışından gelen arama-kurtarma ekipleri de enkaza intikal ettiler. Yurtdışı ekiplerinden bahis açmışken ilçedeki ilginç bir aradalıktan da bahsetmek gerekir. Deprem öncesinde hayatımda Adıyaman merkezde hiç bulunmamış, Besni diye bir ilçe olduğunu duyup duymadığımı bile hatırlayamazken depremin dördüncü günü bu ilçenin köylerini geziyorduk ve ilçe merkezinde Gümüşhane’den buraya gelen bizler gibi ülkenin çok farklı yerlerinden gelen insanlar vardı; en azından benim şahit olduklarım Ankara’nın bir ilçe belediyesinden organize şekilde gelmiş bir ekip, yine Ankara’dan gelmiş itfaiyeciler, Kütahya’dan madenciler, ilçede hareket edecek vasıtaları olmasa da aletlerini yüklenip İstanbul’dan gelmiş inşaat işçileri, buna ilaveten Bulgaristan, Polonya ve Venezuela’dan gelen arama kurtarma ekipleri… Allah bir daha bize böyle felaketler yaşatmasın ve böyle afetlerden muhafaza eylesin ancak Besni’deki bu ilginç buluşmada benim için ve sanırım pek çok başka insan için de hayatlarındaki unutulmaz bir toplanma ânı olmuştur. Tabii ki ilçeye gelen insanların çok büyük kısmı cânı gönülden ve kendi iradeleriyle oraya gelmişlerdi ama dört gün öncesine kadar hiç akıllarının ucundan geçmeyen bir mekânda, hiç tanımadıkları insanlarla aynı gaye için omuz omuza vermeye hazır şekilde bir araya gelmek de insana tekrardan kader karşısındaki bilinemezliğini hissettiriyor ve gayba yeniden iman etmek için bir davet taşıyor.

Herkes önüne çıkan seçenekler ya da açabildiği yollardan, iradesi ve kapasitesi elverdikçe işin bir ucundan tutmaya çalışıyordu. Yurtdışından gelen ekiplerin yanında tanıştığımız bir arkadaş, “Elimden pek bir şey gelmiyor ama yabancı dil bildiğim için yurtdışı ekiplerinin yanında bulunarak, onların enkaz altında kalanların yakınlarıyla ve Türkiye’den ekiplerle iletişimini kurmaya çalışıyorum.” diyordu. Bulgaristan ekibinin yanında ise Bulgarca bilen daha profesyonel bir çevirmen gördüm. Yine de hem burada gördüklerim hem de farklı yerlerden dinlediğim gelen her yurtdışı ekibine kendi dillerinde tercüman sağlama noktasında da sistematik ve başarılı bir çalışma yürütülemediği yönünde oldu.

Enkaz altındakilerin yakınları ve enkaz üzerinde çalışan diğer grupların ikna edilmesi sonrasında yurt dışından gelen ekipler eğitimli köpeklerle enkaz içinde yaşam belirtisi olup olmadığını tespit için hazırlıklara giriştiler. Uygun ortam için bütün iş makineleri ve el aletleri durduruldu. Enkazın üstü ve çevresi boşaltıldı, hatta köpeklerin koku hassasiyeti dolayısıyla herkes yolun karşı tarafına geçti. Deprem sonrası geçen günlere göre oldukça kısa bir süren bu çalışma, belki 10 dakika alsa da enkaz altında kalanların yakınları için yıllara bedel ve gerginliğin had safhada olduğu çileli bir bekleyişti. Çünkü çok geç kalınmış, düne kadar işitilen sesler duyulmaz olmuştu, bu âna kadar yitirilen zaman dolayısıyla artık zaman kaybetmeye sabır kalmamıştı. Öte yandan yurtdışı ekiplerinin canlı belirtisi bulamaması hem o enkazda çalışmayacakları anlamına gelecek, hem de son umutları da yaralayan bir etkiye yol açacaktı ve maalesef sonuç bu yönde oldu. Ancak bu söylediklerimden yurtdışından gelen arama-kurtarma ekiplerine dair olumsuz bir intiba bırakmak istemem. O akşam Türkiye’den arama-kurtarma tecrübesi olan bir ekiple konuştuğumda gün boyu Polonya ekibiyle birlikte çalıştıklarını ve hem sahip oldukları teçhizat hem de içindeki insanların çeşitliliği ve profesyonelliği noktasında takdire şayan bir ekip olduklarını aktarmışlardı. Polonya ekibi kendi kapasitesiyle o gün kolu enkaza sıkışmış ve enkazdan çıkartılmayı bekleyen bir depremzedenin sıkışan kolunun durumuna dair tespitler yaparak, kişinin kendisinden ve enkazın etrafındaki aile yakınlarından onayları ve imzalarını alıp, gerekli anestezik işlemleri yaparak kolu kesip kurtarma çalışmasını başarıyla tamamladıklarını anlattılar.

Başında beklediğimiz enkazda yurt dışı ekiplerinin yaptığı taramalarda yaşam belirtisine rastlanılmaması sonrası o ekipler enkazdan ayrıldı. Ancak enkaz altında kalanların yakınları için küçük de olsa hala bir umut vardı çünkü bu süreçlerde hem insanların bizzat kendi tecrübelerinden gördükleri hem de dolaşımda olan haberlerden öğrenildiği üzere belki istisna da olsa bazen profesyonel bir arama-kurtarma ekibinin ilk planda yaşam belirtisi tespit edemeyerek enkaz altında sırasını bekleyen başka canlara ulaşmak ümidiyle oradan ayrılmak durumunda kalmaları sonrasında başka ekiplerin o enkazlarda beklenmeyen şekilde canlılara ulaşabildiği bilinmekteydi. Öte yandan velev ki bu ümit tükenmeye dönmüş olsa da insanların cenazelerine ulaşmak, naaşlara eziyet edilmeden, bedenler çürümeye dönmeden ulaşma isteğine kim bigâne kalabilir; enkazın önüne arkasına bakmadan bir molozmuşçasına yıkımına kim razı gelebilir ki? İnsanların ölüsünü gömmesinin, bir mezara sahip olmasının ne kadar kıymetli olduğunu ancak bunun yokluğunu çekenlerin yıllar süren çileli bekleyişleriyle bakarak anlayabiliriz sanırım. Srebrenica katliamının üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen, katledilenlerin yakınlarının ölülerinin kemiklerine ulaşarak kendilerine ait bir mezara kavuşmak için bekleyişleri ya da bu coğrafyamızda faili meçhul cinayetlerde yakınlarını kaybetmiş insanların peşine düştüğü arayışta bir yas mekânına sahip olmanın önemini en sert ve yakıcı şekliyle görmek mümkün.

Bu duygular ve ortam eşliğinde ekip olarak burada kalarak enkazda çalışan insanlara yardım etme kararı aldık. O sırada ekibimizin içinde Adıyaman’a bizden önce yine Gümüşhane’den gelmiş olan AFAD koordinesinde çalışan tecrübeli arkadaşlar da vardı. Onlar Adıyaman merkezde hâlâ canlılara ulaşmak için yoğun çaba gösteren ancak artık yorgunluktan tükenmiş bir başka profesyonel ekipten destek çağrısı alınca haklı olarak bizden ayrılarak oraya intikal etmeye niyetlendiler. Bunun üzerine ekibimizin başını çeken hocamız, bu arkadaşlardan aletlerin kullanımına dair ekibimize hızlandırılmış bir eğitim vermesini istedi. Hilti firmasının galat-ı meşhur ile halk arasında ismine dönüşmüş olan delici-kırıcıların ve jeneratörün nasıl kullanıldığı, bu aletlere ilişkin nelere dikkat edilmesi gerektiği, olası sorunların neler olabileceği noktasında bizlere yoğunlaştırılmış bir eğitim verdiler. Büyük iş makinelerini bir kenara koyduğumuzda bu aletler ve tabii demir makası, oksijenli demir kesici, kazma, kürek, balyoz gibi birkaç alet enkazlarda kullanılan ana malzemelerdi.

Ancak enkaz alanında hem yine başka bir şehirden gelen organize bir ekibin olması ve bölge halkından enkaz çalışmasında olup bu aletlerin kullanımına hâkim insanların zaten var olması dolayısıyla aletlerimiz alanda iş gördüyse de bizim kullanmamıza pek gerek kalmadı. Biz daha geniş ekip gerektiren, enkazdan moloz tahliyesine yoğunlaştık. Ekibimizde kendi ifadesiyle ekskavatör, bizim ise genellikle kepçe diye andığımız araçların operatörü olan bir arkadaşımız vardı. Kafilemizde kepçemiz yoktu ama kepçelerle birlikte gelen operatörler uzun süreli çalışmalar sonucunda yorgun düştüğünde bu makinaları devralacak yedek operatörlerin varlığı elzemdi. Enkazın başında bulunduğumuz sürelerde kepçeyi zaman zaman arkadaşımız kullandı. Yine ekibimizde enkaz içindeki tünellere girme tecrübesi bulunan bir arkadaş, enkaz içinde bir keşif yaptı, mühendis bir arkadaşımız ise binadan kolon, kiriş ve zeminlerin tasfiyesinin plânlanmasında rol aldı. Ekibimizin bir kısmının AYAY’cılardan oluşması sayesinde bu işin önemli bir parçası olan, enkaz üzerindeki gerekli düzenin, önlemlerin ve işleyişin sağlanması da bizim görevimizdi.

Afet Bölgesinde Karşılaşmalar: Madenciler ve İnşaat İşçileri

Benim ve tahmin ediyorum pek çok insanın depremi ilk öğrendiğinde, bu yolculuğa çıkarken ve deprem alanına ulaştıklarında keşkeleri, “Arama-kurtarma ve acil müdahale alanlarında eğitim almış olsaydım ve bugünlerde sahaya daha çok katkı sunabilseydim!” düşüncesi oldu. İçimden “İnşallah bu iş bir bitsin, bu tür eğitimlere katılayım, yarınlara hazır olayım.” diye kendime söz verdim. Ancak farklı karşılaşmalarım ve de gözlemlerim bana böyle bir eğitimi almış olmakla gelebileceğim düzeyin sınırlarını ve bunsuz da yapabileceklerimin imkânları olduğunu hissettirdi.

Bu noktada kendi adıma çok kıymetli bulduğum bu karşılaşmalarımı anmak isterim. O günün akşamında dinlenmek ve konaklamak için Besni Kültür merkezine geçtiğimizde arama-kurtarma için gönüllü şekilde Kütahya’dan gelen madencilerle ve İstanbul’dan gelen inşaat işçileriyle tanıştık. Madenciler o gün yaptıkları bir kurtarma operasyonunu anlattıklarında madencilerin bu tür bir felakette üstlendiği ya da üstlenebileceği benzersiz ve kıymetli konumu tekrar idrak ettim. Madenciler içine girdikleri enkazlarda ekibi ve tahliyeyi emniyete alan tahkimatlardan, yıkım tehlikesi olan yerlerde tahkimatın hangi teknik araçlarla nasıl ve ne şekillerde kurulabileceğinden bahsederken bir an düşününce göçükte kullanılacak pek çok aletin ve bir enkazda nasıl ilerleneceğine dair birçok yol ve yöntemin bu insanların gündelik hayatlarının bir parçası olduğunu hatırlamış ya da fark etmiş oldum.

Türkiye’deki madenleri ve çalışma koşullarını düşününce belki de her gün ölüm riskiyle burun buruna toprağın altına giren bu insanlar için bu tür uğraşlar iş hayatlarında kazandıkları gündelik melekeleri haline dönüşmüş bir görüş ve eyleyiş biçimi. Burada kabiliyet, tecrübe, iş bilmenin yanında neyin göze alınabildiği, neye cesaret gösterildiği de bir mesele. Kahrolsun ki bu ülkede kapitalist ilişkilerin işçi hayatını feda edilebilir bir meta haline getirdiği bu düzende binlerce madenci ailesini ve kendisini yaşatmak için ölüme yatmayı göze almayı da hayatının bir parçası haline getirmiş, bununla nasıl baş edeceğini öğrenmiş. Nizami bir arama-kurtarma ve acil yardım eğitiminde maden işçilerinin pek işlerinin olmadığı farklı şeyler de öğrenmek mümkündür, diye düşünüyorum ancak tahkimat kurmayı da, delici ve kırıcıyı eline almayı da eğitimden eğitime yapan pek çok insanın, istisnai zamanlar hariç yılın neredeyse her gününü bu aletlerle ve bu meselelerle geçiren insanların birçoğunun gösterebileceği pratikliği ve ustalığı göstermesi mümkün olmayabilir, diye değerlendiriyorum.

Tecrübelerini aktaran emekli madenci, bir grup gönüllü maden işçisi olarak Kütahya’dan ancak depremin üçüncü gününde bölgeye intikal edebildiklerini anlattı. Gönüllü olarak gitmek istediklerini resmi makamlara ilettiklerinde, ülkenin akredite siyasi muhalefet topluluğu içindeki bir partinin olaya dâhil olarak “Size acil ihtiyaç olabilir, karayoluyla değil uçakla gönderelim.” dediğini fakat kendileri yerine arama kurtarma vasfı olmayan partili gençlerin uçakla gönderildiğini ve kendilerinin kara yolları ile gelmek durumunda kaldıklarını anlattı. Madenci abi parti adını vurgulamadı, hatta başta söylemedi bile ancak ben bunu anmayı tercih ettim zira gerçek bir değişime, adil ve onurlu bir yaşama irademizi gasp etme peşindeki partiler eliyle değil, toplumsal dayanışma ve mücadele yoluyla sahip olabileceğimizi vurgulamak istedim. Madenci abi ile sohbetimizde daha acı olanı ise içinde bulunduğumuz hafta itibariyle Türkiye’deki pek çok maden işletmesinin normal düzeninde çalışmaya devam ettiğini söylemesiydi. Ülkedeki bütün maden işçilerine depremin ilk gününde gönüllü şekilde madende kullandıkları malzemeleri de yanlarına alarak arama-kurtarma için bölgeye gitmenin imkânının sağlanmaması devletin ya da en hafifiyle resmi makamların ve işverenlerin koordinasyonsuzluğu ve sorumsuzluğu, asıl olarak ise devletin acziyeti ve sermaye düzeninin egemenliğinden başka ne olabilir ki? Televizyon ekranlarına yansıyan madenci beyanatlarına bakınca da bu gerçek duyan kulaklara, gören gözlere ve akleden kalplere olanca sertliği ile çarpıyor.

Madenciler için bahsettiğim durumun bir benzeri ise, yine birebir konuşma ile daha iyi kanaat getirdiğim üzere, inşaat işçileri için geçerli. Bir binanın, hatta onlarca binanın yapımında çalışmış, her aşamasına bilfiil şahitlik etmiş kişilerden daha iyi kaç kişi beton yığınlarıyla nasıl baş edeceğini bilebilir ki? İnşaat işçileri ile konuşurken nasıl çarpık bir düzenin içinde olduğumuzu da farklı yönleriyle tekrar idrak ettim; yıllardır dünyanın her tarafında inşaat yapmakla övünen bir ülke, neredeyse her sermayedarın yöneldiği bir alan olarak inşaat, Avrupa’daki bütün ülkelerden daha fazla hazır beton üretmekle övünen birliklerin olduğu bir ülke ama tüm bu söylemlerin ve eylemlerin arasında bu ilerlemenin ve girişimciliğin altından kalkamadığı enkazlar…

İnsan düşünüyor; insansız hava araçları, uzaktan sinyallerle hedefi bulan güdümlü bombalar, insanların her konuşmaların ve hareketlerinin kontrol edildiği sistemlerin olduğu bir çağda ve bu “muasır medeniyet” seviyesini hedef edinmiş bir ülkede yaşıyoruz; iş onurlu bir hayat sunma ve insan hayatını kurtarmaya, doğa-toplum bütünlüğünde yeryüzünü güzelleştirmeye geldiğinde bütün sistem hata veriyor, eli ayağına dolaşıyor. Peşinden koşulan bu teknolojiler ve inovasyonlar insanların hayatlarını daha adil, daha eşit ve daha yaşanır hâle getirmek noktasında aciz ama kontrol edilebilir uysal hayatlar üretme ve hedefe koyduğu her şeyi yok edebilme noktasında alabildiğine heveskâr, bu durumda depremzede kardeşlerimizle dayanışmanın kaçınılmaz bir cüzü ve bu gidişe dur demenin yolu da bu düzeni ve bu sistemi bozguna uğratmak olmalı.

Bir Farz-ı Kifaye olarak Toplumsal Dayanışma

Besni’de geçirdiğimiz ilk günün akşamında gittiğimiz kültür merkezinde bir çay ocağı da kurulmuştu ve sürekli çay demleniyordu. Yeni çay çıktığında, kurtarmalara katılan emekli madenciye bir çay getirmek benim için mutluluk vesilesiydi. Bu ve benzeri anlar, bu felaket ortamında basit görülebilecek ama yapılması elzem, kalifiye olmayı gerektirmeyen ancak birilerinin üstlenmesi gereken “sıradan” pek çok işin de olabileceğini ve bunların da değerli olduğunu gösterdi. Mesela sırf bu tür toplanma merkezlerinde gelen gideni karşılamak, ortalığı toplamak, ortamı temizlemek, gelen insanlara yardımcı olmanın bile ne kadar kıymetli olduğunu fark ettim. Besni’deki ikinci günümüzde enkazda çalışırken bir ara enkazın önündeki ateş yanan toplanma ve dinlenme bölgesinde çok fazla çöp biriktiğini fark edince çöplere yöneldim. Tam o sırada bir iki kişi daha ellerinde çöp poşetleriyle yaklaştı ve birini bana verdiler. Hayatımda çöp toplamaktan bu kadar mutmain olduğum bir an daha hatırlamıyorum. Bu arada çöplerin çoğunun nereden geldiği de ayrı bir mesele. İki gün süresince Besni’de destek vermeye çalıştığımız bu enkazda yemek hiç eksik olmadı. Biz çalışırken belli aralıklarla pek çok ikram yapıldı ve bu ikramları getirenler o bölgenin kendi insanlarıydı. İnsanların tüm acılarına, kayıplarına, yoksunluklarına rağmen enkazda çalışanları ve çevredeki insanları aç bırakmamak için gösterdikleri kadirşinaslık ve diğerkâmlık nasıl tarif edilebilir bilmiyorum.

Arama-kurtarma tecrübesi olmayan bir gönüllü olarak deprem bölgesinde ya da enkazda neler yapılabilir sorgulamalarımda organize bir grubun parçası olarak hareket ederek dayanışmanın imkânını da tecrübe ettim. Enkazlarda sıradan insanlara da ihtiyaç oluyordu, özellikle molozların alandan tahliyesinde koridor yaparak elden ele aktarım bu kolektif çabanın belki basit ama gerekli bir aşamasıydı. Bunun yanında yelekleriyle bir grup olarak dışarıdan gelen insanların varlığı enkazda yakınları olan insanlar ile farklı açılardan da bir dayanışma sağlıyordu. Bu yardımlaşma ve dayanışma, felakete tutulmuş insanlar için moral, dayanma ve zor durumu paylaşma noktasında mütevazı da olsa bir destek sağlıyordu. Bunu hem enkazda çalışırken ara ara ettiğimiz muhabbetlerde hissediyorduk hem de çeşitli sebeplerle alandan ayrılıp dönüş yoluna çıkmamız gerektiğinde üzücü bir vedalaşma yapmamız gerektiğinde hissettik.

Enkaz çalışmasından ayrıldığımızı gören birkaç kişi ekibimizin yanına gelerek ayrılmamamız konusunda ricacı oldular fakat ayrılmamız gerektiğini ifade ederek bu konuda haklarını helal etmelerini istediğimiz bir depremzede buruk ve sitemkâr bir şekilde hakkını helal etmediğini söyleyerek yanımızdan ayrıldı. Aslında biz de öylece bırakıp gitsek gerçekten bir saygısızlık yapmış olurduk. Yerimizi Ankara’dan gelen itfaiyecilere bırakmak üzere kendileriyle sözleşmiştik ancak henüz onlar gelmeden alandan ayrılınca acelecilik etmiş olduk. Biz depremin 5. gününün akşamında dönüş yoluna girdik ancak ekibimizin bir kısmı Gümüşhane’ye döndüğümüz günün akşamında yeni eklenen gönüllülerle birlikte bölgeye gitmek için tekrar yola çıktılar.

Bize gelen bu sitemi ve bu yazıda yer verdiğim karşılaşmaları yazıya dökmüş olmamın asli sebeplerinden biri yazının başlığında yer verdiğim ifade ile feryat edip sesinin duyulmasını isteyen insanların sesine kendi şahitliklerim üzerinden icabet etmek iken, bir diğeri ise dayanışmanın pek çok farklı yolu olabileceğine ve ertelenemez hayati bir ihtiyaç olduğuna işaret etmektir. Depremzedelere bölge dışından gelecek yardımların organize edilmesi ve farklı şehirlere göçmek durumunda kalan depremzedeleri rahat ettirmek, onları misafir etmek bu işin önemli bir cüzü olmakla birlikte deprem bölgesinde bilfiil bulunmak, maddi ve manevi dayanışmayı düşürmeden kesintisiz bir şekilde sürdürmek toplumsal bir vazife, bir farz-ı kifayedir. Ve bu dayanışma o bölgedeki insanlar yaşanabilir evlere ve işlere dönene kadar sadece enkaz başlarında değil çadır ve konteynır kentlerde ve hayatın her alanında sürdürülmelidir. Depremzedelerin hepimizin üstündeki bir hakkı bu iken bir diğeri ise Allah’ın yeryüzündeki ayetlerinden olan depremin bir insani felakete dönüşmesine yol açan yeryüzünü ifsada dönük kent politikalarına, her türlü hile ve talan ile inşa edilen binalara, insanları bu evlere mahkûm kılan sosyo-ekonomik eşitsizliklere, deprem sonrasında insanları sefilliğe ve biçare kalmaya mahkûm eden, bununla da yetinmeyip acılı insanların yaşadıklarını ve sözlerini duymazdan gelen, karalamayı hak bilen ve bu duruma gelmemizin koşullarını uzun zamandır kendi elleriyle inşa eden siyasi elitlerin varlığına karşı durmamız, bu gidişatı elbirliğiyle değiştirmek için vereceğimiz mücadeledir. İnşallah önümüzdeki süreçte hem depremzedelerle dayanışmayı kesintisiz ve yükselterek sürdürmek, hem de dayanışmayı büyüterek toplumsal olarak sırtımızdaki veballerle hesaplaşabilmek bizlere nasip ve müyesser olur.

*Yazıyı okunaklı hale getirme noktasında katkıları için Mustafa Emin Büyükcoşkun ve Muhammed Gazali Kılınç’a teşekkürlerimi sunuyorum.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

BM Güvenlik Konseyi Kararına Karşı Beyazıt Meydanından Yükselen Tarihî Cevap

Yayınlanma:

-

BM Güvenlik Konseyinin ABD başkanı Trump’ın Gazze plânını onaylaması, egemen dünya düzeninin ve İsrail’in tarihî rolünün ne manaya geldiği hususunda son derece açıklayıcı bir hamle olarak kayıtlara geçmiştir.

Sabit “beşli çete” ve onlara, dönemsel değişimlerle eklemlenen 10 üye ile egemen dünya düzeninin kirli işlerini plân ve onaylama makamı olan BM Güvenlik Konseyi, “Dünya beşten büyüktür!” propagandasının da hamasetten öte bir şey olmadığını bir kez daha göstermiştir. Şarm’uş-Şeyh’teki Trump şarlatanlığının şovuna koşa koşa gidenlerin yukarıdaki propagatif söylemlerinde ne kadar samimiyetsiz oldukları yine kanıtlanmıştır.

Filistin’i vaktiyle Siyonist şebekeye peşkeş çeken BM, şimdi de Gazze’yi egemen dünya düzeninin inisiyatifine terk ediyor. Yirminci yüzyılın başındaki allı pullu “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” söylemleriyle arz-ı endâm eden egemenler, emperyalizmin Batı Asya’ya, İslam dünyasına açılan kapısını tutmak[1] söz konusu olunca birinci elden operasyon çekiyorlar. Bu tutum elbette egemen aktörlerce ihdas edilen BM’nin karakterine de son derece uygundur, onun kuruluş amacına yakışmıştır!

İslam dünyasındaki diğer pek çok işbirlikçi rejimin yanı sıra Türkiye de Trump şarlatanlığının ortağı olarak bu plânın arkasında duruyor. Artık bunlardan bahsetmek lüzûmsuzlaşsa da dindarlığın mukaddesatçı kanadından gelen iktidara dahil olan İslamcı çevrelerin bitmek tükenmek bilmeyen aşınma sürecine eklenen yeni bir halkayla karşı karşıya olduğumuzu da belirtmeden duramayacağım.

Bu bahiste, 1990’lı yıllarda İstanbul Üniversitesinde öğrenci iken Beyazıt eylemlerimizi hatırlamadan edemiyorum. Tematik olarak Filistin’den Bosna’ya, Çeçenistan’dan Cezayir’e, oradan pek çok İslam coğrafyasına uzanan ve binlerce Müslümanın katılımıyla gerçekleşen eylemlerde atılan keskin sloganlardan biri de “Birleşmiş Milletler Terör Örgütü!” idi. (Bu bahsi, o yılları anlattığım kitabımda işlemeye gayret etmiştim.[2]) Bu slogan, dillendirenlerinin bilinç durumlarının düzeyini ve siyasi tavırlarını ifade etmesi bakımından dikkate değerdir. Ayrıca şuna da dikkat çekmeliyim: Küresel işgal ve katliamlara karşı tertip edilen bu eylemler, işbirlikçi yerel rejime yönelen diğer başka keskin sloganlarla devam ederdi.

Beyazıt meydanında yankılanan bu siyasal-akîdevî bilinç, net bir ilkeselliğe yaslanırken hemen hemen aynı sosyolojinin devşirilerek yine aynı küresel düzenin zulümlerine rıza ya da en azından sükût sûretinde onay makamı kılındığı pekâlâ söylenebilir. İslam coğrafyalarındaki bir kısım siyasal iradenin işbirlikçilik ve ihanet zincirine halka eklemek iştiyakındaki baskın utancın eşi benzeri maalesef kolay kolay bulunamaz!

BM’nin egemen dünya düzeni bahsindeki rolü, onu çekip çeviren baş aktörlerin niyet ve icraatları açıktır, değişmez. Birtakım ayartmalarla o işleyişe dahil olanların ezilen halkların, özgürleşmeye çalışan mazlum ve mustazaf coğrafyaların layıkıyla yanlarında durmaları söz konusu bile edilemez. Gazze’yi imha etmeye ayarlı soykırım savaşı, emperyalist-Siyonist kuşatmaya peşinen itiraz eden Aksâ Tûfânı’nın arkasında yatan temel gerekçenin anlaşılmasını kısmen engellemiş olabilir. Filistin; emperyalizmin “koçbaşısı” olarak vâr ettiği İsrail sûretinde İslam halkları yoğunluklu Batı Asya’ya geçmek durumunda olduğu “kapı” ise Direniş, o kapıyı, o geçidi tutma sorumluluğu ile hareket etmiştir/etmektedir. Bir halk, bir asrı geçkin bu tarihsel misyon için bedel ödedi. Emperyalistlerin son enerji hatları projelerinin Gazze’ye ulaşıp Akdeniz’de vanalanma arzuları, Filistin’in tümden yıkımı ile İslam coğrafyasının mutlak talanını hedeflediği için son ve büyük bir hurûç “Aksâ Tûfânı” ismiyle tarih sahnesinde şaşılası bir bedenlenme olarak sahneye çıktı.

Köleliğe çektiği kılıcı, isyan sancağını korkusuzca yükselten Direniş, belki yanında bulmayı ümit ettiklerini Şarm’uş-Şeyh’te şarlatanlık halkasında sıralanmışlar olarak bir kez daha gördü ama çok şükür ki mutlak zaferin Allah katında ve nihâî olarak âhirette olduğuna herkesten çok iman etmiş bir itminana sahiptir.

Trump tarafından sunularak BM Güvenlik Konseyinde oylamaya çıkarılan sözüm ona “barış” plânı, direnenlere verilmek istenen bir köleleştirme tehdidi olarak okunmalıdır. “İki devletli çözüm” tuzağını alenen dillendirerek Direniş’i uzun vadede mahkûm edecek işbirlikçi rejimlerin desteği, kuşatmanın “olmazsa olmaz” lojistiği olarak hizmet görmüştür/görmektedir.

Çin ve Rusya’nın BM Güvenlik Konseyindeki oylamada “çekimser” kalmaları, öteden beri kavramsallaştırmaya gayret ettiğimiz “egemen dünya düzeni”nin neliğine dâir güçlü bir açıklayıcılık taşımaktadır. Egemen dünya düzeni bir ve bütündür. Kendi aralarındaki çekişmeler, tabiri caizse ancak “aile içi bir kavga” olabilir. Bütün bunların paralelinde seyreden Ukrayna savaşı dolayımındaki diplomatik gelişmeler, savımızı desteklemektedir. Ukrayna’da kurulan savaş sahnesi, yüz binlerin canını hiçe sayan devasa bir tatbikattan öteye gitmemektedir. Irak ve Afganistan işgalleri de pek çok yönleri itibariyle öyleydi. Devlet-sermaye ortaklıklarının bu tatbikatlarda bir yandan kazanç bir yandan da mazlum halklara dönük tehdit fırsatları kendini şüpheye yer bırakmayacak bir açıklıkla göstermektedir.

Bütün bu gelişmelerin ortaya koyduğu hakikati tekrar edelim: Egemen dünya düzeninin bütün kritik meselelerde yekpâre bir blok olduğu/olacağı, Filistin’le ilgili son BM kararı ve Ukrayna ile ilgili son tutum ve dayatmalarla bir kez daha anlaşılmış olmalıdır. Söz konusu bu egemen unsurlar arasındaki birtakım çekişmelere bel bağlamak ise hayal kırıklığı ve zilletten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Son yıllarda Suriye-Filistin-Lübnan merkezli Batı Asya cehennemi esasen vurgulamak istediğim hakikatin kanıtı olarak yeter. Rusya’ya bel bağlamak, Çin’den medet ummak, ABD saflarına geçerek iktidar bileti almak gibi tercihler alenen mahkûm edilmelidir.

Dünya hayatının bir imtihan olduğu bilincinden uzaklaşmamak mü’minler için esas alınmalı ve Ashâb-ı Uhdud örnekliği iyi okunarak lâyıkıyla anlaşılmalıdır. Bu dünyadaki kayıp ya da kazançlar mutlak değildir. Mutlak kazanç ve zafer de mutlak kayıp ve yenilgi de Allah katındadır. Dünya hayatını merkeze alıp neye mâl olursa olsun kazanmaya odaklanmak ve bu yolda problemli münasebetlere girişmek, büyük tahribat ve kayıplara sebebiyet verecek asıl hata ve zaafiyet olacaktır.

Dipnotlar:

[1] Ateşkes ve Garantörlük Sahte; İşgal, Katliam ve Ticaret Gerçek!

“Emperyalizm; Filistin’i, İslam dünyasını tahakküm altında tutup sömürebilmek için bir kapı, bir geçit, bir üs olarak görüyor. Bu kapı, bu üs sağlama alınırsa bütün bir Batı Asya’yı, bütün İslam halklarını kendisine boyun eğdirebileceğine inanıyor.”

https://www.tokad.org/2025/10/30/ateskes-ve-garantorluk-sahte-isgal-katliam-ve-ticaret-gercek/

[2] İlim Yayma’nın Penceresi; Ahmet Örs, Okur Kitaplığı

Devamını Okuyun

Yazılar

Gördüğüm Azerbaycan – Faruk Yeşil

Yayınlanma:

-

Bakü’nün geceleri ışıl ışıl; gökyüzüne uzanan cam kulelerin ışıkları birer kristal gibi parlıyor. O ışıklar, Hazar’ın ağır ve kadim sularında kırılıp çoğalıyor, şehri bir yanılsamanın sahnesi hâline getiriyor. Turistin gözünde bu şehir, modernliğin vitrinine asılmış bir zafer hikâyesi adeta; gösterişli, parlak, mağrur ve gururlu!

Oysa ışığın olduğu her yerde gölge de vardır. Ben gölgenin izini sürmek için şehrin sokaklarına, pazarlarına, çayhanelerine dalıyorum. Esnafın, işçinin, garsonun, taksi şoförünün yüzünde aynı tedirginliği görüyorum; konuşurken seslerini alçaltan, bakışlarını kaçıran insanlar… Bir kelimenin bile başlarına dert açabileceğini bilen, rejimin nefesinin enselerinde olduğunu hisseden bir halk! Aliyev ailesi ve iktidar hakkında konuşmak, onlar için tedirginlikle sınanan bir cesaret işi.

“İslami hayat nasıl?” diye soracak olana cevabım kısa ve iç sızlatıcı olur: Cami bulmak zor, yeni yapılmış cami neredeyse hiç yok! Selçuklu’nun taşlarına sinmiş kadim dua kokusunu taşıyan tarihî camiler dışında şehirde kaybolmuş bir İslam var. Halkın çoğu için din, hurafelerle örülmüş bir sis perdesi. Kırsalda bile aynı. Mezhepçilik ise çürümenin başka bir yüzü: bir camide yan yana, omuz omuza saf tutması gereken mü’minler, Şii ve Sünni diye ikiye bölünüp aynı anda iki ayrı cemaatle namaza duruyorlar!

Azerbaycan, petrolün ve gazın ülkesi… Yerin altında biriken servet, yerin üstünde yoksulluğa dönüşmüş durumda. Dünya ülkelerine, en çok da İsrail’e satılan enerji, kasaları doldururken halkın sofrasına bir avuç ekmek bile olamıyor. Petrolün ateşi sarayları ısıtırken sokaklarda buz gibi bir ümitsizlik dolaşıyor.

Bu topraklarda “zenginlik” bir avuç insanın masasında görkemli bir ziyafete dönüşmüş; milyonların payına ise yorgunluk, açlık ve günü kurtarmaya çalışan bedenlerin teri düşmüş. Bakü’nün kenar mahallelerinde, Sovyet döneminin yorgun apartmanları arasında yürürken bir evin kirasını ödeyebilmek için iki maaşın bile yeterli olmadığını söylüyor insanlar. Çalışan iki kişi, evin nefes almasına yetmiyor. Halkta çaresizlik ve kabullenmişlik var; isyan yok ya da şimdilik böyle, bilemiyorum.

Bir Azerbaycanlı ailenin varlığını sürdürebilmesi için beş kişinin çalışması gerekiyormuş. Beş emek, beş beden, beş sabah… Gün ışımadan otobüslerde birbirini ezercesine işe yetişmeye çalışan yüzler, akşamın karanlığında bîtap hâlde evlerine dönen ruhlar. Bu manzara, petrol zengini bir ülkenin yoksul halkının alın yazısı gibi duruyor karşımda.

Bakü’nün kalbinde ise bambaşka bir dünya var: “İçerişehir”. Yollar mermerle döşenmiş, arabalar göz kamaştıracak kadar pahalı, sofralarda şaraplar, kahkahalar, lüksün pervasızlığı… Petrol, gaz, devlet ihaleleri, banka kasaları, medya kanalları, limanlar ve hatta halkın umudu, küçük bir siyasi azınlık etrafında dönüp duruyor. Tıpkı İstanbul’da, tıpkı dünyanın her yerindeki aynı alışılmış çıkar çemberleri gibi!

Azerbaycan’ın zenginliği, birkaç ailenin kendi mülküne dönmüş. Halkın alın teriyle ürettiği enerji, halka geri dönmeden sarayın duvarlarında yankılanan sessiz bir hırsızlığa kurban gidiyor. Devlet; halka değil, sermayeye sâdık!

Yoksul çalışıyor, egemenler kazanıyor!

Yoksul susuyor, siyasiler konuşuyor!

Ve bu döngü, halkın rûhunda “kader” diye damgalanmış bir teslimiyete dönüşüyor.

Medya susturulmuş, muhalefet sindirilmiş… Sessizlik, korkunun değil artık umutsuzluğun rengi gibi. Bakü’nün sokaklarında yürürken, sanki görünmeyen bir çığlığın içinden yürüyormuşum hissine kapılıyorum. Bir milletin soyulmasına, emeğinin çalınmasına, onurunun pazarlanmasına tanıklık etmenin ağırlığı çörekleniyor içime. Halkın gelirine emeğine çöken bir yapı inşa edilmiş burada, emek hırsızlığı istisna değil adeta bir yönetim biçimi olmuş burada.

Rüşvet; istisna değil, yaşamın bir parçası! Polisler, sudan bahanelerle halka tuzak kuruyor; ya ceza yazıyor ya da rüşvette anlaşıyor! Halkın sırtındaki yük, petrol varilinden, adaletsizlikten çok daha ağır.

Bu ülkede “sadakat” fakirin boynunda ağır bir zincir; “ahlâk” ise zenginin vitrine koyduğu bir süs olmuş. İnsanlar yaşamak için değil, yalnızca hayatta kalmak için çalışıyor.

Petrolün ateşi siyasilerin saraylarını parlatıyor ama halkın yüreğini ısıtmıyor.

Fakat hiçbir ihanet sonsuza dek sürmez.

Bir gün sessizliğin de bir sesi olur.

Bir gün yoksulun sabrı, bir devrimin kıvılcımına dönüşür.

O gün geldiğinde bu halk alın terini, onurunu, ülkesini yeniden talep eder.

Aslında bu ihtiyaç, dünyanın her köşesinde aynı; en çok da bizim topraklarımızda… İnsanın insanca ve Müslümanca yaşayabileceği bir düzen özlemi, yeryüzünün her yerinde yankılanıyor.

Kim bilir bunun fitilini ateşlemeyi belki de şanı yüce Rabbimiz, Hamaslı kardeşlerimizle gerçekleştirecektir. Londra’nın, Paris’in, New York’un, Moskova’nın, Kahire’nin, Mekke’nin, Ankara’nın, Sevilla’nın sokaklarından yükselen itirazlar, bu zalim rejimleri devirmek için bir başlangıç olur.

Dua edelim ki Rabbimiz, yeryüzünün tüm hileli, karanlık, aşağılık düzenlerini yıkan bir adaletin gelmesi için bizi memur kılsın!

Rabbim bize, insanlığı ezene karşı duran, mazlumu koruyan bir yol açsın.

27.10.2025, Bakü

Devamını Okuyun

Haberler

COP 30: La Via Campesina Manifestosu: Gezegeni Serinletenler için Toprak ve Haklar

Yayınlanma:

-

10 – 21 Kasım 2025 arasında Brezilya’da düzenlenecek Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP30) arifesinde; kırsal, kıyı ve kentsel topluluklardan gelen 200 milyondan fazla köylü ve çiftçinin sosyal hareketi La Via Campesina olarak biz acil ve radikal bir çağrı yapıyoruz: Sahte vaatler ve piyasa temelli çözümler dönemi artık bitmelidir.

İklim krizine sebep olan endüstriyel tarım şirketleri ve onlara hizmet eden hükümetlerin şimdi de doğayı metalaştırmak ve değişimin önüne geçmek için hükümetlerarası süreçleri gasp ettiğini görüyoruz ve bunu kararlılıkla reddediyoruz… bizi uçuruma sürüklüyorlar!” (COP30 için La Via Campesina Manifestosu’ndan)

Bu durum karşısında hareketimiz çizgisini teyit eder:

  • İklim yönetiminde UNDROP’a (Birleşmiş Milletler Köylüler ve Kırsal Alanlarda Çalışan Diğer Kişilerin Hakları Bildirgesi) yer verilmelidir!
  • Kapsayıcı ve Halkçı Tarım Reformu hemen şimdi!
  • Gezegeni serinletenlere toprak ve haklar! Çözüm çiftçi agroekolojisidir!

Bunlar, dünya halklarının adaleti, onuru ve Gıda Egemenliğine dayanan gerçek çözümlerdir.

COP, iklim finansmanını tartışırken ve karbon piyasaları işlemeye devam ederken – kârın tempoyu belirlediği ve yaşamın en yüksek fiyatı ödeyene satıldığı bir dünyada – biz, ekolojik ve sömürgeci borçlar için iklim tazminatı talep ediyoruz. Agroekolojik dönüşümlerin önünü açmak için sesimizi yükseltiyoruz:

Kredi değil, karşılıksız kamu hibeleri temelinde yeni bir finansal paradigma öneriyoruz. Bu hibeler, adil ve egemen dönüşümlerin sağlanması için demokratik bir şekilde kontrol edilmelidir. […] Aynı düzeyde önemli bir diğer nokta da Küresel Güney’i oluşturan ülkelerin, kendi koşullarına göre dönüşümlerini gerçekleştirebilmeleri; mali tazminatlar, teknoloji transferi ve kendi kalkınma yollarını belirleme özerkliğine sahip olmalarıdır […] Küresel Kuzey halkları için de adil ve egemen dönüşümleri destekleyen bir küresel dayanışmanın inşasını savunuyoruz ki Küresel Kuzey’in kendi ekonomileri üzerindeki kontrolü Toprak Ana’daki emperyalizm ve emekçi sınıfların sömürüsünün sonlandırılması için kilittaşıdır.” (COP30 için La Via Campesina Manifestosu’ndan)

COP30, halkçı örgütlenmeye elverişli bir ortamda, büyük toplumsal hareketlerin asla pes etmediği ve bize kucaklarını açarak, mücadele dolu bir yürekle karşılayan Brezilya’da gerçekleşiyor. Dünya çapındaki küresel hareketlerle birlikte COP30’a doğru Halkların Zirvesi etrafında kurduğumuz birliktelik, otuz yıldır iklim yönetişimini saptıran ve insanlığın gidişatını değiştirme olanağımızı yıl be yıl elimizden alanlara karşı bize güç ve cesaret veriyor.

Stratejik olarak hareketimiz, kolektif direnişi örgütlemek ve halkların kendi çözümlerini görünür kılmak için BM’nin alanlarında mücadele yürütüyor […] Değişime ulaşmak için, sistemin kendi araçlarını kullanarak sistemle yüzleşmeli ve bizim ihtiyacımız olan değişimi sağlayacak zaferleri biriktirmeliyiz.” (COP30 için La Via Campesina Manifestosu’ndan)

İçinde bulunduğumuz bu kritik anda yayımladığımız manifesto hem yol haritamızdır hem de kolektif eylemin ritmi, derin bir sistemsel dönüşüm için haykırıştır. Bizimle omuz omuza mücadeleye katılın, bizimle yürüyün. Taleplerimizi okuyun, çözümlerimizi dinleyin ve birlikte düşünüp ilerlemek için suya dalar gibi bu manifestoya dalın.

Manifesto üç bölümden oluşmaktadır: krizin derin kökleri, taleplerimiz, çözümlerimiz. Umarız bu metin, konuşmak, tartışmak ve egemen anlatılara meydan okumak için bir araç olur.

COP30 için La Via Campesina Manifestosu

Çitfçi ve Köylü Agroekolojisi ve Adil Dönüşümler için Gıda Egemenliği

Toprağın seslerinin acil çağrısı

10 – 21 Kasım 2025 arasında Brezilya’da düzenlenecek Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP30) arifesinde, kırsal, kıyı ve kentsel topluluklardan gelen 200 milyondan fazla köylü ve çiftçinin sosyal hareketi La Via Campesina olarak biz acil ve radikal bir çağrı yapıyoruz: Sahte vaatler ve piyasa temelli çözümler dönemi artık bitmelidir. İklim krizine sebep olan endüstriyel tarım şirketleri ve onlara hizmet eden hükümetlerin şimdi de doğayı metalaştırmak ve değişimin önüne geçmek için hükümetlerarası süreçleri gasp ettiğini görüyoruz ve resmen kınıyoruz… bizi uçuruma sürüklüyorlar! Buna karşı köylü hareketimiz kendi yolunu ortaya koyuyor: sera gazı emisyonlarını ciddi biçimde azaltabilecek, Gıda Egemenliği, agroekoloji, çitfçi ve köylü hakları ve Yeryüzü Ana’ya duyulan derin saygı üzerine kök salmış gerçek çözümler.

Bu, kolektif eyleme çağrımızdır!

KRİZ OLUŞTURAN BİR SİSTEM

Yağmacı kapitalizm ve eşitsiz ve adaletsiz dünya sistemleri, doğada sınır tanımadan tüm yaşam biçimlerini sömürüyor. Başlıca sorumlular; milyarderler, özellikle küresel Kuzey’den olmak üzere büyük şirketler, esas olarak ABD, Avrupa, Kanada, Avusturalya, Rusya ve Japonya’daki bulunup tarihsel olarak sera gazı salınımından sorumlu elitler ve aynı zamanda fosil yakıtlardan kazanç sağlayan ve çıkarlarını korumak için güçlü bir lobi faaliyeti yürüten petrol monarşileridir. İklim krizinde inkâr edilemez ve çok güçlü rolleri vardır. İklim krizinin kökeninde eşitsizlik yatmaktadır. Sayısız rapor ortaya koymuştur ki en zenginler, özellikle milyoner ve milyarderler temel sorumlulardır. Dünyanın en zengin 50 milyarderi, toplam 1,3 milyar insanın toplamından daha fazla kirletmektedir. Herkesin onurlu bir şekilde yaşamasını sağlayacak kaynaklar mevcuttur, küçücük bir azınlığın aşırı tüketim ve lüks içinde yaşaması için değil. Herkesin onurlu bir yaşama erişiminin olduğu bir dünya için mücadele etmeli ve emperyalist yaşam biçiminden kaynaklanan tüketim seviyesini ciddi şekilde düşürmeliyiz. Çokuluslu şirketler ve onlara hizmet eden neoliberal hükümetler, çoğu kez askeri sanayiyle bağlantılı madenleri ve stratejik kaynakları doğrudan çıkarırken ya da “yeşil” olarak adlandırılan enerji dönüşümlerini teşvik ederken karşımıza çıkıyor. Bu sözde çözümler, toplulukları özgürleştirmez ve halkların enerji egemenliğini hiçbir şekilde güvence altına almaz; bunlar sadece sermayenin toprak ve emek üzerindeki denetimini sürdürmesinin bir başka yoludur.

Kurumsal Tepkinin Yetersizliği : Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (the Convention or UNFCCC) kapsamında birçok zayıflık olduğunu tespit ediyoruz. Bırakın şirket çıkarlarını ya da küresel Kuzey’in emperyalist güçlerini tartışmaya açmayı, UNFCCC “yeşil bir yüz” kisvesi altında yağmayı kolaylaştırmak için kontrol altına alınmış durumdadır. İnsan hakları ilkelerine saygı duymanın tam zıddı şekilde bugün BM süreçleri, yapısal eşitsizlikleri çözmek yerine yeniden üretmektedir. Hareketimiz kolektif direnişi örgütlemek, benzer baskılara maruz kalanlarla ittifak kurmak ve halkların kendi çözümlerine ışık tutmak için stratejik olarak bu alana kendini adıyor. Değişime ulaşmak için, sistemin kendi araçlarını kullanarak sistemle yüzleşmeli ve bizim ihtiyacımız olan değişimi sağlayacak zaferleri biriktirmeliyiz.

TALEPLERİMİZ

1-Küresel neoliberal endüstriyel tarım sistemi acil olarak ortadan kaldırılmalıdır.

Endüstri yoğun tarım, küresel sera gazı salınımının %44’ünü oluşturmaktadır. Tarım kimyasalları, fosil yakıtlar, yoğun bir hayvancılık ve gıda taşınması, işlenmesi, ambalajlanması, soğutulması ve dünya çapındaki büyük israfın artış eğilimi tersine çevirmek acil gerekliliktir. Endüstriyel tarım, ormansızlaşma ve kirliliğin sorumlularıyla toprakta üreten ve insanlığı besleyen, gezegeni serinleten, dünyanın yaşadığı krize karşı hayati çözümün önemli bir kısmını sağlayan köylüleri ayırmak gerekir.

2-Ne yeşil kolonyalizm ne fosille işleyen kapitalizm

Fosil yakıtlarla işleyen kapitalizminin tüm biçimlerinin terk edilmesini savunuyoruz. Bugün için enerji dönüşümünün gerçekleşmediğini saptıyoruz. Yenilenebilir enerjideki gelişim, fosil yakıtların yerini almamıştır, aksine bu gelişim, kapitalist büyümenin ihtiyaçlarını karşılamak için üretilen toplam enerji seviyesini artırmaya yaramıştır. Enerji dönüşümü, sermayenin yeni bir tuzağı haline gelmiştir. Mera ve tarım için kullandığımız alanlar ele geçirilmiş, doğal kaynak çıkarılması uygulaması artmış; ve enerji, kârlar ve avantajlar toprağı işleyip insanlığı besleyenlere fayda sağlamadan büyük şirketlerde yoğunlaşmış haldedir. İklim değişiminin hafifletilmesi sadece küresel enerji tüketim seviyesinin düşmesiyle mümkün olacaktır. Yenilenebilir enerjilerin bunda bir rolü olacaktır ancak dünyada fosil yakıtlarla üretilen tüm enerjinin yerini yenilenebilir enerjinin alacağını söylemek yeşil kolonyalizmin yeni bir biçimidir. Kuzey ülkeleri biyokütleden oluşan enerji ve materyallerin, petrokimya türevi ola enerji ve materyallerin yerine alacağını ihtiva eden bir “biyoekonomi” geliştirdiklerini iddia ediyorlar. Ancak, bu yeşil kapitalizm özellikle küresel Güney ülkelerde ve kırsal toplulukların zararına toprakların, suyun ve bölgelerin ele geçirilmesi için yeni bir dalga meydana getirmektedir.

Enerji tüketiminin düşmesi ve karbonsuzlaşma, “ortak ancak farklılaştırılmış sorumluluklar” ilkesine (1992 Rio Zirvesi’nde kabul edilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin temel ilkelerinden biridir – ç.n.) uygun olarak küresel Kuzey ülkelerde başlamalıdır. Küresel Kuzey ülkeleri salınımın çoğunu gerçekleştirmekte, iklim krizinin tarihsel olarak sorumlusu olmaktadır ve dolayısıyla yükümlülüklerini yerine getirmeli, kaynaklarını harekete geçirmeli, fosil yakıtlar çağını en hızlı ve ilk sonlandıranlar olmalıdır.

Fakat, sera gazı salınımlarını azaltmak için tüm çabayı zengin ülkelerin yoksul nüfuslarından beklemek tehlikeli olacaktır. Çok pahalı elektrik araçların satın alımı gibi tüketime yönelik çözümleri desteklemek küresel Kuzey’in halk kesimlerini ekolojiyi varsılların bir sorunu olarak görmesiyle sonuçlanmaktadır. Bu, iklim problemlerinin reddine yol açmakta ve aşırı sağa fayda sağlamaktadır. Küresel Kuzey ülkelerde ekolojik ayak izini ciddi şekilde azaltılması, hem ülkelerin kendi içinde hem de küresel Güney ve Kuzey arasındaki eşitsizliklerin köklü şekilde azaltılmasıyla beraber gerçekleşmelidir ki yaşanacak dönüşüm halk kesimlerinin yaşam koşullarını gerçekten iyileştirsin.

Öte taraftan, Kuzey ekonomilerini inşa eden ve ayakta tutan küresel Güney ülkelerin büyük çoğunluğunda kişi başına salınım çok daha azdır ve Güney halkları çok fazla ekonomik uçurum ve borçla yüzleşmekte, bu da eski ve yeni kolonyalizm biçimleriyle sonuçlanmaktadır. Günümüzde küresel Güney ülkelerdeki milyonlarca topluluğun yola, içilebilir suya ve elektriğe hâlâ daha erişimi yoktur. Temel altyapı sistemlerini garanti etmek ve insanların ihtiyaçlarına karşılık vermek, çokuluslu şirketlerin egemenliğini değil, enerjinin demokratik demokratik kontrolünü gerektirmektedir.

Yenilenebilir enerji çözümün bir parçasıdır ancak yaygın olan kurumsal teknoloji bağımlılığı ve yerel toplulukların zararını pekiştirmektedir. Bütün bunlar, fosil yakıtlar dışında dikkatli şekilde bir dönüşümün yürütülmesini gerektirmektedir ki bu dönüşüm topluluklara ve toplumun geneline fayda sağlasın. Küresel Kuzey’den büyük bir destek ve dayanışma görmeden dönüşüm ne gerçekçi ne de adil olacaktır.

Küresel Güney topluluklarının, çıkarım ve baskı modellerini tekrar etmek yerine, agroekolojiye, yerel denetime ve sürdürülebilir yaşam biçimlerine dayalı geçişler inşa edebilmeleri için enerji sistemlerinin, bilgi ve kaynaklarının paylaşılmasını sağlamak üzere kolektif bir sorumluluğumuz vardır.

3-Sahte çözümlere hayır diyoruz!

Sahte çözümlere hayır diyoruz! Karbon piyasaları ve Paris Anlaşması’nın mekanizmaları – özellikle Madde 6 – iklim krizine çözüm olacakmış gibi sunuluyor ancak gerçekte bunlar, çokuluslu şirketlerin ve varsıl ülkelerin kirletmeye devam etmeleri için bir tuzaktır. Salınımları azaltma sözü veriyorlar ama pratikte ormanları, toprakları, suları ve bölgeleri satışa açacak hale getiriyorlar.

Karbon piyasaları ve tazminatlar, kirliliğin devamı için izinleri satın almayı ve satmayı mümkün kılar. Pratikte bunlar ekonomistlerin icat ettiği çözümlerdir ve bunlar en iyi durumda teorik çözümlerdir ve gerçek azaltımı yansıtmazlar. Kirliliğin sürmesini haklı çıkarmaya çalışır, güçlü ekonomik aktörlerin köylü ve otokton bölgelerini ele geçirmesine izin verirler.

Madde 6.2 : Bazı ülkeler “kirletme haklarını” diğerlerini satmaktadır ki bu da en zenginlerin salınımlarına devam etmesine ve diğerlerinin yükü taşımasına yol açmaktadır.

Madde 6.4 : Karbonu ve geomühendislik projelerini biriktiren orman ve toprakları içeren, çok büyük bir tazminat pazarı oluşumu: Çoğunlukla petrol endüstrisine bağlı, CO2’i yakalayan makineler.

Madde 6.8 : REDD++ ya da ekosistemik hizmetlerin ödemeleri gibi tabiat varlıklarını özelleştiren, toplulukların yer değiştirmesine sebep olan ve bölge kontrolünün yeni biçimlerini kuran sözde “piyasa dışı mekanizmalar”ı teşviki.

Karbon piyasaları tarımı etkisi altına almaktadır. İklimsel olarak akıllı tarım, sürdürülebilir gibi duran pratikleri teşvik etmektedir ancak gerçekte, şirketler tarafından greenwashing’in bir türü olarak kullanılmaktadır ve birtakım problemlere yol açmaktadır:

Bu, her şeyden önce endüstriyel tarım şirketlerinin kârlarını arttırmaya çalışan bir araçtır.

Bu modeli gerçekleştirecek bir dönüşüm çok yüksek miktarda harcama gerektirmektedir. Öyle ki, tarımla uğraşanların çoğu, hükümet hibelerine bağımlı hale gelecek, bu da pratikte onları borçlanma ve bağımlılığın yeni bir biçimine sürükleyecektir.

Üretimin temelleri ve iklimsel olarak akıllı tarımın altyapıları, endüstriyel metotlara dayanmaktadır ki bu metotlar sera gazı salınımına yol açmakta ve toprağın ekolojik fonksiyonlarını kötüleştirmekte, bu da çevre kirliliğinin bir başka kaynağı haline gelmektedir.

Bazı ülkelerde “karbon tarımı”, küçük çiftçilerin topraklarında karbon biriktirerek ek gelir kazanmaları için bir araç olarak sunulmaktadır: ne kadar çok toprağı kontrol eden, o kadar çok karbonu depolar. Bu temel olarak büyük endüstriyel tarım şirketlerine kâr sağlamakta, çiftçilerin ve küçük üreticilerin zararına olarak daha fazla toprağa el konulmasına ve toprakların belli ellerde yoğunlaşmasına yol açmaktadır. Bu da asıl kirleticilerin sera gazı salınımına devam etmelerine sebebiyet vermektedir.

4-Yalnızca “iklim finansmanı” değil, adil iklim önlemleri talep ediyoruz.

Borç yaratan koşullu finansmanları reddediyoruz. İklim için yeşil fon, adaptasyon fonu ile kayıp ve zarar fonu gibi fonlar, borç (kredi) olarak verilmemeli, tamirat yani geçmişte verilen zararın telafisi olarak sağlanmalıdır. Bu şekilde bu fonlar, eğitim ağları ve agroekoloji okulları da dahil çiftçi agroekolojisini destekleyecektir. Gerçek şu ki, yıllar boyunca sözler verilmesine rağmen bu fonlar hâlâ daha hayata geçmemiş ve gıda üretmesi ve toprağa iyi bakması için ihtiyacı olan topluluklara ulaşmamıştır. IMF ve Dünya Bankası’nın yönlendirdiği FAST ve TFFF gibi mekanizmalar “bedava para” değil, küresel Güney’in borçlanmasını arttıracak kredilerdir ve genetiği değiştirilmiş organizmaları (GDO), melez tohumları ve küçük ölçekli tarım işletmelerini sanayi devlerine bağımlı kılan şirket ürünlerini dayatmaktadırlar. Diğer durumlarda, “sürdürülebilir tarım” bahanesiyle sunulan mikrofinansın yeşil kredileri, halihazırdan borçlu durumdaki küçük çiftçilere ve kırsal ailelere yöneliktir; bu durum yeni mali riskler yaratır ve bağımlılığı pekiştirir.

Kuzey ülkeleri iklim ve sömürge borçlarını düzenlemek için Güney ülkelerine mali tazminat ödemelidir. Bu tazminatlar kredi ya da “kalkınma yardımı” biçiminde değil, Güney ülkelerin kendi nüfuslarının yararına ve egemen bir şekilde ekonomilerini ve kamu hizmetlerini geliştirecek biçimdeki mali akışlar olmalıdır.

Kaçınılmaz değişimleri finanse etmek için ulusal ve uluslararası düzeyde vergi adaleti kesinlikle gereklidir. Çokuluslu şirketler ve ultra-zenginler çok daha ağır şekilde vergilendirilmelidir. Zenginlerin ve çokuluslu şirketlerin vergi kaçırmasına karşı tüm dünyada mücadele edilmelidir.

Acil olarak büyük ölçekli ordu ve fosil yakıt sübvansiyonlarını, adil ve egemen bir küresel geçişe yönlendirmek gerektiğini de aynı güçlükle savunuyoruz. Filistin’de savaş, işgal ve yıkım finansmanına son verilsin. Askeri endüstrinin ölüm yaydığı ve fosil yakıtlara bağımlılığı sürdürdüğü tüm bölgelerde şiddet ve yıkım son bulsun.

İklime uyum fonları, kredi değil tazminat biçiminde, direkt olarak yerli organizasyonlara ve topluluklara ulaşmalıdır. Bu finansmanlar çokuluslu şirketlerin sahte çözümlerini desteklememelidir. Toprakta kendi pratikleri üzerinden gelişecek çözümleri sunacak olan çiftçi ve köylülerin kendileri tarafından kullanılmalıdır. Çiftçi agroekolojisi iklim değişikliklerine karşı çeşitlenmiş ve dayanıklı gıda sistemleri geliştirir, toprağa özen gösterir ve agroforesteriyi (orman tarımı veya orman ve tarım teknolojilerinin birleştirilmesi- ç.n.) işin içine katar ve böylece karbon salınımlarını azaltır. İklim değişikliğine uyum için sağlanan finansman, GDO’lar yerine yerli tohumların ve ırkların korunmasını ve yetiştirilmesini de desteklemelidir. Agroekoloji aynı zamanda iklimden etkilenen bölgeleri yeniden canlandırarak ve göçmen tarım işçilerinin adil ücret ve onurunu garanti altına alan sosyal tarım üretim modelleri geliştirerek, göç krizi için de bir çözüm olarak tanınmalıdır.

Bu talepleri karşılamak, iktidarı temelden kurmak için birbiriyle uyumlu bir stratejiyi gerektirmektedir.

Çeviri: Can Sakaryalı

Kaynak: ciftcisen.org

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x