Connect with us

Yazılar

“Adıyaman: Sahipsiz Memleket” – Alperen Gençosmanoğlu

Yayınlanma:

-

6 Şubat 2023 saat 04:17’de Maraş merkezli gerçekleşen 7.6 şiddetindeki depremden yaklaşık 51 saat sonra Adıyaman’daki Bozbey Caddesi’nde bir enkazın başındaydık. Vardığımızda bizim gibi Gümüşhane’den oraya daha öncesinde varan arama-kurtarma konusunda yetkin ve tecrübeli ekipler enkazın başında çalışma halindeydiler. Yola çıktığımız ekibimizin bir kısmı Acil Yardım ve Afet Yönetimi Bölümü’nün öğrenci ve hocaları olmakla birlikte üniversitenin pek çok farklı biriminden gönüllüleri düşününce çoğunlukla amatörlerden oluşan bir ekip olduğumuzu söyleyebilirim. AYAY’dan hocamız bize turuncu AYAY yeleklerini dağıttı, üzerimize giyip enkaz başında çalışan ekibe zincir oluşturarak kovalarla elden ele çıkarılan molozun alandan tahliyesine yardım etmeye başladık.

Çalıştığımız enkazda yaşam belirtisi tespit edilmişti, bu sebeple motivasyon yüksek, umut ve gerginlik had safhadaydı. Bu sırada çevreden birçok depremzede yanımıza gelerek kimi zaman gözyaşları içinde yalvararak, kimi zaman sitem ederek, kimi zaman bu yetersizliğe ve geç kalmışlığa isyan ederek öfke içinde bizleri henüz yeterli müdahalenin gelmediği ya da hiç müdahale edilmemiş olan kendi yakınlarının olduğu ve ses aldıklarını söyledikleri enkazlarına götürmek için canhıraş şekilde dil döküyorlardı. Ancak ekibin, enkazdan ses aldığı için oradan ayrılması mümkün değildi. O sırada hocamız, ekipten gelen bir uyarı üzerine yanımıza gelerek şimdilik yelekleri çıkarmamızı tembihledi, zira yardım feryadı ile yanımıza gelen insanlar bu kadar yelekli insanı bir arada görünce arama-kurtarma konusunda yetkin birçok insanın bir enkazda toplandığı varsayımına kapılmakta, bu da gerginliğe sebep olmaktaydı.

Adıyaman Valiliği’nin bulunduğu sokağın hemen arkasında, neredeyse baştanbaşa yıkılmış enkazlarla kaplı bir caddede çalışıyorduk. Vardığımız 3. gün itibariyle 100 metrelik bir hattın üstünde belki de ondan fazla iş makinesi çalışıyordu. Buna rağmen boşta bekleyen enkazlar, hâlâ iş makineleri talep eden birçok depremzede vardı. 3. gün itibariyle en azından o caddede birçok kepçe yerini almış olsa da arama-kurtarma noktasında yeterli düzeyde tecrübeli ve yetkin insan sorunu devam ediyordu. Tabii ki bu durum makine gücü noktasında tüm sorunların hâllolduğu anlamına gelmiyor. Bölgede bulunduğumuz süre içinde Gümüşhane’den yanımızda getirdiğimiz jeneratör, kırıcı-delici matkap, mazot ve benzin pek çok yerde ihtiyaç duyulan, enkazlarda can kurtarmak için kullanılan araç-gereçlerin başında geliyordu. Öte yandan iş makinesi olarak kepçe daha bol miktarda görünse de kırıcı ve vinç noktasında şehrin ihtiyacını karşılayacak bir durumdan bahsetmek mümkün değildi. Ekipler enkazlarda çalışma yaparken çoğu zaman binanın yıkılmamış halini görmek istiyorlar, ya da binayı bilenlerden evin plânını öğrenip ona göre ilerlemeye çalışıyorlardı. Kimi binalar ezilmiş konserveye dönmüş, kimi binalar yanındaki binanın içine girmiş, kimi yerde enkaz molozları ile hurdaya dönmüş arabalar birbirine karışmış… Ancak öyle ki bazı binalar teneke kutunun burulup parçalanması gibi akıl almaz bir hâl almıştı.

Alanda bulunduğumuz birkaç saatin ardından başında beklediğimiz enkazdan iki kız çocuğunun ve bir kadının canlı çıkarılması alanda tarifsiz bir sevinç yarattı. Bizim için de unutulmaz bir şahitlik oldu. Bu kurtarışların insanları gözyaşları içinde bırakan tarifsiz mutluluğunu düşününce buna vesile olmanın ürettiği tesir ve kıymeti bizzat Allah’ın müjdelediğini hatırlıyor insan: “Kim bir canı kurtarırsa bütün insanları diriltmiş gibi olur.” Enkazların kendine has garip bir ortamı vardı, yaşayanlar kurtarıldığında da cenazeler çıkartıldığında da insanlar gözyaşları içinde kalıyor ve her iki durumda da çoğu zaman tekbirler getiriliyordu.

Pek çok enkazın önünde insanlar, yaşlı teyzeler, küçük çocuklar beton yığınlarına hapsolmuş yakınlarına ağıtlar yakıyorlardı. Ülkede ağıtlara mahkûm edilmiş olan Kürtçenin yeniden hüzünle ve çaresizce dile gelişine şahit oluyorduk. Kışın en sert günlerinde sokak ortasındaki uzun bekleyişleri esnasında depremzedeler bir yandan ateşler yakarak kendilerini soğuktan korumaya çalışırken diğer yandan göçük altında kalanların geceyi atlatıp atlatamayacağı endişesiyle kahroluyorlardı. Ben de çoğu zaman denk geldiğim bu ateşlerde, ayakta kalabilmek için kendimi biraz ısıtmaya çalışıyordum.

Şehre varmamızın birkaç saat sonrasında ekibimize kentin farklı noktalarındaki enkazlardan kurtarılmayı bekleyen canlı insanlar olduğuna dair haberler, çağrılar geliyordu. Bu şekilde haber gelen yaklaşık iki kilometre uzaklıktaki bir noktaya şehirdeki trafik sebebiyle yürüyerek gitmeye karar verdik. Bu sırada büyük oranda şehrin ana caddesi üzerinden ilerledik, enkazların yaygınlığına ve insanların müdahale olan yerlerdeki ümitvâr duruşlarına, henüz müdahale edilmemiş, artık ses duyulamayan yerlerdeki çaresiz bekleyişlerine tekrar tekrar şahit olduk. Bize verilen adrese ulaştığımızda bir ailenin taziye haliyle karşılaştık. Bize enkaz içindeki vefat etmiş kızlarının sıkışmış ayağını gösterdiler. İlk iki gün gelmeyen yardım ve artık alınamayan sesler arasında, yakınlarının bedenlerini çıkarmak için, elleriyle kazıyarak kendilerini parçalarcasına gösterdikleri çabaları anlattılar. Aslında bunun için söze de ihtiyaç yoktu, anlatanın ellerine bakmak pek çok şeyi görünür kılıyordu zaten.

Oradan çaresiz dönerken şehrin ana caddesi üzerindeki pek çok enkazdan birinin önünde bekleyen bir kişiyle konuştuğumuzda, çeşitli ekiplerin binada canlı olması dolayısıyla oraya geldiğini ancak eldeki teçhizat, ekip durumu ve binanın yıkılma biçimindeki zorluk dolayısıyla müdahale etmeden gittiklerini, enkazdakilerin ölüme terk edilişini göz göre göre kabullenmek zorunda kalmasını umutsuz ve perişan bir halde bizimle paylaştı. Bu durum onun için Adıyaman’ın unutulmuş ve hiçe sayılan bir şehir olduğuna dair inancını katmerlendiren bir hâl almıştı. “Adıyaman’ın plakası 02, başlarda geliyormuş gibi ama kimsenin gözünde değerimiz yok, bizi silip atsınlar, Adıyaman sahipsiz!” gibi serzenişlerde bulunurken, kendi yakınlarının hemen bitişiğindeki binada vefat eden milletvekilinin naaşının özel imkânlarla kısa sürede enkazdan çıkartıldığını ama kendisi gibi garibanların hâlâ beklediğini ekledi. Bu karşılaşmanın ardından Bozbey caddesine geri döndük.

Valilik binasının tam karşısında yer alan enkazın önünde toplanan kalabalıktan bir vatandaş tüm öfkesiyle feveran etmeye başladı. “Burada devlet yok, devletin de yönetenlerinin de sorumluların da…” Bizim önümüzde bu haykırışta bulunan depremzede de o caddede iş makinelerini ve çalışan ekipleri görüyordu. Ancak deprem olalı 60 saati geçmiş, tam valiliğin karşısında yer alan bir enkazda hâlâ içerideki yakınlarına ulaşmak için arama-kurtarma ekiplerinin ve uygun şekilde ilerlemek için gereken teçhizatın yoksunluğunu çeken ve gözünün önünde bu gecikmeden dolayı yakınlarının ölümünü izlemeye mahkûm bir insanın isyanı karşısında kimin ne söz etmeye hakkı var!

Orada bulunan onlarca insan ya kendi halindeydi ya da sessizce ve başı öne eğik bu isyanı dinliyordu. Bu yazıyı yazarken sosyal medyada devletin savunuculuğuna soyunmuş, mazlum ve acılı insanları aşağılama, yalancı çıkarma pahasına bugüne kadar onlarca çelişik eylemleri, adaletsizlikleri ve zulümlerini milyonlar önünde işleyen ve temsiliyet iddialarıyla devlet diye sahte bir kutsiyet üretenlerin sözlerini muteber göstermeyi iş edinenlere bakıyorum. Sokaklardaki iş makinelerini, kurulmuş çadırları kanıt olarak gözümüze sokmaya çalışarak göçük altında kalan yakınlarının seslerini dinleye dinleye ölümüne şahit olmuş insanlara küfretmekten geri durmuyorlar. Allah, Kuran’da yalnız zulme, haksızlığa maruz kalmış insana kötü konuşma hakkını tanırken (Nisa-148), bunu bastırmaya çalışmak kimin haddine düşer! “Geç kalmış adalet, adalet değildir!” sözü sadece bir Facebook postu değilse yeterli düzeyde arama-kurtarma ekiplerinin ve teçhizatlarının koordineli ve süratli bir şekilde sahaya intikalini sağlamakla görevli makamlardaki insanların sorumlulukları ne olacak! Pek çok insanın “Adıyaman sahipsiz!” demesini gerektirecek bir geç kalınmışlık, yetersizlik ve ihmalkârlığın yol açtığı sorunlarla boğuşmakta olan insanların hakkı kimden sorulacak? İnsanlar arama kurtarma ekiplerinin tabiri caizse parçalanıp aynı anda pek çok enkaza yetişmesini isterken gerekli koşullar sağlansa belki de alanda olmak isteyecek on binlerce maden işçisinin madenlerinde çalışmaya devam etmek durumunda kalmasında sermaye ve devleti ya da devlet denilen kurumları yönetenleri odağa koymamak mümkün mü?

Koordinasyonsuzluğun Sebep Olduğu Mahrumiyetler

Şehirde suların akmadığını biliyorduk ama abdest ve tuvalet ihtiyacı için caddedeki yıkılmamış olan camiye girdiğimde, susuzluğun sebep olduğu ve insanların dertlerini daha da katmerlendiren temizlik sorunuyla karşılaştık. Maalesef tuvaletlerin içi kaçınılmaz bir şekilde neredeyse tamamen pislik ile kaplıydı ve bu durum sadece buraya has değildi. Neredeyse şehrin tamamında şebeke suyu olmaması ve portatif tuvalet gibi çözümlerin henüz ulaşmamış oluşuyla bu tablonun depremin ilk haftasında “olağanüstü halin normali” haline geldiğini söylemek gerekir. Bu noktada tuvaletlerin geldiği durum bana ülkedeki siyasi elitlerin ilan ettikleri her OHAL dönemiyle bizleri ve memleketi içine düşürdükleri hâlin ibretlik bir temsili olarak göründü. Bugün ülkede yönetimi ve gücü elinde tutanların bu deprem felaketinde yaşananlarda bile alabildiğine dik ve mağrur durmayı başarabilmeleri pislik seviyesinin neremize kadar geldiğinin bir göstergesi olsa gerek.

“Belki daha iyi bir durum vardır, su bulabiliriz.” diye düşünerek gecenin sabaha doğru ilerleyen bir saatinde Adıyaman Üniversitesi kampüsüne girdik. Üniversitenin kafeteryasında ve kampüste arabalarının içinde uyuyan birçok insan gördük. Kampüsteki binalardan birine girdiğimizde de lavabolarda yine aynı durumla karşılaştık. Sular akmıyordu ve tuvaletler girilmez hale gelmişti. Bu bizim gibi şehre geçici süreyle gelmiş insanlar için belki zor ama geçiştirilebilir bir durumken neredeyse tamamen evsiz kalmış, enkazların başında yakınlarını ölü ya da diri olarak almak için bekleyen bir şehir, bir yandan da susuzlukla ve bunun yol açabileceği her tür sorunla yüzleşmek durumunda kalmıştı. Depremin beşinci günü akşama doğru Adıyaman’dan ayrılırken bu sorun çözülememişti, sadece Besni’de bir gecemizi geçirdiğimiz kültür merkezinde suların aktığına şahit olduk ancak ilerleyen günlerde bu duruma bir çözüm getirilmesi gündelik hayatın en önemli problemlerinden biri olarak öne çıkıyordu.

İlk günümüzde zaman akşam vaktine doğru yaklaşırken yanımıza aldığımız erzakların dağıtımı için harekete geçtik. İlk iki gün için deprem bölgelerinde ekmek ve içme suyuna erişim sorunlarına dair bildirimler gelmesi, insanların açlık ve susuzluk çekebildiğini duymamız dolayısıyla başka ürünlerin yanında gıda malzemelerine ve ekmeğe ağırlık vermiştik. Ancak şehirde genel bir dağıtıma çıktığımızda ve ertesi gün sabahın erken saatlerinde rotamızı Adıyaman’ın Besni ilçesi ve ilçenin çeşitli köyleri ile genişlettiğimizde ekmek ve su sorununun daha geniş anlamda da gıda ve beslenme sorununun depremin üçüncü ve dördündü günü itibariyle en azından bizim ulaşabildiğimiz bölgelerde akut bir problem olmaktan çıktığını görmüş olduk. Bu sırada farklı bölgelerde pek çok yardım tırıyla, kamyonuyla karşılaştık. Şehir merkezinde de aşevleri ve sabit şekilde konumlanmış yardım tırları görmüştük. Bu süreçte dağıtım ve koordinasyon noktasındaki zafiyeti de bizzat kendimiz gözlemlemiş olduk. Gelen erzak ve yardımların dağıtımında düzgün bir koordinasyon sağlanamaması, gelen yardımların belli bölgelerde yığılmasına ve hangi yardımların nerelere, ne düzeyde ulaşıp ulaşmadığının bilinemezliği gibi ulusal düzeyde sağlanması gereken ancak sağlanamayan bir organizasyon faciasına neden oluyordu. Hangi bölgenin, hangi tür ürünlere ihtiyacı olduğunun tespiti ve çalışmaların bu yönde ilerletilmesinde de ciddi bir acziyet ve de zafiyet durumu söz konusuydu. Bölgeden bölgeye her gün öne çıkan ihtiyaçlar değişebiliyordu, ancak buna göre organize olması gereken ağlar genelde bunun gerisinde kalıyor, kimi zaman ve yerlerde bir araba dolusu erzaktansa bir jeneratör ve delici-kırıcı matkap ya da bir çadır daha kıymetli olabiliyordu. En önemli meselelerden biri gelen yardımların israf olmadan, yığılmaya yol açmadan tüm depremzedelere ulaştırılmasına dair sistematik ve erişilebilir bir sistemin oluşturulabilmesiydi.

Bu noktadaki yetersizliği ikinci gün geceyi geçirmek için gittiğimiz Besni Kültür Merkezi’nde tekrar gördük. Kültür merkezi hem şehre dışarıdan gelen arama-kurtarma ve gönüllü ekiplerin hem de şehir ahalisinin konaklamasına ayrılmıştı. Şehrin ve ilçenin genel durumu göz önünde bulundurulduğunda burası gerçekten çok hayati imkânları olan bir alandı. Hem sular akıyordu hem de elektrik vardı ve burada kalanlar için iaşe anlamında battaniye, yorgan gibi barınma malzemesi; ısınma imkânı ve erzak vardı. Ancak maalesef burada da ekmek gibi uzun süre saklanamayacak ürünlerin biriktiğine ve nasıl dağıtılacağının bilinemediği bir israfa şahit olduk.

Besni’de Bir Enkazın Etrafında

Küçük bir ekiple Besni’deki yardım dağıtımımızı bitirdikten sonra ekibimizin geri kalanı da Adıyaman merkezden buraya intikal ettiler. Besni’nin merkezine vardığımızda düne kadar ses alınan bir enkazdaki kurtarma faaliyetine destek vermeye karar verdik. Yeleklerimizi giyip enkazda konum alırken yurtdışından gelen arama-kurtarma ekipleri de enkaza intikal ettiler. Yurtdışı ekiplerinden bahis açmışken ilçedeki ilginç bir aradalıktan da bahsetmek gerekir. Deprem öncesinde hayatımda Adıyaman merkezde hiç bulunmamış, Besni diye bir ilçe olduğunu duyup duymadığımı bile hatırlayamazken depremin dördüncü günü bu ilçenin köylerini geziyorduk ve ilçe merkezinde Gümüşhane’den buraya gelen bizler gibi ülkenin çok farklı yerlerinden gelen insanlar vardı; en azından benim şahit olduklarım Ankara’nın bir ilçe belediyesinden organize şekilde gelmiş bir ekip, yine Ankara’dan gelmiş itfaiyeciler, Kütahya’dan madenciler, ilçede hareket edecek vasıtaları olmasa da aletlerini yüklenip İstanbul’dan gelmiş inşaat işçileri, buna ilaveten Bulgaristan, Polonya ve Venezuela’dan gelen arama kurtarma ekipleri… Allah bir daha bize böyle felaketler yaşatmasın ve böyle afetlerden muhafaza eylesin ancak Besni’deki bu ilginç buluşmada benim için ve sanırım pek çok başka insan için de hayatlarındaki unutulmaz bir toplanma ânı olmuştur. Tabii ki ilçeye gelen insanların çok büyük kısmı cânı gönülden ve kendi iradeleriyle oraya gelmişlerdi ama dört gün öncesine kadar hiç akıllarının ucundan geçmeyen bir mekânda, hiç tanımadıkları insanlarla aynı gaye için omuz omuza vermeye hazır şekilde bir araya gelmek de insana tekrardan kader karşısındaki bilinemezliğini hissettiriyor ve gayba yeniden iman etmek için bir davet taşıyor.

Herkes önüne çıkan seçenekler ya da açabildiği yollardan, iradesi ve kapasitesi elverdikçe işin bir ucundan tutmaya çalışıyordu. Yurtdışından gelen ekiplerin yanında tanıştığımız bir arkadaş, “Elimden pek bir şey gelmiyor ama yabancı dil bildiğim için yurtdışı ekiplerinin yanında bulunarak, onların enkaz altında kalanların yakınlarıyla ve Türkiye’den ekiplerle iletişimini kurmaya çalışıyorum.” diyordu. Bulgaristan ekibinin yanında ise Bulgarca bilen daha profesyonel bir çevirmen gördüm. Yine de hem burada gördüklerim hem de farklı yerlerden dinlediğim gelen her yurtdışı ekibine kendi dillerinde tercüman sağlama noktasında da sistematik ve başarılı bir çalışma yürütülemediği yönünde oldu.

Enkaz altındakilerin yakınları ve enkaz üzerinde çalışan diğer grupların ikna edilmesi sonrasında yurt dışından gelen ekipler eğitimli köpeklerle enkaz içinde yaşam belirtisi olup olmadığını tespit için hazırlıklara giriştiler. Uygun ortam için bütün iş makineleri ve el aletleri durduruldu. Enkazın üstü ve çevresi boşaltıldı, hatta köpeklerin koku hassasiyeti dolayısıyla herkes yolun karşı tarafına geçti. Deprem sonrası geçen günlere göre oldukça kısa bir süren bu çalışma, belki 10 dakika alsa da enkaz altında kalanların yakınları için yıllara bedel ve gerginliğin had safhada olduğu çileli bir bekleyişti. Çünkü çok geç kalınmış, düne kadar işitilen sesler duyulmaz olmuştu, bu âna kadar yitirilen zaman dolayısıyla artık zaman kaybetmeye sabır kalmamıştı. Öte yandan yurtdışı ekiplerinin canlı belirtisi bulamaması hem o enkazda çalışmayacakları anlamına gelecek, hem de son umutları da yaralayan bir etkiye yol açacaktı ve maalesef sonuç bu yönde oldu. Ancak bu söylediklerimden yurtdışından gelen arama-kurtarma ekiplerine dair olumsuz bir intiba bırakmak istemem. O akşam Türkiye’den arama-kurtarma tecrübesi olan bir ekiple konuştuğumda gün boyu Polonya ekibiyle birlikte çalıştıklarını ve hem sahip oldukları teçhizat hem de içindeki insanların çeşitliliği ve profesyonelliği noktasında takdire şayan bir ekip olduklarını aktarmışlardı. Polonya ekibi kendi kapasitesiyle o gün kolu enkaza sıkışmış ve enkazdan çıkartılmayı bekleyen bir depremzedenin sıkışan kolunun durumuna dair tespitler yaparak, kişinin kendisinden ve enkazın etrafındaki aile yakınlarından onayları ve imzalarını alıp, gerekli anestezik işlemleri yaparak kolu kesip kurtarma çalışmasını başarıyla tamamladıklarını anlattılar.

Başında beklediğimiz enkazda yurt dışı ekiplerinin yaptığı taramalarda yaşam belirtisine rastlanılmaması sonrası o ekipler enkazdan ayrıldı. Ancak enkaz altında kalanların yakınları için küçük de olsa hala bir umut vardı çünkü bu süreçlerde hem insanların bizzat kendi tecrübelerinden gördükleri hem de dolaşımda olan haberlerden öğrenildiği üzere belki istisna da olsa bazen profesyonel bir arama-kurtarma ekibinin ilk planda yaşam belirtisi tespit edemeyerek enkaz altında sırasını bekleyen başka canlara ulaşmak ümidiyle oradan ayrılmak durumunda kalmaları sonrasında başka ekiplerin o enkazlarda beklenmeyen şekilde canlılara ulaşabildiği bilinmekteydi. Öte yandan velev ki bu ümit tükenmeye dönmüş olsa da insanların cenazelerine ulaşmak, naaşlara eziyet edilmeden, bedenler çürümeye dönmeden ulaşma isteğine kim bigâne kalabilir; enkazın önüne arkasına bakmadan bir molozmuşçasına yıkımına kim razı gelebilir ki? İnsanların ölüsünü gömmesinin, bir mezara sahip olmasının ne kadar kıymetli olduğunu ancak bunun yokluğunu çekenlerin yıllar süren çileli bekleyişleriyle bakarak anlayabiliriz sanırım. Srebrenica katliamının üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen, katledilenlerin yakınlarının ölülerinin kemiklerine ulaşarak kendilerine ait bir mezara kavuşmak için bekleyişleri ya da bu coğrafyamızda faili meçhul cinayetlerde yakınlarını kaybetmiş insanların peşine düştüğü arayışta bir yas mekânına sahip olmanın önemini en sert ve yakıcı şekliyle görmek mümkün.

Bu duygular ve ortam eşliğinde ekip olarak burada kalarak enkazda çalışan insanlara yardım etme kararı aldık. O sırada ekibimizin içinde Adıyaman’a bizden önce yine Gümüşhane’den gelmiş olan AFAD koordinesinde çalışan tecrübeli arkadaşlar da vardı. Onlar Adıyaman merkezde hâlâ canlılara ulaşmak için yoğun çaba gösteren ancak artık yorgunluktan tükenmiş bir başka profesyonel ekipten destek çağrısı alınca haklı olarak bizden ayrılarak oraya intikal etmeye niyetlendiler. Bunun üzerine ekibimizin başını çeken hocamız, bu arkadaşlardan aletlerin kullanımına dair ekibimize hızlandırılmış bir eğitim vermesini istedi. Hilti firmasının galat-ı meşhur ile halk arasında ismine dönüşmüş olan delici-kırıcıların ve jeneratörün nasıl kullanıldığı, bu aletlere ilişkin nelere dikkat edilmesi gerektiği, olası sorunların neler olabileceği noktasında bizlere yoğunlaştırılmış bir eğitim verdiler. Büyük iş makinelerini bir kenara koyduğumuzda bu aletler ve tabii demir makası, oksijenli demir kesici, kazma, kürek, balyoz gibi birkaç alet enkazlarda kullanılan ana malzemelerdi.

Ancak enkaz alanında hem yine başka bir şehirden gelen organize bir ekibin olması ve bölge halkından enkaz çalışmasında olup bu aletlerin kullanımına hâkim insanların zaten var olması dolayısıyla aletlerimiz alanda iş gördüyse de bizim kullanmamıza pek gerek kalmadı. Biz daha geniş ekip gerektiren, enkazdan moloz tahliyesine yoğunlaştık. Ekibimizde kendi ifadesiyle ekskavatör, bizim ise genellikle kepçe diye andığımız araçların operatörü olan bir arkadaşımız vardı. Kafilemizde kepçemiz yoktu ama kepçelerle birlikte gelen operatörler uzun süreli çalışmalar sonucunda yorgun düştüğünde bu makinaları devralacak yedek operatörlerin varlığı elzemdi. Enkazın başında bulunduğumuz sürelerde kepçeyi zaman zaman arkadaşımız kullandı. Yine ekibimizde enkaz içindeki tünellere girme tecrübesi bulunan bir arkadaş, enkaz içinde bir keşif yaptı, mühendis bir arkadaşımız ise binadan kolon, kiriş ve zeminlerin tasfiyesinin plânlanmasında rol aldı. Ekibimizin bir kısmının AYAY’cılardan oluşması sayesinde bu işin önemli bir parçası olan, enkaz üzerindeki gerekli düzenin, önlemlerin ve işleyişin sağlanması da bizim görevimizdi.

Afet Bölgesinde Karşılaşmalar: Madenciler ve İnşaat İşçileri

Benim ve tahmin ediyorum pek çok insanın depremi ilk öğrendiğinde, bu yolculuğa çıkarken ve deprem alanına ulaştıklarında keşkeleri, “Arama-kurtarma ve acil müdahale alanlarında eğitim almış olsaydım ve bugünlerde sahaya daha çok katkı sunabilseydim!” düşüncesi oldu. İçimden “İnşallah bu iş bir bitsin, bu tür eğitimlere katılayım, yarınlara hazır olayım.” diye kendime söz verdim. Ancak farklı karşılaşmalarım ve de gözlemlerim bana böyle bir eğitimi almış olmakla gelebileceğim düzeyin sınırlarını ve bunsuz da yapabileceklerimin imkânları olduğunu hissettirdi.

Bu noktada kendi adıma çok kıymetli bulduğum bu karşılaşmalarımı anmak isterim. O günün akşamında dinlenmek ve konaklamak için Besni Kültür merkezine geçtiğimizde arama-kurtarma için gönüllü şekilde Kütahya’dan gelen madencilerle ve İstanbul’dan gelen inşaat işçileriyle tanıştık. Madenciler o gün yaptıkları bir kurtarma operasyonunu anlattıklarında madencilerin bu tür bir felakette üstlendiği ya da üstlenebileceği benzersiz ve kıymetli konumu tekrar idrak ettim. Madenciler içine girdikleri enkazlarda ekibi ve tahliyeyi emniyete alan tahkimatlardan, yıkım tehlikesi olan yerlerde tahkimatın hangi teknik araçlarla nasıl ve ne şekillerde kurulabileceğinden bahsederken bir an düşününce göçükte kullanılacak pek çok aletin ve bir enkazda nasıl ilerleneceğine dair birçok yol ve yöntemin bu insanların gündelik hayatlarının bir parçası olduğunu hatırlamış ya da fark etmiş oldum.

Türkiye’deki madenleri ve çalışma koşullarını düşününce belki de her gün ölüm riskiyle burun buruna toprağın altına giren bu insanlar için bu tür uğraşlar iş hayatlarında kazandıkları gündelik melekeleri haline dönüşmüş bir görüş ve eyleyiş biçimi. Burada kabiliyet, tecrübe, iş bilmenin yanında neyin göze alınabildiği, neye cesaret gösterildiği de bir mesele. Kahrolsun ki bu ülkede kapitalist ilişkilerin işçi hayatını feda edilebilir bir meta haline getirdiği bu düzende binlerce madenci ailesini ve kendisini yaşatmak için ölüme yatmayı göze almayı da hayatının bir parçası haline getirmiş, bununla nasıl baş edeceğini öğrenmiş. Nizami bir arama-kurtarma ve acil yardım eğitiminde maden işçilerinin pek işlerinin olmadığı farklı şeyler de öğrenmek mümkündür, diye düşünüyorum ancak tahkimat kurmayı da, delici ve kırıcıyı eline almayı da eğitimden eğitime yapan pek çok insanın, istisnai zamanlar hariç yılın neredeyse her gününü bu aletlerle ve bu meselelerle geçiren insanların birçoğunun gösterebileceği pratikliği ve ustalığı göstermesi mümkün olmayabilir, diye değerlendiriyorum.

Tecrübelerini aktaran emekli madenci, bir grup gönüllü maden işçisi olarak Kütahya’dan ancak depremin üçüncü gününde bölgeye intikal edebildiklerini anlattı. Gönüllü olarak gitmek istediklerini resmi makamlara ilettiklerinde, ülkenin akredite siyasi muhalefet topluluğu içindeki bir partinin olaya dâhil olarak “Size acil ihtiyaç olabilir, karayoluyla değil uçakla gönderelim.” dediğini fakat kendileri yerine arama kurtarma vasfı olmayan partili gençlerin uçakla gönderildiğini ve kendilerinin kara yolları ile gelmek durumunda kaldıklarını anlattı. Madenci abi parti adını vurgulamadı, hatta başta söylemedi bile ancak ben bunu anmayı tercih ettim zira gerçek bir değişime, adil ve onurlu bir yaşama irademizi gasp etme peşindeki partiler eliyle değil, toplumsal dayanışma ve mücadele yoluyla sahip olabileceğimizi vurgulamak istedim. Madenci abi ile sohbetimizde daha acı olanı ise içinde bulunduğumuz hafta itibariyle Türkiye’deki pek çok maden işletmesinin normal düzeninde çalışmaya devam ettiğini söylemesiydi. Ülkedeki bütün maden işçilerine depremin ilk gününde gönüllü şekilde madende kullandıkları malzemeleri de yanlarına alarak arama-kurtarma için bölgeye gitmenin imkânının sağlanmaması devletin ya da en hafifiyle resmi makamların ve işverenlerin koordinasyonsuzluğu ve sorumsuzluğu, asıl olarak ise devletin acziyeti ve sermaye düzeninin egemenliğinden başka ne olabilir ki? Televizyon ekranlarına yansıyan madenci beyanatlarına bakınca da bu gerçek duyan kulaklara, gören gözlere ve akleden kalplere olanca sertliği ile çarpıyor.

Madenciler için bahsettiğim durumun bir benzeri ise, yine birebir konuşma ile daha iyi kanaat getirdiğim üzere, inşaat işçileri için geçerli. Bir binanın, hatta onlarca binanın yapımında çalışmış, her aşamasına bilfiil şahitlik etmiş kişilerden daha iyi kaç kişi beton yığınlarıyla nasıl baş edeceğini bilebilir ki? İnşaat işçileri ile konuşurken nasıl çarpık bir düzenin içinde olduğumuzu da farklı yönleriyle tekrar idrak ettim; yıllardır dünyanın her tarafında inşaat yapmakla övünen bir ülke, neredeyse her sermayedarın yöneldiği bir alan olarak inşaat, Avrupa’daki bütün ülkelerden daha fazla hazır beton üretmekle övünen birliklerin olduğu bir ülke ama tüm bu söylemlerin ve eylemlerin arasında bu ilerlemenin ve girişimciliğin altından kalkamadığı enkazlar…

İnsan düşünüyor; insansız hava araçları, uzaktan sinyallerle hedefi bulan güdümlü bombalar, insanların her konuşmaların ve hareketlerinin kontrol edildiği sistemlerin olduğu bir çağda ve bu “muasır medeniyet” seviyesini hedef edinmiş bir ülkede yaşıyoruz; iş onurlu bir hayat sunma ve insan hayatını kurtarmaya, doğa-toplum bütünlüğünde yeryüzünü güzelleştirmeye geldiğinde bütün sistem hata veriyor, eli ayağına dolaşıyor. Peşinden koşulan bu teknolojiler ve inovasyonlar insanların hayatlarını daha adil, daha eşit ve daha yaşanır hâle getirmek noktasında aciz ama kontrol edilebilir uysal hayatlar üretme ve hedefe koyduğu her şeyi yok edebilme noktasında alabildiğine heveskâr, bu durumda depremzede kardeşlerimizle dayanışmanın kaçınılmaz bir cüzü ve bu gidişe dur demenin yolu da bu düzeni ve bu sistemi bozguna uğratmak olmalı.

Bir Farz-ı Kifaye olarak Toplumsal Dayanışma

Besni’de geçirdiğimiz ilk günün akşamında gittiğimiz kültür merkezinde bir çay ocağı da kurulmuştu ve sürekli çay demleniyordu. Yeni çay çıktığında, kurtarmalara katılan emekli madenciye bir çay getirmek benim için mutluluk vesilesiydi. Bu ve benzeri anlar, bu felaket ortamında basit görülebilecek ama yapılması elzem, kalifiye olmayı gerektirmeyen ancak birilerinin üstlenmesi gereken “sıradan” pek çok işin de olabileceğini ve bunların da değerli olduğunu gösterdi. Mesela sırf bu tür toplanma merkezlerinde gelen gideni karşılamak, ortalığı toplamak, ortamı temizlemek, gelen insanlara yardımcı olmanın bile ne kadar kıymetli olduğunu fark ettim. Besni’deki ikinci günümüzde enkazda çalışırken bir ara enkazın önündeki ateş yanan toplanma ve dinlenme bölgesinde çok fazla çöp biriktiğini fark edince çöplere yöneldim. Tam o sırada bir iki kişi daha ellerinde çöp poşetleriyle yaklaştı ve birini bana verdiler. Hayatımda çöp toplamaktan bu kadar mutmain olduğum bir an daha hatırlamıyorum. Bu arada çöplerin çoğunun nereden geldiği de ayrı bir mesele. İki gün süresince Besni’de destek vermeye çalıştığımız bu enkazda yemek hiç eksik olmadı. Biz çalışırken belli aralıklarla pek çok ikram yapıldı ve bu ikramları getirenler o bölgenin kendi insanlarıydı. İnsanların tüm acılarına, kayıplarına, yoksunluklarına rağmen enkazda çalışanları ve çevredeki insanları aç bırakmamak için gösterdikleri kadirşinaslık ve diğerkâmlık nasıl tarif edilebilir bilmiyorum.

Arama-kurtarma tecrübesi olmayan bir gönüllü olarak deprem bölgesinde ya da enkazda neler yapılabilir sorgulamalarımda organize bir grubun parçası olarak hareket ederek dayanışmanın imkânını da tecrübe ettim. Enkazlarda sıradan insanlara da ihtiyaç oluyordu, özellikle molozların alandan tahliyesinde koridor yaparak elden ele aktarım bu kolektif çabanın belki basit ama gerekli bir aşamasıydı. Bunun yanında yelekleriyle bir grup olarak dışarıdan gelen insanların varlığı enkazda yakınları olan insanlar ile farklı açılardan da bir dayanışma sağlıyordu. Bu yardımlaşma ve dayanışma, felakete tutulmuş insanlar için moral, dayanma ve zor durumu paylaşma noktasında mütevazı da olsa bir destek sağlıyordu. Bunu hem enkazda çalışırken ara ara ettiğimiz muhabbetlerde hissediyorduk hem de çeşitli sebeplerle alandan ayrılıp dönüş yoluna çıkmamız gerektiğinde üzücü bir vedalaşma yapmamız gerektiğinde hissettik.

Enkaz çalışmasından ayrıldığımızı gören birkaç kişi ekibimizin yanına gelerek ayrılmamamız konusunda ricacı oldular fakat ayrılmamız gerektiğini ifade ederek bu konuda haklarını helal etmelerini istediğimiz bir depremzede buruk ve sitemkâr bir şekilde hakkını helal etmediğini söyleyerek yanımızdan ayrıldı. Aslında biz de öylece bırakıp gitsek gerçekten bir saygısızlık yapmış olurduk. Yerimizi Ankara’dan gelen itfaiyecilere bırakmak üzere kendileriyle sözleşmiştik ancak henüz onlar gelmeden alandan ayrılınca acelecilik etmiş olduk. Biz depremin 5. gününün akşamında dönüş yoluna girdik ancak ekibimizin bir kısmı Gümüşhane’ye döndüğümüz günün akşamında yeni eklenen gönüllülerle birlikte bölgeye gitmek için tekrar yola çıktılar.

Bize gelen bu sitemi ve bu yazıda yer verdiğim karşılaşmaları yazıya dökmüş olmamın asli sebeplerinden biri yazının başlığında yer verdiğim ifade ile feryat edip sesinin duyulmasını isteyen insanların sesine kendi şahitliklerim üzerinden icabet etmek iken, bir diğeri ise dayanışmanın pek çok farklı yolu olabileceğine ve ertelenemez hayati bir ihtiyaç olduğuna işaret etmektir. Depremzedelere bölge dışından gelecek yardımların organize edilmesi ve farklı şehirlere göçmek durumunda kalan depremzedeleri rahat ettirmek, onları misafir etmek bu işin önemli bir cüzü olmakla birlikte deprem bölgesinde bilfiil bulunmak, maddi ve manevi dayanışmayı düşürmeden kesintisiz bir şekilde sürdürmek toplumsal bir vazife, bir farz-ı kifayedir. Ve bu dayanışma o bölgedeki insanlar yaşanabilir evlere ve işlere dönene kadar sadece enkaz başlarında değil çadır ve konteynır kentlerde ve hayatın her alanında sürdürülmelidir. Depremzedelerin hepimizin üstündeki bir hakkı bu iken bir diğeri ise Allah’ın yeryüzündeki ayetlerinden olan depremin bir insani felakete dönüşmesine yol açan yeryüzünü ifsada dönük kent politikalarına, her türlü hile ve talan ile inşa edilen binalara, insanları bu evlere mahkûm kılan sosyo-ekonomik eşitsizliklere, deprem sonrasında insanları sefilliğe ve biçare kalmaya mahkûm eden, bununla da yetinmeyip acılı insanların yaşadıklarını ve sözlerini duymazdan gelen, karalamayı hak bilen ve bu duruma gelmemizin koşullarını uzun zamandır kendi elleriyle inşa eden siyasi elitlerin varlığına karşı durmamız, bu gidişatı elbirliğiyle değiştirmek için vereceğimiz mücadeledir. İnşallah önümüzdeki süreçte hem depremzedelerle dayanışmayı kesintisiz ve yükselterek sürdürmek, hem de dayanışmayı büyüterek toplumsal olarak sırtımızdaki veballerle hesaplaşabilmek bizlere nasip ve müyesser olur.

*Yazıyı okunaklı hale getirme noktasında katkıları için Mustafa Emin Büyükcoşkun ve Muhammed Gazali Kılınç’a teşekkürlerimi sunuyorum.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Kararsız Bir Berzahta Büyüyen Yenilgi Psikolojisinden Kurtulmak

Yayınlanma:

-

Küresel Sumud Filosu ile Trump’ın Gazze’deki sözüm ona “ateşkes plânı” ve elbette Erdoğan-Trump görüşmesi birbirini tamamlayan parçalar olarak bir tablo oluşturdu bizim için.

Atasoy Müftüoğlu’nun çoğu kez aceleci genç kuşaklarda hoşnutsuzluk uyandıran çözümlemeler ve köklü dönüşümler bahsinde sunduğu önerilerle İsmet Özel’in “Uzun yola çıkmaya hüküm giydim” mısraının kesiştiği bir kavşaktayız. Bu kavşak, esasen çok uzun zamandır bulunduğumuz bir berzahtı ancak peşi sıra cereyan eden ve aksiyon alınması gereken hadiseler ile yine onlarla bağlantılı tavırlar, sahte aktörler gibi pek çok nedenle lâyıkıyla muhasebesini yapamadığımız, sürekli ertelediğimiz bir hâlden/sorumluluktan/ödevden bahsediyorum.

Sumud Filosuyla mesafe alan vicdani çıkışların paradigmatik örgütlenme bahsinde bir değerlendirmesini yaptığım yazı[1] buradaki tartışma için bir zemin oluşturabilir.

Türkiye heyetinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan öncülüğünde 25 Eylül 2025 tarihinde Trump’la yaptığı görüşmelerdeki bütüncül tutumu bu yazıda işlemeye çalışacağım mevzuu için önemli bir istinat oluşturacaktır. Bu istinadın diğer ayağında elbette sekiz İslam ülkesinin, daha sonra Trump’ın ilan ettiği Gazze’de ateşkes öneren plâna onay buluşması olduğu anlaşılan toplantı var. Bu toplantı ve takip eden kararın onaylanmasının, yazımızın ana teması bahsinde ne denli ehemmiyete sahip olduğu görülecektir.

Aksâ Tûfânı’nın tam olarak iki yılını tamamladığı bir dönemde oluşan tabloda neredeyse eksik kalmamış gibi! Bu iki yılın ne kadar zorlu geçtiğine, yaşayan herkes doğrudan tanıklık etti. Gazze’deki soykırım ve eşsiz direniş ile Hizbullah’ın kuzeyden açtığı cephe bu sürecin zaten önemli ve temel parçalarındandı. İsrail/ABD-İran savaşı, Yemen’in sürece dâhil oluşu, Katar’ın İsrail tarafından vurulması, Direniş liderlerine suikastlar sanırım dünya tarihinin en hızlı akan döneminin baş döndüren aşamalarını oluşturdu.

Bütün bu çerçevenin dünya halklarınca öfke ile karşılanması, vicdan ve haysiyet mücadelesinin yankılanması olarak Madleen, Hanzala, March to Gaza, Sumud biçiminde somutlaşması benzersiz bir enerji üretse de egemen dünya düzeninin güçlü işleyişini sarsacak seviyeye ulaşamadı. Bunu, dipnota aldığım yazımda gerekçeleriyle tartışmıştım.

Bu tartışmanın vaktine dâir itirazlar gelebilir ancak hiçbir tartışma zamansız değildir. Muhasebe her koşulda kaçınılmazdır. Tartışmaları yürütürken fiilî sorumlulukları ötelemek elbette kabul edilemez ancak fiilî süreçler gerekçe gösterilerek de muhasebeden sakınılamaz.

Trump’ın sekiz İslam ülkesi lideri ile ABD’de pişirip ilan ettiği ve birkaçı hariç umum İslam ülkeleri yöneticilerince heyecanla karşılanıp alkışlanan teklif ile Gazze’nin hâl-i hazırdaki durumu moral bozukluğuna sebebiyet verirken alttan alta da bir yenilgi psikolojisi enjekte etme kabiliyetine sahiptir. Harap edilen Gazze, soykırım silahı olarak kullanılan açlığa maruz bırakılan Filistin halkı ve İslam dünyasının kâhir ekseriyetinin Trump önderliğinde Direniş’e karşı ortak cephede saf tutması bütün bu yenilgi psikolojisinin anlaşılabilir gerekçeleri olarak karşımızda duruyor.

Yüz yıllardır egemen dünya düzeni karşısında yaşanan genel mağlubiyet, sömürü ve horlanmanın Müslümanların zihin ve gönül dünyalarında nasıl bir tesir bıraktığını bilenler için bahsettiğim yenilgi psikolojisi anlaşılabilir bir neticedir. İslam dünyasının bilinç olarak değil elbette ama siyasi, ekonomik, askerî bakımlardan belki de en zayıf, en çaresiz halkası olan cephesinin büyük beklentileri karşılayabilme gücü, peşinen kolayca anlaşılabilirdi ancak asırların biriktirdiği duygusal yük buna engel oldu.

Diğer yandan kritik bir mesele daha var ki ona da Sezai Karakoç’un meşhur mısraı ile çarpıcı bir başlangıç yapılabilir: “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır!” Buradaki “yenilgi”, bütün rasyonel hesaplamaların, aydınlanmacı zihniyetlerin tümüyle dışındadır. Hesapların sadece bu dünya hayatında görüleceğine, galibiyet ve mağlubiyetin sadece burada vukû bulacağına dâir tasavvurlar, bu mısrada ifadesini bulan iman tarafından reddedilmektedir. Zafer, Allah katındandır ve bu dünyada yenilgileri göze alan, ona meydan okuyan bir azim, cehd ve kararlılık âhiretteki zaferin biriktiricisidir. Dolayısıyla mutlak kayıp ve kazancın mahiyetine ilişkin hakiki tavrın ne olduğunu buraya not düşerek yenilgi psikolojisinin ne mana ifade ettiğini sürekli biçimde sorgulamayı itiyat edinmek icap eder.

Şimdi murâdımızı belirginleştiren aşamaya geçelim.

Modern dönem siyasal hareketlerinin meşhur bir sorusu vardır: Ne Yapmalı? Lenin’den Ali Şeriatî’ye, Ümit Aktaş’tan Kur’an ve sohbet halkalarındaki tartışmalara kadar bu soru sayısız kere sorulmuş; kimi zaman kitap sûretinde kimi zaman da sözlü olarak cevaplandırılmak istenmiştir. Pek çok mesele gelip oraya dayanıyor ister istemez ve maalesef çoğu zaman, tatmin edici cevaplar üretilemediğinden bir çaresizlik ve savrukluk bilinçlerden eksik olmuyor.

Fiilî ve zihinsel işgallere maruz kalan müslümanlar için Trump etrafında çevrelenen İslam ülkelerinin liderlerinin sunduğu fotoğraftan bahsetmiştim. Bu fotoğraf, Gazze direnişinin hem dünya genelinde hem de İslam ülkelerinde nasıl bir seyir takip ettiği hususunda güçlü izlenimler verme potansiyeline sahip! İşbirlikçilikleri ile nam salmış ülke temsilcilerinin Filistin direnişini boğma, küresel liderliğin Trump ve avenesinde olduğunu itirazsız kabul etme tavırlarındaki rahatlık, İslam ülkelerindeki İslami siyasi mücadelelerin niteliğini açık etmektedir. Hiçbir toplumsal muhalefetten hiçbir ciddi tehdit algılaması söz konusu değildir ve liderler bu rahatlıkla emperyalist şefin etrafında dizilmişlerdir.

Bu tablodan çıkarılabilecek pek çok sonuç var. Müslüman dünyanın fotoğrafını eleştirirken bütün coşkun görünürlüğüne karşın Batı, bu değerlendirmelerden uzak değildir. O coşkun görünürlüğün aldatıcılığı hakkında yine bir önceki değerlendirme yazıma atıfta bulunacağım, gerekçelerimi, orada sıralamıştım. İnsan hakları mücadelesi dolayımında gezinen toplumsal tepkiler -evet, sadece toplumsal tepki diyebiliriz- kimseyi rahatsız edemez. Kurucu iddialardan uzak hareketlerden kimse endişe edip de köklü politik manevralar yapmaz. Gazze’deki direniş ve soykırım boyunca toplumsal itirazlar bu çaresizliği yaşadı. Eksik ve zaaflarıyla birlikte Gazze’de vücut bulan paradigmatik iradenin zerresine sahip olmayan itiraz dalgalarının bu acziyet hâlini yaşamaması mümkün müydü?

Müslümanlar olarak “özgürleşmeden özgürleştirmek[2]” diye tanımladığım bir patinaj hâlinde enerji tüketiyoruz. Yazının başında işaret ettiğim gibi tam da burada “Ne Yapmalı?” sorusu etrafında şekillenen tartışmalar giriyor devreye. Entelektüel bir kavrayışla şiddet dışı direniş, temel İslami kavramlar, Kur’an ve siyerin teorik siyasal çıkarımlar yapılması beklenen birlikte okunup tartışılması, devlet hakkında birtakım mülâhazalar, öteden beri devredip duran kalıplarla zihinleri donduran telâkkilerle hesaplaşma, siyasal mücadele alanlarını çeşitlendirme, kurucu irade tartışmaları…  Bunların yokluğunda dönüp dolaşıp devletlere müracaat eden çaresizliklerin içinde bağımsız, devrimci söylem üretemeyen hak arayışlarıyla geçen bir süreç![3]

Bağımsız İslami siyasi mücadelelerin üretilmesinin ehemmiyetini Aksâ Tûfânı süreci herkese bir kez daha öğretti. Trump’ın sözüm ona ateş kes plânıyla farklı bileşenlerden oluşan geniş bir rahatlama dâiresi oluşabiliyorsa kendisi özgürleşmediği için başkalarını özgürleştirmeye nefesi yetmeyenlerce domine edilen bir alana mahkûm edilişin hazin tablosu karşımızda duruyor demektir.

Türkiye heyetinin Trump hayranlığı, sekiz İslam ülkesi liderinin Gazze direnişini boğmayı amaçlayan plânı onaylama toplantısı ve bütün bu tabloya rağmen kısmî rahatlamaları hedefleyen toplumsal taleplerin, teslimiyet fotoğraflarını servis etmekten çekinmeyen siyasi aktörlere yöneltilmesi yazımızda bahsetmeye çalıştığımız temel çelişkidir ve mezkûr toplumsal hareketlilikler kurucu irade tartışmalarına evrilmedikçe bu çelişki derinleşecektir. Yerel ve küresel ölçekte hegemonya herhangi bir tehdit algılaması hissetmeyecek ve taşıyıcı kolonlarına “meşruiyet” dağıtmaya devam edecektir!

Yazının başında bahsettiğim istinat noktalarının paradigmatik kavranışındaki zaaflar üzerine kafa yoracak, bu alanda teorik ve pratik mesafeler alacak bir irade ete kemiğe bürünmelidir. Bu, elbette mümkündür. Çaresizlik ancak devrimci bir tutumla, iradeyle aşılabilir. İslami hareketliliklerin düşünce ve pratik ufukları en azından bir başlangıç kabiliyetini bize öteden beri sunmaktadır[4] lâkin “sivil” sıfatının fazlaca yaygınlık kazandığı bir zemin, kabul etmeli ki bu kabiliyetleri yazıda da yer yer bahsettiğim gibi çok boyutlu olarak aşındırdı. Önce bu aşınmayı izale etmek gerekiyor. Yenilgi psikolojisinin kökenlerinin teşhisten sonra kurucu tartışmalara yol bulunmalıdır.

“Özgürleşmeden özgürleştirme” arzusundaki özgüvenin aldatıcılığı, kimseyi egemen dünya düzenince tanzimi yapılan bir somutlukta vicdanları geçici de olsa rahatsız olmaktan kurtaracak kısmî düzenlemelerle yetinmekten öte bir neticeye taşıyamayacaktır.

Dipnotlar:

[1] Vicdan ve Haysiyetin Paradigmatik Örgütlenmesi, Ahmet Örs: https://yenipencere.com/kose-yazilari/vicdan-ve-haysiyetin-paradigmatik-orgutlenmesi/

[2] Aksâ Tûfânı Dersleri: Özgürleşmeden Özgürleştirmek, Ahmet Örs: https://yenipencere.com/kose-yazilari/aksa-tufani-dersleri-ozgurlesmeden-ozgurlestirmek/

[3] İnsan Haklarının Yükü, Emre Berber: On İki Levha yay.

[4] İslamcılığın Trajik Düşüşünden Çıkış Mümkündür, Ahmet Örs: https://www.tasfiyedergisi.net/islamciligin-trajik-dususunden-cikis-mumkundur/

Devamını Okuyun

Yazılar

Boeing, Soykırım İçin Silah Üretimini Durdurmalı – Mike Pappas

Yayınlanma:

-

Boeing çalışanları, daha iyi ücret ve çalışma koşulları için greve gitmeye karar verirken şirket, yurt içinde maliyetleri düşürmeye devam ediyor ve yurt dışında ise İsrail’in Filistin’de sürdürdüğü soykırımı destekliyor.

Son zamanlarda, Uluslararası Makineciler ve Havacılık İşçileri Birliği (IAM) üyesi Boeing çalışanları, sendikanın desteklediği korkunç bir geçici anlaşmayı reddetmekle kalmayıp greve gitme kararı aldı. Bu işçiler, daha fazlası için mücadele etmeye hazır olduklarını ve Boeing yöneticilerinin kârlarını maksimize etmek için üretimi kısarak insanları tehlikeye atmaktan bıktıklarını gösteriyor. Bu yetmezmiş gibi Boeing yönetimi, Filistin’deki soykırımı sürdüren İsrail’e silah tedariğini sürdürmeye odaklandı. Boeing, soykırım için silah üretmeyi bırakmalı ve uçaklarını iyileştirmeye başlamalıdır.

Raporlar, grevden önce ve belki de grevi öngörerek Boeing’in güvenli olmayan bir şekilde üretimi artırmak için fazla mesai yaptırdığını ve kısmen üretilmiş uçakları montaj hattından geçirerek gerekirse daha sonra grev kırıcılar tarafından tamamlanmalarını sağladığını gösteriyor. 2018 ve 2019’da düşen Max 737 jetleri gibi ticari yolcu uçaklarının veya uçuş sırasında uçakların kapılarının düşmesi gibi olayların yaşandığı bir geçmişe sahip olan Boeing yöneticilerinin, üretimde gereksiz gördükleri masraflardan kaçınmak isteyeceklerini düşünmek mantıklı görünüyor ancak yöneticiler, güvenliği ikinci plâna atarak kârlarını öncelemeye devam ediyorlar. İşçiler de haklı olarak endişelerini kamuoyuyla paylaştılar ancak Boeing yönetimi tarafından suçlu ilan edilip hedefe konuldular. Ayrıca endişelerini dile getiren birçok kişi, bunu yaptıktan sonra ölü bulundu. Bu da kamuoyuyla paylaşılan kritik bilgilerin azalmasına neden oldu.

Uçaklara daha fazla insan sıkıştırıp seyahat edenlerin güvenliğini tehlikeye atsa da ABD’nin tek uçak üreticisi olan Boeing, maliyetleri düşürme hedefinden vazgeçmiyor. Hâl böyleyken Boeing gibi şirketlere, halk yararına çalışacaklarını iddia eden kapitalist politikacılar tarafından devasa devlet sübvansiyonları veriliyor. Buna paralel olarak yöneticilerin de kamu güvenliğini hiçe sayarak kârı maksimize etmek için işçileri zorladığını görüyoruz.

Kim bilir; belki de Boeing, bu sorunları çözmek için çalışıyordur, değil mi? Belki de hem kârı en üst düzeye çıkarmak hem de kamu yararını gözetmek için “fazlalıklardan kurtulmaya” ve üretimi “daha verimli hâle getirmeye” çalışıyorlardır! Yanlış: Boeing maliyetleri düşürürken aynı zamanda ölüm ve yıkım amaçlı ürünler de ihraç ediyor! Boeing, dünyanın dördüncü büyük silah üreticisidir ve şu anda İsrail’in Filistin’de yürüttüğü soykırıma yardımcı olan kilit bir rol oynamaktadır. Ekim 2023’ten itibaren Boeing, Filistin’e karşı yürütülen soykırım savaşında kullanılmak üzere 1.800 adet Joint Direct Attack Munitions (JDAM) ve 1.000 adet Small Diameter Bomb’un İsrail’e sevkiyatını hızlandırdı. Boeing, soykırım için İsrail’e silah sevkiyatını hızlandırmaya her zaman hazır ancak uçaklarının düşüp insanların ölümlerine sebebiyet vermesini önlemek için o uçakları iyileştirmeye hazır değil!

Rekor Kırdı: Boeing, 2021-2023 yılları arasında İsrail’e teslim edilen füzeler ve mühimmat açısından ABD’nin en büyük üreticisi oldu. Grafik arka plan önünde Boeing uçakları ve JDAM mühimmatlarından oluşan kolaj. Fotoğraf, ABD Hava Kuvvetleri tarafından sağlanmış olup Staff Sgt. Michael B. Keller tarafından çekilmiştir.

Bu tür sevkiyatlar soykırım boyunca devam etti. Boeing’in mühimmatı, Mayıs ayında İsrail tarafından Rafah çadır katliamında 45 kişiyi ve haziran ayında BM okul katliamında 9’u çocuk olmak üzere 33 kişiyi öldürmek için kullanıldı. Bu yılın başlarında, Boeing JDAM’leri bir evde 19’u çocuk olmak üzere 43 kişiyi öldürmek için kullanıldı. Elbette bu, sadece son zamanlardaki soykırımla sınırlı değil. Boeing, 1948’de İsrail’in kurulmasından bu yana Siyonist ordusuna uçak ve mühimmat tedarik ediyor!

Kârın maksimize edilmesinin her zaman öncelendiği bir ekonomik sistemde bu dinamikler şaşırtıcı değildir. Bu yılın ocak ayında yapılan dördüncü çeyrek kazanç açıklamasında, finans direktörü Brian West, Boeing’in gelirinin 22 milyar dolar olduğunu, bunun bir önceki yıla göre yüzde 10 artış anlamına geldiğini ve yine bunun 6,7 milyar dolarının savunma sözleşmelerinden kaynaklandığını belirtti. Boeing; soykırıma yatırım yapıyor çünkü bu, uçakları tamir etmek ve kamu güvenliğine odaklanmaktan daha fazla para kazandırıyor.

İşte bu çok önemli olduğu için şirket, kendini daha iyi göstermeye yarayacak her yolu bulmalıdır! Bu yüzden işçilere ve kamu güvenliğine yatırım yapmak yerine soykırıma destek sağlarken bir yandan da Missouri eyaletinin St. Louis gibi şehirlerinde düzenlenen Onur yürüyüşlerini finanse ederek bir tür pembe yıkama yapıyor. Boeing’in bir sonraki halkla ilişkiler hamlesi, Filistinli çocukları öldürmek için İsrail’e sattığı füzelere onur bayrakları eklemek olabilir mi?

Peki, ya Boeing’i işçiler kontrol etseydi ne olurdu? İşçiler, kendilerine yeni bir yat veya mülk satın alabilmek için uçakların düşmesini izleyen şirket yöneticileri ve zengin hissedarlarının aksine o uçaklarda kaliteden ödün vermezlerdi. Boeing, işçilerin kontrolü altında kamulaştırılsaydı işçi sınıfı, dünyanın dört bir yanındaki masum çocukları öldürmek için daha fazla ölüm makinesi üretmeye fon ve araştırma kaynakları ayırmayı seçer miydi? Elbette hayır!

Diğer yandan Boeing’in savaş için kullandığı teknoloji ve tesisler, toplu taşıma sistemlerini iyileştirmek için çalışan fabrikalara dönüştürülebilir ve böylece iklim krizinin dünya çapında şiddetini artırdığı bir dönemde çevreyi daha az kirleten ulaşım araçlarının kullanımı teşvik edilebilir.

Boeing ve benzeri şirketleri ele geçirip kendi kontrolümüzde işletmeliyiz. Bizim sırtımızdan kâr etmeye devam eden kapitalistlerin, dünyadaki yoksulları ve emekçi sınıfları ölüme terk etmelerine izin vermemeliyiz.

Kaynak: leftvoice.org

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sistematik Kötürümleştirme: Aileler Yoksul, Çocuklar Aç

Yayınlanma:

-

Türk-İş araştırmasına göre 2025 Ağustos ayında açlık sınırı[1] 27 bin; yoksulluk sınırı ise 88 bin TL’ye yükseldi. Bu rakamlar, Ankara’da yaşayan dört kişilik bir aile ölçü alınarak belirleniyor.

Asgarî ücret, hâl-i hazırda 22 bin104 lira 67 kuruş olarak uygulanıyor. Asgarî ücret artış periyodu, AKP hükümeti tarafından 2024’ten itibaren yıllık olarak karara bağlandığı için artık sene içerisinde herhangi bir düzenleme yapılmıyor. 2025 yılı asgarî ücreti, hak edildiği ocak ayında açlık sınırının altında kalmıştı (22 bin131 TL).

Emekçiler, yoksullar 2025 yılına başlangıcı “aç” olarak yapmıştı. Aslında pek çok sene birbirine benziyor ancak son yıllarda ivme, çok daha negatif yönde seyrediyor. Önceki yıllarda asgarî ücretin açlık sınırı altına düşmesi bir-iki ayı bulurken şimdilerde ilk hak ediş, açlık sınırının altında gerçekleşiyor.

7 milyondan fazla emekçi, asgarî ücretle çalışırken 7,6 milyon emekçi ise asgarî ücrete bile erişemiyor! Ücretlilerin asgari ücrete “komşuluğu” (asgarî ücretin yüzde 10 üstü ve altı) açısından bakıldığında 8,5 milyon emekçinin asgarî ücretin altında ve civarında ücret aldığı görülüyor. “Asgarî ücretliler, asgarî ücret bile alamayan milyonlar, asgarî ücretten az-biraz fazla kazananlar…” derken vasıflı/eğitimli çalışanlar için de asgarî ücretin genel geçer ücret olduğu[2] bir vasatta milyonlarca emekçinin açlığa gömülü hâlde vâr olma mücadelesi verdiği pekâlâ söylenebilir.

Yoksulluk-Açlık, Yetersiz Beslenme Çocukları Nasıl Etkiliyor?

Asgarî ücretle geçinmeye çalışanların pek çoğunun ailesi, çoluk çocuğu var ve bu çocukların mühim bir kısmı “çocuk yoksulluğu”ndan mustarip. Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) araştırması, ülkede en az 7 milyon çocuğun yoksulluk içinde yaşadığını söylüyor. Araştırmaya göre, en düşük yüzde 20’lik gelir grubuyla en yüksek yüzde 20’lik gelir grubunun tüketim harcamaları arasında beş buçuk kat fark var ve bu makas giderek açılıyor. Bu büyük farkın yoksul çocukların öğrenim yaşamlarına, geleceklerini şekillendirme süreçlerine nasıl tesir ettiğine ise yakından bakmak gerekiyor.

OECD verilerine göre Türkiye’de çocuk yoksulluğu, toplam nüfusun yoksulluk oranından daha fazla! Türkiye’de her 100 çocuktan 22’si yoksulluk içinde büyüyor. TÜİK’in 2022 yılına ait çocuk istatiklerinde 15-17 yaş grubundaki çocukların yüzde 19’u çalışma hayatında yer almaktadır. 2002-2023 yılları arasında yaklaşık 900 çocuk, iş cinayetlerinde can vermiştir. OECD ülkeleri arasında ne eğitimde ne istihdamda olan genç sıralamasında yüzde 28 ile Türkiye, birinci sıradadır. “TÜİK 2022 Türkiye Çocuk Araştırması”, ekmek veya makarna gibi yiyecekleri her gün tüketen çocuk oranını yüzde 63; her gün sebze tüketen çocuk oranını yüzde 33; her gün et, balık ya da tavuk tüketenlerin oranını ise sadece yüzde 13 olarak tespit etmiştir.[3]

Türkiye’de çocuklar ve gençlerle ilgili bu iç karartıcı tabloyu biraz daha açmalıyız. İstanbul Plânlama Ajansına (İPA)[4] göre;

– Her 3 öğrenciden 1’i okula aç gidiyor,

– Her 3 öğrenciden 1’i okula gitmeden önce hiç kahvaltı yapmıyor,

– Çocukların yüzde 60’ı haftada en az 1 gün kahvaltı yapmıyor,

– Öğrencilerin yüzde 19,2’si parasızlık nedeniyle haftada en az 1 gün aç kalıyor,

– Çocukların yüzde 2’si okuldan sonra hiç akşam yemeği yiyemiyor,

– Çocukların yüzde 1,9’u ise yine ekonomik sebeplerle her gün aç kalıyor.

Açlığa maruz kalan çocukların büyüme ve eğitim süreçlerinde hangi sonuçlarla karşılaşacakları hakkında bazı araştırmalar fikir verebilir. Tam da büyüme ve eğitim çağındaki bir çocuğun yetersiz beslenmeden olumsuz etkilenmemesi elbette mümkün değildir. Öncelikle İngiltere’de yapılan bir araştırmanın[5] sonuçlarına bakalım:

Birleşik Krallık’taki en yoksul %25’lik ailelerden gelen 389 “üstün yetenekli” beş yaşındaki çocuğun ilkokul ve ortaokul eğitimleri sırasındaki sonuçları takip ediliyor. Daha sonra, 2000-2002 yılları arasında doğan çocuklardan oluşan en zengin %25’lik ailelerden gelen 1.392 yetenekli beş yaşındaki çocuk için de aynı sonuçlara bakılıyor.

5 yaşında yapılan bilişsel testlerde en yüksek %25’lik dilime giren çocuklar, aile gelirine bakılmaksızın benzer başarılar göstermişken 11-14 yaşları arasında “yüksek yetenekli ama düşük gelirli ailelere mensup çocukların sonuçlarında belirgin ve hızlı bir düşüş” tespit ediliyor. Bu düşüş; “önemli ölçüde daha kötü davranış ve zihinsel sağlık ile 17 yaşına kadar polis tarafından durdurulma, uyarılma veya tutuklanma olasılıklarının yüksek gelirli akranlarına göre daha yüksek olması” gibi diğer farklılıkların ortaya çıkmasıyla örtüşüyordu.

Düşük gelirli ailelere mensup çocukların yalnızca %40’ı 16 yaşında sınavlardan A veya daha iyi notlar alabilirken yüksek gelir grubundaki ailelere mensup çocuklarda bu oran %65’ti. Sınav sonuçlarındaki bu fark, düşük gelir grubundaki çocukların daha azının A seviyesi sınavlarına girmesine yardımcı olabildi.

Bu araştırma; çocukların zihinsel, psikolojik ve bedensel gelişiminin sınıfsal karakterini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Yukarıda bahsi geçen ATO raporunun İngiltere ile Türkiye’deki çocukların sınıfsal seviyelerinin çok farklı olduğunu ortaya koyduğu da düşünülürse nasıl bir vahametle karşı karşıya olduğumuz kolayca tahmin edilebilir.

Açlık sınırı dolayımında yaşayan ailelere mensup çocuklar, İngiltere’de yapılan araştırma sonuçlarında da görüleceği gibi yaşama açıkça yenik ve dışlanmış başlıyor.

Gereği gibi beslenemeyen çocukların akademik performansları %70 oranında düşebiliyor. Mütehassıslara göre okullarında yetersiz beslenme problemi yaşayan çocuklar; odaklanma, hatırlama ve bilgilenme becerilerinde aksaklıklarla karşı karşıya kalmakta ve dil gelişimi ile problem çözme becerilerinde sıkıntı yaşamaktadır. Yeterli beslenemeyen çocuklarda beynin bilişsel işleme yeteneği ile motor ve dil gelişim becerileri zarar görür. Beynin bazı bölümleri zamanla iyileşebilse de hipokampus, beyincik ve sinir reseptörlerinde meydana gelen hasar kalıcıdır. Bu nedenle büyüme geriliği yaşayan çocuklar genellikle potansiyellerini tam olarak gerçekleştiremezler. Yine öfke, kaygı, saldırganlık gibi davranış sorunları da yetersiz beslenmeyle yakından ilişkilidir. Bu sorunlar, çocukların derslere katılmasını veya öğretmenleri ve akranları tarafından anlaşılmasını zorlaştırmaktadır.[6]

Yoksul ailelere mensup çocuklarda yetersiz beslenme sonucu şu belirtilere rastlanmaktadır: Dikkat ve konsantrasyon zayıflığı görülür. Açlık veya düşük besin alımı, çocukların derse odaklanmasını zorlaştırır. Hafıza ve öğrenme güçlüğü olur. Vitamin-mineral eksiklikleri (özellikle demir, iyot, B12 ve çinko) bilgiyi hatırlama ve saklama becerisini azaltır. Dil ve problem çözme becerilerinde gecikme yaşanır. Yetersiz beslenen çocuklarda dil gelişimi ve mantıksal düşünme süreçleri yaşıtlarına göre geride kalır.[7]

Yeterli ve Sağlıklı Beslenme, Yoksul Çocuklar İçin Hayal

Açlık ve yoksulluk sınırı arasında hayata tutunmaya çalışan ebeveynlerin, çocuklarını yeterli ve sağlıklı gıda ile buluşturması her geçen gün daha da zorlaşıyor.

AB ülkeleri gıda enflasyonu ortalaması yıllık yüzde 3.4 iken bizde yüzde 33.1 seviyesinde!
Tarımı desteklemek sûretiyle gıda üretimine yeterli destek vermek yerine AKP iktidarı, ilk 8 ayda bütçeden harcanan her 100 liranın 16 lirasını faize ödedi. Zirai don felaketine rağmen çiftçiye ödenen ise her 100 liranın sadece 1 lirası oldu! Faize 1 trilyon 424 milyar lira aktaran iktidar, bunun sadece 16’da 1’ini -89 milyar lira- çiftçiye destek olarak ödedi.[8] Bu tablodan gıda üretimine ne kadar ehemmiyet verildiği anlaşılabilir.

Cârî ekonomi politikalarından çocukların payına herhangi bir güzelliğin düşmeyeceği ortadadır. Görünen o ki mevcut rakamlara göre çocuklar aç kalmaya, aileler yoksullaşmaya devam edecek! Aslında aileleri “yoksul” olarak tanımlamak hatalı çünkü yazının başında peşinen belirttim: 4 kişilik bir aile için yoksulluk sınırı 88 bin lira! Buna göre bu kategoride yer alan ailelerdeki her bir üye asgari ücret alırsa ancak yoksulluk sınırına ulaşabiliyor.

Okullar yeni açıldı, kantinlerde de fiyatlar yükseldi: bir tost 85 lira![9] Yukarıdaki veriler gösteriyor ki yoksul ailelerin çocukları derslere yine aç girecek, pek çoğu akşam aç yatacak. Bu da onların öğrenme kabiliyetlerini elbette olumsuz etkileyecek, bedensel gelişimleri yavaşlayıp ruhsal dengeleri bozulacak, akademik başarıları kalıcı şekilde olumsuz etkilenecek! Geniş yoksul kitlelerin çocukları böylece yoksulluğu, imkânsızlığı miras olarak devralmaya, derinleşen kölelik düzeninin kaybedenleri olmaya devam edecek!

Sonuç

Gazze’de açlık, işgalci Siyonist İsrail tarafından bir soykırım aracı olarak kullanılıyor ve Gazze’de 7 Ekim 2023’ten bu yana açlıktan hayatını kaybedenlerin sayısının 147’si çocuk olmak üzere en az 435 olduğu bildiriliyor.[10]

Egemen dünya düzeni Gazze örneğinde olduğu gibi ya doğrudan ve en vahşi usullerle ya da gizli-açık sömürü ilişkileri ile soykırım ve kötürümleştirme politikaları yürütüyor.[11] Türkiye’de son yıllarda iyice derinleşen yoksulluk ve yaygınlaşan açlık gerçeği, Turgut Uyar’ın mısralarının zamanlar aşan gücünü davet ediyor:

Gülü çiğdemi filan bırak
Sardunyayı karidesi filan bırak
Acıyı ve ölümleri bırak
Oy pusulalarını ve seçimleri bırak
Evet
Seçimleri özellikle bırak
Çünkü açlık çoğunluktadır   

(…)

Her geçen gün bir öncekinden daha güçlü bir feryatla haykırılması gereken bir hakikatle yüz yüzeyiz. Sonu soykırıma varan büyük bir kötürümleştirme programı, çocuklarımızı gözüne kestirmiştir ve hoyratça ilerlemektedir. Köleci düzen çocuklarımızı sömürü çarkına alıp Yunus Emre’nin ifadesiyle “göğ ekini biçmiş gibi” yaşamlarının baharında dallarından koparıp katletmektedir. “Yaşarken kötürümleştirerek köleliği, ölürken cinayeti dayatan” bu düzen, son 12,5 yılda en az 770 çocuğumuzu çalıştırırken katletmiş ve MESEM adlı projeyle bu sömürüye yasal bir kılıf uydurmuştur.[12]

Ülkenin hemen hemen bütün alanları israfa, yolsuzluğa, talana ve yağmaya terk edilmiş; açlık ve yoksulluğun pençesine fırlatılıp atılan çocuklarımız biyopolitik bir müdahaleyle bütün bilişsel, ruhsal ve bedensel unsurları kötürümleştirilmiş olarak sermayenin sessiz ve itirazsız köleleri olarak biçimlendirilmiştir. Öncelikli itiraz alanlarımızdan biri budur ve ihmale gelmez bir karaktere sahiptir. 

Dipnotlar:

[1] TÜRK-İŞ’in bu çalışmasında, dört kişilik bir ailenin, bilimsel olarak belirlenmiş beslenme kalıbı temel alınmaktadır. Anılan beslenme kalıbı, Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimler Fakültesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nden sağlanmıştır. Günlük kalori ihtiyacının hesabında hem yetişkin kişiler hem de genç ve çocuk nüfus dikkate alınmaktadır. Buna göre yetişkin erkek için 3500, yetişkin kadın için 2300, 15-19 yaş grubundaki erkek çocuk için 3200 ve 4-6 yaş grubundaki çocuk için 1600 kalorilik liste temel alınmıştır:

https://www.turkis.org.tr/turk-is-agustos-2025-aclik-ve-yoksulluk-siniri/

[2] Asgari ücretli oranı yüzde 50’lerde: Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK-AR) hazırladığı Asgari Ücret Araştırması 2024 raporuna göre asgari ücret civarında bir ücretle çalışanların oranı yüzde 50’lerde. Yine rapora göre 2002’de asgari ücret altında ücret alanların oranı yüzde 18.5’ken 2022’de bu oran yüzde 33.8’e yükseldi. Asgari ücretin yüzde 5 fazlası ve altı ücret alanlar 2002’de yüzde 27.8’ken 2022’de yüzde 7.5’e, asgari ücretin yüzde 10 fazlası ve altı ücret alanlar ise 2002’de yüzde 30.7 iken 2022’de yüze 8.4’e düştü. Başka bir deyişle ortalama ücret giderek asgari ücrete yakınsadı:

https://gazeteoksijen.com/ekonomi/4-kisilik-asgari-ucretle-gecinen-aile-ogun-basina-69-lira-ayirabiliyor-215391

[3] “Türkiye’de Çocuk Olmak” ATO Bilgi Notu:

https://ato.org.tr/haberler/2023-haberleri/2605-turkiyede-cocuk-olmak-ato-bilgi-notu.html

[4] İPA: Her Üç Öğrenciden Biri Okul Aç Gidiyor:

https://www.indyturk.com/node/744896/haber/i%CC%87pa-her-%C3%BC%C3%A7-%C3%B6%C4%9Frenciden-biri-okul-a%C3%A7-gidiyor

[5] Poorer High-Ability UK Children Fall Behind Peers At School From Age Of 11 (İngiltere’de Daha Yoksul ve Yüksek Yetenekli Çocuklar 11 Yaşından İtibaren Okulda Akranlarının Gerisinde Kalıyor):

https://www.theguardian.com/education/article/2024/jun/24/poorer-high-ability-uk-children-fall-behind-peers-at-school-from-age-of-11

[6] How Malnutrition Affects Children’s Education? (Yetersiz Beslenme Çocukların Eğitimini Nasıl Etkiler?):

https://www.concern.org.uk/news/how-malnutrition-affects-childrens-education

[7] Özgül Öğrenme Güçlüğü Olan Çocuklarda Çinko ve B12 Vitamini Düzeyleri:

https://jpedres.org/tr/makaleler/ozgul-ogrenme-guclugu-olan-cocuklarda-cinko-ve-b12-vitamini-duzeyleri/doi/jpr.22448

[8] Avrupa’da Yıllık Gıda Enflasyonu Çift Hane Olan Ülke Yok-Neden Ucuza Gıda Tüketemiyoruz:

https://x.com/inanmutlu1

[9] Okul Kantinlerinde Fiyatlar Cep Yakıyor; Simit 25, Tost 85 Lira:

https://t24.com.tr/haber/okul-kantinlerinde-fiyatlar-cep-yakiyor-simit-25-tost-85-lira,1261741

[10] İsrail’in kıtlığı dayattığı Gazze’de son 24 saatte biri çocuk, 4 kişi daha açlıktan hayatını kaybetti:

https://www.aa.com.tr/tr/dunya/israilin-kitligi-dayattigi-gazzede-son-24-saatte-biri-cocuk-4-kisi-daha-acliktan-hayatini-kaybetti/3691063#

[11] Dünya Çapında 5 Yaşın Altındaki 190 Milyondan Fazla Çocuk Yetersiz Beslenmeden Etkilenmektedir:

https://www.unicefusa.org/what-unicef-does/childrens-health/nutrition/fight-childhood-malnutrition

[12] Çocuk İşçiliği ile Mücadele Günü: 14 Yaşındaki Arda Nasıl Öldü:

https://www.bbc.com/turkce/articles/c9wgz754qjno

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x