Connect with us

Yazılar

“Adıyaman: Sahipsiz Memleket” – Alperen Gençosmanoğlu

Yayınlanma:

-

6 Şubat 2023 saat 04:17’de Maraş merkezli gerçekleşen 7.6 şiddetindeki depremden yaklaşık 51 saat sonra Adıyaman’daki Bozbey Caddesi’nde bir enkazın başındaydık. Vardığımızda bizim gibi Gümüşhane’den oraya daha öncesinde varan arama-kurtarma konusunda yetkin ve tecrübeli ekipler enkazın başında çalışma halindeydiler. Yola çıktığımız ekibimizin bir kısmı Acil Yardım ve Afet Yönetimi Bölümü’nün öğrenci ve hocaları olmakla birlikte üniversitenin pek çok farklı biriminden gönüllüleri düşününce çoğunlukla amatörlerden oluşan bir ekip olduğumuzu söyleyebilirim. AYAY’dan hocamız bize turuncu AYAY yeleklerini dağıttı, üzerimize giyip enkaz başında çalışan ekibe zincir oluşturarak kovalarla elden ele çıkarılan molozun alandan tahliyesine yardım etmeye başladık.

Çalıştığımız enkazda yaşam belirtisi tespit edilmişti, bu sebeple motivasyon yüksek, umut ve gerginlik had safhadaydı. Bu sırada çevreden birçok depremzede yanımıza gelerek kimi zaman gözyaşları içinde yalvararak, kimi zaman sitem ederek, kimi zaman bu yetersizliğe ve geç kalmışlığa isyan ederek öfke içinde bizleri henüz yeterli müdahalenin gelmediği ya da hiç müdahale edilmemiş olan kendi yakınlarının olduğu ve ses aldıklarını söyledikleri enkazlarına götürmek için canhıraş şekilde dil döküyorlardı. Ancak ekibin, enkazdan ses aldığı için oradan ayrılması mümkün değildi. O sırada hocamız, ekipten gelen bir uyarı üzerine yanımıza gelerek şimdilik yelekleri çıkarmamızı tembihledi, zira yardım feryadı ile yanımıza gelen insanlar bu kadar yelekli insanı bir arada görünce arama-kurtarma konusunda yetkin birçok insanın bir enkazda toplandığı varsayımına kapılmakta, bu da gerginliğe sebep olmaktaydı.

Adıyaman Valiliği’nin bulunduğu sokağın hemen arkasında, neredeyse baştanbaşa yıkılmış enkazlarla kaplı bir caddede çalışıyorduk. Vardığımız 3. gün itibariyle 100 metrelik bir hattın üstünde belki de ondan fazla iş makinesi çalışıyordu. Buna rağmen boşta bekleyen enkazlar, hâlâ iş makineleri talep eden birçok depremzede vardı. 3. gün itibariyle en azından o caddede birçok kepçe yerini almış olsa da arama-kurtarma noktasında yeterli düzeyde tecrübeli ve yetkin insan sorunu devam ediyordu. Tabii ki bu durum makine gücü noktasında tüm sorunların hâllolduğu anlamına gelmiyor. Bölgede bulunduğumuz süre içinde Gümüşhane’den yanımızda getirdiğimiz jeneratör, kırıcı-delici matkap, mazot ve benzin pek çok yerde ihtiyaç duyulan, enkazlarda can kurtarmak için kullanılan araç-gereçlerin başında geliyordu. Öte yandan iş makinesi olarak kepçe daha bol miktarda görünse de kırıcı ve vinç noktasında şehrin ihtiyacını karşılayacak bir durumdan bahsetmek mümkün değildi. Ekipler enkazlarda çalışma yaparken çoğu zaman binanın yıkılmamış halini görmek istiyorlar, ya da binayı bilenlerden evin plânını öğrenip ona göre ilerlemeye çalışıyorlardı. Kimi binalar ezilmiş konserveye dönmüş, kimi binalar yanındaki binanın içine girmiş, kimi yerde enkaz molozları ile hurdaya dönmüş arabalar birbirine karışmış… Ancak öyle ki bazı binalar teneke kutunun burulup parçalanması gibi akıl almaz bir hâl almıştı.

Alanda bulunduğumuz birkaç saatin ardından başında beklediğimiz enkazdan iki kız çocuğunun ve bir kadının canlı çıkarılması alanda tarifsiz bir sevinç yarattı. Bizim için de unutulmaz bir şahitlik oldu. Bu kurtarışların insanları gözyaşları içinde bırakan tarifsiz mutluluğunu düşününce buna vesile olmanın ürettiği tesir ve kıymeti bizzat Allah’ın müjdelediğini hatırlıyor insan: “Kim bir canı kurtarırsa bütün insanları diriltmiş gibi olur.” Enkazların kendine has garip bir ortamı vardı, yaşayanlar kurtarıldığında da cenazeler çıkartıldığında da insanlar gözyaşları içinde kalıyor ve her iki durumda da çoğu zaman tekbirler getiriliyordu.

Pek çok enkazın önünde insanlar, yaşlı teyzeler, küçük çocuklar beton yığınlarına hapsolmuş yakınlarına ağıtlar yakıyorlardı. Ülkede ağıtlara mahkûm edilmiş olan Kürtçenin yeniden hüzünle ve çaresizce dile gelişine şahit oluyorduk. Kışın en sert günlerinde sokak ortasındaki uzun bekleyişleri esnasında depremzedeler bir yandan ateşler yakarak kendilerini soğuktan korumaya çalışırken diğer yandan göçük altında kalanların geceyi atlatıp atlatamayacağı endişesiyle kahroluyorlardı. Ben de çoğu zaman denk geldiğim bu ateşlerde, ayakta kalabilmek için kendimi biraz ısıtmaya çalışıyordum.

Şehre varmamızın birkaç saat sonrasında ekibimize kentin farklı noktalarındaki enkazlardan kurtarılmayı bekleyen canlı insanlar olduğuna dair haberler, çağrılar geliyordu. Bu şekilde haber gelen yaklaşık iki kilometre uzaklıktaki bir noktaya şehirdeki trafik sebebiyle yürüyerek gitmeye karar verdik. Bu sırada büyük oranda şehrin ana caddesi üzerinden ilerledik, enkazların yaygınlığına ve insanların müdahale olan yerlerdeki ümitvâr duruşlarına, henüz müdahale edilmemiş, artık ses duyulamayan yerlerdeki çaresiz bekleyişlerine tekrar tekrar şahit olduk. Bize verilen adrese ulaştığımızda bir ailenin taziye haliyle karşılaştık. Bize enkaz içindeki vefat etmiş kızlarının sıkışmış ayağını gösterdiler. İlk iki gün gelmeyen yardım ve artık alınamayan sesler arasında, yakınlarının bedenlerini çıkarmak için, elleriyle kazıyarak kendilerini parçalarcasına gösterdikleri çabaları anlattılar. Aslında bunun için söze de ihtiyaç yoktu, anlatanın ellerine bakmak pek çok şeyi görünür kılıyordu zaten.

Oradan çaresiz dönerken şehrin ana caddesi üzerindeki pek çok enkazdan birinin önünde bekleyen bir kişiyle konuştuğumuzda, çeşitli ekiplerin binada canlı olması dolayısıyla oraya geldiğini ancak eldeki teçhizat, ekip durumu ve binanın yıkılma biçimindeki zorluk dolayısıyla müdahale etmeden gittiklerini, enkazdakilerin ölüme terk edilişini göz göre göre kabullenmek zorunda kalmasını umutsuz ve perişan bir halde bizimle paylaştı. Bu durum onun için Adıyaman’ın unutulmuş ve hiçe sayılan bir şehir olduğuna dair inancını katmerlendiren bir hâl almıştı. “Adıyaman’ın plakası 02, başlarda geliyormuş gibi ama kimsenin gözünde değerimiz yok, bizi silip atsınlar, Adıyaman sahipsiz!” gibi serzenişlerde bulunurken, kendi yakınlarının hemen bitişiğindeki binada vefat eden milletvekilinin naaşının özel imkânlarla kısa sürede enkazdan çıkartıldığını ama kendisi gibi garibanların hâlâ beklediğini ekledi. Bu karşılaşmanın ardından Bozbey caddesine geri döndük.

Valilik binasının tam karşısında yer alan enkazın önünde toplanan kalabalıktan bir vatandaş tüm öfkesiyle feveran etmeye başladı. “Burada devlet yok, devletin de yönetenlerinin de sorumluların da…” Bizim önümüzde bu haykırışta bulunan depremzede de o caddede iş makinelerini ve çalışan ekipleri görüyordu. Ancak deprem olalı 60 saati geçmiş, tam valiliğin karşısında yer alan bir enkazda hâlâ içerideki yakınlarına ulaşmak için arama-kurtarma ekiplerinin ve uygun şekilde ilerlemek için gereken teçhizatın yoksunluğunu çeken ve gözünün önünde bu gecikmeden dolayı yakınlarının ölümünü izlemeye mahkûm bir insanın isyanı karşısında kimin ne söz etmeye hakkı var!

Orada bulunan onlarca insan ya kendi halindeydi ya da sessizce ve başı öne eğik bu isyanı dinliyordu. Bu yazıyı yazarken sosyal medyada devletin savunuculuğuna soyunmuş, mazlum ve acılı insanları aşağılama, yalancı çıkarma pahasına bugüne kadar onlarca çelişik eylemleri, adaletsizlikleri ve zulümlerini milyonlar önünde işleyen ve temsiliyet iddialarıyla devlet diye sahte bir kutsiyet üretenlerin sözlerini muteber göstermeyi iş edinenlere bakıyorum. Sokaklardaki iş makinelerini, kurulmuş çadırları kanıt olarak gözümüze sokmaya çalışarak göçük altında kalan yakınlarının seslerini dinleye dinleye ölümüne şahit olmuş insanlara küfretmekten geri durmuyorlar. Allah, Kuran’da yalnız zulme, haksızlığa maruz kalmış insana kötü konuşma hakkını tanırken (Nisa-148), bunu bastırmaya çalışmak kimin haddine düşer! “Geç kalmış adalet, adalet değildir!” sözü sadece bir Facebook postu değilse yeterli düzeyde arama-kurtarma ekiplerinin ve teçhizatlarının koordineli ve süratli bir şekilde sahaya intikalini sağlamakla görevli makamlardaki insanların sorumlulukları ne olacak! Pek çok insanın “Adıyaman sahipsiz!” demesini gerektirecek bir geç kalınmışlık, yetersizlik ve ihmalkârlığın yol açtığı sorunlarla boğuşmakta olan insanların hakkı kimden sorulacak? İnsanlar arama kurtarma ekiplerinin tabiri caizse parçalanıp aynı anda pek çok enkaza yetişmesini isterken gerekli koşullar sağlansa belki de alanda olmak isteyecek on binlerce maden işçisinin madenlerinde çalışmaya devam etmek durumunda kalmasında sermaye ve devleti ya da devlet denilen kurumları yönetenleri odağa koymamak mümkün mü?

Koordinasyonsuzluğun Sebep Olduğu Mahrumiyetler

Şehirde suların akmadığını biliyorduk ama abdest ve tuvalet ihtiyacı için caddedeki yıkılmamış olan camiye girdiğimde, susuzluğun sebep olduğu ve insanların dertlerini daha da katmerlendiren temizlik sorunuyla karşılaştık. Maalesef tuvaletlerin içi kaçınılmaz bir şekilde neredeyse tamamen pislik ile kaplıydı ve bu durum sadece buraya has değildi. Neredeyse şehrin tamamında şebeke suyu olmaması ve portatif tuvalet gibi çözümlerin henüz ulaşmamış oluşuyla bu tablonun depremin ilk haftasında “olağanüstü halin normali” haline geldiğini söylemek gerekir. Bu noktada tuvaletlerin geldiği durum bana ülkedeki siyasi elitlerin ilan ettikleri her OHAL dönemiyle bizleri ve memleketi içine düşürdükleri hâlin ibretlik bir temsili olarak göründü. Bugün ülkede yönetimi ve gücü elinde tutanların bu deprem felaketinde yaşananlarda bile alabildiğine dik ve mağrur durmayı başarabilmeleri pislik seviyesinin neremize kadar geldiğinin bir göstergesi olsa gerek.

“Belki daha iyi bir durum vardır, su bulabiliriz.” diye düşünerek gecenin sabaha doğru ilerleyen bir saatinde Adıyaman Üniversitesi kampüsüne girdik. Üniversitenin kafeteryasında ve kampüste arabalarının içinde uyuyan birçok insan gördük. Kampüsteki binalardan birine girdiğimizde de lavabolarda yine aynı durumla karşılaştık. Sular akmıyordu ve tuvaletler girilmez hale gelmişti. Bu bizim gibi şehre geçici süreyle gelmiş insanlar için belki zor ama geçiştirilebilir bir durumken neredeyse tamamen evsiz kalmış, enkazların başında yakınlarını ölü ya da diri olarak almak için bekleyen bir şehir, bir yandan da susuzlukla ve bunun yol açabileceği her tür sorunla yüzleşmek durumunda kalmıştı. Depremin beşinci günü akşama doğru Adıyaman’dan ayrılırken bu sorun çözülememişti, sadece Besni’de bir gecemizi geçirdiğimiz kültür merkezinde suların aktığına şahit olduk ancak ilerleyen günlerde bu duruma bir çözüm getirilmesi gündelik hayatın en önemli problemlerinden biri olarak öne çıkıyordu.

İlk günümüzde zaman akşam vaktine doğru yaklaşırken yanımıza aldığımız erzakların dağıtımı için harekete geçtik. İlk iki gün için deprem bölgelerinde ekmek ve içme suyuna erişim sorunlarına dair bildirimler gelmesi, insanların açlık ve susuzluk çekebildiğini duymamız dolayısıyla başka ürünlerin yanında gıda malzemelerine ve ekmeğe ağırlık vermiştik. Ancak şehirde genel bir dağıtıma çıktığımızda ve ertesi gün sabahın erken saatlerinde rotamızı Adıyaman’ın Besni ilçesi ve ilçenin çeşitli köyleri ile genişlettiğimizde ekmek ve su sorununun daha geniş anlamda da gıda ve beslenme sorununun depremin üçüncü ve dördündü günü itibariyle en azından bizim ulaşabildiğimiz bölgelerde akut bir problem olmaktan çıktığını görmüş olduk. Bu sırada farklı bölgelerde pek çok yardım tırıyla, kamyonuyla karşılaştık. Şehir merkezinde de aşevleri ve sabit şekilde konumlanmış yardım tırları görmüştük. Bu süreçte dağıtım ve koordinasyon noktasındaki zafiyeti de bizzat kendimiz gözlemlemiş olduk. Gelen erzak ve yardımların dağıtımında düzgün bir koordinasyon sağlanamaması, gelen yardımların belli bölgelerde yığılmasına ve hangi yardımların nerelere, ne düzeyde ulaşıp ulaşmadığının bilinemezliği gibi ulusal düzeyde sağlanması gereken ancak sağlanamayan bir organizasyon faciasına neden oluyordu. Hangi bölgenin, hangi tür ürünlere ihtiyacı olduğunun tespiti ve çalışmaların bu yönde ilerletilmesinde de ciddi bir acziyet ve de zafiyet durumu söz konusuydu. Bölgeden bölgeye her gün öne çıkan ihtiyaçlar değişebiliyordu, ancak buna göre organize olması gereken ağlar genelde bunun gerisinde kalıyor, kimi zaman ve yerlerde bir araba dolusu erzaktansa bir jeneratör ve delici-kırıcı matkap ya da bir çadır daha kıymetli olabiliyordu. En önemli meselelerden biri gelen yardımların israf olmadan, yığılmaya yol açmadan tüm depremzedelere ulaştırılmasına dair sistematik ve erişilebilir bir sistemin oluşturulabilmesiydi.

Bu noktadaki yetersizliği ikinci gün geceyi geçirmek için gittiğimiz Besni Kültür Merkezi’nde tekrar gördük. Kültür merkezi hem şehre dışarıdan gelen arama-kurtarma ve gönüllü ekiplerin hem de şehir ahalisinin konaklamasına ayrılmıştı. Şehrin ve ilçenin genel durumu göz önünde bulundurulduğunda burası gerçekten çok hayati imkânları olan bir alandı. Hem sular akıyordu hem de elektrik vardı ve burada kalanlar için iaşe anlamında battaniye, yorgan gibi barınma malzemesi; ısınma imkânı ve erzak vardı. Ancak maalesef burada da ekmek gibi uzun süre saklanamayacak ürünlerin biriktiğine ve nasıl dağıtılacağının bilinemediği bir israfa şahit olduk.

Besni’de Bir Enkazın Etrafında

Küçük bir ekiple Besni’deki yardım dağıtımımızı bitirdikten sonra ekibimizin geri kalanı da Adıyaman merkezden buraya intikal ettiler. Besni’nin merkezine vardığımızda düne kadar ses alınan bir enkazdaki kurtarma faaliyetine destek vermeye karar verdik. Yeleklerimizi giyip enkazda konum alırken yurtdışından gelen arama-kurtarma ekipleri de enkaza intikal ettiler. Yurtdışı ekiplerinden bahis açmışken ilçedeki ilginç bir aradalıktan da bahsetmek gerekir. Deprem öncesinde hayatımda Adıyaman merkezde hiç bulunmamış, Besni diye bir ilçe olduğunu duyup duymadığımı bile hatırlayamazken depremin dördüncü günü bu ilçenin köylerini geziyorduk ve ilçe merkezinde Gümüşhane’den buraya gelen bizler gibi ülkenin çok farklı yerlerinden gelen insanlar vardı; en azından benim şahit olduklarım Ankara’nın bir ilçe belediyesinden organize şekilde gelmiş bir ekip, yine Ankara’dan gelmiş itfaiyeciler, Kütahya’dan madenciler, ilçede hareket edecek vasıtaları olmasa da aletlerini yüklenip İstanbul’dan gelmiş inşaat işçileri, buna ilaveten Bulgaristan, Polonya ve Venezuela’dan gelen arama kurtarma ekipleri… Allah bir daha bize böyle felaketler yaşatmasın ve böyle afetlerden muhafaza eylesin ancak Besni’deki bu ilginç buluşmada benim için ve sanırım pek çok başka insan için de hayatlarındaki unutulmaz bir toplanma ânı olmuştur. Tabii ki ilçeye gelen insanların çok büyük kısmı cânı gönülden ve kendi iradeleriyle oraya gelmişlerdi ama dört gün öncesine kadar hiç akıllarının ucundan geçmeyen bir mekânda, hiç tanımadıkları insanlarla aynı gaye için omuz omuza vermeye hazır şekilde bir araya gelmek de insana tekrardan kader karşısındaki bilinemezliğini hissettiriyor ve gayba yeniden iman etmek için bir davet taşıyor.

Herkes önüne çıkan seçenekler ya da açabildiği yollardan, iradesi ve kapasitesi elverdikçe işin bir ucundan tutmaya çalışıyordu. Yurtdışından gelen ekiplerin yanında tanıştığımız bir arkadaş, “Elimden pek bir şey gelmiyor ama yabancı dil bildiğim için yurtdışı ekiplerinin yanında bulunarak, onların enkaz altında kalanların yakınlarıyla ve Türkiye’den ekiplerle iletişimini kurmaya çalışıyorum.” diyordu. Bulgaristan ekibinin yanında ise Bulgarca bilen daha profesyonel bir çevirmen gördüm. Yine de hem burada gördüklerim hem de farklı yerlerden dinlediğim gelen her yurtdışı ekibine kendi dillerinde tercüman sağlama noktasında da sistematik ve başarılı bir çalışma yürütülemediği yönünde oldu.

Enkaz altındakilerin yakınları ve enkaz üzerinde çalışan diğer grupların ikna edilmesi sonrasında yurt dışından gelen ekipler eğitimli köpeklerle enkaz içinde yaşam belirtisi olup olmadığını tespit için hazırlıklara giriştiler. Uygun ortam için bütün iş makineleri ve el aletleri durduruldu. Enkazın üstü ve çevresi boşaltıldı, hatta köpeklerin koku hassasiyeti dolayısıyla herkes yolun karşı tarafına geçti. Deprem sonrası geçen günlere göre oldukça kısa bir süren bu çalışma, belki 10 dakika alsa da enkaz altında kalanların yakınları için yıllara bedel ve gerginliğin had safhada olduğu çileli bir bekleyişti. Çünkü çok geç kalınmış, düne kadar işitilen sesler duyulmaz olmuştu, bu âna kadar yitirilen zaman dolayısıyla artık zaman kaybetmeye sabır kalmamıştı. Öte yandan yurtdışı ekiplerinin canlı belirtisi bulamaması hem o enkazda çalışmayacakları anlamına gelecek, hem de son umutları da yaralayan bir etkiye yol açacaktı ve maalesef sonuç bu yönde oldu. Ancak bu söylediklerimden yurtdışından gelen arama-kurtarma ekiplerine dair olumsuz bir intiba bırakmak istemem. O akşam Türkiye’den arama-kurtarma tecrübesi olan bir ekiple konuştuğumda gün boyu Polonya ekibiyle birlikte çalıştıklarını ve hem sahip oldukları teçhizat hem de içindeki insanların çeşitliliği ve profesyonelliği noktasında takdire şayan bir ekip olduklarını aktarmışlardı. Polonya ekibi kendi kapasitesiyle o gün kolu enkaza sıkışmış ve enkazdan çıkartılmayı bekleyen bir depremzedenin sıkışan kolunun durumuna dair tespitler yaparak, kişinin kendisinden ve enkazın etrafındaki aile yakınlarından onayları ve imzalarını alıp, gerekli anestezik işlemleri yaparak kolu kesip kurtarma çalışmasını başarıyla tamamladıklarını anlattılar.

Başında beklediğimiz enkazda yurt dışı ekiplerinin yaptığı taramalarda yaşam belirtisine rastlanılmaması sonrası o ekipler enkazdan ayrıldı. Ancak enkaz altında kalanların yakınları için küçük de olsa hala bir umut vardı çünkü bu süreçlerde hem insanların bizzat kendi tecrübelerinden gördükleri hem de dolaşımda olan haberlerden öğrenildiği üzere belki istisna da olsa bazen profesyonel bir arama-kurtarma ekibinin ilk planda yaşam belirtisi tespit edemeyerek enkaz altında sırasını bekleyen başka canlara ulaşmak ümidiyle oradan ayrılmak durumunda kalmaları sonrasında başka ekiplerin o enkazlarda beklenmeyen şekilde canlılara ulaşabildiği bilinmekteydi. Öte yandan velev ki bu ümit tükenmeye dönmüş olsa da insanların cenazelerine ulaşmak, naaşlara eziyet edilmeden, bedenler çürümeye dönmeden ulaşma isteğine kim bigâne kalabilir; enkazın önüne arkasına bakmadan bir molozmuşçasına yıkımına kim razı gelebilir ki? İnsanların ölüsünü gömmesinin, bir mezara sahip olmasının ne kadar kıymetli olduğunu ancak bunun yokluğunu çekenlerin yıllar süren çileli bekleyişleriyle bakarak anlayabiliriz sanırım. Srebrenica katliamının üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen, katledilenlerin yakınlarının ölülerinin kemiklerine ulaşarak kendilerine ait bir mezara kavuşmak için bekleyişleri ya da bu coğrafyamızda faili meçhul cinayetlerde yakınlarını kaybetmiş insanların peşine düştüğü arayışta bir yas mekânına sahip olmanın önemini en sert ve yakıcı şekliyle görmek mümkün.

Bu duygular ve ortam eşliğinde ekip olarak burada kalarak enkazda çalışan insanlara yardım etme kararı aldık. O sırada ekibimizin içinde Adıyaman’a bizden önce yine Gümüşhane’den gelmiş olan AFAD koordinesinde çalışan tecrübeli arkadaşlar da vardı. Onlar Adıyaman merkezde hâlâ canlılara ulaşmak için yoğun çaba gösteren ancak artık yorgunluktan tükenmiş bir başka profesyonel ekipten destek çağrısı alınca haklı olarak bizden ayrılarak oraya intikal etmeye niyetlendiler. Bunun üzerine ekibimizin başını çeken hocamız, bu arkadaşlardan aletlerin kullanımına dair ekibimize hızlandırılmış bir eğitim vermesini istedi. Hilti firmasının galat-ı meşhur ile halk arasında ismine dönüşmüş olan delici-kırıcıların ve jeneratörün nasıl kullanıldığı, bu aletlere ilişkin nelere dikkat edilmesi gerektiği, olası sorunların neler olabileceği noktasında bizlere yoğunlaştırılmış bir eğitim verdiler. Büyük iş makinelerini bir kenara koyduğumuzda bu aletler ve tabii demir makası, oksijenli demir kesici, kazma, kürek, balyoz gibi birkaç alet enkazlarda kullanılan ana malzemelerdi.

Ancak enkaz alanında hem yine başka bir şehirden gelen organize bir ekibin olması ve bölge halkından enkaz çalışmasında olup bu aletlerin kullanımına hâkim insanların zaten var olması dolayısıyla aletlerimiz alanda iş gördüyse de bizim kullanmamıza pek gerek kalmadı. Biz daha geniş ekip gerektiren, enkazdan moloz tahliyesine yoğunlaştık. Ekibimizde kendi ifadesiyle ekskavatör, bizim ise genellikle kepçe diye andığımız araçların operatörü olan bir arkadaşımız vardı. Kafilemizde kepçemiz yoktu ama kepçelerle birlikte gelen operatörler uzun süreli çalışmalar sonucunda yorgun düştüğünde bu makinaları devralacak yedek operatörlerin varlığı elzemdi. Enkazın başında bulunduğumuz sürelerde kepçeyi zaman zaman arkadaşımız kullandı. Yine ekibimizde enkaz içindeki tünellere girme tecrübesi bulunan bir arkadaş, enkaz içinde bir keşif yaptı, mühendis bir arkadaşımız ise binadan kolon, kiriş ve zeminlerin tasfiyesinin plânlanmasında rol aldı. Ekibimizin bir kısmının AYAY’cılardan oluşması sayesinde bu işin önemli bir parçası olan, enkaz üzerindeki gerekli düzenin, önlemlerin ve işleyişin sağlanması da bizim görevimizdi.

Afet Bölgesinde Karşılaşmalar: Madenciler ve İnşaat İşçileri

Benim ve tahmin ediyorum pek çok insanın depremi ilk öğrendiğinde, bu yolculuğa çıkarken ve deprem alanına ulaştıklarında keşkeleri, “Arama-kurtarma ve acil müdahale alanlarında eğitim almış olsaydım ve bugünlerde sahaya daha çok katkı sunabilseydim!” düşüncesi oldu. İçimden “İnşallah bu iş bir bitsin, bu tür eğitimlere katılayım, yarınlara hazır olayım.” diye kendime söz verdim. Ancak farklı karşılaşmalarım ve de gözlemlerim bana böyle bir eğitimi almış olmakla gelebileceğim düzeyin sınırlarını ve bunsuz da yapabileceklerimin imkânları olduğunu hissettirdi.

Bu noktada kendi adıma çok kıymetli bulduğum bu karşılaşmalarımı anmak isterim. O günün akşamında dinlenmek ve konaklamak için Besni Kültür merkezine geçtiğimizde arama-kurtarma için gönüllü şekilde Kütahya’dan gelen madencilerle ve İstanbul’dan gelen inşaat işçileriyle tanıştık. Madenciler o gün yaptıkları bir kurtarma operasyonunu anlattıklarında madencilerin bu tür bir felakette üstlendiği ya da üstlenebileceği benzersiz ve kıymetli konumu tekrar idrak ettim. Madenciler içine girdikleri enkazlarda ekibi ve tahliyeyi emniyete alan tahkimatlardan, yıkım tehlikesi olan yerlerde tahkimatın hangi teknik araçlarla nasıl ve ne şekillerde kurulabileceğinden bahsederken bir an düşününce göçükte kullanılacak pek çok aletin ve bir enkazda nasıl ilerleneceğine dair birçok yol ve yöntemin bu insanların gündelik hayatlarının bir parçası olduğunu hatırlamış ya da fark etmiş oldum.

Türkiye’deki madenleri ve çalışma koşullarını düşününce belki de her gün ölüm riskiyle burun buruna toprağın altına giren bu insanlar için bu tür uğraşlar iş hayatlarında kazandıkları gündelik melekeleri haline dönüşmüş bir görüş ve eyleyiş biçimi. Burada kabiliyet, tecrübe, iş bilmenin yanında neyin göze alınabildiği, neye cesaret gösterildiği de bir mesele. Kahrolsun ki bu ülkede kapitalist ilişkilerin işçi hayatını feda edilebilir bir meta haline getirdiği bu düzende binlerce madenci ailesini ve kendisini yaşatmak için ölüme yatmayı göze almayı da hayatının bir parçası haline getirmiş, bununla nasıl baş edeceğini öğrenmiş. Nizami bir arama-kurtarma ve acil yardım eğitiminde maden işçilerinin pek işlerinin olmadığı farklı şeyler de öğrenmek mümkündür, diye düşünüyorum ancak tahkimat kurmayı da, delici ve kırıcıyı eline almayı da eğitimden eğitime yapan pek çok insanın, istisnai zamanlar hariç yılın neredeyse her gününü bu aletlerle ve bu meselelerle geçiren insanların birçoğunun gösterebileceği pratikliği ve ustalığı göstermesi mümkün olmayabilir, diye değerlendiriyorum.

Tecrübelerini aktaran emekli madenci, bir grup gönüllü maden işçisi olarak Kütahya’dan ancak depremin üçüncü gününde bölgeye intikal edebildiklerini anlattı. Gönüllü olarak gitmek istediklerini resmi makamlara ilettiklerinde, ülkenin akredite siyasi muhalefet topluluğu içindeki bir partinin olaya dâhil olarak “Size acil ihtiyaç olabilir, karayoluyla değil uçakla gönderelim.” dediğini fakat kendileri yerine arama kurtarma vasfı olmayan partili gençlerin uçakla gönderildiğini ve kendilerinin kara yolları ile gelmek durumunda kaldıklarını anlattı. Madenci abi parti adını vurgulamadı, hatta başta söylemedi bile ancak ben bunu anmayı tercih ettim zira gerçek bir değişime, adil ve onurlu bir yaşama irademizi gasp etme peşindeki partiler eliyle değil, toplumsal dayanışma ve mücadele yoluyla sahip olabileceğimizi vurgulamak istedim. Madenci abi ile sohbetimizde daha acı olanı ise içinde bulunduğumuz hafta itibariyle Türkiye’deki pek çok maden işletmesinin normal düzeninde çalışmaya devam ettiğini söylemesiydi. Ülkedeki bütün maden işçilerine depremin ilk gününde gönüllü şekilde madende kullandıkları malzemeleri de yanlarına alarak arama-kurtarma için bölgeye gitmenin imkânının sağlanmaması devletin ya da en hafifiyle resmi makamların ve işverenlerin koordinasyonsuzluğu ve sorumsuzluğu, asıl olarak ise devletin acziyeti ve sermaye düzeninin egemenliğinden başka ne olabilir ki? Televizyon ekranlarına yansıyan madenci beyanatlarına bakınca da bu gerçek duyan kulaklara, gören gözlere ve akleden kalplere olanca sertliği ile çarpıyor.

Madenciler için bahsettiğim durumun bir benzeri ise, yine birebir konuşma ile daha iyi kanaat getirdiğim üzere, inşaat işçileri için geçerli. Bir binanın, hatta onlarca binanın yapımında çalışmış, her aşamasına bilfiil şahitlik etmiş kişilerden daha iyi kaç kişi beton yığınlarıyla nasıl baş edeceğini bilebilir ki? İnşaat işçileri ile konuşurken nasıl çarpık bir düzenin içinde olduğumuzu da farklı yönleriyle tekrar idrak ettim; yıllardır dünyanın her tarafında inşaat yapmakla övünen bir ülke, neredeyse her sermayedarın yöneldiği bir alan olarak inşaat, Avrupa’daki bütün ülkelerden daha fazla hazır beton üretmekle övünen birliklerin olduğu bir ülke ama tüm bu söylemlerin ve eylemlerin arasında bu ilerlemenin ve girişimciliğin altından kalkamadığı enkazlar…

İnsan düşünüyor; insansız hava araçları, uzaktan sinyallerle hedefi bulan güdümlü bombalar, insanların her konuşmaların ve hareketlerinin kontrol edildiği sistemlerin olduğu bir çağda ve bu “muasır medeniyet” seviyesini hedef edinmiş bir ülkede yaşıyoruz; iş onurlu bir hayat sunma ve insan hayatını kurtarmaya, doğa-toplum bütünlüğünde yeryüzünü güzelleştirmeye geldiğinde bütün sistem hata veriyor, eli ayağına dolaşıyor. Peşinden koşulan bu teknolojiler ve inovasyonlar insanların hayatlarını daha adil, daha eşit ve daha yaşanır hâle getirmek noktasında aciz ama kontrol edilebilir uysal hayatlar üretme ve hedefe koyduğu her şeyi yok edebilme noktasında alabildiğine heveskâr, bu durumda depremzede kardeşlerimizle dayanışmanın kaçınılmaz bir cüzü ve bu gidişe dur demenin yolu da bu düzeni ve bu sistemi bozguna uğratmak olmalı.

Bir Farz-ı Kifaye olarak Toplumsal Dayanışma

Besni’de geçirdiğimiz ilk günün akşamında gittiğimiz kültür merkezinde bir çay ocağı da kurulmuştu ve sürekli çay demleniyordu. Yeni çay çıktığında, kurtarmalara katılan emekli madenciye bir çay getirmek benim için mutluluk vesilesiydi. Bu ve benzeri anlar, bu felaket ortamında basit görülebilecek ama yapılması elzem, kalifiye olmayı gerektirmeyen ancak birilerinin üstlenmesi gereken “sıradan” pek çok işin de olabileceğini ve bunların da değerli olduğunu gösterdi. Mesela sırf bu tür toplanma merkezlerinde gelen gideni karşılamak, ortalığı toplamak, ortamı temizlemek, gelen insanlara yardımcı olmanın bile ne kadar kıymetli olduğunu fark ettim. Besni’deki ikinci günümüzde enkazda çalışırken bir ara enkazın önündeki ateş yanan toplanma ve dinlenme bölgesinde çok fazla çöp biriktiğini fark edince çöplere yöneldim. Tam o sırada bir iki kişi daha ellerinde çöp poşetleriyle yaklaştı ve birini bana verdiler. Hayatımda çöp toplamaktan bu kadar mutmain olduğum bir an daha hatırlamıyorum. Bu arada çöplerin çoğunun nereden geldiği de ayrı bir mesele. İki gün süresince Besni’de destek vermeye çalıştığımız bu enkazda yemek hiç eksik olmadı. Biz çalışırken belli aralıklarla pek çok ikram yapıldı ve bu ikramları getirenler o bölgenin kendi insanlarıydı. İnsanların tüm acılarına, kayıplarına, yoksunluklarına rağmen enkazda çalışanları ve çevredeki insanları aç bırakmamak için gösterdikleri kadirşinaslık ve diğerkâmlık nasıl tarif edilebilir bilmiyorum.

Arama-kurtarma tecrübesi olmayan bir gönüllü olarak deprem bölgesinde ya da enkazda neler yapılabilir sorgulamalarımda organize bir grubun parçası olarak hareket ederek dayanışmanın imkânını da tecrübe ettim. Enkazlarda sıradan insanlara da ihtiyaç oluyordu, özellikle molozların alandan tahliyesinde koridor yaparak elden ele aktarım bu kolektif çabanın belki basit ama gerekli bir aşamasıydı. Bunun yanında yelekleriyle bir grup olarak dışarıdan gelen insanların varlığı enkazda yakınları olan insanlar ile farklı açılardan da bir dayanışma sağlıyordu. Bu yardımlaşma ve dayanışma, felakete tutulmuş insanlar için moral, dayanma ve zor durumu paylaşma noktasında mütevazı da olsa bir destek sağlıyordu. Bunu hem enkazda çalışırken ara ara ettiğimiz muhabbetlerde hissediyorduk hem de çeşitli sebeplerle alandan ayrılıp dönüş yoluna çıkmamız gerektiğinde üzücü bir vedalaşma yapmamız gerektiğinde hissettik.

Enkaz çalışmasından ayrıldığımızı gören birkaç kişi ekibimizin yanına gelerek ayrılmamamız konusunda ricacı oldular fakat ayrılmamız gerektiğini ifade ederek bu konuda haklarını helal etmelerini istediğimiz bir depremzede buruk ve sitemkâr bir şekilde hakkını helal etmediğini söyleyerek yanımızdan ayrıldı. Aslında biz de öylece bırakıp gitsek gerçekten bir saygısızlık yapmış olurduk. Yerimizi Ankara’dan gelen itfaiyecilere bırakmak üzere kendileriyle sözleşmiştik ancak henüz onlar gelmeden alandan ayrılınca acelecilik etmiş olduk. Biz depremin 5. gününün akşamında dönüş yoluna girdik ancak ekibimizin bir kısmı Gümüşhane’ye döndüğümüz günün akşamında yeni eklenen gönüllülerle birlikte bölgeye gitmek için tekrar yola çıktılar.

Bize gelen bu sitemi ve bu yazıda yer verdiğim karşılaşmaları yazıya dökmüş olmamın asli sebeplerinden biri yazının başlığında yer verdiğim ifade ile feryat edip sesinin duyulmasını isteyen insanların sesine kendi şahitliklerim üzerinden icabet etmek iken, bir diğeri ise dayanışmanın pek çok farklı yolu olabileceğine ve ertelenemez hayati bir ihtiyaç olduğuna işaret etmektir. Depremzedelere bölge dışından gelecek yardımların organize edilmesi ve farklı şehirlere göçmek durumunda kalan depremzedeleri rahat ettirmek, onları misafir etmek bu işin önemli bir cüzü olmakla birlikte deprem bölgesinde bilfiil bulunmak, maddi ve manevi dayanışmayı düşürmeden kesintisiz bir şekilde sürdürmek toplumsal bir vazife, bir farz-ı kifayedir. Ve bu dayanışma o bölgedeki insanlar yaşanabilir evlere ve işlere dönene kadar sadece enkaz başlarında değil çadır ve konteynır kentlerde ve hayatın her alanında sürdürülmelidir. Depremzedelerin hepimizin üstündeki bir hakkı bu iken bir diğeri ise Allah’ın yeryüzündeki ayetlerinden olan depremin bir insani felakete dönüşmesine yol açan yeryüzünü ifsada dönük kent politikalarına, her türlü hile ve talan ile inşa edilen binalara, insanları bu evlere mahkûm kılan sosyo-ekonomik eşitsizliklere, deprem sonrasında insanları sefilliğe ve biçare kalmaya mahkûm eden, bununla da yetinmeyip acılı insanların yaşadıklarını ve sözlerini duymazdan gelen, karalamayı hak bilen ve bu duruma gelmemizin koşullarını uzun zamandır kendi elleriyle inşa eden siyasi elitlerin varlığına karşı durmamız, bu gidişatı elbirliğiyle değiştirmek için vereceğimiz mücadeledir. İnşallah önümüzdeki süreçte hem depremzedelerle dayanışmayı kesintisiz ve yükselterek sürdürmek, hem de dayanışmayı büyüterek toplumsal olarak sırtımızdaki veballerle hesaplaşabilmek bizlere nasip ve müyesser olur.

*Yazıyı okunaklı hale getirme noktasında katkıları için Mustafa Emin Büyükcoşkun ve Muhammed Gazali Kılınç’a teşekkürlerimi sunuyorum.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

“Dağ”ın Ardında Kalan Gazze – Yusuf Şanlı

Yayınlanma:

-

Bir yılı aşkındır olanlar günbegün gözlerimizin önünde canlı canlı cereyan etmekte. Ayrıntılar herkesin malumu… Her aşamasına, her acıya, her gözyaşına şahidiz ama şahitliklerimizin gereğini yerine getirmekten aciziz. Bu acziyetin nedenlerini bulup tespit etmek ve gidermek üzerimize farzdır.

Geldiğimiz noktada zulümleri, yaşanılanları, olanları gözlerimiz görse de zihnimiz ve kalbimiz görememekte çünkü dünyalıklardan yığdıklarımız dağ gibi devasa oldu! Öyle bir oldu ki mazlumların yaşadıklarını görecek görüş açımız kayboldu, içselleştirip gereken refleksleri veremez olduk. Zahiren görüyoruz hatta canlı yayında film izler gibi anlık bakıyoruz. Bakmak, görmeyi doğurmuyor çoğu zaman. Hakikaten görebilmek için; oluşturduğumuz dağların, bizlere sahnelenen perdelerin, zihinsel prangalarımızın ardındakini görebilmek için dünyalıklardan sıyrılmak icap ediyor.

Dünyalık, sadece mal mülkten ibaret metalardan olmayabilir çoğu vakit. Edinilen makam ve statüler, zihinsel ve fikri dünyevileşme, gerçek âlemden kopup sanal âlemde kaybolunması, metot ve yöntemlerin rasyonelleşmesi, itikadın Rabbânîlikten uzaklaşması, ailesinin ve çocuklarının gelecek kaygısıyla debelendiği sığ bir hayat, memuriyet veya özeldeki iaşe korkuları, ümmet tasavvurundan yoksun kavme indirgenmiş bir dünya kurgusu, kişinin ve yapıların kazanımlarını muhafaza etme kaygısı vb. gibi unsurlar ve daha fazlası nedeniyle duracağımız konumu şaşırmış durumdayız gelinen noktada. Bu durduğumuz yanlış konum da ister istemez kişinin önceliklerini, imkânlarını, reflekslerini, duygularını, fiiliyatını, sözünü ve tavrını şekillendirmektedir. Burada seküler kesimden veya muhafazakâr vatandaştan bahsetmiyoruz, az çok bilinçli oluğunu addeden Müslümanlardan; bizden senden, benden, ondan bahsediyoruz. Normal ahali gibi sadece teslim olmuş müslimlerden miyiz, hakkıyla iman etmiş mü’minlerden miyiz? Bir tercihte bulunup öze dönüş serüvenimize geri dönmeliyiz.

Bu noktaya nasıl geldik, nereden geldik, ne zaman geldik; bunları irdelemek, gerçeklerle yüzleşip problemleri çözümlemek zorundayız. Acizane tespitim; zamanında duvar dibinde babasının kucağında gözlerimizin önünde kurşunlanan Muhammed’in ve daha nicelerinin hesabını zamanında göremediğimizden dolayı ümmet olarak şu an alışa alışa normalleştirdiğimiz bir zilleti yaşamaktayız. Düştüğümüz bu zilletin tek açıklaması da bütüncül bir dünyevileşmedir.

İzzet, Gazze’nin; zillet, bizimdir! Gazze işini yapıyor, İsrail de işini yapıyor. İşini yapmayan, zalimin karşısında mazlumun yanında olmayanlar olarak iki cihanda da zillet üzerimize çökmüş durumdadır. “Elimizden geleni yapıyoruz!” diye kendimizi kandırmanın âlemi yok! Elimizden gelen nedir? Yapmamız gerekenler nedir? İmkânlarımız nedir? Şahitliğimiz çerçevesinde sorumluluklarımız nedir? Kendimizi tekrar tekrar çek etmemiz elzem bir hâl almıştır.

Olağan durumlarda gösterilecek duruş ve tepkiler serdedip mutmain bir edayla hayatımızı sürdürmekteyiz. Oysaki Gazze’de olağanüstü bir süreç yaşanmaktadır. Standart süreçlerde işletilecek denklem ve dengeler düzleminde hareket edip normal bir çatışma ve savaş hakkında sarf edilen söylemler içindeyiz ki, dünya tarihinin gelmiş geçmiş en ağır soykırımıyla karşı karşıyayız ve bu hâlihazırda artarak devam etmektedir. Türlü türlü savaşlar oldu/olmakta/olacak maalesef, belli bir hukuk ve oranda yaşanan benzer çatışmalar karşında uluslararası arena, devletler, halklar göstereceği tepkileri vermekteydi. Vurgulamak istediğimiz şu ki, bir yılı aşkındır yaşanan olağanüstü durum karşısında da benzer tepkiler verilmekte. Oysaki Gazze’de emperyalistler ve Siyonistlerce her manada farklı/ağır/vahşi bir soykırım yürütülmektedir. Hâlihazırda olduğu gibi, normal bir savaş karşısında yapmamız gereken basın açıklamaları, mitingler, sosyal medya çalışmaları yerine mukabiliyet esasına binaen olağanüstü tepkiler ve tavırlar verilmeliydi/verilmelidir.

Verilememesinin başat nedeni ise; Kur’an-ı Kerim’de sıkça ve şiddetle uyarıldığımız hastalık olan dünyevileşme illetine çok ağır dozda yakalanmış olmamızdır. Bu hastalık mefhumu aslında olağan bir vakıa ama geçmiş çağlardan farklı olarak derecesi arttıkça ona doğru orantılı olarak farkındalığı da azalmış vaziyettedir.

Müslümanların hatta toplumsal mücadele içinde olan mü’minlerin dahî algıları, olgulara ve kavramlara yüklediği anlamaları, zihinsel serüvenleri, metotları rasyonel ve seküler argümanlarla şekillenir oldu. İmanımız dahî dünyevileşti. Evet, imanımız dahi dünyevileşti; Kur’an ve nebevi metot referans kaynağımız olmaktan çıktı. Uluslararası dengeler ve denklemler, demokratik teamüller, rasyonel hukuk, seküler bir dil ve argümanlar imkânlarımızı, yolumuzu, yordamımızı şekillendirir oldu. Zihinsel ve fiili ahvalimiz de doğal olarak bütün bu unsurlar ışığında hayat bulabiliyor. Sonra “Gücümüz, imkânlarımız, yapabileceklerimiz ancak budur!” deyip kendimizi tatmin edebiliyoruz.

“Gazze’nin neden yanında olamadık?” sorusunun arka planındaki en güçlü nedenlerden biri de yeterli empatiyi yakalayamamamızdır. İnsan hissettiği, idrak edebildiği doğrultuda tepki verir/verebilir. Hissettiğimizi zannedip bu seviyede bir şeyler yapıyor ve bu yapılanların yeterli olduğu düşüncesine kapılıyoruz. Her ne kadar ateş düştüğü yeri yaksa da öz benliğimiz gibi olmasa da acıları yüzde yüz hissedemesek de yine de yeteri kadar olmalıydı; oradakiler bizim kardeşlerimizdir, onlarla yekvücut olabilmeliydik. Misal; öz kardeşiniz, evladınız, bacınız aynı durumda olsa sizi hangi güç durduğunuz yerde tutabilir veya hangi güç size sınırlar çizebilir, hangi denkleme göre hareket edersiniz, günlük hayatınıza nasıl devam edebilirsiniz? Demek ki, kardeşlik basit bir iddiadan ibaretmiş!

Ferdi olarak da, sivil toplum zemininde de, devlet yönetimlerinde de fiili ve zihni çok derin esaretler içinde debelenmekteyiz. Devletlerin küresel hegemonya altında ezilip kontrol edildiği, modern çağın bir gerçeği. Bu gerçek yanında, (Türkiye özelinde) küresel odaklara gebe olan iktidar/devlet, maalesef sivil toplumu da kendine gebe kılarak, onu bu sığ çarkın bir parçası kılmıştır. STK’ların hiçbir sivilliği kalmamıştır, hatta bu kurumlar bugün devlet organı gibi düşünüp hareket eder, söylem geliştirir durumdadırlar. Maalesef bu moda o kadar derin girmişler ki, yapılacak her hamle ve söz için iktidarın ağzına bakar hale gelinmiştir. Hatta onun adına düşünüp, atılacak bir adım iktidara zarar verir mi vermez mi denklemine mahkûm etmişlerdir kendilerini.

Genel sivil toplumdan ziyade İslami hareket dâhilindeki yapıların özeleştiri yapmasının gerekliliği daha da elzem hâle gelmiştir. Modern manada sivil toplum bir yana, İslami hareket dâhilindeki Müslüman bir yapı, kesinkes özgür ve özgün olmalıdır. Yerel veya küresel hiçbir beşerî odağın boyunduruğunda, dümeninde, su yolunda olmamalıdır. Özellikle son 15 yıllık tecrübeyle aşikâr oldu ki İslami toplumsal oluşumlar, neredeyse tamamen özgürlüğünü yitirmiş, İslamsı bir iktidarın peşinde sürüklenir hâle gelmiştir. Doğrudan ya da dolaylı olarak kendisini esir eden bu odaktan azade özgür iradeleriyle düşünerek söylem geliştirip hareket edemez olmuşlardır.

Gazze’de ödenen bedeller bizlerin özgürlüğüne hizmet etmeyecekse asıl o vakit kaybedenlerden, ziyan edenlerden olacağız. Gazze’deki kardeşlerimizin ödediği bedeller bizleri uyandırır, durduğumuz yerin yanlışlığını fark ettirir, dayandığımız sahte odaklardan sıyrılmamızı sağlar da özgürlüğümüzü kazanmamıza vesile olursa o vakit kazananlardan olacağız inşallah!

Devlet ve STK boyutundan ziyade ferdi olarak da iktisadi ve toplumsal baskı atmosferi yanında bilinç dönüşümü yaşayan bireylerden müteşekkil bir toplumla karşı karşıyayız. Sanal âleme hapsolmuş, gerçeklikten uzaklaşmış bir hâle gelindi. Haricen dünyevileşme hastalığına eskilerden çok daha derin boyutta kapılmış, kaybedecek çok şeyi olan mahlûklar haline gelinmiştir. Ezcümle; kaybedeceklerinin esiri olmuş, gerçekliklerden uzak, fiili ve psikolojik baskılar altında yaşayan köleler hâline gelmiş durumdayız. Bu noktaların çok daha derinlemesine irdelenip tespit edilmesi gerekmektedir ama burada zaman ve satırlar yetmeyeceği için herkesin kendi takdirine bırakıyoruz.

Gazze’ye faydamız olması için zengin olmamız, güçlü olmamız, yaşıyor olmamız değil, ölmemiz gerekmekteydi. Ölümü öldürmeden, zavallı hayatlarımızdan, konfor alanlarımızdan vazgeçmeden değil mazlumlara, kendimize dahî faydamız olmaz/olamaz! Özgürce ölemiyoruz bile, kaybedecek o kadar çok şeyimiz var ki, en ufak bir adım dahî atamıyoruz! Gazze’ye bir faydamız olabilmesi için, başta özgür bireyler olarak düşünüp kendi ayaklarımız üzerinde hareket ediyor olmamız gerekmektedir.

Sorun neyse tespit edelim: Yapılanlarda mı? Yapılamayanlarda mı? Hissiyatımızda mı? Düşüncemiz de mi? Metodumuzda mı? Yolumuzda mı?

Düşünme biçimlerimiz, önceliklerimiz, tanımlamalarımız öyle değişmiş durumda ki olgular yer değiştirmiş, kavramlar karmakarışık durumdadır. İçinde bulunduğumuz iletişim çağında “malumat” değersizleşmiş, anlamsızlaşmıştır. Her türlü malumatı kolaylıkla ediniyoruz ama hakkını veremiyoruz. Sanal âlem olguları o kadar çarptırdı ki, zihinsel boyutta gerçeklikten çok uzak farklı âlemlerde takılır olduk. Kardeşlerimizin ölü bedenleri sanki bir film sahnesindenmiş gibi algılanır oldu, şehitlerimiz adeta basit birer rakamdan ibaret hâle geldi, açlıktan ölümler gerçeklikten uzak birer hikâye gibi anlatılıyor. Layıkıyla gerçekliğin farkında olsak, hissetsek, idrak etsek her şey çok daha farklı olabilirdi!

En basitinden, bir yıldır yapılan sokak eylemlerine, basın açıklamalarına, mitinglere bile kayda değer ölçüde niye iştirak edilmiyor, etmiyoruz, edemiyoruz. Avrupa’daki mitingler devasa sayılara ulaşmakta, lokal eylemler daha özgür ve etkili sahnelenmekte, ferdi tepkiler daha samimi cereyan etmekte. Niye diye sorduğumuzda hep aynı cevap karşımıza çıkmakta: dünyevileşme! “Bizler mi Avrupa’daki seküler insanlardan daha dünyeviyiz?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Evet, daha dünyeviyiz! Belki de onlar aştı belli çıtaları, bilemiyoruz ama sonuç olarak öyle gözüküyor. Çünkü bizler zahmet edip konfor alanlarımızı terk edemiyoruz, onurlu insanlar gibi kötülüğü engellemek için bedel ödemeyi göze alamıyoruz, kazanımlarımızı muhafaza edeceğiz derken dilimiz lâl olup ayaklarımız kötürüm kalıyor.

Gazze halkını, stratejik hesaplara kurban eden anlayışlarla karşı karşıyayız. Evet, uzun vadeli stratejik kazanımlar mühim ama makul ölçüdeki getiri-götürü dâhilinde olsa gerek, yüzbinlerce canımız gitmişken, evlatlarımızı bacılarımızı sahipsiz bırakmışken, on binlerce esirimizin akıbetini dahî bilmezken, iki milyon kardeşimizi yalnızlığa terk etmişken bu bahsi geçen kazanımların anlamı nedir, ne değildir bakmak gerekmekte. Aşağıda sıraladığımız farklı kesimlerin, kendi denklemleri dâhilinde farklı anlayış ve vurguları ısrarla belirtmekte olduğunu gözlemlemekteyiz. Açık konuşmak gerekirse, içine düştüğümüz zilletin acziyet duygusuyla kendimizi tatmin edip durduğumuz yeri meşrulaştırma çabalarıdır bunlar. Genel olarak kastımız duygu kasıp farklı bir açıdan topu taca atmak değildir, gerçek bu, maalesef ağır bir zillet içine düştük.  Bu gerçeği hakkıyla kabullenip hızla düştüğümüz bu çukurdan çıkmamız gerektiğini vurguluyoruz ana fikir olarak.

Gazze, uluslararası arenada mazlum-zalim ayrımını net bir biçimde ortaya çıkarttı ve İsrail’in varoluşsal zulmünü âyân etti. Bu tablo içinde gayrimüslimler, mazlum Gazze halkının sabrını ve sebatını görüp bu tablonun kaynağı olan Kur’an’a yönelerek İslam’a akın akın geçmekteler/miş. Geçiyorlarsa onlar kurtuluyor, size ne ayıptır sorması, sizler hâlihazırda Müslümansanız işinizi yapınız. Bunu sürekli dillendirip tekrarlamanın ne âlemi var, bir kazanım ve zafer varsa o, Gazze halkının ve mücadele edenlerindir, size ne! Ek olarak; “Zalim İsrail ve Amerika’nın kirli yüzü ortaya çıktı, artık halkları dahî (amiyane tabirle) ne mal olduklarını anladı, bu büyük bir zaferdir!” söylemi ortalıkta cirit atmakta. Yahu, insan utanır! Tamam, bu orta ve uzun vadede güzel bir gelişme de şu aşamada size ne be kardeşim!

Bir de “Hamas askeri olarak kazanmakta, İsrail kaybetmekte…” söylemi var. Onu askeri olarak mücadele edenler dillendirip belirtsin. Sen halk olarak Gazze halkının ahvaline yoğunlaş ve gereken sivil tepkileri meydanlarda ver ki askeri olarak cehdedenlerin eli kuvvetlensin! Ki, pek de öyle gözükmüyor, askeri olarak kazanmaktalar, adamlar yapacaklarını yaptı/yapıyor. Gazze ve Allah’ın aziz yolu elbet kazanacaktır, yalnız bu kazanç somut değil soyut boyuttadır. Zahiren somut olarak Gazze de kaybetti, çoluk çocuk yüzbinlerce can katledildi! Gazze Şeridi; tarlasıyla, binasıyla, koylarıyla, bahçeleriyle yerle bir oldu. İmamlarımızı şehid ettiler, on binlerce esirimizin akıbeti hakkında bilgimiz dahî yok, Gazze aslanı Yahya Sinvar’ın mübarek naaşını alıp götürdüler, geri almaktan aciziz, neyden bahsediyorsunuz!

Halisane düşüncelerle hüsn-ü zanda bulunup inanılarak sahiplenilen iktidarın, stratejik hesaplar yaptığını ve arka planda Filistin davasına fiilen destek verip yardım ettiği düşünesi hâlâ baskın anlaşılan! Bu ne tür ve hangi ölçülerde bir destektir, nasıl bir amaç güdülmekte, neler hedeflenmektedir, inanın bilmiyoruz! Kardeşiniz olarak addediyorsanız bizimle de paylaşırsanız bahtiyar oluruz, az biraz aydınlanıp gönlümüz ferah bulur. Çünkü olanlar karşısında cahillikten, acziyetten, mahcubiyetten ne yapacağımızı şaşırdık. Tamam, bir ilişki ağına girdiniz ama bunun ümmet adına dava adına bir kazanımı olup artı değere dönüşmesi icap etmez mi? Yoksa davanızı mı unuttunuz ya da T.C. devleti adına elde edilen kazanımlar, sizin kazanımlarınız oldu da bahsettiğiniz bunlar mı? Dava uğruna orta ve uzun vadeli stratejik hangi kazanım, bu katliamlar karşısındaki tavrımızı durduruyor ya da dozajını azaltıyor ya da öteliyor? Daha ne olması gerekiyor? Ne olunca, ne yapacaksınız Allah aşkına, söyleyin! Bir gizemdir gidiyor! Yirmi iki yıldır sonraki büyük emeller (neyse onlar artık) için koşulsuz ve adanmış bir destek söz konusu! Yanlış bir yolda yanılsamalar içinde olmayasınız ya da hayali bir yolda ya da risksiz alanlarda koşturarak tatmin olup sakin, huzurlu, güzel bir yaşam nefsinize hoş geliyor olmasın? Hep beraber kendimize gelelim, özgürleşelim. Zalimin karşısında müslümanca durup mazluma el uzatalım! Yarın çok geç olacak; mazlumlar için değil, sizin için! Bu, Allah’ın bir tehdididir, kardeşlerinizin de samimi bir uyarısıdır.

7 Ekim öncesinde olduğu gibi sonrasında da mezhebi taassupla yaklaşanlar var bir de ve bunlar kahir ekseriyeti oluşturuyor maalesef. İsrail’in karşısında dimdik duran ve “direniş ekseni” diye tanımlanan İran, Hizbullah, Yemen, Irak ve Suriye’deki ağırlıklı Caferi kardeşlerimizin gösterdiği fiili duruş, bazılarını çokça zor durumda bırakmıştır. Nasıl bir aşağılık duygusuna kapılmışlarsa, yürütülen mücadeleyi, Gazze’yi hatta Filistin’i dahî adam gibi sahiplenemez konuma düştüler. Yarım ağız mevzuu edilen söylemlerinde onları nasıl ayrı tutarız, diye yırtınmaktalar. Sahiplenseler, zavallı düşünceleri doğrultusunda direniş ekseninin yanında durmuş olacaklar. Bu nasıl bir aklın, anlayışın, taassubun ürünüdür, anlamakta zorlanıyoruz. Aksâ Tûfânı, vahdeti sağlamaya hizmet edecek diye umut ederken insanların nefislerindeki çok daha derinlerdeki pislikleri dahî ortaya çıkarttı. Gazze her manada turnusol kâğıdı işlevi gördü ama acı gerçekler can acıtıyor.

Ülkemiz özelinde basit manada da “işte Türkiye şöyle, Türkiye böyle” teraneleri var bir de! Yok, özel kuvvetler Gazze içinde operasyon yapmakta; yok, bir gece ansızın gelebilirizler; yok, ağacın, odunun, fidanın stratejik artistlikleri; yok, ‘one minute’vârî boş kükremeler… Kime, ne anlatıyorsunuz; İsrail’in göstermelik izin verdiği ikişer tırdan hariç kendi iradenizle içeriye bir iğne dahî sokamadınız, yola çıkan onca yardımı da heba edip çöp ettiniz. Daha ülkedeki Siyonist askerleri bile yargılayamıyorsunuz, elçilik düzeyinde gereğini yapamıyorsunuz, Siyonizm’i beslediği aşikâr olan sayısız iş adamına dokunamıyorsunuz. BOTAŞ’ın işlettiği ve sevk ettiği petrolün İsrail’e gitmesini engelleyemiyorsunuz, alınan komisyonun getirisi için değil belki ama tazminat ödememek, iktisadi tehditler veya bazılarını kızdırmamak için irade gösteremiyorsunuz. Açık konuşalım hepsinin temel nedeni, Recep Tayyip Erdoğan’ın gebe olmasıdır. İktidardan düşürülmemek için topa girememektedir, bütün mesele budur.

Buradan; Türkiye’deki bu sığ çarkın içinde debelenen Müslümanlara ve milli değerlerle hayatını şekillendiren vatandaşlara seslenmek istiyorum. İktidarınız, Amerika Birleşik Devletlerinin esiri haldedir, bu esaret AKP iktidarına has ve yeni bir şey değil ama bu denli mutlak evrelere büründüğü bir tarih yaşanmamıştır. Bunun bizim muhalifliğimizle alakası yok, artık o evreleri aşalı çok oldu; nasıllığını, nedenliğini bilemiyoruz ama maalesef gerçek budur. Art niyet mevzu bahis olmasa da gönülleri Filistin’le olsa da ortada bir şantaj mı var, inandığı başka ölçütler mi var, sonraki stratejik emellerine göre mi hareket ediyor, dengeler düzlemindeki zorunlulukları mı var, tam bilinmez. İyi niyeti veya kendi öncülleri bizi ilgilendirmez, vakıa şu ki başımızda özgür bir erk yoktur. Sonuç olarak iktidarın mahkûmiyeti doğrudan ve dolaylı olarak, zihinsel ve fiili düzlemde ülkenin de/derneklerin de/takipçilerinin de hatta bütün bir milletin mahkûmiyetini doğurmaktadır. Bu sadece Filistin konusuyla alakalı değil, ülke olarak varlık yokluk mesabesindeyiz. Arzu edenlerle bu acı gerçeği ayrıca konuşabiliriz, şu aşamada bilmemiz gereken, mahkûm olduğumuz ve tek zorunluluğumuzun özgürlüğümüzü elde etmek olduğudur. Daha sonra ülkece sorunlarımız hakkında ne yapabilir olduğumuzu konuşma aşamasına geçebiliriz, aksi takdirde zırvalıklar içinde kalan ömrünüzü tamamlayıp ahirette mazlumlarla yüzleşeceksiniz. Tercih ve takdir sizin!

Bu noktada ilgili herkes, bu acı gerçeklerle yüzleşerek kendilerini çek edip bu fani ve âdî dünyanın öncüllerine göre hareket etmekten vazgeçip özgürlük yolunda adım atmalıdır. Aksi takdirde kendilerine de ülkeye de halka da Gazze’ye de ümmete de daha derinleşmiş bir mahkûmiyet, mahcubiyet, mahrumiyetten başka hediyeleri olmayacaktır.

Yerel ve küresel enformasyon manipülasyonundan kurtulmamız en elzem noktadır. Geldiğimiz noktada en basitinden Bakü petrolünün Ceyhan’dan İsrail’e sevkiyatı ve öyle böyle devam eden ticaretin kelime oyunlarıyla çarpıtılması komik bir hâl almıştır. Neye inanıp neye inanmayacağınız sizin tercihiniz ama bilinmelidir ki güneş, balçıkla sıvanmaz. Tarih boyunca iktidarlar, kendi inandıkları gerekçe ve öncüllere göre hareket edip kitleleri türlü yollarla arkalarından sürüklediler. Muaviye’nin dişi deve kıssasından herkes alacağı mesajı almalıdır. Ya iktidarı kızdırmamak/zedelememek/üzmemek adına erkek deveye dişi deme acziyetinde bulunacaksınız ya da kralın çıplak olduğunu belirtip öz benliklerinizi özgürleştirip onurlu bir hayat süreceksiniz. Ya fil metaforunda olduğu gibi salonun ortasındaki fili görmezden gelip başımıza yığılmasını bekleyeceğiz ya da gerçeklerle yüzleşip ona göre hareket edeceğiz.

Genel olarak ise bazı arkadaşlar “Yanı başımızda zulüm varken Filistin’le ne uğraşacağız!” diyor; belli bir kısım, “Hamas yaptığı çıkışla Gazze halkını ateşe attı.” Diyor; bazıları İran’ın vekalet savaşı yürüttüğünü söyleyip “Bu, bizim savaşımız değil!” havalarında; bazı arkadaşlar ise süreçteki stratejik kazanımlara odaklanmış! Hayatında belki üç eyleme katılmış bazı arkadaşlar ise “Biz çok yaptık, faydasını görmedik!” kolaylığına kaçıyor. Olayı aşmış bazı arkadaşlar “Eylem yapmak şahsi tatminden başka bir şey değil! deyip oturuyor. Bazıları “O sonuç vermez, şu attığın kurbağayı ürkütmez, yapsan ne olacak!” diyor. Yahu, ne yapılması gerekiyor? Bir de sen yap da meydan er görsün! Başkası, “O gelirse ben gitmem, bu gelirse şu gelmesin!” triplerinde! Zaten her yapı kendisini nimetten zannedip birbirini eleştiriyor. Bazısı sürecin edebiyatını yapıyor, bazısı sosyal faaliyet malzemesi yapmış takılıyor. Ulusalcı ve milliyetçi etnik zihinler gibi ulusal sınırlara göre düşünen tiplemeleri bırakın gitsin, kayda değer değil. Solcularımız ise maalesef bizlerden daha fena bir anlayış ve hiçlik içinde durmakta!

Neler yapılması gerekirdi, yapılabilirdi, imkânlarımız neydi? Yukarıda da bahsettiğimiz gibi yekvücut olamadığımız için, dünyalık hesaplardan sıyrılamadığımız için, Rabbimizin vaadine hakkıyla güvenmediğimiz için tahayyül dahî edemiyoruz! Kulaklarınıza afaki gelebilecek birkaçını ifadelendirelim:

Dünya çapından aktivist yüzbinler Mısır kapısını yıkıp Gazze’ye girse, Ürdün üzerinden Batı Şeria’ya akın edip canlı kalkan olsa İsrail ne yapabilecekti? Rachel’ın, Ayşenur’un, Aaron’un bizim kadar aklı yok muydu? Konforlu bir hayatları, sevdikleri, gelecekleri, dünya hayatına dair arzuları yok muydu? Hepimizi toplasanız o koca yürekli gençler kadar olamayız. Bu saatten sonra da onların ismini, onurlu duruşlarını ve mesajlarını ağzımıza alıp sakız etmeyelim, belki bu mesajı alıp yaşatacak güzel insanlar çıkar yarınlarda!

Bir diğer yandan herkes, ülkelerindeki elçilik yapılarını yerle yeksan edip topraklarını onlara dar etmeliydi. Yöneticilerine öyle baskılar yapmalıydı ki, (“Sahibim ne der?” diye içinden geçirmeye fırsat bile vermeden!) her türlü ambargoyu net uygulatmalıydı. Ülkelerindeki Siyonist (Yahudi değil) kişilerin her birini tecrit etmeliydi vb. İsteyip inandıktan sonra yapılacak çok şey vardı/var.

Başta bölge ülkelerinin halkları olmak üzere bütün dünyada ayaklanarak sivil olarak İsrail sınırlarına yürüyüp orada öylece durmamız bile kâfi gelebilirdi belki. Mısır, Ürdün, Suud, Irak, İran, Batı Şeria, Suriye, Lübnan, Türkiye halkları kitlesel olarak harekete kalktığı takdirde Amerika’nın kölesi olmuş yöneticileri, kitlelerin gücü karşısında tek bir laf bile edemezdi. Ki ayağa kalkmış bu halk hareketiyle Kudüs’ü Mekke’yi bile kurtarabilirdik, sonrasında bu kukla nizamları dahî yıkıp (değil Gazze’yi kurtarmak) kendilerini de özgürleştirme yoluna girebilirlerdi. Aksâ Tûfanı, özgürlük baharına dönüşebilirdi. Hamas bir yol açtı ama bizler o yoldan yürümeyi değil alıştırıldığımız fiili ve zihni prangalar altındaki zelil yaşamımızı tercih ettik.

Bu Dünya hayatında bizler ne için yaşarız? İnsani olarak düşünürsek onurumuz için, özelde Müslüman olarak da cenneti hak edebilmek için değil mi? Ne bu dünya hayatı için onurumuz kaldı, ne de ahir zaman için inşa etmeye gayret ettiğimiz cennetimiz!

Söylenmiş/söylenen/söylenecek her şey bir yana, Gazze’den sonra bu ağırlığı üzerimizde taşıyarak nasıl yaşayacağız onu düşünelim. Nasıl evlatlarımızı öpüp koklayacağız, nasıl rızkımızı kolayca yutkunacağız, nasıl onurlu bir yaşam süreceğiz. Bu yükün ağırlığını hissetmeyenler için dünyalıklar içinde bir âlem süregider ama onurlu her insan, şahitliğinin sorumluluğunu yerine getirene kadar yaşayan bir ölüdür artık!

Vesselam…

Devamını Okuyun

Yazılar

Alman Solu, Aksâ Tûfânı’nı Anlamakta Nasıl Başarısız Oldu?

Yayınlanma:

-

Aksâ Tûfânı’ndan bir yıl sonra, İslamcı grubun nesillerdir devam eden çatışmayı nasıl yükselttiğine bakmanın, Alman solunun uluslararası politikayı anlamakta nasıl başarısız olduğunu bir kez daha göstermesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak, ülkedeki solun ve birçok anarşistin İsrail/Filistin’deki ve şimdi de Lübnan’daki savaşa nasıl makul bir yaklaşım bulamadığını görüyoruz. Bu metin Almanya’daki aktivistler için pek de sürpriz olmayacaktır. Aynı zamanda, diğer bölgelerdeki anarşistlerin ve solcuların Alman “Antideutsch”unu anlamalarının ve onu sadece bir tür politik doğruculuğun şaka versiyonu olarak değil, kendi idealleri olan politik bir hareket olarak görmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum.

Tarih için zaman yok mu?

Almanya’nın yeniden birleşmesini eleştiren otoriter Komünist Gruplardan doğan bir hareket olan antigermanların tarihini çok derinlemesine incelemenin bir anlamı yok; antigermanlar, ideolojilerini milliyetçilik karşıtlığı ve Batı yanlısı duruşun bir karışımı olarak geliştirdiler. Antigermanlar sadece İsrail ile dayanışmayı savunmakla kalmıyor, hareketin daha radikal ve gerici kesimleri de ABD’nin dünya çapındaki emperyal projelerini çeşitli biçimlerde destekliyor. Antigerman ideolojisinin Siyonizm yanlısı kısmı, antisemitizme karşı mücadelenin bir parçası olarak görülebileceği gibi, komünist hareketin bazı kesimlerinin Filistinlilerin İsrail’den bağımsızlık mücadelesi de dahil olmak üzere ulusal kurtuluş hareketleriyle aralarına mesafe koyma çabası olarak da görülebilir.

Yıllar geçtikçe, dünya çapında ulusal kurtuluş hareketlerinin gerilemesiyle birlikte, antigermanların ana projesi İsrail’e destek ve antisemitizme karşı mücadelenin kendi versiyonları haline geldi. İsrail devletine verilen destek, ne kadar korkunç olursa olsun İsrail hükümetinin tüm politikalarına verilen desteğe dönüştü. Kendilerini Siyonist yanlısı olarak tanımlayan pek çok antigermanla ve hatta Yahudi toplumuyla hiçbir bağlantısı olmadan kendilerine “Siyonist” diyenlerle tanıştım. Siyonizme yönelik eleştirilerin bir kısmı düpedüz antisemitik olsa da antigermanlar Yahudi cemaatinin içinden gelse bile her türlü eleştiriyi bir kenara koyacaktır. Bu tür eleştirileri anti-Semitik olarak etiketlemek, herhangi bir tartışmadan ya da kişinin kendi siyasi görüşlerini eleştirel bir şekilde inceleme ihtiyacından kaçmanın kolay bir yoludur.

Antigerman sahnesinde hevesli bir sıklıkla “müslüman” kutusuna konulan Araplara karşı ırkçılık bulabilirsiniz. Yahudi solu ve anarşistlerle ilişkiler karmaşıktır. Çoğu anti-Siyonist Yahudileri görmezden gelmeyi tercih etse de antigerman hareketinin bazı kesimleri antisemitizmle mücadele etmek amacıyla zaman zaman “yanlış” Yahudilere saldırmaktadır.

Antigerman hareketi başlangıçta otoriter komünistler arasında ortaya çıkmış olsa da ideolojisi neredeyse tüm sol ve anarşist gruplara yayılmıştır. Birkaç on yıl içinde Ortadoğu siyasetinde baskın bir konuma gelmeyi başardı. Bugün kendilerini tamamen antigerman olarak tanımlayan grupların sayısı azalmış olsa da çoğu anarşist ve sol grup antigerman bir gündemi, politikalarına entegre etmektedir. FAU’dan yerel anarşist örgütlere kadar Siyonizm yanlısı bir yaklaşım, norm olarak görülebilir.

Geçmişten geleceğe mi?

Alman solu tarafından 7 Ekim’de gerçekleştirilen saldırının ardındaki nedenlerin bütün karmaşıklığını anlamak için derin bir analiz ya da girişimde bulunulmadı. Destek, doğrudan devlete gitti. Hamas ve müttefikleri tarafından öldürülenler, durumla ilgili siyasi görüşleri ne olursa olsun, otomatik olarak “kurban” oldular. Alman solu için öldürülenlerin ailelerinden gelen gerilimi düşürme çağrılarını görmezden gelmek kolayken, İsrail solu ve liberaller Netanyahu’nun kendi çıkarları doğrultusunda şiddeti tırmandıracağından oldukça emindi. Rehinelerin aileleri, yakınlarını savaş için bir bahane olarak kullanmaya çalışan sağcı bir hükümeti protesto ederken Alman solu hevesle “Hamas”a karşı bir tırmanış arıyordu. Hamas’ın eylemlerinin kolektif sorumluluğu kolayca Gazze Şeridinde yaşayan herkesin omuzlarına yüklendi. “Hamas’a oy verdiler”, “Özgürlük istiyorlarsa Hamas’a karşı ayaklanmalılar”, “Onlar tüm Yahudileri boğmak isteyen antisemitler”; bu iddialar onların Gazze’deki İsrail saldırıları hakkında ürettikleri gerekçelerden sadece birkaçı… Sağcı siyasi hareketlerden bahsetmiyorum, kendilerini solcu ya da anarşist olarak gören pek çok insandan bahsediyorum!

Tiktok’ta canlı yayınlanan IDF tarafından işlenen savaş suçları çoğunlukla görmezden gelindi ya da insanların ‘endişe’ duymasına neden oldu ancak İsrail devletini destekleme yönündeki genel eğilim devam etti. Alman solu içinde Filistinlilere yönelik tutum düşmanca olmaya devam ederken Ortadoğu’da yaşananların gerçekliği ile Almanya’daki uydurma siyaset dünyası arasındaki uçurum daha da büyüdü. Bu noktada, Netanyahu hükümetinin her şüpheli eylemini İsrail sağının meşru müdafaa gerekçesiyle meşrulaştırmak Alman solu için oldukça yaygındır. Savaş suçları, İsrail kötü adamla -Avrupa ve Ortadoğu’nun Yahudi karşıtı geçmişinden ve bugününden şu ya da bu şekilde sorumlu olan Araplarla- savaştığı sürece iyi kabul ediliyor.

İlginçtir ki sol hareket içinde İsrail’e ilişkin pek çok siyasi pozisyon, Alman devletinin bu konudaki ideolojisiyle uyumludur. İktidardaki siyasi partiler değişiyor ancak bunların neredeyse hiçbiri Ortadoğu’daki durumu herhangi bir şekilde etkileyecek kadar eleştirel değil. Antigerman hareketin talepleri ve değerleri birçok yönden belirli etkinlikleri yasaklayan, boykot kampanyasını destekleyenlerden fonlarını çeken ya da “istenmeyen” aktivistlerin ülkeye girişine izin vermeyen devlet politikalarına dönüşüyor. Bu durum, eğitim çalışmaları için de geçerlidir. İsrail’le ilgili Alman sol projelerinin Alman devleti tarafından finanse edilmesi oldukça yaygındır. Açıkçası bu eğitim etkinlikleri genellikle İsrail devlet politikasına verilen siyasi desteğin sol ve anarşist çevreleri etkileyen bir uzantısıdır.

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Alman solunun bugünlerde bu konuda söyleyecek sözü olan İsrail veya Filistinli solcuları, anarşistleri ve hatta liberalleri görmezden gelmeyi ve bazen proaktif bir şekilde izole etmeyi tercih etmesi mantıklıdır. Bu tür aktivistlerin etkinlikleri sabote ediliyor ya da onlar konuşacak yer bulmakta zorlanıyorlar[1] (solun devasa altyapısına rağmen).  Alman devleti tarafından Filistinlilerle dayanışma amacıyla ya da Netanyahu rejiminin politikalarını protesto etmek için örgütlenen aktivistlere yönelik baskılar genellikle görmezden geliniyor ve yerel sol hareket, Yahudi ve Filistin diasporası üzerinde oluşan büyük baskıyı görmezden gelmeyi tercih ettiği için yabancı aktivistler kendi hâllerine bırakılıyor. Yerel antifaşistleri, Ortadoğu’nun farklı bölgelerinde ezilen halklarla herhangi bir şekilde dayanışma gösterirken görmektense, Filistinli veya Siyonizm karşıtı Yahudi gösterilerinde İsrail bayraklarıyla protesto ederken görmek daha yaygındır.

Alman solunun Netanyahu ve savaş makinesine karşı mücadelede İsrail ya da Filistin’de destekleyeceği müttefikleri olsaydı durum farklı olabilirdi. Ancak yıllarca süren antigerman politikalar, Ortadoğu’daki durum hakkındaki cehaletle birleşince Alman solunu siyasi izolasyona itti: Siyonist sağın onlara gerçekten ihtiyacı yok ancak İsrail veya Filistin’den herhangi bir ilericiye de yakınlaşmak istemiyorlar. Antigerman ideolojinin kuşaklar boyu gelişmesi, İsrailli Yahudiler ya da Filistinlilerle işbirliğini daha da zorlaştırıyor: Bugün solcu ve anarşist hareket çoğunlukla antigerman söylemleri takip eden gençleri kabul ediyor ve bunları sorgulayabilecek olanları, Ortadoğu’daki duruma ideolojik yaklaşımları Mao’nun ölümünden bu yana değişmeyen otoriter komünistlerin ellerine itiyor. Sonuç olarak, önümüzdeki yıllarda durumun gerçekten makul bir yönde gelişmesi için çok az şans var.

Şiddet ve ölümle geçen bir yılın ardından, Ukrayna’daki savaşla ilgili olarak gördüğümüz hataların hemen hemen aynısını görüyoruz. İdeoloji gerçekliğe galip gelirken çok az kişi durumu anlamak ve ona ciddi bir yaklaşım geliştirmek için çaba sarf ediyor. Savaşın ve seferberliğin şoku çok çabuk geçiyor; sol ve anarşist çevrelerdeki çoğu insan, siyasi hareketlere katıldıklarında var olan ideolojik dogmalara geri dönüyor. Böyle bir atmosferde hem sol hem de anarşist hareket, hataları tekrarlamaya ve aynı tuzağa tekrar tekrar düşmeye mahkûmdur; eğer krizi anlamak için çaba göstermeye ve siyasi değerlerimize göre cevaplar geliştirmeye karar vermezsek tabii. Aksi takdirde, geleceğin yaklaşan fırtınalarında, dünyayı siyasi güç elde etmek için şiddet ve yıkım kullanmaktan çekinmeyen gerici güçlere teslim etme riskiyle karşı karşıya kalırız.

Bu kriz sayesinde Alman solu ile kriz bölgelerindeki olası yoldaşları arasında büyüyen uçurumu da görebiliyoruz. Savaşlar ve protestolar daha fazla dayanışma ve çaba gerektirirken pek çok kişinin eleştirel siyaseti terk ederek sözde “birinci dünya”nın giderek daha gerici hâle gelen hükümetlerinin sunduğu konforu tercih ettiğine tanık oluyoruz.

Ama ben aslında antigerman geçmişten kopmaya çalışanlara odaklanarak bitirmek istiyorum. Ülkenin dört bir yanında farklı Yahudi ve Filistinli çevrelerle eğitim, dayanışma ve iş birliği üzerine çalışan gruplar var. Zamanlarını işgal altındaki bölgelere seyahat ederek yerel halkı ve onların devlet şiddetine karşı mücadelelerini tanımaya harcıyorlar. Bu insanlar, sol ve anarşist çevrelerde çok küçük olmalarına rağmen radikal ve devrimci siyasetin Almanya’da bile canlı olduğuna dair umut veriyorlar.

Kaynak: black-stork.writeas.com

[1] Yahudi anarşist Uri Gordon’un birkaç yıl önce Leipzig’de düzenlediği bir konferans, hiçbir sol organizasyonun konferans vermesine yer tahsis etmemesi nedeniyle özel bir odada gerçekleşti.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sınır Tanımaz, Mekânlar ve Zamanlar Üstü Bir Çerçeve

Yayınlanma:

-

“İslâmî Hareket” tamlamasını kullanmayı tercih ediyorum “İslamcılık” tabiri yerine ama çok da problem etmiyorum çünkü Türkiye’deki pek çok çevreye mensubiyeti olan kişilerin dilin kullanımı ile ilgili fazlaca kafa yordukları söylenemez.

İslamcılık ya da İslâmî hareket, tam manasıyla dinamik süreçleri ifade ediyor benim için. Bu dinamizm, vahyin işaret ettiği doğrultunun ikâme çabalarından besleniyor. Vahiyle bağlantı kuran ve ona iman edip teslim olan kişilerin, toplulukların ilerlediği güzergâh bu tamlama ya da kavramlarla tanımlanabilir.

Kısa yoldan gidersek, İslamcılığın Türkiye seyrine bakarak çok rahat ve çabucak hükümler verebiliriz. Allah’tan resmî ideolojide ya da İsmet Özel’in kurgusunda olduğu ya da son yirmi-otuz yılda İslâmî çevrelerde pekiştiği gibi İslamcılık veya İslâmî hareket bir Mîsâk-ı Millî meselesi ya da mahkûmu değil! Belki İslamcılık tartışmalarına tam da buradan başlamak gerekiyor: İslamcılığa, bir egemenlik havzası olarak Osmanlı’nın düştüğü çukurdan kendini kurtarma arayışlarında bir proje olarak bakmaktan kendimizi sıyırdığımız ve İslamcılığın kökleri bağlamında yolumuzun kaçınılmaz olarak “gayba iman”la kesişeceği hakikatine muttali olduğumuz anda hakikatin asıl veçhesiyle temas kurmuş olacağız.

İslamcılığın diğer bütün ideolojilerden farklı bir zeminden neş’et ettiği açıktır lâkin pek çok kişi onun bu orijinal ve eşsiz mahiyetini göz ardı eder. İslam ve iman ile kul yapımı ideolojilerin birlikte anılamayacağına dair itirazlar yapılacaktır ancak en nihayetinde iman, yine insan yorumu ile yaşamsal bir vücûdiyet sahibi olacağından bence burada bir çelişki yoktur. İslâmî hareketin gayba ve imana yaslanan varlığının lâyıkıyla ayırt edilmesi, her türlü Mîsâk-ı Millîci çıkarımı baştan devre dışı bırakacağından pek çok tartışmanın daha sağlıklı istikametlere yönelebilmesi açısından lüzumludur.

Türkiye’de iddia sahibi olmak isteyen bütün farklı ideolojik çevrelerin yaşadığı birtakım ortak sorunların İslamcılık için de geçerli olduğu açıktır. Enteresan ve eşsiz örnekliği ile ülkemiz, yüksek kavrayış ve eyleyişlerin toplumsallaşma şansının yüksek olmadığı bir tecrübeler tarihidir. Bunun sebepleri üzerine ehli çokça yazıp çizmiştir ancak “İyi ki Mîsâk-ı Millî kapsamına sığmayacak bir seyyâliyet gerçeği ile karşı karşıyayız!” diyerek başka bir aşamayı adımlayalım.

İnsanlığın büyük bir anlamsızlık batağında çırpındığı evreyi Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler kitabının ilk cümlesine kazımıştı. O günden bugüne bu bataklığın daha da derinleştiği söylenebilir. Nuri Pakdil’in “İnsan; seni savunuyorum, sana karşı!” seslenişi her dâim kulaklarımda çınlamaktadır. Modern kapitalist medeniyetin hiçleştirdiği insanın öze dönüş niyetiyle onarılmasından başka bir şey değildir İslamcılık ve kendini diğer başka ideolojik hatlardan farklı olarak buradan kurar: Sınır tanımaz, mekânlar ve zamanlar üstü bir çerçeveye sahiptir; her şeyden önce nesnel-reel bir çıkış noktasına sahip değildir. İnsanın varlığını tehdit eden şeytanî kurguları tanımlar, onların ürettiği şirk alanlarının insanı nasıl muhasara ettiğini tespit eder ve belirlediği o tuğyânî merkezlerle kapışır.

Modern kapitalist medeniyet, insanlığın rûhunu/özünü çaldı ya da yapıbozuma uğrattı. Varlığın sınırlarını dünyaya, Kur’an’ın ifadesiyle söyleyecek olursak “yakîn olan”a raptetti. Bu müdahale, insanlığın topyekûn başka bir vâroluş istikametinde sevkine sebebiyet verdi. Görünür dinî çerçevelerin içi boşaldı. Rasyonellikler imanın yerini çoktan devşirdi. Kuşaklar arası değişimle de gözlenebilen bu dönüşümünün İslamcılığı da doğrudan etkilememesi mümkün değildi ancak insanın vâroluşsal göbek bağı ile gayb arasındaki mutlak temas, modern kapitalist medeniyet tarafından imhâ edilemeyecek bir mâhiyete sahip olduğundan İslamcılık ya da İslâmî hareketler kesin olarak mağlup edilemedi, bütün bu nedenlerden dolayı da edilemeyecektir!

Galibiyet ve mağlubiyet, gerçekliğin lügatlarında farklı tanımlarla karşılanırken gaybî/vahyî/imanî zeminde çok daha farklı anlamlara sahiptir ve kesin olarak âhirete mütealliktir. Belki de egemen nefislerin ayartısının hızlandırıldığı dönüm noktası neoliberalizmin bütün alanları gözüne kestirdiği 1980’lerin başıdır ve yavaş yavaş örülen ağlar bugünkü rasyonelliklerin inşasını sağlamış ve kazanç-kayıp çelişkisi kadim İslami anlamından sıyrılmıştır.

İslamcılık, modern dönemlerin bir ideolojisi olarak pek çok ma’lûliyete sahiptir ancak onur ve haysiyet mücadelesinin diğer adı olarak vâr olmuştur. Özellikle emperyalizm karşıtı duruşu kıymetlidir. Sahih kaynaklara dönüş idealine paha biçilemez ancak bugün kendisinden epeyce şikâyet olunan entelektüel zaafiyetlere dönük eleştirilerin, başlangıç aşamalarında ilgiye abartılı mazhar oluşu pratik mücadele ayaklarının kadük kalmasına sebebiyet vermiştir. İslamcılığın salt düşünsel bir hareket olarak ikâmesi kendi ipini çeken; yine, kendini hayatın dışına iten bir neticeyi kaçınılmaz kılmıştır. Elbette bu değerlendirme her coğrafya ve her hareket için geçerli değildir.

Egemen dünya düzeninin şekillendiği modern dönemdeki siyasal dayatmalardan, ulus devletlerin boy verdiği dönemlerin güçlü tahakkümünden örgütlenme ve düşünsel tekâmülünü tamamlama alanlarındaki eksiklikleri nedeniyle İslamcılık, fazlasıyla etkilenmiştir. Türkiye’den Pakistan’a kadar nitelikleri tartışmaya açık olan popüler siyasal hareketlerin görece başarılarının zaafların üzerini örtmede yetersiz kaldığı aşikârdır. Moro’dan Eritre’ye, Afganistan’dan Filistin’e, Bosna’dan Çeçenistan’a uzanan geniş bir coğrafyada sıcak çatışmaların enerjisiyle niceliksel sıçrama yapan İslâmî hareketlerin en göz alıcı başarısı açık ara ile İran İslam Devrimi olmuştur.

İslâmî hareketlerdeki niceliksel parlayış, Ali Şeriatî, Seyyid Kutup ve burada adını sayamayacağımız diğer pek çok karizmatik teorisyenlerle nitel bir renk kazanmaya niyet etse de sürecin derinleşmeye vakti olmadan güçlü müdahalelerle akâmete uğratılıp saptırıldığı pekâlâ söylenebilir.

Pek tercih etmediğim ancak yaygın ifade olması nedeniyle kullandığım “İslam dünyası” tamlamasıyla işaretlediğimiz halkların, ezen-ezilen kavgasında dört başı mamur bir çerçeve ile örgütlenip mücadeleye sevk edilmesi önemli oranlarda mümkün olmasa da bu alanda önemli örnekliklerden bahsetmek elbette mümkündür. Bugünden geriye bakınca mezhebî çatışmalara sürüklenerek önü kesilen, saptırılan ve yalnızlaştırılması hedeflenen dinamizme İran-Irak savaşının, Irak işgâlinin, Yemen ve Suriye savaşlarının etkisi örnek olarak verilebilir. 12 Eylül darbe sürecinin o dinamizmi Türk-İslamcı devlet tezleriyle nasıl hedeflediği açıkça görülebilirken 28 Şubat tabii olarak buna eklenebilir. D-8 oluşumuna bile tahammül edemeyen egemen dünya düzeninin sekiz ülkeden altısında aynı yıl içinde darbe tertip ettirdiği bu bahiste anılabilir.

Düşe kalka ilerleyen ve bizim “esas”tan beğenmediğimiz bu gidişâtın bir yandan yok edilemeyen ve arızalarıyla da olsa hep bir şekilde kendini üreten bir süreç olduğu gerçeği bir hak olarak teslim edilmelidir. Son Aksâ Tûfânı da bu bağlamda ilginç ve ileri derecede etkileyici bir örnektir. Egemen dünya düzeninin belini doğrultmasına fırsat vermek istemediği coğrafya ve halkların doğrudan ve öncelikli olarak müslüman halklar ve onların coğrafyaları olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Dediğimiz gibi düşe kalka ilerleyen direniş hat ve öbekler hakkında Türkiye’de yaşayan entelektüel çevrelerin, siyasal analistlerin lâyıkıyla kafa yorduğunu ve bağlantılı olarak gidişâtı kavradığını düşünmüyorum. Mîsâk-ı Millî’yi aşarak evrensel bir muhâtabiyet iddiasına sahip olduğunu ardı sıra saydığımız örneklerle kanıtlayan küresel İslâmî hareketin özellikle Türkiye’de içi çoktan boşaltılan İslamcılık iddialarını ciddiye almayacak bir adanmışlığa sahip olduğunu belirtmek isterim.

Çürüme, yozlaşma ve çaresizlik ile her şeye rağmen irade ve umut üretebilme uçlarında salınan bir sarkaç olarak görebiliriz bu çizgiyi. Sınırları anlamsız kılar çünkü gayba iman temellidir. İfsâda karşı ıslah mücadelesinden yana saf tutar. Düşmanları, kendisine karşı amansız ittifaklar üretebilmeye pek heveslenirler. Geniş bir muârız cephesine sahiptir. Kur’an’da dillendirilen “topukları üzerine geri dönenler”den bahisle bağlılarını her ihtimale sükûnetli bir hazırlayışa sahiptir. Sadece kendi yaşadığımız ülkeden başlayarak bir İslamcılık değerlendirmesi yapma talihsizliğine düşmeyeceksek bu geniş yelpazeyi ve bunun muhtemel yeni etkilerini de görmek durumundayız.

İslamcılığın “projecilik” baskısı altında rasyonelleştirildiğini, bu sûretle modern kapitalist medeniyete katmaya çalışıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ezilenden, yoksuldan, hürriyeti gasp edilenden yana olması gerektiğini Kur’an’dan rahatlıkla çıkarabileceğimiz İslamcılığa da hangi hareket ve çevrelerin dahil edilebileceğini artık kestirebileceksek AKP tecrübesiyle bütün hücreleri bir kez daha ve etkili bir şekilde tahrip olan Türkiye tecrübesi üzerinden bütün bir yeryüzünü şâmil değerlendirmeler yapmanın yanlışlığını da bu vesileyle vurgulamış olalım.

Kur’an’da “bir oyun ve eğlence” olarak vasfedilen dünya hayatının imtihanın gerçekleştiği bir saha olarak devamı söz konusuysa eğer ifsâda karşı ıslahın, zulme karşı adaletin, şirke karşı tevhidin savunulması da devam edecektir. Projeci dayatmaların nihâî bir cenneti yeryüzünde gerçekleştirme baskısı açıkça vahye mugâyirdir. Zulme/karanlığa karşı nûrun/aydınlığın ulaşılması gereken hedef olduğu; nihâî zafer ve kurtuluşun yalnızca Allah katında olabileceği; en büyük irade ve muzafferiyetin yolda olmada sebatla mümkün olabileceği hakikatinin İslamcılığın/İslâmî hareketlerin temel şiârlarından olduğunu biz de bu yaşımızda anlamış olduk.

Devamını Okuyun

GÜNDEM