Yazılar
“Adıyaman: Sahipsiz Memleket” – Alperen Gençosmanoğlu

Yayınlanma:
2 yıl önce-

6 Şubat 2023 saat 04:17’de Maraş merkezli gerçekleşen 7.6 şiddetindeki depremden yaklaşık 51 saat sonra Adıyaman’daki Bozbey Caddesi’nde bir enkazın başındaydık. Vardığımızda bizim gibi Gümüşhane’den oraya daha öncesinde varan arama-kurtarma konusunda yetkin ve tecrübeli ekipler enkazın başında çalışma halindeydiler. Yola çıktığımız ekibimizin bir kısmı Acil Yardım ve Afet Yönetimi Bölümü’nün öğrenci ve hocaları olmakla birlikte üniversitenin pek çok farklı biriminden gönüllüleri düşününce çoğunlukla amatörlerden oluşan bir ekip olduğumuzu söyleyebilirim. AYAY’dan hocamız bize turuncu AYAY yeleklerini dağıttı, üzerimize giyip enkaz başında çalışan ekibe zincir oluşturarak kovalarla elden ele çıkarılan molozun alandan tahliyesine yardım etmeye başladık.
Çalıştığımız enkazda yaşam belirtisi tespit edilmişti, bu sebeple motivasyon yüksek, umut ve gerginlik had safhadaydı. Bu sırada çevreden birçok depremzede yanımıza gelerek kimi zaman gözyaşları içinde yalvararak, kimi zaman sitem ederek, kimi zaman bu yetersizliğe ve geç kalmışlığa isyan ederek öfke içinde bizleri henüz yeterli müdahalenin gelmediği ya da hiç müdahale edilmemiş olan kendi yakınlarının olduğu ve ses aldıklarını söyledikleri enkazlarına götürmek için canhıraş şekilde dil döküyorlardı. Ancak ekibin, enkazdan ses aldığı için oradan ayrılması mümkün değildi. O sırada hocamız, ekipten gelen bir uyarı üzerine yanımıza gelerek şimdilik yelekleri çıkarmamızı tembihledi, zira yardım feryadı ile yanımıza gelen insanlar bu kadar yelekli insanı bir arada görünce arama-kurtarma konusunda yetkin birçok insanın bir enkazda toplandığı varsayımına kapılmakta, bu da gerginliğe sebep olmaktaydı.
Adıyaman Valiliği’nin bulunduğu sokağın hemen arkasında, neredeyse baştanbaşa yıkılmış enkazlarla kaplı bir caddede çalışıyorduk. Vardığımız 3. gün itibariyle 100 metrelik bir hattın üstünde belki de ondan fazla iş makinesi çalışıyordu. Buna rağmen boşta bekleyen enkazlar, hâlâ iş makineleri talep eden birçok depremzede vardı. 3. gün itibariyle en azından o caddede birçok kepçe yerini almış olsa da arama-kurtarma noktasında yeterli düzeyde tecrübeli ve yetkin insan sorunu devam ediyordu. Tabii ki bu durum makine gücü noktasında tüm sorunların hâllolduğu anlamına gelmiyor. Bölgede bulunduğumuz süre içinde Gümüşhane’den yanımızda getirdiğimiz jeneratör, kırıcı-delici matkap, mazot ve benzin pek çok yerde ihtiyaç duyulan, enkazlarda can kurtarmak için kullanılan araç-gereçlerin başında geliyordu. Öte yandan iş makinesi olarak kepçe daha bol miktarda görünse de kırıcı ve vinç noktasında şehrin ihtiyacını karşılayacak bir durumdan bahsetmek mümkün değildi. Ekipler enkazlarda çalışma yaparken çoğu zaman binanın yıkılmamış halini görmek istiyorlar, ya da binayı bilenlerden evin plânını öğrenip ona göre ilerlemeye çalışıyorlardı. Kimi binalar ezilmiş konserveye dönmüş, kimi binalar yanındaki binanın içine girmiş, kimi yerde enkaz molozları ile hurdaya dönmüş arabalar birbirine karışmış… Ancak öyle ki bazı binalar teneke kutunun burulup parçalanması gibi akıl almaz bir hâl almıştı.
Alanda bulunduğumuz birkaç saatin ardından başında beklediğimiz enkazdan iki kız çocuğunun ve bir kadının canlı çıkarılması alanda tarifsiz bir sevinç yarattı. Bizim için de unutulmaz bir şahitlik oldu. Bu kurtarışların insanları gözyaşları içinde bırakan tarifsiz mutluluğunu düşününce buna vesile olmanın ürettiği tesir ve kıymeti bizzat Allah’ın müjdelediğini hatırlıyor insan: “Kim bir canı kurtarırsa bütün insanları diriltmiş gibi olur.” Enkazların kendine has garip bir ortamı vardı, yaşayanlar kurtarıldığında da cenazeler çıkartıldığında da insanlar gözyaşları içinde kalıyor ve her iki durumda da çoğu zaman tekbirler getiriliyordu.
Pek çok enkazın önünde insanlar, yaşlı teyzeler, küçük çocuklar beton yığınlarına hapsolmuş yakınlarına ağıtlar yakıyorlardı. Ülkede ağıtlara mahkûm edilmiş olan Kürtçenin yeniden hüzünle ve çaresizce dile gelişine şahit oluyorduk. Kışın en sert günlerinde sokak ortasındaki uzun bekleyişleri esnasında depremzedeler bir yandan ateşler yakarak kendilerini soğuktan korumaya çalışırken diğer yandan göçük altında kalanların geceyi atlatıp atlatamayacağı endişesiyle kahroluyorlardı. Ben de çoğu zaman denk geldiğim bu ateşlerde, ayakta kalabilmek için kendimi biraz ısıtmaya çalışıyordum.
Şehre varmamızın birkaç saat sonrasında ekibimize kentin farklı noktalarındaki enkazlardan kurtarılmayı bekleyen canlı insanlar olduğuna dair haberler, çağrılar geliyordu. Bu şekilde haber gelen yaklaşık iki kilometre uzaklıktaki bir noktaya şehirdeki trafik sebebiyle yürüyerek gitmeye karar verdik. Bu sırada büyük oranda şehrin ana caddesi üzerinden ilerledik, enkazların yaygınlığına ve insanların müdahale olan yerlerdeki ümitvâr duruşlarına, henüz müdahale edilmemiş, artık ses duyulamayan yerlerdeki çaresiz bekleyişlerine tekrar tekrar şahit olduk. Bize verilen adrese ulaştığımızda bir ailenin taziye haliyle karşılaştık. Bize enkaz içindeki vefat etmiş kızlarının sıkışmış ayağını gösterdiler. İlk iki gün gelmeyen yardım ve artık alınamayan sesler arasında, yakınlarının bedenlerini çıkarmak için, elleriyle kazıyarak kendilerini parçalarcasına gösterdikleri çabaları anlattılar. Aslında bunun için söze de ihtiyaç yoktu, anlatanın ellerine bakmak pek çok şeyi görünür kılıyordu zaten.
Oradan çaresiz dönerken şehrin ana caddesi üzerindeki pek çok enkazdan birinin önünde bekleyen bir kişiyle konuştuğumuzda, çeşitli ekiplerin binada canlı olması dolayısıyla oraya geldiğini ancak eldeki teçhizat, ekip durumu ve binanın yıkılma biçimindeki zorluk dolayısıyla müdahale etmeden gittiklerini, enkazdakilerin ölüme terk edilişini göz göre göre kabullenmek zorunda kalmasını umutsuz ve perişan bir halde bizimle paylaştı. Bu durum onun için Adıyaman’ın unutulmuş ve hiçe sayılan bir şehir olduğuna dair inancını katmerlendiren bir hâl almıştı. “Adıyaman’ın plakası 02, başlarda geliyormuş gibi ama kimsenin gözünde değerimiz yok, bizi silip atsınlar, Adıyaman sahipsiz!” gibi serzenişlerde bulunurken, kendi yakınlarının hemen bitişiğindeki binada vefat eden milletvekilinin naaşının özel imkânlarla kısa sürede enkazdan çıkartıldığını ama kendisi gibi garibanların hâlâ beklediğini ekledi. Bu karşılaşmanın ardından Bozbey caddesine geri döndük.
Valilik binasının tam karşısında yer alan enkazın önünde toplanan kalabalıktan bir vatandaş tüm öfkesiyle feveran etmeye başladı. “Burada devlet yok, devletin de yönetenlerinin de sorumluların da…” Bizim önümüzde bu haykırışta bulunan depremzede de o caddede iş makinelerini ve çalışan ekipleri görüyordu. Ancak deprem olalı 60 saati geçmiş, tam valiliğin karşısında yer alan bir enkazda hâlâ içerideki yakınlarına ulaşmak için arama-kurtarma ekiplerinin ve uygun şekilde ilerlemek için gereken teçhizatın yoksunluğunu çeken ve gözünün önünde bu gecikmeden dolayı yakınlarının ölümünü izlemeye mahkûm bir insanın isyanı karşısında kimin ne söz etmeye hakkı var!
Orada bulunan onlarca insan ya kendi halindeydi ya da sessizce ve başı öne eğik bu isyanı dinliyordu. Bu yazıyı yazarken sosyal medyada devletin savunuculuğuna soyunmuş, mazlum ve acılı insanları aşağılama, yalancı çıkarma pahasına bugüne kadar onlarca çelişik eylemleri, adaletsizlikleri ve zulümlerini milyonlar önünde işleyen ve temsiliyet iddialarıyla devlet diye sahte bir kutsiyet üretenlerin sözlerini muteber göstermeyi iş edinenlere bakıyorum. Sokaklardaki iş makinelerini, kurulmuş çadırları kanıt olarak gözümüze sokmaya çalışarak göçük altında kalan yakınlarının seslerini dinleye dinleye ölümüne şahit olmuş insanlara küfretmekten geri durmuyorlar. Allah, Kuran’da yalnız zulme, haksızlığa maruz kalmış insana kötü konuşma hakkını tanırken (Nisa-148), bunu bastırmaya çalışmak kimin haddine düşer! “Geç kalmış adalet, adalet değildir!” sözü sadece bir Facebook postu değilse yeterli düzeyde arama-kurtarma ekiplerinin ve teçhizatlarının koordineli ve süratli bir şekilde sahaya intikalini sağlamakla görevli makamlardaki insanların sorumlulukları ne olacak! Pek çok insanın “Adıyaman sahipsiz!” demesini gerektirecek bir geç kalınmışlık, yetersizlik ve ihmalkârlığın yol açtığı sorunlarla boğuşmakta olan insanların hakkı kimden sorulacak? İnsanlar arama kurtarma ekiplerinin tabiri caizse parçalanıp aynı anda pek çok enkaza yetişmesini isterken gerekli koşullar sağlansa belki de alanda olmak isteyecek on binlerce maden işçisinin madenlerinde çalışmaya devam etmek durumunda kalmasında sermaye ve devleti ya da devlet denilen kurumları yönetenleri odağa koymamak mümkün mü?
Koordinasyonsuzluğun Sebep Olduğu Mahrumiyetler
Şehirde suların akmadığını biliyorduk ama abdest ve tuvalet ihtiyacı için caddedeki yıkılmamış olan camiye girdiğimde, susuzluğun sebep olduğu ve insanların dertlerini daha da katmerlendiren temizlik sorunuyla karşılaştık. Maalesef tuvaletlerin içi kaçınılmaz bir şekilde neredeyse tamamen pislik ile kaplıydı ve bu durum sadece buraya has değildi. Neredeyse şehrin tamamında şebeke suyu olmaması ve portatif tuvalet gibi çözümlerin henüz ulaşmamış oluşuyla bu tablonun depremin ilk haftasında “olağanüstü halin normali” haline geldiğini söylemek gerekir. Bu noktada tuvaletlerin geldiği durum bana ülkedeki siyasi elitlerin ilan ettikleri her OHAL dönemiyle bizleri ve memleketi içine düşürdükleri hâlin ibretlik bir temsili olarak göründü. Bugün ülkede yönetimi ve gücü elinde tutanların bu deprem felaketinde yaşananlarda bile alabildiğine dik ve mağrur durmayı başarabilmeleri pislik seviyesinin neremize kadar geldiğinin bir göstergesi olsa gerek.
“Belki daha iyi bir durum vardır, su bulabiliriz.” diye düşünerek gecenin sabaha doğru ilerleyen bir saatinde Adıyaman Üniversitesi kampüsüne girdik. Üniversitenin kafeteryasında ve kampüste arabalarının içinde uyuyan birçok insan gördük. Kampüsteki binalardan birine girdiğimizde de lavabolarda yine aynı durumla karşılaştık. Sular akmıyordu ve tuvaletler girilmez hale gelmişti. Bu bizim gibi şehre geçici süreyle gelmiş insanlar için belki zor ama geçiştirilebilir bir durumken neredeyse tamamen evsiz kalmış, enkazların başında yakınlarını ölü ya da diri olarak almak için bekleyen bir şehir, bir yandan da susuzlukla ve bunun yol açabileceği her tür sorunla yüzleşmek durumunda kalmıştı. Depremin beşinci günü akşama doğru Adıyaman’dan ayrılırken bu sorun çözülememişti, sadece Besni’de bir gecemizi geçirdiğimiz kültür merkezinde suların aktığına şahit olduk ancak ilerleyen günlerde bu duruma bir çözüm getirilmesi gündelik hayatın en önemli problemlerinden biri olarak öne çıkıyordu.
İlk günümüzde zaman akşam vaktine doğru yaklaşırken yanımıza aldığımız erzakların dağıtımı için harekete geçtik. İlk iki gün için deprem bölgelerinde ekmek ve içme suyuna erişim sorunlarına dair bildirimler gelmesi, insanların açlık ve susuzluk çekebildiğini duymamız dolayısıyla başka ürünlerin yanında gıda malzemelerine ve ekmeğe ağırlık vermiştik. Ancak şehirde genel bir dağıtıma çıktığımızda ve ertesi gün sabahın erken saatlerinde rotamızı Adıyaman’ın Besni ilçesi ve ilçenin çeşitli köyleri ile genişlettiğimizde ekmek ve su sorununun daha geniş anlamda da gıda ve beslenme sorununun depremin üçüncü ve dördündü günü itibariyle en azından bizim ulaşabildiğimiz bölgelerde akut bir problem olmaktan çıktığını görmüş olduk. Bu sırada farklı bölgelerde pek çok yardım tırıyla, kamyonuyla karşılaştık. Şehir merkezinde de aşevleri ve sabit şekilde konumlanmış yardım tırları görmüştük. Bu süreçte dağıtım ve koordinasyon noktasındaki zafiyeti de bizzat kendimiz gözlemlemiş olduk. Gelen erzak ve yardımların dağıtımında düzgün bir koordinasyon sağlanamaması, gelen yardımların belli bölgelerde yığılmasına ve hangi yardımların nerelere, ne düzeyde ulaşıp ulaşmadığının bilinemezliği gibi ulusal düzeyde sağlanması gereken ancak sağlanamayan bir organizasyon faciasına neden oluyordu. Hangi bölgenin, hangi tür ürünlere ihtiyacı olduğunun tespiti ve çalışmaların bu yönde ilerletilmesinde de ciddi bir acziyet ve de zafiyet durumu söz konusuydu. Bölgeden bölgeye her gün öne çıkan ihtiyaçlar değişebiliyordu, ancak buna göre organize olması gereken ağlar genelde bunun gerisinde kalıyor, kimi zaman ve yerlerde bir araba dolusu erzaktansa bir jeneratör ve delici-kırıcı matkap ya da bir çadır daha kıymetli olabiliyordu. En önemli meselelerden biri gelen yardımların israf olmadan, yığılmaya yol açmadan tüm depremzedelere ulaştırılmasına dair sistematik ve erişilebilir bir sistemin oluşturulabilmesiydi.
Bu noktadaki yetersizliği ikinci gün geceyi geçirmek için gittiğimiz Besni Kültür Merkezi’nde tekrar gördük. Kültür merkezi hem şehre dışarıdan gelen arama-kurtarma ve gönüllü ekiplerin hem de şehir ahalisinin konaklamasına ayrılmıştı. Şehrin ve ilçenin genel durumu göz önünde bulundurulduğunda burası gerçekten çok hayati imkânları olan bir alandı. Hem sular akıyordu hem de elektrik vardı ve burada kalanlar için iaşe anlamında battaniye, yorgan gibi barınma malzemesi; ısınma imkânı ve erzak vardı. Ancak maalesef burada da ekmek gibi uzun süre saklanamayacak ürünlerin biriktiğine ve nasıl dağıtılacağının bilinemediği bir israfa şahit olduk.
Besni’de Bir Enkazın Etrafında
Küçük bir ekiple Besni’deki yardım dağıtımımızı bitirdikten sonra ekibimizin geri kalanı da Adıyaman merkezden buraya intikal ettiler. Besni’nin merkezine vardığımızda düne kadar ses alınan bir enkazdaki kurtarma faaliyetine destek vermeye karar verdik. Yeleklerimizi giyip enkazda konum alırken yurtdışından gelen arama-kurtarma ekipleri de enkaza intikal ettiler. Yurtdışı ekiplerinden bahis açmışken ilçedeki ilginç bir aradalıktan da bahsetmek gerekir. Deprem öncesinde hayatımda Adıyaman merkezde hiç bulunmamış, Besni diye bir ilçe olduğunu duyup duymadığımı bile hatırlayamazken depremin dördüncü günü bu ilçenin köylerini geziyorduk ve ilçe merkezinde Gümüşhane’den buraya gelen bizler gibi ülkenin çok farklı yerlerinden gelen insanlar vardı; en azından benim şahit olduklarım Ankara’nın bir ilçe belediyesinden organize şekilde gelmiş bir ekip, yine Ankara’dan gelmiş itfaiyeciler, Kütahya’dan madenciler, ilçede hareket edecek vasıtaları olmasa da aletlerini yüklenip İstanbul’dan gelmiş inşaat işçileri, buna ilaveten Bulgaristan, Polonya ve Venezuela’dan gelen arama kurtarma ekipleri… Allah bir daha bize böyle felaketler yaşatmasın ve böyle afetlerden muhafaza eylesin ancak Besni’deki bu ilginç buluşmada benim için ve sanırım pek çok başka insan için de hayatlarındaki unutulmaz bir toplanma ânı olmuştur. Tabii ki ilçeye gelen insanların çok büyük kısmı cânı gönülden ve kendi iradeleriyle oraya gelmişlerdi ama dört gün öncesine kadar hiç akıllarının ucundan geçmeyen bir mekânda, hiç tanımadıkları insanlarla aynı gaye için omuz omuza vermeye hazır şekilde bir araya gelmek de insana tekrardan kader karşısındaki bilinemezliğini hissettiriyor ve gayba yeniden iman etmek için bir davet taşıyor.
Herkes önüne çıkan seçenekler ya da açabildiği yollardan, iradesi ve kapasitesi elverdikçe işin bir ucundan tutmaya çalışıyordu. Yurtdışından gelen ekiplerin yanında tanıştığımız bir arkadaş, “Elimden pek bir şey gelmiyor ama yabancı dil bildiğim için yurtdışı ekiplerinin yanında bulunarak, onların enkaz altında kalanların yakınlarıyla ve Türkiye’den ekiplerle iletişimini kurmaya çalışıyorum.” diyordu. Bulgaristan ekibinin yanında ise Bulgarca bilen daha profesyonel bir çevirmen gördüm. Yine de hem burada gördüklerim hem de farklı yerlerden dinlediğim gelen her yurtdışı ekibine kendi dillerinde tercüman sağlama noktasında da sistematik ve başarılı bir çalışma yürütülemediği yönünde oldu.
Enkaz altındakilerin yakınları ve enkaz üzerinde çalışan diğer grupların ikna edilmesi sonrasında yurt dışından gelen ekipler eğitimli köpeklerle enkaz içinde yaşam belirtisi olup olmadığını tespit için hazırlıklara giriştiler. Uygun ortam için bütün iş makineleri ve el aletleri durduruldu. Enkazın üstü ve çevresi boşaltıldı, hatta köpeklerin koku hassasiyeti dolayısıyla herkes yolun karşı tarafına geçti. Deprem sonrası geçen günlere göre oldukça kısa bir süren bu çalışma, belki 10 dakika alsa da enkaz altında kalanların yakınları için yıllara bedel ve gerginliğin had safhada olduğu çileli bir bekleyişti. Çünkü çok geç kalınmış, düne kadar işitilen sesler duyulmaz olmuştu, bu âna kadar yitirilen zaman dolayısıyla artık zaman kaybetmeye sabır kalmamıştı. Öte yandan yurtdışı ekiplerinin canlı belirtisi bulamaması hem o enkazda çalışmayacakları anlamına gelecek, hem de son umutları da yaralayan bir etkiye yol açacaktı ve maalesef sonuç bu yönde oldu. Ancak bu söylediklerimden yurtdışından gelen arama-kurtarma ekiplerine dair olumsuz bir intiba bırakmak istemem. O akşam Türkiye’den arama-kurtarma tecrübesi olan bir ekiple konuştuğumda gün boyu Polonya ekibiyle birlikte çalıştıklarını ve hem sahip oldukları teçhizat hem de içindeki insanların çeşitliliği ve profesyonelliği noktasında takdire şayan bir ekip olduklarını aktarmışlardı. Polonya ekibi kendi kapasitesiyle o gün kolu enkaza sıkışmış ve enkazdan çıkartılmayı bekleyen bir depremzedenin sıkışan kolunun durumuna dair tespitler yaparak, kişinin kendisinden ve enkazın etrafındaki aile yakınlarından onayları ve imzalarını alıp, gerekli anestezik işlemleri yaparak kolu kesip kurtarma çalışmasını başarıyla tamamladıklarını anlattılar.
Başında beklediğimiz enkazda yurt dışı ekiplerinin yaptığı taramalarda yaşam belirtisine rastlanılmaması sonrası o ekipler enkazdan ayrıldı. Ancak enkaz altında kalanların yakınları için küçük de olsa hala bir umut vardı çünkü bu süreçlerde hem insanların bizzat kendi tecrübelerinden gördükleri hem de dolaşımda olan haberlerden öğrenildiği üzere belki istisna da olsa bazen profesyonel bir arama-kurtarma ekibinin ilk planda yaşam belirtisi tespit edemeyerek enkaz altında sırasını bekleyen başka canlara ulaşmak ümidiyle oradan ayrılmak durumunda kalmaları sonrasında başka ekiplerin o enkazlarda beklenmeyen şekilde canlılara ulaşabildiği bilinmekteydi. Öte yandan velev ki bu ümit tükenmeye dönmüş olsa da insanların cenazelerine ulaşmak, naaşlara eziyet edilmeden, bedenler çürümeye dönmeden ulaşma isteğine kim bigâne kalabilir; enkazın önüne arkasına bakmadan bir molozmuşçasına yıkımına kim razı gelebilir ki? İnsanların ölüsünü gömmesinin, bir mezara sahip olmasının ne kadar kıymetli olduğunu ancak bunun yokluğunu çekenlerin yıllar süren çileli bekleyişleriyle bakarak anlayabiliriz sanırım. Srebrenica katliamının üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen, katledilenlerin yakınlarının ölülerinin kemiklerine ulaşarak kendilerine ait bir mezara kavuşmak için bekleyişleri ya da bu coğrafyamızda faili meçhul cinayetlerde yakınlarını kaybetmiş insanların peşine düştüğü arayışta bir yas mekânına sahip olmanın önemini en sert ve yakıcı şekliyle görmek mümkün.
Bu duygular ve ortam eşliğinde ekip olarak burada kalarak enkazda çalışan insanlara yardım etme kararı aldık. O sırada ekibimizin içinde Adıyaman’a bizden önce yine Gümüşhane’den gelmiş olan AFAD koordinesinde çalışan tecrübeli arkadaşlar da vardı. Onlar Adıyaman merkezde hâlâ canlılara ulaşmak için yoğun çaba gösteren ancak artık yorgunluktan tükenmiş bir başka profesyonel ekipten destek çağrısı alınca haklı olarak bizden ayrılarak oraya intikal etmeye niyetlendiler. Bunun üzerine ekibimizin başını çeken hocamız, bu arkadaşlardan aletlerin kullanımına dair ekibimize hızlandırılmış bir eğitim vermesini istedi. Hilti firmasının galat-ı meşhur ile halk arasında ismine dönüşmüş olan delici-kırıcıların ve jeneratörün nasıl kullanıldığı, bu aletlere ilişkin nelere dikkat edilmesi gerektiği, olası sorunların neler olabileceği noktasında bizlere yoğunlaştırılmış bir eğitim verdiler. Büyük iş makinelerini bir kenara koyduğumuzda bu aletler ve tabii demir makası, oksijenli demir kesici, kazma, kürek, balyoz gibi birkaç alet enkazlarda kullanılan ana malzemelerdi.
Ancak enkaz alanında hem yine başka bir şehirden gelen organize bir ekibin olması ve bölge halkından enkaz çalışmasında olup bu aletlerin kullanımına hâkim insanların zaten var olması dolayısıyla aletlerimiz alanda iş gördüyse de bizim kullanmamıza pek gerek kalmadı. Biz daha geniş ekip gerektiren, enkazdan moloz tahliyesine yoğunlaştık. Ekibimizde kendi ifadesiyle ekskavatör, bizim ise genellikle kepçe diye andığımız araçların operatörü olan bir arkadaşımız vardı. Kafilemizde kepçemiz yoktu ama kepçelerle birlikte gelen operatörler uzun süreli çalışmalar sonucunda yorgun düştüğünde bu makinaları devralacak yedek operatörlerin varlığı elzemdi. Enkazın başında bulunduğumuz sürelerde kepçeyi zaman zaman arkadaşımız kullandı. Yine ekibimizde enkaz içindeki tünellere girme tecrübesi bulunan bir arkadaş, enkaz içinde bir keşif yaptı, mühendis bir arkadaşımız ise binadan kolon, kiriş ve zeminlerin tasfiyesinin plânlanmasında rol aldı. Ekibimizin bir kısmının AYAY’cılardan oluşması sayesinde bu işin önemli bir parçası olan, enkaz üzerindeki gerekli düzenin, önlemlerin ve işleyişin sağlanması da bizim görevimizdi.
Afet Bölgesinde Karşılaşmalar: Madenciler ve İnşaat İşçileri
Benim ve tahmin ediyorum pek çok insanın depremi ilk öğrendiğinde, bu yolculuğa çıkarken ve deprem alanına ulaştıklarında keşkeleri, “Arama-kurtarma ve acil müdahale alanlarında eğitim almış olsaydım ve bugünlerde sahaya daha çok katkı sunabilseydim!” düşüncesi oldu. İçimden “İnşallah bu iş bir bitsin, bu tür eğitimlere katılayım, yarınlara hazır olayım.” diye kendime söz verdim. Ancak farklı karşılaşmalarım ve de gözlemlerim bana böyle bir eğitimi almış olmakla gelebileceğim düzeyin sınırlarını ve bunsuz da yapabileceklerimin imkânları olduğunu hissettirdi.
Bu noktada kendi adıma çok kıymetli bulduğum bu karşılaşmalarımı anmak isterim. O günün akşamında dinlenmek ve konaklamak için Besni Kültür merkezine geçtiğimizde arama-kurtarma için gönüllü şekilde Kütahya’dan gelen madencilerle ve İstanbul’dan gelen inşaat işçileriyle tanıştık. Madenciler o gün yaptıkları bir kurtarma operasyonunu anlattıklarında madencilerin bu tür bir felakette üstlendiği ya da üstlenebileceği benzersiz ve kıymetli konumu tekrar idrak ettim. Madenciler içine girdikleri enkazlarda ekibi ve tahliyeyi emniyete alan tahkimatlardan, yıkım tehlikesi olan yerlerde tahkimatın hangi teknik araçlarla nasıl ve ne şekillerde kurulabileceğinden bahsederken bir an düşününce göçükte kullanılacak pek çok aletin ve bir enkazda nasıl ilerleneceğine dair birçok yol ve yöntemin bu insanların gündelik hayatlarının bir parçası olduğunu hatırlamış ya da fark etmiş oldum.
Türkiye’deki madenleri ve çalışma koşullarını düşününce belki de her gün ölüm riskiyle burun buruna toprağın altına giren bu insanlar için bu tür uğraşlar iş hayatlarında kazandıkları gündelik melekeleri haline dönüşmüş bir görüş ve eyleyiş biçimi. Burada kabiliyet, tecrübe, iş bilmenin yanında neyin göze alınabildiği, neye cesaret gösterildiği de bir mesele. Kahrolsun ki bu ülkede kapitalist ilişkilerin işçi hayatını feda edilebilir bir meta haline getirdiği bu düzende binlerce madenci ailesini ve kendisini yaşatmak için ölüme yatmayı göze almayı da hayatının bir parçası haline getirmiş, bununla nasıl baş edeceğini öğrenmiş. Nizami bir arama-kurtarma ve acil yardım eğitiminde maden işçilerinin pek işlerinin olmadığı farklı şeyler de öğrenmek mümkündür, diye düşünüyorum ancak tahkimat kurmayı da, delici ve kırıcıyı eline almayı da eğitimden eğitime yapan pek çok insanın, istisnai zamanlar hariç yılın neredeyse her gününü bu aletlerle ve bu meselelerle geçiren insanların birçoğunun gösterebileceği pratikliği ve ustalığı göstermesi mümkün olmayabilir, diye değerlendiriyorum.
Tecrübelerini aktaran emekli madenci, bir grup gönüllü maden işçisi olarak Kütahya’dan ancak depremin üçüncü gününde bölgeye intikal edebildiklerini anlattı. Gönüllü olarak gitmek istediklerini resmi makamlara ilettiklerinde, ülkenin akredite siyasi muhalefet topluluğu içindeki bir partinin olaya dâhil olarak “Size acil ihtiyaç olabilir, karayoluyla değil uçakla gönderelim.” dediğini fakat kendileri yerine arama kurtarma vasfı olmayan partili gençlerin uçakla gönderildiğini ve kendilerinin kara yolları ile gelmek durumunda kaldıklarını anlattı. Madenci abi parti adını vurgulamadı, hatta başta söylemedi bile ancak ben bunu anmayı tercih ettim zira gerçek bir değişime, adil ve onurlu bir yaşama irademizi gasp etme peşindeki partiler eliyle değil, toplumsal dayanışma ve mücadele yoluyla sahip olabileceğimizi vurgulamak istedim. Madenci abi ile sohbetimizde daha acı olanı ise içinde bulunduğumuz hafta itibariyle Türkiye’deki pek çok maden işletmesinin normal düzeninde çalışmaya devam ettiğini söylemesiydi. Ülkedeki bütün maden işçilerine depremin ilk gününde gönüllü şekilde madende kullandıkları malzemeleri de yanlarına alarak arama-kurtarma için bölgeye gitmenin imkânının sağlanmaması devletin ya da en hafifiyle resmi makamların ve işverenlerin koordinasyonsuzluğu ve sorumsuzluğu, asıl olarak ise devletin acziyeti ve sermaye düzeninin egemenliğinden başka ne olabilir ki? Televizyon ekranlarına yansıyan madenci beyanatlarına bakınca da bu gerçek duyan kulaklara, gören gözlere ve akleden kalplere olanca sertliği ile çarpıyor.
Madenciler için bahsettiğim durumun bir benzeri ise, yine birebir konuşma ile daha iyi kanaat getirdiğim üzere, inşaat işçileri için geçerli. Bir binanın, hatta onlarca binanın yapımında çalışmış, her aşamasına bilfiil şahitlik etmiş kişilerden daha iyi kaç kişi beton yığınlarıyla nasıl baş edeceğini bilebilir ki? İnşaat işçileri ile konuşurken nasıl çarpık bir düzenin içinde olduğumuzu da farklı yönleriyle tekrar idrak ettim; yıllardır dünyanın her tarafında inşaat yapmakla övünen bir ülke, neredeyse her sermayedarın yöneldiği bir alan olarak inşaat, Avrupa’daki bütün ülkelerden daha fazla hazır beton üretmekle övünen birliklerin olduğu bir ülke ama tüm bu söylemlerin ve eylemlerin arasında bu ilerlemenin ve girişimciliğin altından kalkamadığı enkazlar…
İnsan düşünüyor; insansız hava araçları, uzaktan sinyallerle hedefi bulan güdümlü bombalar, insanların her konuşmaların ve hareketlerinin kontrol edildiği sistemlerin olduğu bir çağda ve bu “muasır medeniyet” seviyesini hedef edinmiş bir ülkede yaşıyoruz; iş onurlu bir hayat sunma ve insan hayatını kurtarmaya, doğa-toplum bütünlüğünde yeryüzünü güzelleştirmeye geldiğinde bütün sistem hata veriyor, eli ayağına dolaşıyor. Peşinden koşulan bu teknolojiler ve inovasyonlar insanların hayatlarını daha adil, daha eşit ve daha yaşanır hâle getirmek noktasında aciz ama kontrol edilebilir uysal hayatlar üretme ve hedefe koyduğu her şeyi yok edebilme noktasında alabildiğine heveskâr, bu durumda depremzede kardeşlerimizle dayanışmanın kaçınılmaz bir cüzü ve bu gidişe dur demenin yolu da bu düzeni ve bu sistemi bozguna uğratmak olmalı.
Bir Farz-ı Kifaye olarak Toplumsal Dayanışma
Besni’de geçirdiğimiz ilk günün akşamında gittiğimiz kültür merkezinde bir çay ocağı da kurulmuştu ve sürekli çay demleniyordu. Yeni çay çıktığında, kurtarmalara katılan emekli madenciye bir çay getirmek benim için mutluluk vesilesiydi. Bu ve benzeri anlar, bu felaket ortamında basit görülebilecek ama yapılması elzem, kalifiye olmayı gerektirmeyen ancak birilerinin üstlenmesi gereken “sıradan” pek çok işin de olabileceğini ve bunların da değerli olduğunu gösterdi. Mesela sırf bu tür toplanma merkezlerinde gelen gideni karşılamak, ortalığı toplamak, ortamı temizlemek, gelen insanlara yardımcı olmanın bile ne kadar kıymetli olduğunu fark ettim. Besni’deki ikinci günümüzde enkazda çalışırken bir ara enkazın önündeki ateş yanan toplanma ve dinlenme bölgesinde çok fazla çöp biriktiğini fark edince çöplere yöneldim. Tam o sırada bir iki kişi daha ellerinde çöp poşetleriyle yaklaştı ve birini bana verdiler. Hayatımda çöp toplamaktan bu kadar mutmain olduğum bir an daha hatırlamıyorum. Bu arada çöplerin çoğunun nereden geldiği de ayrı bir mesele. İki gün süresince Besni’de destek vermeye çalıştığımız bu enkazda yemek hiç eksik olmadı. Biz çalışırken belli aralıklarla pek çok ikram yapıldı ve bu ikramları getirenler o bölgenin kendi insanlarıydı. İnsanların tüm acılarına, kayıplarına, yoksunluklarına rağmen enkazda çalışanları ve çevredeki insanları aç bırakmamak için gösterdikleri kadirşinaslık ve diğerkâmlık nasıl tarif edilebilir bilmiyorum.
Arama-kurtarma tecrübesi olmayan bir gönüllü olarak deprem bölgesinde ya da enkazda neler yapılabilir sorgulamalarımda organize bir grubun parçası olarak hareket ederek dayanışmanın imkânını da tecrübe ettim. Enkazlarda sıradan insanlara da ihtiyaç oluyordu, özellikle molozların alandan tahliyesinde koridor yaparak elden ele aktarım bu kolektif çabanın belki basit ama gerekli bir aşamasıydı. Bunun yanında yelekleriyle bir grup olarak dışarıdan gelen insanların varlığı enkazda yakınları olan insanlar ile farklı açılardan da bir dayanışma sağlıyordu. Bu yardımlaşma ve dayanışma, felakete tutulmuş insanlar için moral, dayanma ve zor durumu paylaşma noktasında mütevazı da olsa bir destek sağlıyordu. Bunu hem enkazda çalışırken ara ara ettiğimiz muhabbetlerde hissediyorduk hem de çeşitli sebeplerle alandan ayrılıp dönüş yoluna çıkmamız gerektiğinde üzücü bir vedalaşma yapmamız gerektiğinde hissettik.
Enkaz çalışmasından ayrıldığımızı gören birkaç kişi ekibimizin yanına gelerek ayrılmamamız konusunda ricacı oldular fakat ayrılmamız gerektiğini ifade ederek bu konuda haklarını helal etmelerini istediğimiz bir depremzede buruk ve sitemkâr bir şekilde hakkını helal etmediğini söyleyerek yanımızdan ayrıldı. Aslında biz de öylece bırakıp gitsek gerçekten bir saygısızlık yapmış olurduk. Yerimizi Ankara’dan gelen itfaiyecilere bırakmak üzere kendileriyle sözleşmiştik ancak henüz onlar gelmeden alandan ayrılınca acelecilik etmiş olduk. Biz depremin 5. gününün akşamında dönüş yoluna girdik ancak ekibimizin bir kısmı Gümüşhane’ye döndüğümüz günün akşamında yeni eklenen gönüllülerle birlikte bölgeye gitmek için tekrar yola çıktılar.
Bize gelen bu sitemi ve bu yazıda yer verdiğim karşılaşmaları yazıya dökmüş olmamın asli sebeplerinden biri yazının başlığında yer verdiğim ifade ile feryat edip sesinin duyulmasını isteyen insanların sesine kendi şahitliklerim üzerinden icabet etmek iken, bir diğeri ise dayanışmanın pek çok farklı yolu olabileceğine ve ertelenemez hayati bir ihtiyaç olduğuna işaret etmektir. Depremzedelere bölge dışından gelecek yardımların organize edilmesi ve farklı şehirlere göçmek durumunda kalan depremzedeleri rahat ettirmek, onları misafir etmek bu işin önemli bir cüzü olmakla birlikte deprem bölgesinde bilfiil bulunmak, maddi ve manevi dayanışmayı düşürmeden kesintisiz bir şekilde sürdürmek toplumsal bir vazife, bir farz-ı kifayedir. Ve bu dayanışma o bölgedeki insanlar yaşanabilir evlere ve işlere dönene kadar sadece enkaz başlarında değil çadır ve konteynır kentlerde ve hayatın her alanında sürdürülmelidir. Depremzedelerin hepimizin üstündeki bir hakkı bu iken bir diğeri ise Allah’ın yeryüzündeki ayetlerinden olan depremin bir insani felakete dönüşmesine yol açan yeryüzünü ifsada dönük kent politikalarına, her türlü hile ve talan ile inşa edilen binalara, insanları bu evlere mahkûm kılan sosyo-ekonomik eşitsizliklere, deprem sonrasında insanları sefilliğe ve biçare kalmaya mahkûm eden, bununla da yetinmeyip acılı insanların yaşadıklarını ve sözlerini duymazdan gelen, karalamayı hak bilen ve bu duruma gelmemizin koşullarını uzun zamandır kendi elleriyle inşa eden siyasi elitlerin varlığına karşı durmamız, bu gidişatı elbirliğiyle değiştirmek için vereceğimiz mücadeledir. İnşallah önümüzdeki süreçte hem depremzedelerle dayanışmayı kesintisiz ve yükselterek sürdürmek, hem de dayanışmayı büyüterek toplumsal olarak sırtımızdaki veballerle hesaplaşabilmek bizlere nasip ve müyesser olur.
*Yazıyı okunaklı hale getirme noktasında katkıları için Mustafa Emin Büyükcoşkun ve Muhammed Gazali Kılınç’a teşekkürlerimi sunuyorum.
Yorumlayın
-
M. Ali Başaran – Alperen Gençosmanoğlu: Neden BOTAŞ Önündeydik?
-
Deprem, Dayanışma, Eleştiri – Tuğba Ekinci
-
Dilaver Demirağ: Doğadan Koptuğumuz İçin Onun Göstergelerini Okuyamıyoruz
-
Deprem: Neler Yaşadık? Ne Gördük? Ne Yapabiliriz?
-
Rotayı Yeniden Hesaplamak İçin Pusula
-
Deprem ve Başka Bir Yaşamı İnşa Etme Sorumluluğu

“Ölmüş” diye kesin bir yargıda bulundum çünkü şahsen bunu yeni oturtabildim zihnimde. Bazen bariz olan şeyler, küçük gelişmelerle aşikâr olur insana; şimdi kaybımıza hüzünlenirken bir yandan da artık bazı değişimleri anlamlandırabildiğime seviniyorum: Çözüm yoluna girebilmek için işe, acı gerçekleri tespit edip kabullenmekle başlayabiliriz.
Son yıllarda derin bir ızdırap içindeydim: Nasıl bu kadar basit ve sığ gerçekleşebilir bütün bu olan bitenler diye! “İdeallerimize, ilkelerimize, amaçlarımıza, hayallerimize ne oldu?” diye. Meğerse onlar ölmüş! “Yaşayan ölüler” olarak bizler gibi ortada öylece durmakta; kağıtları, ekranları mısraları, dilimizi hâlâ süslemekte ama esasen iğdiş edilmiş, dönüşmüş, başkalaşmış, (tekrar hayat bulacağa vakte kadar) yokluğa gömülmüş. Bedenleri hayat dolu, benliklerini kaybetmiş bizler gibi… Benliklerimizi kaybettiğimiz için mi hayallerimiz öldü, yoksa bu olgular öldüğü için mi benliklerimiz yok oldu, bilemiyorum.
İrdelemekte olduğum ‘İnsan Sonrası’ adında bir kitaptan bir nükte aktarayım: “Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Soğuk Savaş’ın resmi olarak son bulmasının ardından, siyasi hareketler bir kenara kaldırıldı ve kuramsal çabalar da başarısız tarihi deneyimler olarak azledildi. Toplumun pek çok kesiminin yoğun karşı çıkışına rağmen serbest piyasa ekonomisinin yeni ideolojisi bütün karşıtlıkları silip süpürdü ve entelektüalizm karşıtlığını zamanımızın önde gelen özelliği olarak dayattı.”[1] Yeni dünyada, insanlığın kuramsal bir çabası, siyasi mücadelesi, hayatını kurgulayacağı bir ideali, kavuşma arzusundaki bir hayali kalmamış gibi!
Bu, sadece İslami camia için de değil, herkes ve her ideoloji için geçerlidir. Amaçlarını, ilkelerini, ideallerini, yollarını kaybetmiş bir insanlık var karşımızda. Sokakları inleten sosyalistlere ne oldu, devrimler yapan komünistler nerede, millî kodlarla kaba saba işler yapan idealist milliyetçileri dahî gözler arar oldu, insan hakları sevdalısı liberaller de ortadan kayboldu, erdem uğruna yaşadığını söyleyen hâlis nasrani’si/budist’i/zerdüşt’ü de mi öldü? İyi-kötü idealleri, ölçüsü, usulü olmayan bir toplum, yokluğa gömülmeye mahkûmdur!
Yaşadığımız bu tecrübeler yeni değil tabii ki; Adem’den kıyamete kadar benzeri süreçler, bozulmalar, anlam kaymaları yaşandı/yaşanacak ama oranı ve etki kapasitesi bu denli derin ve etkin olduğunu zannetmiyorum. “Serbest piyasa” nasıl bir şeyse sadece ekonomik değil soyut somut bütün düzlemlerde amaçsız, ilkesiz, ahlâksız; salt kazanım ve çıkara endeksli piyasanın malı olmuş zavallı bir hayat kurgulatmakta cümle âleme! Bu tablo altında ölümün ardındaki yoklukla taşlar yerine oturuyor biraz olsun, bütün olanlar anlaşılır ve anlamlandırılabiliyor kısmen.
Daha da ötesinde insani hasletlerimiz de yok oldu. Duygularımız, erdem ve ahlâka meyyal tepkilerimiz, adalete yönelik duruşumuz, zulme ve kötülüklere dâir en basit tavırlarımızdan bile eser yok maalesef! Gücü elinde bulunduranlara ya korkudan ya çıkardan ya muhafazakârlıktan boyun eğmiş, karşı duruş imkânlarını kaybetmiş bir insanlık tarihi yaşamaktayız. Yereldeki vahametler bir yana koca bir insanlık, turuncu bir delinin pervasızlıklarına dur diyecek iradeden yoksun!
Bütün bunlar, dünyalığa dâir kazandığımızı zannettiğimiz basit çıkar denklemine endeksli dünyevîleşme illetine düşmemizden kaynaklıdır. Kavramlara yüklenilen anlamların dönüşmesiyle vuku bulan bu sürecin birçok ana etkeni olmakla birlikte yaşadığımız çağda tavan yapmasını, çağımızın başat aktörü olan bilişim âleminde aramak yanlış olmayacaktır. Sanal aleme sürüklenip gerçeklikten o kadar soyutlandık ki bu dünya hayatında yaşanabilecek anlam kaymasında level atlamış olabiliriz. Hatta dünyevîleşmede o kadar ileri düzeydeyiz ki, bu illetin somut olgularından bile soyutlanıp farklı bir âlemde yaşıyoruz sanki! Sanal âlemde çok daha derin bir amaç ve bilinç yoksunluğu yaşıyor gibiyiz.
Gerçeklikten uzaklaştığımız bu düzlemde insani değerlerimizi, anlamımızı, amaçlarımızı, yolumuzu kaybediyoruz hızla. Bu düzlem ve anlam kaymaları da birçok alanda sapmalara sebebiyet veriyor. Öyle derin sapmalar ki artık insanlık, ontolojik bir mesabeye geldi ve bu boşluk girdabında kendi kendinin sonunu getirme yolundadır. Dünyayı şekillendiren, medeniyetler inşa eden, toplumlara ufuklar çizen siyasal kuramları bir kenara bırakın; sanattan aile olgusuna, ahlâktan aşka, gelecek nesillere miras bırakılacak bir fidan dikmekten bir icat yapma ihtiyacına kadar birçok öncülümüz körelip karanlığa gömülmüş. Yel değirmenlerine canhıraş hücum edecek kimsenin kalmaması bir yana, en basitinden yarınlara dâir bir ufku/umudu/hayali olan bile kimse kalmamış gibi! İlkesi/ahlâkı/değeri kalmayan insanoğlu, rahatlıkla kendi putunu da yiyebiliyormuş, değerlerini iki paraya satabiliyormuş, işin vahim noktası da hiçbir farkındalığının olmayışıdır. Şeytan var olduğundan beri kendi sûretinde gözükmez bizlere, yapıp ettiğimiz hataların neredeyse hepsini kendi değerlerimizin kisvesinde yürütmekteyiz. Devasa yanılsamalar içinde hayat sürmekteyiz. Düşünsel çarpıklıklarımıza ek olarak, sanal âlemin olası gerçek imkânlardan bizleri uzaklaştırdığını da görmemiz gerekmektedir.
Kolaylıkçı, faydacı, maslahatçı bir Makyavelist anlayış; dünyayı, fiiliyatları, plânları, zihinleri hatta öngörü ve olasılıkları dahî şekillendirmekte. Zahiren faydaya endeksli anlayış, peyderpey bütün anlamlılıkları yok edebiliyormuş. Milenyum çağının anahtar kelimelerinden biri de “kolaylaştırıcı” sanırım; kolay olan her şey, “olan”ın değerini de yok etmektedir. Kolay kazanılan para, kolay edinilen bilgi, kolay sağlanan ilişki, dava diye yürünen yoldaki kolay sonuçlar, kolay inşa edilen bina misali içi boş olduğundan kolayca çökmektedir ya da günümüzdeki gibi sadece sanal ve değersiz bir vitrinde bütün haşmetiyle sahnelenmektedir ama bilinmeli ki bu sahte tablo yokluğa gebedir.
Oysaki insanı, “insan” yapan şey; bu hayattaki amaç ve hedefleri, ideal ve ilkeleri, hayalleri ve yürüdüğü yoludur. Bu unsurlar kişiye anlam katar, onur ve şeref kazandırır. Zahiren kolayından kazanılan olgular kişinin çukurunu derinleştirmektedir sadece, maslahat icabı güttüğü dengeler kişinin terazisini bozmaktadır. Onurunu, varlık sebebini, ideallerini unutmuş olan toplum, türlü hormonlarla yeşerip sun’î gübrelerle hızla büyüyüp devasa boyutlara ulaşarak irin gibi sarmaladı benliğimizi!
Bunu belli bir güç odağı bilinçli olarak plânlayıp yapmadı belki, süreç anlamsızlaştı veya anlamsızlaştırıldı. “Nedir bu içinde sürüklendiğimiz süreç?” sorusunu sormamız gerekmektedir. Kendimizi sigaya edip, çeki düzen vermeliyiz varlığımıza. İnsana anlam kazandırıp halifelik bahşeden Yaratıcımıza hakikaten teslim olup içimizdeki gücü canlandırarak öze dönüş hareketini tekrar tekrar yeşertmeliyiz.
Kimse kendisini kandırmasın, kendimizi “kendimiz” yapan bütün değerleri üzerimizden silkip atmış vaziyetteyiz. Hatta kendisini kandırdığı yollar ve argümanlar da sahte, boş, bayağılaşmış durumdadır. Herkes bir davayı bayraklaştırmış, bir uğurda mücadele ettiği iddiasında. Yerel ve küresel sistemin bir parçası olmayı kendisine yediren herkes, durup iki dakika aynaya baksın ve sahiplendiğini iddia ettiği davanın amaçlarını, ilkelerini, metodunu, hedeflerini, yolunu geriye doğru tekrar irdelesin ve davanın neresinde olduğunu sorgulasın:
Bir: gerçek âlemde değilsiniz!
İki: Sistem sizi, sizin değerlerinizi dönüştürüp sizin argümanlarınızla kendini tasdik ettirip yolunu inşa etmektedir.
Artık düşünce, mücadele yöntemleri, duruşlarımız bile belli bir standart ve çerçevede kalmakta maalesef çünkü imkânlarımızı, dayatılan sınırlar belirlemekte. Oysa ki sınırlarımızı ve imkânlarımızı iman ettiğimiz ilahi söz belirlemiş olmalıydı.
Zaman, sırf “insanlık ders çıkartsın diye” akıp gitmektedir. Bu ânı yaşıyoruz çünkü geleceğe dâir bir ders çıkartıp yarınlarımızı aydınlatabilelim. Tarihi, yaşanılanları, şahit olduklarımızı irdeleyip sorgulayarak kendimize çeki düzen vermedikten sonra niye yaşanıyor ki yaşanılanlar!
Dünyadaki acıları, ölümleri, çığlıkları canlı izleyen insanlık adeta duygularını kaybetmiş bir hâl almış vaziyettedir. Somut ve soyutun birleşip anlam yarattığı düalist bir âlemde yaşayan bizlerin reflekslerini biçimlendiren zihin ve rûhun somut kanalları kapanınca bu hâle büründük sanırım, bilemiyorum. Elimizdeki telefonları bırakıp gerçek âlemdeki sorumluluklarımızın ucundan tutmakla başlayabiliriz belki.
Misal olarak Gazze… Gazze gösterdi ki hepimiz sanal âleme hapsolmuşuz; elimiz kolumuz bağlanmış, irade göstermekten acizmişiz. Özgürlüğümüzü az bir pahaya satmışız; hayallerimizi, onurumuzu, kardeşliğimizi kaybetmişiz. Yerel ve küresel sistemin vazgeçilmez bir parçası olan sivil toplumun büyük kesimi, kazanımlarını muhafaza etmek için nefes alan zavallı muhafazakârlara dönüşmüş. Galata köprüsü üzerinden zalime zulmünü söylemekle yetinip tatmin olunmuş, en basitinden (sayılı bir azınlık hariç) kendi mahallesinden giden desteğe dahî ses çıkartamaz olmuştur.
Son 20 yılda yaşanan devâsâ âfâki ve vahim değişim ve dönüşümler altında toplumsal düzlemde olanlar, olmayanlar, olmakta olanları; bu kalitesizliği, bilinçsizliği, dönüşümü anlamlandıramayan dertli insanlara duyurulur: Meğerse ölmüşüz! Bu “yokluk”tan bir varlık çıkartılabilir mi, bilmiyorum. Yoksa bu yokluk, mutlak bir yokluğa mı gebedir; tümden helâk olunup yeniden mi başlanılacak acaba?
Bütün bu handikapları giderebilmek için değişim ve öze dönüş yoluna girmeyi değil de hâlâ dört bir yanımızdan “konumumuzu muhafaza etme ve hayatta kalma” telkinleri yapılmaktadır. Korku salınarak idare edilen toplumların o korku zincirlerini kırıp özgürleşmeleri aciliyet kazanmıştır artık.
[1] İnsan Sonrası, Rosi Braidotti, Kolektif Kitap, s. 15
Yazılar
7 Ekim Bağlamında Bir Eleştiri ve Özeleştiri Çağrısı – Onur Ercan

Yayınlanma:
2 hafta önce-
Şubat 6, 2025
7 Ekim 2023’te HAMAS’ın Aksâ Tûfânı Harekâtını başlatması ve Siyonist rejimin Demir Kılıçlar Operasyonu adını verdiği saldırıyla başlayan savaşın çok kısa sürede Gazzelilere yönelik bir soykırıma dönüşerek devam ettiği süreci hep birlikte izledik.
“Gazze’nin Gazze’den ibaret olmadığı gerçeği” ve “Gazze’yi savunmak; Maraş’ı, Antep’i savunmaktır!” söylemi bizzat TC cumhurbaşkanının ağzından dile getirilerek konunun ciddiyetinin farkında olunduğu ifade edilmesine rağmen gereğinin devlet seviyesinde yerine geldiğini göremediğimiz gibi gereğinin yapılması için kamuoyu da üzerine düşeni ne yazık ki yapmadı.
İktidar yanlısı İslami gruplar tahmin edildiği gibi hükümetle genel olarak uyumlu hareket ettiler ve somut adım atmaya zorlayıcı bir tutum içine girmekten kaçındılar. İstisna olarak HÜDAPAR’ın İsrail ordusunda savaşan ve TC vatandaşlıkları bulunan yahudilerin vatandaşlıktan çıkarılması için Meclis’te yaptığı çalışmayı hatırlayabiliriz. Ancak yine HÜDAPAR öncülüğünde Kürecik’te ve İHH öncülüğünde İncirlik’te yapılan eylemler sonuçsuz kalmasına rağmen bu kurumlar fazla ısrarcı olmadı ve hükümetle olan ilişkilerini hiç bozmadan devam ettirdiler. Hâlbuki yanında olunduğunu bilen iktidarın birkaç eylemden dolayı adım atmasını beklemek zaten bir boş beklentiydi. Bu istisnalar dışında iktidar yanlısı kurumların faaliyetleri, 7 Ekim öncesine göre en küçük bir gerileme göstermeyen, aksine hükümetin bozulmaması için üzerine titrediği TC-İsrail ilişkilerine hiçbir şekilde değinmeden tamamen halka dönük boykot çağrıları, yardım toplama kampanyaları ve en geniş katılımlı olanları Bilal Erdoğan’ın ve İsrail ile ticaret yapmaya devam eden MÜSİAD gibi kuruluşların organizasyonuyla yapılan protestolarda Tel-Aviv’e bağırarak geçti.
İktidar yanlısı grupların bu tutumlarının bağışlamak değilse de anlamak kolay; asıl anlamakta ve kabullenmekte zorlandığımız konu ise muhaliflerin tutumu! Yetersiz olsa da Saadet-Gelecek Grubu’nun ve YRP’nin meclisteki çalışmalarını anmamak gerçi haksızlık olur. Ayrıca Siyonist rejimle ticaretin kesilmesine dair özellikle YRP genel başkanının seçim dönemindeki söylemlerinin konunun gündemde kalması için etkili olduğu da doğru.
Ancak süreç boyunca, bu partilerin ve alt kuruluşlarının iktidara somut adım attırmaya dönük eylemsellik noktasında oldukça pasif ve çekingen bir tutum sergilediklerini üzülerek izledik. Onların çalışmaları da daha çok boykot çağrısı ve yardım toplama üzerinde yoğunlaştı. Bu gruplar sonuç almaya dönük eylemlerini sınırlı tuttukları gibi, Direniş Çadırı platformu ve Filistin İçin Bin Genç gibi grupların eylemlerine de kurumsal olarak katılım sağlamadılar.
Parti veya cemaat bağlantısı olmayan Direniş Çadırı platformu bazı haftalarda 20 hatta 30 ilde eylem çağrısı yaparken en geniş katılım birkaç yüz kişiyi geçmedi. Bazı yerlerde ise basın açıklamaları sadece 2-3 kişi ile yapılabildi. Mesela Anadolu Gençlik Derneğinden arkadaşlar bireysel olarak bu eylemlere katılım sağladılar ve dernek olarak da yer yer güzel işlere imza attılar; ancak derneğin 81 ilde teşkilatlı olduğunu ve mensuplarının çokluğunu düşünürsek eleştirimizde haksızlık etmediğimiz açıktır.
Aynı şekilde YRP genel başkanı Fatih Erbakan, TRT World forumu sırasında, “petrol sevkiyatı dursun” diyerek Cumhurbaşkanını protesto ettikleri için tutuklanan 9 genci davet edip makamında birlikte fotoğraf verdi ancak kendilerine bağlı olan Milli Gençlik Derneğini ticaret konusunda eylemler için teşvik etmedi. MGD’nin Direniş Çadırı bileşeni olarak veya tek başına kanlı ticareti konu alan bir eylemini hiç görmedik.
Tutuklu arkadaşları için defalarca yaptıkları basın açıklamalarında ve yürüyüşlerde polisten meydan dayağı yiyen ve defalarca gözaltına alınan Furkan Hareketi de somut adımlar attırılması konusunda tek bir miting veya yürüyüş yapmadı. Direniş Çadırı platformunda da yer almadı. Düzenlediği Filistin yürüyüşlerinde de İsrail-Türkiye ilişkileri ile ilgili tek bir pankart, tek bir slogan kullanmadı.
Köklü Değişim üyeleri Direniş Çadırı‘nın eylemlerine zaman zaman önemli katılımlar göstermekle birlikte kurumsal olarak onlar da platformun içinde bulunmadı. Köklü Değişim olarak yaptıkları eylemlerde de “Ordular Aksâ’ya” gibi çok genel ifadelerle yetindiler.
Elbette tek tek bütün kurumları ele almamız mümkün değil ancak 7 Ekim sürecinde iktidar muhalifi müslümanların önemli bir kısmının, teşkilat seviyesinde genel durumunu anlatmak için bu örnekler yeterlidir.
Bu süreçte belki de en etkili olabilecek eylemlerin başında Direniş Çadırı platformu bileşeni de olan Adana Gökkuşağı Derneğinden Mavi Marmara Gazisi Fevziye Şenoğlu ve arkadaşlarının yaptığı oturma eylemi geliyor. Savaşın başlamasından bir ay sonra Cumhurbaşkanlığı sarayı karşısında İsrail’le ilişkilerin kesilmesi, ticaretin durması için 5-6 kadının başlattığı ve Ankara’daki hiçbir grubun katılıp destek vermediği bu eylem, baskı ve gözaltı nedeniyle yalnızca birkaç gün sürdü. HÜDAPAR milletvekili Şehzade Demir’in destek ziyareti ise maalesef bireysel kaldı. Aynı kadınların aylar sonraki ikinci girişimi de yine hiçbir destek görmeden şiddet ve gözaltı ile sonuçlandı.
Şahsen katıldığım, tamamı iktidara mesafeli grupların düzenlediği, İsrail’e ve ABD’ye bolca lanet okunan, Sisi’nin bile eleştirildiği ama içinde yaşadığımız ülkenin idaresinin ima ile de olsa anılmadığı bir mitingden sonra tertip komitesine eleştirilerimi ilettim; “Haklısın!” dediler ama sonrasında bir değişikliğe şahit olmadım. Yine İsmail Haniye’nin şehadetinden sonra muhalif ve AKP yanlısı grupların beraber yaptığı bir başka yürüyüşte de tekbirden ve “Kahrolsun İsrail!”den başka slogan atılmadı, küçük bir grubun “İsrail’le Ticaret, Filistin’e İhanet!” sloganına da pek iştirak eden olmadı. Yürüyüş sonunda topluluğa hitap eden 7 konuşmacının hiçbiri İsrail’le yapılan ticarete tek kelimeyle olsun değinmedi. Yine halka bolca boykot çağrısı yapıldı.
Mizahi amaçlı asparagas haber sitesi Zaytung, Ak Parti iktidara geldikten sonra Beyazıt’taki Cuma eylemlerinin bitişine gönderme yaparak, “Eylem konusu bulamayan cemaat Eminönü’ne kadar ‘Köpek giren eve melek giremez!’ sloganıyla yürüdü. Görüştüğümüz cemaat üyeleri, ‘Artık başörtüsü yasağı da kalkacağı için başka bir konu bulana kadar kondisyonumuzu kaybetmemek amacıyla her Cuma Eminönü’ne kadar yürüyeceğiz!’ dedi.” şeklinde bir haber yapmıştı. 7 Ekim sürecindeki birçok eylem ve etkinlik de aslında bundan çok farklı değildi. Slogan belli: “Coca-Cola içme, hamburger yeme!”
Boykot çağrıları, insani yardım amaçlı para toplanması elbette önemlidir ancak siyasi yardım şüphesiz hepsinden daha önemli! Boykot, Siyonizm’e ne kadar zararı olduğuna bakılmadan devam edilmesi gereken bir sorumluluktur hatta İsrail ve destekçileri üzerinde az çok etki yapacaktır ancak halkın ürün ve hizmetlere dönük boykotunun etkili olması için nüfusun büyük bölümünün katılması lâzımdır ki bunun gerçekleşmesi ihtimalini kuvvetli görmüyorum. Ayrıca halkı boykota çağırırken Coca-Cola fabrikasının Cumhurbaşkanı tarafından törenle açıldığını ve yerli araba TOGG’un 5 ortağından birinin o fabrikanın sahibi olduğunu; dağıtılan boykot listelerinde ürünleri yer alan ve İsrail’de elektrik üreten Zorlu Holdingin patronunun bizzat Cumhurbaşkanı’nın elinden ödül aldığını da hatırlarsak söylemek istediğim daha anlaşılır olacaktır. Hükümet ortağı Bahçeli’nin Ali Koç’la ahbap olduğu ve düzenli olarak görüştüğü, İsrail Konsolosluğu ve elçiliğinin Koç’a ait binalarda barındığını da unutmayın!
Yardım kampanyalarının da istenen faydayı sağlamadığını yaşayarak gördük. Tırların sınırda nasıl İsrail’in iznini beklediğini unutmayalım. Kaldı ki savaş sırasında sadece Türkiye’den değil dünyanın dört bir yanından akan yardımlara rağmen Gazze halkının yaşadığı açlık önlemedi. Bugün Gazze’nin yeniden inşası için gereken paranın çeyreğini bile halktan toplayabilmek mümkün değil.
Basın açıklamaları, yürüyüşler, mitingler bir konunun toplumun ve idarecilerin gündemine getirilmesi, gündemde tutulması ve devlet erkini elinde tutanlara istenen adımları attırmaya dönük olarak yapılır. Yani aslında amaç bir ‘iş’ yaptırılmasıdır. 7 Ekim sürecindeki eylemlerin ise onda dokuzunun İsrail’e “Katliama son ver!” demekten başka bir mesajı yoktu. O sırada katliama son vermesini istediğimiz İsrail’in yakıtı da dahil birçok ürünün ise Türkiye’den gidiyor olması ise o sloganları da anlamsızlaştırdı. Gerçi biz bütün ilişkiler devam ederken iktidar milletvekillerinin Meclis’te gerekeni yapmayıp, İsrail Elçiliği önünde protestocularla birlikte slogan attığını da gördük! Muhalif dernek başkanlarının o milletvekillerine tepki gösterenleri engellediğini de!
Unutmayalım ki geçtiğimiz yıl ticarete sınırlama getirildiğinin ilan edilmesi medyada İsrail’le ticaret konusunda yapılan eylemlerin yer bulmaya başlaması ve tepkilerin artması, belediye seçimlerinde alınan ağır yenilginin nedenlerinden birinin de İsrail’le ilişkiler olduğunun fark edilmesiyle olmuştur. Aslında iktidar, taban kaybını önlemek için buna mecbur kaldı. Bu konuda yapılan eylemlere katılım daha yüksek olsaydı ve konuyu gündemin ilk sırasına oturtmayı başarabilseydik öyle düşünüyorum ki ticarete gerçek bir kısıtlama getirmemiz hatta mesela Kürecik’in kullanımını geçici olarak bile olsa durdurmamız mümkün olabilirdi.
Gazze, BOP’un önünde bir kale idi. Her ne kadar Gazzeli direniş örgütleri diz çökmemişse de gelinen noktada Gazze kalesi ne yazık ki aşılmış ve Siyonist rejim Suriye’ye kadar uzanmıştır. Gazze’ye yeteri kadar destek verilebilse İsrail daha erken çekilmek zorunda kalabilirdi.
Bugün Filistin direnişine gerekli siyasi yardımı yapabilecek organizasyonlara sahip değiliz ama bu siyasi kavrayıştan, “direniş” ve “hareket” bilincinden de uzağız. Bunu anlamamız ve kabul etmemiz gerekiyor. Türkiye’de İslami hareket bugün sayısız yardımlaşma derneği ile neredeyse ve bir bakıma bir insani yardım hareketi görünümüne yaklaşmış durumda ki bu durum ayrıca ele alınmaya değer.
Duamız odur ki Gazze’deki gelişmelere eğildiğimiz kadar, bizim Türkiye müslümanları olarak Siyonizm’e karşı yürütülen İslamlık ve insanlık savaşının bir parçası olmayı ne kadar başarabildiğimiz konusu üzerinde de durur ve özeleştirimizi komplekse kapılmadan yaparız çünkü ateşkes sağlansa de ne Filistin’de işgal bitmiş, ne Siyonizm hedeflerinden vaz geçmiştir!

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin herkesi hayrete düşüren, kırk yıl geçse kendisinden beklenmeyecek “Öcalan çıkışı”na önce anlam veremeyen ama “Vatan, millet ve devlet için çok önemli bir durum olmasa Bahçeli böyle bir şey söylemezdi!” açıklamasında karar kılan birçok MHP’li veya Ak Partili, bu işte de bir hikmet olduğuna inanıyor: “Devlet aklı başka çalışır!”
Karşımıza çıkan devlet aklının, 2200 yıllık devlet tecrübesinin şekillendirdiği söylenen aklın nasıl çalıştığı, dahası devletin bekası, milletin selameti yolunda tezahür ettiği söylenen devlet aklının kimin, kimlerin aklı olduğu oldukça tartışmalı bir konu.
Küresel siyaseti ve “derin” konuları iyi bilen ve zehirlenme sonucu öldürülen Aytunç Altındal, Öcalan yakalandığında “Muhtemelen 5 yıl kadar sonra bırakılacak.” demişti. Altındal’ın tahmini zaman olarak tutmadı ama gecikmeli de olsa sonunda gündeme geldi. Demek ki bir gün serbest bırakılmak üzere iade edildiği tahminleri doğru idi.
Küresel güçler Öcalan’nın iadesiyle, PKK’nın tasfiyesi düşüncesini 1999’da hayata geçirmişlerdi. Tabii ki bu tasfiyenin hedefi “terörsüz Türkiye”ye yol almak değil, federasyondu. İadenin, idam edilmeme şartıyla yapılmış olmasının nedeni de açıktı: Öcalan, bir süre sonra lazım olacaktı.
1999 Şubat’ında Öcalan’ın MOSSAD tarafından Türkiye’ye iade edilişinden 3 ay sonra da MİT’le ilişkili olduğu Namık Kemal Zeybek ve Yaşar Okuyan gibi birçok eski MHP yöneticisi tarafından dile getirilen Devlet Bahçeli, başbakan yardımcısı oldu ve 2002 yılına kadar bu görevde kaldı. Bu süre zarfında parti tabanının tepkisine rağmen idamda ısrarcı olmayarak iade şartına uydu. Alparslan Türkeş’in, Bahçeli’nin MİT elemanı olduğunu söylediği, orijinali Yaşar Okuyan’da bulunan el yazması mektubu ise o yıllarda Akit Gazetesi’nde yayımlanıyordu
Öcalan’ın iade edildiği yıl başbakan yardımcısı olan ve idamında ısrarcı olmayan Bahçeli şu işe bakın ki yıllar sonra yine hükümet ortağı ve bu kez de Öcalan için “umut hakkı”nı, yani serbest bırakılmasını istiyor!
Yine şu işe bakın ki Öcalan’ın iade sürecini CIA yetkilileriyle yürüten o günkü MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un Bahçeli ile yakın olduğu bilinen bir konu; dahası bugün Bahçeli’nin danışmanlığını yaptığı defalarca ifade edilmesine rağmen Atasagun veya Bahçeli tarafından yalanlanmadı. Atasagun, kendi isteğiyle emekliye ayrılmadan önce Başbakan dışında yalnızca Bahçeli’ye veda ziyaretinde bulunmuştu ki genel başkan yardımcısı Mehmet Şandır tarafından da doğrulanan görüşmede ne konuşulduğu bilinmese de MHP’de görev alıp almayacağı konusu da merak edilmişti. Atasagun’la ilgili birkaç bilgi daha vermek yararlı olabilir. Şenkal Atasagun, 1967’de MİT’e girmiş. Soner Yalçın’a göre 67’de MİT’e girenlerin alınmasında o yıllarda MİT içinde çok etkili olan Hiram Abas’ın inisiyatifi olduğu söylenir. Bu dönem MİT’e girenlerin çoğu teşkilatta önemli yerlere gelmiştir. “Hiram” ismi dikkatinizi çekti mi, bilmem. Bu isim masonlar açısından çok önemlidir. Masonlara göre “pir” kabul edilen ve Tevrat’ta da adı geçen Hiram usta, Süleyman Mabedi’nin baş mimarı kabul edilir. Hiram Abas’ı tanıyan eski MİT’çi Mehmet Eymür, Abas’ın babasının mason olduğu için bu ismi vermiş olduğunu söylüyordu.
Ayrıca İsrail, ABD ile birlikte Öcalan’ı iade ettiğinde dönemin İsrail başbakanı Netanyahu idi. Öcalan’ın serbest bırakılmasının Devlet Bahçeli tarafından dile getirildiği bugün de İsrail başbakanı yine Netanyahu! Ne iş yahu!
Başbakan Yardımcısı Bahçeli, 2002’de Tekir yaylasında iken aldığı iddia edilen bir telefonun ardından sürpriz bir çıkış yaparak DSP-MHP-ANAP koalisyonunu dağıttı ve ülkeyi seçime götürdü. Telefonu kapattığında Bahçeli’nin renginin solduğunu anlatanlar da olmuştu ama bilemeyiz. Emekli binbaşı ve yazar Erol Mütercimler ise arayanın bir general olduğunu bildiğini ama ismini veremeyeceğini söylüyor.
Bahçeli’nin ülkeyi götürdüğü 2002 seçimini, 2004 yılında katıldığı bir televizyon programında “Hani ABD’nin de düşündüğü… Diyarbakır bir merkez, bir yıldız olabilir.” diyecek olan BOP eş başkanı olduğunu söyleyen Erdoğan’ın liderlik ettiği Ak Parti kazandı ve tek başına iktidara geldi.
Erdoğan hükümeti Irak’ın resmi olarak federasyona dönüşmesiyle sonuçlanan Irak işgalini destekliyor, işgal başladıktan kısa süre sonra FBI ve CIA yetkilileri Türkiye’ye geliyordu. Hürriyet gazetesi, 2005 Aralık ayında yaptığı haberlerde bu ziyaretleri “PKK’nın tasfiyesini görüşmek amacıyla” diye yorumluyordu! Bugün de ikinci çözüm sürecinin aslında tek bir hedefi olduğu söylenmiyor mu: PKK’nın tasfiyesi… “Terörsüz Türkiye!”
“Kimin söylediği değil, ne söylendiği önemlidir.” gerçeğini hatırlayarak bir de 18 Haziran 2005’te Aydınlık dergisinde Doğu Perinçek’in bir konuşmasının verildiği “CIA-FBI ŞEFLERİ NEDEN GELDİ? BAHÇELİ-ATASAGUN İKİLİSİNE ÖZEL GÖREV” başlıklı şu habere dikkat edelim: “Washington yönetimi, federasyon plânının uygulanması için harekatın düğmesine basmış bulunuyor. Şenkal Atasagun-Devlet Bahçeli ikilisine özel görev verilmektedir. ABD, Erdoğan, Özkök, K. Özal, F. Gülen, Atasagun, Bahçeli, PKK yöneticileri ve Öcalan; hepsi BOP içinde Türkiye’yi federasyon yapma plânında sahne almaktadır.
Bahçeli’nin büyük satranç oyununda PKK ile aynı safta yer alması yeni değildir. PKK’yı neredeyse iktidar yapan 3 Kasım seçimlerinde de Bahçeli’nin özel görevi vardı.” Aydınlık’ın bu haberini o dönem MHP ile arası açık olan ya da öyle görünen Ak Parti’ye yakın haber sitesi Haber 7, “MHP, Kürt Federasyonuna ‘Evet’ Dedi” başlığıyla vermişti!
Küçük bir hatırlatma daha: MHP 2007 Seçimlerine giderken açıkladığı seçim beyannamesinde Öcalan’ın İmralı’dan alınarak F tipine getireceğini taahhüt etmişti.
“Devlet aklı”nın tezahürü olarak sunulan Öcalan çıkışının yakın tarih ve Bahçeli ile Erdoğan hakkında bilinenler dikkate alındığında Bahçeli’nin bireysel bir kararı olmadığı gibi ikisinin ortak kararı da olmadığını düşünmemiz için çok nedenimiz var. O hâlde cevabı bildiğimiz ve bazı hatırlatmalarla izah etmeye çalıştığımız soruyu tekrar soralım: Devlet aklı, kimin aklı?