Connect with us

Yazılar

7 Ekim Bağlamında Bir Eleştiri ve Özeleştiri Çağrısı – Onur Ercan

Yayınlanma:

-

7 Ekim 2023’te HAMAS’ın Aksâ Tûfânı Harekâtını başlatması ve Siyonist rejimin Demir Kılıçlar Operasyonu adını verdiği saldırıyla başlayan savaşın çok kısa sürede Gazzelilere yönelik bir soykırıma dönüşerek devam ettiği süreci hep birlikte izledik.

“Gazze’nin Gazze’den ibaret olmadığı gerçeği” ve “Gazze’yi savunmak; Maraş’ı, Antep’i savunmaktır!” söylemi bizzat TC cumhurbaşkanının ağzından dile getirilerek konunun ciddiyetinin farkında olunduğu ifade edilmesine rağmen gereğinin devlet seviyesinde yerine geldiğini göremediğimiz gibi gereğinin yapılması için kamuoyu da üzerine düşeni ne yazık ki yapmadı.

İktidar yanlısı İslami gruplar tahmin edildiği gibi hükümetle genel olarak uyumlu hareket ettiler ve somut adım atmaya zorlayıcı bir tutum içine girmekten kaçındılar. İstisna olarak HÜDAPAR’ın İsrail ordusunda savaşan ve TC vatandaşlıkları bulunan yahudilerin vatandaşlıktan çıkarılması için Meclis’te yaptığı çalışmayı hatırlayabiliriz. Ancak yine HÜDAPAR öncülüğünde Kürecik’te ve İHH öncülüğünde İncirlik’te yapılan eylemler sonuçsuz kalmasına rağmen bu kurumlar fazla ısrarcı olmadı ve hükümetle olan ilişkilerini hiç bozmadan devam ettirdiler. Hâlbuki yanında olunduğunu bilen iktidarın birkaç eylemden dolayı adım atmasını beklemek zaten bir boş beklentiydi. Bu istisnalar dışında iktidar yanlısı kurumların faaliyetleri, 7 Ekim öncesine göre en küçük bir gerileme göstermeyen, aksine hükümetin bozulmaması için üzerine titrediği TC-İsrail ilişkilerine hiçbir şekilde değinmeden tamamen halka dönük boykot çağrıları, yardım toplama kampanyaları ve en geniş katılımlı olanları Bilal Erdoğan’ın ve İsrail ile ticaret yapmaya devam eden MÜSİAD gibi kuruluşların organizasyonuyla yapılan protestolarda Tel-Aviv’e bağırarak geçti.

İktidar yanlısı grupların bu tutumlarının bağışlamak değilse de anlamak kolay; asıl anlamakta ve kabullenmekte zorlandığımız konu ise muhaliflerin tutumu! Yetersiz olsa da Saadet-Gelecek Grubu’nun ve YRP’nin meclisteki çalışmalarını anmamak gerçi haksızlık olur. Ayrıca Siyonist rejimle ticaretin kesilmesine dair özellikle YRP genel başkanının seçim dönemindeki söylemlerinin konunun gündemde kalması için etkili olduğu da doğru.

Ancak süreç boyunca, bu partilerin ve alt kuruluşlarının iktidara somut adım attırmaya dönük eylemsellik noktasında oldukça pasif ve çekingen bir tutum sergilediklerini üzülerek izledik. Onların çalışmaları da daha çok boykot çağrısı ve yardım toplama üzerinde yoğunlaştı. Bu gruplar sonuç almaya dönük eylemlerini sınırlı tuttukları gibi, Direniş Çadırı platformu ve Filistin İçin Bin Genç gibi grupların eylemlerine de kurumsal olarak katılım sağlamadılar.

Parti veya cemaat bağlantısı olmayan Direniş Çadırı platformu bazı haftalarda 20 hatta 30 ilde eylem çağrısı yaparken en geniş katılım birkaç yüz kişiyi geçmedi. Bazı yerlerde ise basın açıklamaları sadece 2-3 kişi ile yapılabildi. Mesela Anadolu Gençlik Derneğinden arkadaşlar bireysel olarak bu eylemlere katılım sağladılar ve dernek olarak da yer yer güzel işlere imza attılar; ancak derneğin 81 ilde teşkilatlı olduğunu ve mensuplarının çokluğunu düşünürsek eleştirimizde haksızlık etmediğimiz açıktır.

Aynı şekilde YRP genel başkanı Fatih Erbakan, TRT World forumu sırasında, “petrol sevkiyatı dursun” diyerek Cumhurbaşkanını protesto ettikleri için tutuklanan 9 genci davet edip makamında birlikte fotoğraf verdi ancak kendilerine bağlı olan Milli Gençlik Derneğini ticaret konusunda eylemler için teşvik etmedi. MGD’nin Direniş Çadırı bileşeni olarak veya tek başına kanlı ticareti konu alan bir eylemini hiç görmedik.

Tutuklu arkadaşları için defalarca yaptıkları basın açıklamalarında ve yürüyüşlerde polisten meydan dayağı yiyen ve defalarca gözaltına alınan Furkan Hareketi de somut adımlar attırılması konusunda tek bir miting veya yürüyüş yapmadı. Direniş Çadırı platformunda da yer almadı. Düzenlediği Filistin yürüyüşlerinde de İsrail-Türkiye ilişkileri ile ilgili tek bir pankart, tek bir slogan kullanmadı.

Köklü Değişim üyeleri Direniş Çadırı‘nın eylemlerine zaman zaman önemli katılımlar göstermekle birlikte kurumsal olarak onlar da platformun içinde bulunmadı. Köklü Değişim olarak yaptıkları eylemlerde de “Ordular Aksâ’ya” gibi çok genel ifadelerle yetindiler.

Elbette tek tek bütün kurumları ele almamız mümkün değil ancak 7 Ekim sürecinde iktidar muhalifi müslümanların önemli bir kısmının, teşkilat seviyesinde genel durumunu anlatmak için bu örnekler yeterlidir.

Bu süreçte belki de en etkili olabilecek eylemlerin başında Direniş Çadırı platformu bileşeni de olan Adana Gökkuşağı Derneğinden Mavi Marmara Gazisi Fevziye Şenoğlu ve arkadaşlarının yaptığı oturma eylemi geliyor. Savaşın başlamasından bir ay sonra Cumhurbaşkanlığı sarayı karşısında İsrail’le ilişkilerin kesilmesi, ticaretin durması için 5-6 kadının başlattığı ve Ankara’daki hiçbir grubun katılıp destek vermediği bu eylem, baskı ve gözaltı nedeniyle yalnızca birkaç gün sürdü. HÜDAPAR milletvekili Şehzade Demir’in destek ziyareti ise maalesef bireysel kaldı. Aynı kadınların aylar sonraki ikinci girişimi de yine hiçbir destek görmeden şiddet ve gözaltı ile sonuçlandı.

Şahsen katıldığım, tamamı iktidara mesafeli grupların düzenlediği, İsrail’e ve ABD’ye bolca lanet okunan, Sisi’nin bile eleştirildiği ama içinde yaşadığımız ülkenin idaresinin ima ile de olsa anılmadığı bir mitingden sonra tertip komitesine eleştirilerimi ilettim; “Haklısın!” dediler ama sonrasında bir değişikliğe şahit olmadım. Yine İsmail Haniye’nin şehadetinden sonra muhalif ve AKP yanlısı grupların beraber yaptığı bir başka yürüyüşte de tekbirden ve “Kahrolsun İsrail!”den başka slogan atılmadı, küçük bir grubun “İsrail’le Ticaret, Filistin’e İhanet!” sloganına da pek iştirak eden olmadı. Yürüyüş sonunda topluluğa hitap eden 7 konuşmacının hiçbiri İsrail’le yapılan ticarete tek kelimeyle olsun değinmedi. Yine halka bolca boykot çağrısı yapıldı.

Mizahi amaçlı asparagas haber sitesi Zaytung, Ak Parti iktidara geldikten sonra Beyazıt’taki Cuma eylemlerinin bitişine gönderme yaparak, “Eylem konusu bulamayan cemaat Eminönü’ne kadar ‘Köpek giren eve melek giremez!’ sloganıyla yürüdü. Görüştüğümüz cemaat üyeleri, ‘Artık başörtüsü yasağı da kalkacağı için başka bir konu bulana kadar kondisyonumuzu kaybetmemek amacıyla her Cuma Eminönü’ne kadar yürüyeceğiz!’ dedi.” şeklinde bir haber yapmıştı. 7 Ekim sürecindeki birçok eylem ve etkinlik de aslında bundan çok farklı değildi. Slogan belli: “Coca-Cola içme, hamburger yeme!”

Boykot çağrıları, insani yardım amaçlı para toplanması elbette önemlidir ancak siyasi yardım şüphesiz hepsinden daha önemli! Boykot, Siyonizm’e ne kadar zararı olduğuna bakılmadan devam edilmesi gereken bir sorumluluktur hatta İsrail ve destekçileri üzerinde az çok etki yapacaktır ancak halkın ürün ve hizmetlere dönük boykotunun etkili olması için nüfusun büyük bölümünün katılması lâzımdır ki bunun gerçekleşmesi ihtimalini kuvvetli görmüyorum. Ayrıca halkı boykota çağırırken Coca-Cola fabrikasının Cumhurbaşkanı tarafından törenle açıldığını ve yerli araba TOGG’un 5 ortağından birinin o fabrikanın sahibi olduğunu; dağıtılan boykot listelerinde ürünleri yer alan ve İsrail’de elektrik üreten Zorlu Holdingin patronunun bizzat Cumhurbaşkanı’nın elinden ödül aldığını da hatırlarsak söylemek istediğim daha anlaşılır olacaktır. Hükümet ortağı Bahçeli’nin Ali Koç’la ahbap olduğu ve düzenli olarak görüştüğü, İsrail Konsolosluğu ve elçiliğinin Koç’a ait binalarda barındığını da unutmayın!

Yardım kampanyalarının da istenen faydayı sağlamadığını yaşayarak gördük. Tırların sınırda nasıl İsrail’in iznini beklediğini unutmayalım. Kaldı ki savaş sırasında sadece Türkiye’den değil dünyanın dört bir yanından akan yardımlara rağmen Gazze halkının yaşadığı açlık önlemedi. Bugün Gazze’nin yeniden inşası için gereken paranın çeyreğini bile halktan toplayabilmek mümkün değil.

Basın açıklamaları, yürüyüşler, mitingler bir konunun toplumun ve idarecilerin gündemine getirilmesi, gündemde tutulması ve devlet erkini elinde tutanlara istenen adımları attırmaya dönük olarak yapılır. Yani aslında amaç bir ‘iş’ yaptırılmasıdır. 7 Ekim sürecindeki eylemlerin ise onda dokuzunun İsrail’e “Katliama son ver!” demekten başka bir mesajı yoktu. O sırada katliama son vermesini istediğimiz İsrail’in yakıtı da dahil birçok ürünün ise Türkiye’den gidiyor olması ise o sloganları da anlamsızlaştırdı. Gerçi biz bütün ilişkiler devam ederken iktidar milletvekillerinin Meclis’te gerekeni yapmayıp, İsrail Elçiliği önünde protestocularla birlikte slogan attığını da gördük! Muhalif dernek başkanlarının o milletvekillerine tepki gösterenleri engellediğini de!

Unutmayalım ki geçtiğimiz yıl ticarete sınırlama getirildiğinin ilan edilmesi medyada İsrail’le ticaret konusunda yapılan eylemlerin yer bulmaya başlaması ve tepkilerin artması, belediye seçimlerinde alınan ağır yenilginin nedenlerinden birinin de İsrail’le ilişkiler olduğunun fark edilmesiyle olmuştur. Aslında iktidar, taban kaybını önlemek için buna mecbur kaldı. Bu konuda yapılan eylemlere katılım daha yüksek olsaydı ve konuyu gündemin ilk sırasına oturtmayı başarabilseydik öyle düşünüyorum ki ticarete gerçek bir kısıtlama getirmemiz hatta mesela Kürecik’in kullanımını geçici olarak bile olsa durdurmamız mümkün olabilirdi.

Gazze, BOP’un önünde bir kale idi. Her ne kadar Gazzeli direniş örgütleri diz çökmemişse de gelinen noktada Gazze kalesi ne yazık ki aşılmış ve Siyonist rejim Suriye’ye kadar uzanmıştır. Gazze’ye yeteri kadar destek verilebilse İsrail daha erken çekilmek zorunda kalabilirdi.

Bugün Filistin direnişine gerekli siyasi yardımı yapabilecek organizasyonlara sahip değiliz ama bu siyasi kavrayıştan, “direniş” ve “hareket” bilincinden de uzağız. Bunu anlamamız ve kabul etmemiz gerekiyor. Türkiye’de İslami hareket bugün sayısız yardımlaşma derneği ile neredeyse ve bir bakıma bir insani yardım hareketi görünümüne yaklaşmış durumda ki bu durum ayrıca ele alınmaya değer.

Duamız odur ki Gazze’deki gelişmelere eğildiğimiz kadar, bizim Türkiye müslümanları olarak Siyonizm’e karşı yürütülen İslamlık ve insanlık savaşının bir parçası olmayı ne kadar başarabildiğimiz konusu üzerinde de durur ve özeleştirimizi komplekse kapılmadan yaparız çünkü ateşkes sağlansa de ne Filistin’de işgal bitmiş, ne Siyonizm hedeflerinden vaz geçmiştir!

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazılar

Saraçhane Notları – İsa Ensar

Yayınlanma:

-

CHP’nin Saraçhane çağrısının son günü Maçka’daki öğrenci eylemini, sonrasında da Saraçhane’yi gözleme fırsatı buldum. Bazı notlarımı paylaşmak isterim.

– Özellikle öğrenci eylemi çok kalabalıktı. Hemen her üniversiteden yüz bine yakın öğrenciden bahsetmek abartı olmaz. Genç simalara bakılacak olursa bazı liselilerin de eyleme katıldığını söylemek mümkün. Saraçhane de az değildi ama böylesi bir momentum ölçeğinde düşünürsek abartılı da değildi.

– Kitle içinde 16-25 yaş arası gençlik en baskın grup. İdeolojik olarak ise kitlenin en az yarısı Atatürkçü, seküler milliyetçi, ırkçı görünümde. Mustafa Kemal’in Askerleriyiz, Apo Piçtir Piç Kalacak ve türevleri en sık duyulan sloganlar ve görseller. Bu sloganlar Faşizme Karşı Omuz Omuza, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz, gibi sloganlara nazaran çok daha hızlı karşılık buluyor. Bozkurt işareti yapan çok kişi vardı. Pek el işareti -yumruk, zafer vb.- yoktu ama en çok yapılanı bozkurt denebilir.

– Eylem liderlikleri daha mutedil gözüküyor ama silik kalıyorlar. Öğrenci eyleminde en öne konulan pankartlar, önde gözlediğim komite -tanıdığım bir kişiyi de gördüm- daha solcu, kapsayıcı bir tondaydı. Saraçhane eyleminde de otobüste, kitleye nazaran daha kapsayıcı bir dil vardı.

– Örgütsüz bir kalabalıktan bahsediyoruz. CHP onları temsil etmeye çalışıyor ama siyasi grup/parti bayrağı çok az. Bunları geçtim; renk belli edecek mesela sosyalist, feminist, lgbtci pankarta rastlamak dahî çok zor! Esprili, küfürlü, belirsiz bir bunalımı dışa vuran ama “görülme” hariç politik talep içermeyen afişler baskındı. “Hak, hukuk, adalet” sloganı, kitle ile okununca bu görülme talebinin bir dışa vurumu olarak değerlendirilebilir. Ama mesela bunun Kürtleri de kapsayan bir talep olduğunu söylemek güç. Öğrenci eyleminde binlercesi içinde -kitlenin yürüyüşünü baştan sona izledim- belki 10 tane feminist göndermeli pankart dahî yoktu mesela. Sol, eşitlik vurgusu filan zaten hiç yoktu. “Bizde Devrim Ata Sporu” gibi pankartlara bakınca tek tük görülen devrim kelimesinin ise tam olarak neye işaret ettiği belirsiz. Bu güçlü kelime, İnkılâp Tarihi dersinde öğretilen Atatürk devrimlerine mi işaret ediyor? Eğer öyleyse bu devrimler bugün dünyaya nasıl bir yön vermek istiyor? Tüm bunlar fazlasıyla belirsiz. Yoksa bu kelime haklı bir yıkma arzusunun Ata ile beraber meşruiyet kazanarak dile gelmesi mi?

Birkaç çıkarım:

– İç Anadolu’da Afyon, Manisa, Bolu, Kütahya gibi illerden yükselen ve CHP’li belediyelerle görünür olan itirazı anlamak gerekiyor. Tanju Özcan’da nobran, Mansur Yavaş’ta daha şehirli ifadesini buluyor bu itiraz. “Aaa, Çorum’da, Konya’da bile eylem olmuş!” şaşkınlığındaki arka plân bu sanıyorum. Yozlaşmış bir yönetim, ekonomik olarak yukarıda olamamak, dahası yukarı çıkma yollarının da kapalı ya da şansa dayalı olması büyük bir öfke kaynağı. Torpil-yandaşlık-adam kayırmacılık şüphesiz önemli ama yeterli açıklamalar değil bu eşitsizlik zemini için.

– Eğitimin sınıf atlama vesilesi olduğu bir vasat ortadan kaybolmuş vaziyette. Bunun yanında finans kapitalizmin emeğe verdiği değer sanayi kapitalizminden çok düşük. Ekonomik başarı bir network kurma, aracı olma, hasbelkader doğru yerde doğru zamanda olma ile daha çok ilintili. Emeğin ön planda olduğu bir zeminden şansın ön plânda olduğu bir zemine geçildi. Ancak bu müteşebbis ruhun kendine kolay fırsat bulduğu bir ekonomik dünyada da gerçekleşmiyor. Girişimcilik alanları da büyük sermaye tarafından ciddi bir kontrole tâbi. Burada da şanslı olmak ve büyükler tarafından dikkat çekmek gerekiyor ki bir sınıf atlama imkânı yakalansın. Serbest piyasanın sunduğu fırsatlar da o kadar geçerli değil artık. Bu durumda da insanların ilgisini sendikalardan çok bahis sitelerinin çekmesi anlaşılır. Piyango toplumunda kazanamayan çoğunluğun öfkesi de büyük.

– AKP iktidarı özenli bir şekilde CHP’nin ve daha önemlisi Atatürkçülüğün meşru bir muhalefet alanı olmasını engellemedi. Bugün bir memurun profil fotoğrafındaki Atatürk fotoğrafı muhalefetini ifade etmesinin meşru bir yolu. Bunun yanında sivil toplum ve alternatif siyaset alanlarının üzerinden silindir gibi geçildi.

– İktidar seküler milliyetçiliği muhatap aldı. Bunu kasıtlı yaptığını zannediyorum ancak öyle olmasa bile muhatabının en zayıf gördüğü yerine vurdu, ses de oradan geldi. Tersten bakarsak, muhatap alınmanın bir yolu da bu dili kuşanmak oldu. Bu bağlamda AKP, seküler milliyetçiliğe karşı muhafazakâr milliyetçiliğin galip geleceğini varsayıyor olmalı. Bu şekilde hem iktidarını sürdürüp hem de muhalefete göre daha kapsayıcı/liberal bir pozisyonda kalacağını öngörüyor. Zira muhafazakâr milliyetçilik, din üzerinden ırkı aşan bir ortak vatandaşlık zemini kurmaya daha müsait. Muhalefeti buraya hapsedebileceğini düşünüyor ama bir yandan da ateşle oynuyor. Türkiye Yüzyılı vizyonunda, İmralı sürecinde, Narin cinayeti olayında CHP medyasının (ve HDP elitlerinin) üstenciliğine karşı Kürdün yanında olan tavırda bunu gösterdi. Ama gerektiğinde de esas saldırıyı daha faşist olanlara değil, barışçıl ve liberal olanlara yöneltiyor: Demirtaş’ın içeride olması, barış süreci yürürken HDK’ya yapılan operasyon, en son ırkçı olmayan ve kitleye yön verebilecek bazı kişilerin eylemlerden uzak tutulacak şekilde tutuklanması…

– Ümit Özdağ’ın tutuklanmasını da es geçmemek lazım. Seküler milliyetçiliğe alan açıyor ama elbette ondan korkusu da var. Bu hem devletin dizaynı ile ilgili hem de AKP’nin iktidarını sürdürme hevesi ile örtüşen bir endişeye tekabül ediyor. Ama mesela İmamoğlu’nun görece kapsayıcı dilinden rahatsızlar. Ona dair korku, özellikle partide daha yüksek. Toplumsal barışı temsil etme iddiasını kaybetmek istemiyor AKP.

Yine de devlet, kontrol edilmiş muhalefetin seküler milliyetçi kimliği kuşanmasına ikna olmuş durumda hatta Özdağ gibi radikal figürlere değil belki ama mesela Yavaş’a iktidar devri dahî bürokrasinin ve Ankara etrafındaki karar alıcıların önemli bir kısmından onay alabilir. İktidara gelse de sorun üretmeyecek bir muhalefet her güç yapısının isteyeceği bir elemandır. İmamoğlu için aynı onayın verilmesi ise Erdoğan/AKP ve devletin diğer aktörleri arasındaki diyaloga bağlı olabilir.

– Tabii bu siyasi hamlelerin ötesinde yüz yıllık milliyetçi eğitim sistemini, 15 Temmuz sonrası arttırılan milliyetçiliği -dünkü sık atılan sloganlardan biri: “terörist değiliz öğrenciyiz”- de not etmek gerekiyor. 15 Temmuz sonrası atmosfer yalnızca AKP tabanını değil diğer toplum kesimlerini ve gençliği de şekillendiriyor. Yani bir yandan da cumhuriyetin ve cumhuriyeti milletle buluşturan AKP’nin gençliği ile karşı karşıyayız.

– Saraçhane ve Maçka’nın Gezi’den en çok ayrılan noktası solcu, feminist, lgbtci, antikapitalist müslüman veya herhangi diğer örgütlülüğün yokluğu. Gezi, 90’ların hareketli siyasi yıllarını takip eden liberal bir dönemin ardından gelmişti. Belki âhir ömürlerindeydiler ama çok sayıda kuvvetli örgüt vardı ve kitleye yön verme kapasitesi taşıyordu. Bugün bu eksik. Gezi’de eksik olan da Ankara’da temsil bulmaktı. Saraçhane ise doğrudan Cumhurbaşkanı adayının arkasında hizalanmış vaziyette. Daha “eğitimsiz” ancak merkeze dair arzusu ve aceleciliği daha yüksek bir hareket.

-Öbür yandan CHP’nin Ankara’da temsil etmek için çırpındığı ama kontrol de edemediği bir isyan bu. Buradan çeşitli sonuçlar çıkabilir. Köhnemiş siyasetlerin yok olması pozitif de görülebilir, ortaya çıkan başıboş Türkçü kuvvetten endişe de duyulabilir. Ancak bana siyasi mücadelenin uzun erimli direnişe ve inada dayalı, hayatın içinde örgütlendikçe olağan üstü zamanda değerini daha da büyük bulabileceği bir alan olduğu gerçeğini hatırlatıyor bu durum.

-Göstericilerin polisle olan iletişimi oldukça dikkat çekici. Sıklıkla, Polis Sen de İsyan Etsene sloganını duymak mümkün. Polis Simit Sat Onurlu Yaşa’nın yanında polisi kendi polisi gören, “milli” bir isyan! Polisi koruyan insanlar görmek de mümkün alanda. Bu durum ideolojik ezberlere hor görülecek bir tavır gibi gözükebilir. Daha örgütlü ve “siyasi” bir kitle olsaydı belki de bu manzaraların önünü kesecekti. Bu durumda sormak gerekiyor ki bir isyan hareketi kendi kardeşleri olan polise de bir teklif sunmalı değil mi? Kendilerini gördükleri ayrıcalıklı Türk pozisyonla ilgili de okumak mümkün elbette bunu. Tabii, bir isyanı organikleştiren, hayatın ve halkın sahici bir parçası kılan şeylerden biri olmaz mı, polisin isyana el uzatamayacak hâle getirilmesi? Bu da üzerine kafa yorulası önemli bir mevzu olarak duruyor önümüzde.

Devamını Okuyun

Yazılar

Neden? – Onur Ercan

Yayınlanma:

-

Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyonun, diploma sahteciliğinden ve iktidarın yolsuzlukla mücadele hassasiyetinden kaynaklanmadığını fark etmek zor değil. Zira öyle olsa Ak Partili belediyelerle veya bazı bakanlarla ilgili vahim iddialar da soruşturulurdu. Bülent Arınç gibi bir ismin Melih Gökçek’le ilgili, “Ankara’yı FETÖ’ye parsel parsel sattı!” sözleri hiçbir savcıyı harekete geçirmeye yetmedi mesela. Diğer yandan kendi bakanlığına, kendi firmasından dezenfektan aldığını itiraf eden bakan hakkında herhangi bir soruşturma açılmadı. Bütün bunları bırakalım, bizzat Erdoğan’ın “dolandırıcı” imasında bulunduğu Mehmet Şimşek’i devletin hazinesinin başına oturtması neyle ve nasıl izah edilebilir?

“Operasyon”un İmamoğlu’nun önünü kesmek veya aslında İmamoğlu’nun önünü açmak için yapıldığını ileri sürenler var. İkincisini savunan yorumculara göre Erdoğan, nasıl göstermelik bir dava ile tutuklanıp “mağdur” edilerek parlatıldı ve “kahraman” yapıldıysa benzer bir senaryo İmamoğlu için de sahneye konuldu.

İmamoğlu’nun Erdoğan’ın yedeği olarak tutulduğu fikrine katılıyorum. Zira iki isim de küresel müesses nizamla uyumlu siyasetçiler. Bunu kabul etmekle birlikte, küresel müesses nizamın Erdoğan’la çalışmaktan vazgeçtiğinden pek emin değilim ve son operasyonun Ekrem İmamoğlu’nun önünü açmak için yapıldığı iddiasına şüpheyle yaklaşıyorum çünkü parti olarak CHP’nin ve İmamoğlu’nun yükselişi, paralel biçimde Ak Parti’nin kan kaybettiği ortada. İmamoğlu ise zaten uzun süredir oldukça popüler bir siyasi figür.

Erdoğan’ın erken seçim için toplumsal araziyi uygun hale getirmek istediği ihtimali daha güçlü görünüyor. Son dönemde muhalif siyasetçiler ve gazetecilere yönelik artan soruşturmalar, gözaltılar, en yakın siyasi rakibi olan CHP’li belediyelerin iyiden iyiye kıskaca alınması, bir parti genel başkanının tutuklanmasına kadar varan işleri izledikçe aklıma bu ihtimal geliyor. CHP’ye kayyım atanması ihtimalinin bile ciddi şekilde gündeme gelmesi bu ihtimali daha da güçlendiriyor. “Atatürk’ün partisini, Atatürk istismarcılarından kurtardık!” diyeceklerdi!

Türkiye’nin en büyük partisinin devlet kontrolüne geçmesi demek bir yerde Azerbaycan tipi bir idare anlayışına geçiş, demektir ki orada da muhalefet partileri var ama iktidarın değişmesi hiç kolay değil. Ülkenin en büyük partisi bile kendini kurtaramazsa diğer partilerin fazla bir hükmü olmayacaktır. Genel Başkanı tutuklu bulunan Zafer Partisi mensuplarının tepkilerini ancak CHP’nin öncülük ettiği son eylemler içinde gösterebildiklerini izliyoruz.

Her seçim öncesi sağcı, milliyetçi-muhafazakâr, dindar oyları arkasında saf tutmaya mecbur edecek, “onlar ve bizler” ayrımını keskinleştirecek bir şeyler mutlaka olur. E-muhtıra olarak tarihe geçen bildiri Ak Parti açısından bunun ilk örneğiydi. Bu muhtıra, askerin siyasete müdahalesinden bıkmış kitlelerde Ak Parti’ye dönük bir sahiplenme duygusu uyandırdı. Cumhuriyet Mitingleri de benzer bir işlev gördü.

Gezi olaylarının da sağcı, dindar kesimlerde Erdoğan’ı desteklemeye dönük bir gereklilik hissi uyandırdığını da hatırlayalım. Ak Parti’nin tek başına iktidar olacak oyu alamadığı 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından bir anda ortalığın karıştığını, 1 Kasım’da seçimlerin tekrar edildiğini hatırlayalım, ki o seçimde Ak Parti yeniden tek başına iktidar olmuştu. Ahmet Davutoğlu partiden ayrıldıktan sonra o dönem meydana gelen olaylarla ilgili çok şeyler bildiğini söyledi ama açıklamadı.

Erdoğan’ın son eylemlerin büyümeyeceğini ve birkaç günü geçmeyeceğini düşünerek yanıldığı doğru değil. Neredeyse 1950’lerin Vatan Cephesi tecrübesine doğru ilerleyen uygulamaların, Muhalefetin CB adayı olması kesinleşmiş bir ismi saf dışı bırakmaya çalışmanın yol açabileceği tepkileri tahmin etmediğini sanmıyorum.

Yargıya güvenin oldukça sarsıldığı bir vasatta muhalefetin böyle bir hücum karşısında evinde oturup mahkeme kararını beklemeyeceği açıktır. Sokak gösterileri devam ederken Şehzadebaşı Camii’ne saldırı haberi geldi ki, doğru olup olmaması bir yana kendileri açısından oldukça ‘işe yarar’ bir haber ve ama yalan ama doğru, bu tip haberleri görmeye devam edeceğiz gibi çünkü bu tarz şeyleri seve seve yapmaya hazır seviyede İslam düşmanı bazı yapıların az da olsa eylemlerin içinde var olduğunu biliyoruz. Olmasa da senarist çok: “Din düşmanı darbeci solcular sokaklarda terör estiriyor! O hâlde biz de elimiz mahkum Erdoğan’a destek verelim!”

Tepkiler yükseliyor. Hükümetin ayağını gazdan çekmek istemediği de ortada. Ben bu yazıyı hazırlarken Mansur Yavaş’a yönelik soruşturma açılmış, Beyoğlu Belediye Başkanı ifadeye çağrılmıştı.

Erdoğan’ın kendine de halka da bölgeye de zarar verecek girişimlerden uzak durmasını dileriz ama pek özeleştiri yapacak gibi görünmüyor.

Denizler durulmaz, dalgalanmadan! Duamız elbette en az hasarla durulması.

Olup bitenin daha derin anlamlarını, küresel müesses nizamın önümüzdeki dönemde kimle devam etmek isteyeceğini gelişmeler ilerledikçe çok daha iyi anlayabileceğiz.

İsmet Özel’in yıllar önce başka bir bağlamda söylediği bir cümleyi hatırladım: “Çünkü sonunda Ankara’yı bombalamak için Erdoğan’dan bir Saddam üretmek gerekiyordu.”

Devamını Okuyun

Yazılar

Buyurun Demokratik Türkiye Halayına – Onur Ercan

Yayınlanma:

-

Bahçeli’nin Öcalan’a çağrısının ardından Öcalan’ın PKK’ya çağrısı da geldi. Hatırlanacağı üzere Öcalan, İsrail tarafından Türkiye’ye iadesinin ardından PKK’ya bağlı silahlı gruplardan sınır dışına çıkmalarını istemişti. Aynı çağrıyı 2013 yılında da tekrarladı. Yine benzer bir çağrı yapacağı beklense de bu defa örgütün kendini feshetmesini istedi. PKK’nın cevabı olumlu. Sürecin ilerlemesi için Öcalan’ın özgürce hareket edebilmesi gerektiğini söylüyorlar. Merak etmesinler bu da bir şekilde hâlledilir. Gerekirse Kandil’e bile götürülebilir mi ya da örneğin Murat Karayılan veya Bese Hozat İmralı’ya getirilir mi, bilmem. Öcalan’ın TBMM nutku iptal edildi. Toplum pek hazır değil çünkü. Ev hapsine alınması da şu an gündeme getirilemeyecek kadar ağır bir konu. Zaten kendisi de pek istemiyormuş. İmralı’da da rahat sayılır. Hatta bazı iddilar da var ama doğru mu yanlış mı bilmiyoruz. Her şeye inanacak halimiz yok. Türkiye’ye iade edildiği yıllarda avukatlığını yapan Ahmet Zeki Okçuoğlu’nun Öcalan’ın zaten İmralı’da olmadığı iddiası bunlardan biri. “Ben görüşmeye gittiğim zaman İmralı’ya getiriyorlardı.” diyor.

Devlet görevlileriyle ortaklaşa hazırladıklarını sandığım metnin detaylı analizini yapmak niyetinde değilim. Yalnız kültüralist taleplere bile yer vermemesinden dolayı karşılıksız adım attığı görüşü doğru değil. Çünkü metin dışı olarak duyurulan “Bu perspektifi ortaya koyarken, silahların bırakılması ve PKK’nın feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir.” mesajı Öcalan’ın PKK’nın feshi karşılığında devletten ne beklediğine dair fikir veriyor ki Öcalan zaten 1978’deki “Bağımsız Birleşik Sosyalist Kürdistan” hedefinden, “Türkiye demokratikleşsin, inkar ve imha politikası bitsin, biz de silahı bırakıp ‘düz ovada’ siyaset yapalım.” noktasına en azından 1993’te gelmişti. Son çağrıyı, metin dışı mesajla birlikte okursak metin özet olarak, “Yenişemedik. Devam etsek ederiz ama anlamı kalmadı. Biz adım atalım, siz de legalleşmemize yardımcı olun.” demek istiyor.

“PKK’nın feshi” kararı Öcalan için zor değil, aksine çok kolay ve gerekli. Bunu kendi örgütüne yönelttiği eleştirilerden de anlamak mümkün. Gerekli, çünkü 1984 Eruh ve Şemdinli saldırılarından bu yana silahla alınan mesafe ortada. Halbuki Türkiye Kürdistanında 40 yılı aşkın sürede sağlanamayan gelişme 2011’den sonra Suriye Kürdistanında çok hızlı bir şekilde görüldü ve PKK, bölgede PYD/YPG adıyla bir anda öne çıkarak ABD ve İsrail’in büyük yardımlarıyla fiilen özerk devlet kurdu. İsrail ve ABD’nin PYD’ye desteği fesih kararının kolay olmasının da nedeni! Zaten PKK da dikkatini ve ilgisini çoktandır Türkiye’den çok Suriye’deki özerk yapıya yoğunlaştırmıştı. PKK gibi birçok ülkede kara listeye alınmış ve adı Türkiye halkının çoğunluğu tarafından bölünme ve katliamla anılan bir örgütün plânı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacağı ortada. Daha kolayı ve işe yarama ihtimali çok yüksek olanı var: Yeni anayasa. Projenin asıl sahipleri öyle düşünüyor.

“Terörsüz Türkiye”ye ulaşıldıktan sonra yeni anayasa ile düz ovada siyasetin önü alabildiğine açılırsa, mesela mahalli idarelere daha geniş yetkiler verilirse ve kayyım atamak zorlaştırılırsa yani bir çeşit özerklik sağlanırsa âtıl hâle gelmiş PKK’ya ve silahına gerek kalır mı? Demokratik Türkiye’de mesela belediye başkanlıkları kaldırılıp, belediye işleri de valiliklere devredilip, valiler de seçimle belirlenebilir mi? Bu mahalli idarelere geniş yetkiler konusunu yalnızca doğu ve güneydoğu illeri için düşünmeyin. Bütün bölgeler için geçerli olacak bir uygulamadan bahsediyorum. Tabii bütün bölgeler için olması tek bir bölgeye özel olmadığını göstermek için. İstanbul’la ilgili farklı hesaplar var ama o başka konu.

Bunun yanında yeni anayasada yeni bir vatandaşlık tanımı yapılmak istendiğini gösteren kuvvetli emareler de var ki Binali Yıldırım’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı “Vatandaşlık tanımı yeni anayasada gözden geçirilebilir.” sözlerini dinlemişsinizdir.

Araya sıkıştırayım: Erkan Trükten’in hatırlatmasıyla fark ettim. Anayasa’da vatandaşlık tanımını belirleyen maddenin numarası 66. Ne var bunda? Belki de bir şey yoktur ancak masonlar gibi ezoterik yapılar için 6, 66, 666 sayılarının sembolik önemi var. Şeytanın sayısı olarak bilinir. Zayıf bir ihtimal olsa da “Maddenin numarası vaktiyle özellikle mi seçildi?” diye insan düşünmeden edemiyor.

Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün programının Öcalan’ın iadesini konu alan bölümünde Öcalan’ın İtalya’da ‘cehennem vadisi’ mahallesi ‘kötülük’ sokakta tam 66 gün kaldığı söyleniyor. Evet, aynen böyle anlatılıyor.

“Sahada birçok aktör varmış gibi göründüğüne bakmayın!” diyecektim ama aslında bakabilirsiniz de çünkü hepsi gerçekten de “aktör”. Bazıları isteyerek, bazıları istemeyerek: Büyük İsrail Projesi’nin aktörü! Çünkü bıkmadan usanmadan söylememiz gerekiyor ki bütün bu gelişmelerin son tahlilde dayandığı nokta Büyük İsrail Projesi.

Bizzat İçişleri Bakanı 2019’da, “PKK’yı bitirdik. Eskiden yılda 5 binden fazla genç örgüte katılıyordu; şimdi dağlarda 500 terörist kaldı.” dememiş miydi? Aklı başında herkesin tahmin edebileceği gibi bu kadar şey tabii ki 500 kişi için değil!

Öyle olsa Öcalan’ın çağrı metninde Türkiye’nin PKK ile aynı gördüğü PYD için de fesih çağrısı olurdu. Öyle ya PKK Türkiye’de bir köy bile alamamış ve eylemlilikleri de iyiden iyiye azalmışken PYD’nin defacto devletçiği, ordusu bile var!

Olmayacak duaya “amin” mi demek istemediler yoksa plân mı böyle gerektiriyor?

Elbette Öcalan böyle bir çağrı yapmaz. Yapsa da Öcalan’nın ‘manevi oğlum’ dediği Mazlum Abdi de PYD de onu dinlemez. Onlar dinlese PYD/YPG için “kara ordumuz” diyen ABD-İsrail bırakmaz! Boşuna mı büyütüp beslediler?

Evet, yüzüp kuyruğuna geldiler. Sona doğru ilerliyorlar. “Oded Yinon Plânı”na bir göz atmanızı tavsiye ederim. 1982’de hazırlanan plân, bölge ülkelerinin İsrail’in güvenlik ihtiyaçlarına göre parçalanması üzerine kurulu. Sırasıyla, evet sırasıyla, Irak, Suriye, İran, Türkiye ve Pakistan’ın parçalanması amaçlanıyor. Tabii başka ülkeleri de dâhil ettiler ancak Irak, Suriye ve Türkiye “Arz-ı Mev’ud” için diğerlerine göre çok daha önemliydi.

Türkiye hükümetleri ne yazık ki başından beri bu plânlarla uyumlu hareket ediyor. ABD-İsrail ilk hedef olan Irak’ta bir özerk yapı için bugün Suriye’de PYD’yi destekledikleri gibi 70’li yıllarda da Mustafa Barzani’ye yardım ediyordu. 1991’de ABD’nin Irak saldırısının amacı da buydu. O yıllarda Turgut Özal, Türkiye’nin “diktatör” Saddam’a karşı ABD ile birlikte bu savaşa katılmasını savunuyordu. Bereket versin ki Genel Kurmay Başkanı Necip Torumtay’ı ve kuvvet komutanlarını ikna edemedi. Ancak Özal, başka şekilde Saddam’ın aleyhine Barzani ve Talabani ikilisine yardım etmeye devam etti.

13 yıl sonra özerk yapıyı kesinleştirmek için ABD Saddam’a bir daha saldırmak istedi. Erdoğan da Özal gibi “diktatör” Saddam’a karşı Irak’ın “demokratikleşmesi” için ABD’nin yanında savaşa girmek istedi. Şükür ki bu amaçla meclise getirdiği 1 Mart tezkeresi kendi milletvekillerinin “hayır” oylarına takıldı. Ancak Erdoğan, ABD’ye destek vermeye kararlıydı ve verebildiği desteği esirgemedi. Sonuç olarak 2005’te Kürdistan Bölgesel Yönetimi resmileşti. “Demokratik Irak” geldi.

Erdoğan BOP kapsamında “diktatör” Kaddafi’ye karşı da, demokrasi cephesinde ABD-İsrail’le birlikte hareket etti. Kaddafi devrildi. Libya da “demokratik Libya” oldu. İki başlı yönetime kavuştu.

Gazze bu plânların önünde ciddî bir engeldi. Çok yazık ki Türkiye, sözüm ona direnişin yanında göründü ama İsrail’e zararı dokunacak en küçük bir girişimden bile ısrarla kaçındı. Dahası mesela Azerbaycan petrolünü ulaştırarak İsrail’e destek bile oldu. Yani yine “demokrasi cephesi”ndeydi. Sonuç olarak Gazze aşıldı. Gerisi beklenenden çok daha hızlı geldi. Lübnan da geçildi ve artık “Oded Yinon Plânı”nda Irak’tan sonra ikinci sırada yer alan Suriye’de de Türkiye “diktatör” Esed’e karşı yine ABD-İsrail’in yanında yer aldı.

Irak’ın ardından artık Suriye’de de PKK-PYD özerk bir yapı oluşturmuş durumda. Böyle giderse başka özerk yapılar da kurulabilir. Dürziler de bu yolda ilerliyor. Dahası İsrail bizzat askerleriyle birçok noktaya yerleşti. Yani Suriye de artık çiçeği burnunda bir “demokratik” ülke!

Eğer bir değişiklik yapıp Irak’ta bir hamle daha yapmazlarsa veya plân şaşıp Türkiye öne alınmazsa, sıra artık İran’da ve Türkiye hükümeti İran’ın “demokratik İran” olması için de üzerine düşeni yapmaya hazır görünüyor.

Sırrı Süreyya Önder, telefonda konuştuğu Bahçeli’nin kendisine “Daha halay çekeceğiz!” dediğini anlatıyor. Yarın ne olacak bilemeyiz ama görünen o ki böyle giderse İran’dan önce veya sonra fark etmez, Türkiye kesinlikle “demokratikleşecek” ve eğer Bahçeli’nin sağlık durumu elverirse Türk milliyetçileri, Kürt milliyetçileri, sosyalistler, Kemalistler ve İslamcılardan veya imitasyonlarından oluşan bu “demokrasi halayı” çekilecek. Davul kimde olur bilmem ama tokmağın kimin elinde olduğu belli.

Bu gidişi durdurmak imkânsız gibi bir şey. Yine de yapılabilecek bir şeyler var ama bu niyette olanların elinde güç yok; erk sahibi olanların da gidişatı durdurmak gibi bir niyeti var mı, ondan da pek emin değilim.

06.03.2025

Devamını Okuyun

GÜNDEM