Yazılar
7 Ekim Bağlamında Bir Eleştiri ve Özeleştiri Çağrısı – Onur Ercan

Yayınlanma:
2 ay önce-

7 Ekim 2023’te HAMAS’ın Aksâ Tûfânı Harekâtını başlatması ve Siyonist rejimin Demir Kılıçlar Operasyonu adını verdiği saldırıyla başlayan savaşın çok kısa sürede Gazzelilere yönelik bir soykırıma dönüşerek devam ettiği süreci hep birlikte izledik.
“Gazze’nin Gazze’den ibaret olmadığı gerçeği” ve “Gazze’yi savunmak; Maraş’ı, Antep’i savunmaktır!” söylemi bizzat TC cumhurbaşkanının ağzından dile getirilerek konunun ciddiyetinin farkında olunduğu ifade edilmesine rağmen gereğinin devlet seviyesinde yerine geldiğini göremediğimiz gibi gereğinin yapılması için kamuoyu da üzerine düşeni ne yazık ki yapmadı.
İktidar yanlısı İslami gruplar tahmin edildiği gibi hükümetle genel olarak uyumlu hareket ettiler ve somut adım atmaya zorlayıcı bir tutum içine girmekten kaçındılar. İstisna olarak HÜDAPAR’ın İsrail ordusunda savaşan ve TC vatandaşlıkları bulunan yahudilerin vatandaşlıktan çıkarılması için Meclis’te yaptığı çalışmayı hatırlayabiliriz. Ancak yine HÜDAPAR öncülüğünde Kürecik’te ve İHH öncülüğünde İncirlik’te yapılan eylemler sonuçsuz kalmasına rağmen bu kurumlar fazla ısrarcı olmadı ve hükümetle olan ilişkilerini hiç bozmadan devam ettirdiler. Hâlbuki yanında olunduğunu bilen iktidarın birkaç eylemden dolayı adım atmasını beklemek zaten bir boş beklentiydi. Bu istisnalar dışında iktidar yanlısı kurumların faaliyetleri, 7 Ekim öncesine göre en küçük bir gerileme göstermeyen, aksine hükümetin bozulmaması için üzerine titrediği TC-İsrail ilişkilerine hiçbir şekilde değinmeden tamamen halka dönük boykot çağrıları, yardım toplama kampanyaları ve en geniş katılımlı olanları Bilal Erdoğan’ın ve İsrail ile ticaret yapmaya devam eden MÜSİAD gibi kuruluşların organizasyonuyla yapılan protestolarda Tel-Aviv’e bağırarak geçti.
İktidar yanlısı grupların bu tutumlarının bağışlamak değilse de anlamak kolay; asıl anlamakta ve kabullenmekte zorlandığımız konu ise muhaliflerin tutumu! Yetersiz olsa da Saadet-Gelecek Grubu’nun ve YRP’nin meclisteki çalışmalarını anmamak gerçi haksızlık olur. Ayrıca Siyonist rejimle ticaretin kesilmesine dair özellikle YRP genel başkanının seçim dönemindeki söylemlerinin konunun gündemde kalması için etkili olduğu da doğru.
Ancak süreç boyunca, bu partilerin ve alt kuruluşlarının iktidara somut adım attırmaya dönük eylemsellik noktasında oldukça pasif ve çekingen bir tutum sergilediklerini üzülerek izledik. Onların çalışmaları da daha çok boykot çağrısı ve yardım toplama üzerinde yoğunlaştı. Bu gruplar sonuç almaya dönük eylemlerini sınırlı tuttukları gibi, Direniş Çadırı platformu ve Filistin İçin Bin Genç gibi grupların eylemlerine de kurumsal olarak katılım sağlamadılar.
Parti veya cemaat bağlantısı olmayan Direniş Çadırı platformu bazı haftalarda 20 hatta 30 ilde eylem çağrısı yaparken en geniş katılım birkaç yüz kişiyi geçmedi. Bazı yerlerde ise basın açıklamaları sadece 2-3 kişi ile yapılabildi. Mesela Anadolu Gençlik Derneğinden arkadaşlar bireysel olarak bu eylemlere katılım sağladılar ve dernek olarak da yer yer güzel işlere imza attılar; ancak derneğin 81 ilde teşkilatlı olduğunu ve mensuplarının çokluğunu düşünürsek eleştirimizde haksızlık etmediğimiz açıktır.
Aynı şekilde YRP genel başkanı Fatih Erbakan, TRT World forumu sırasında, “petrol sevkiyatı dursun” diyerek Cumhurbaşkanını protesto ettikleri için tutuklanan 9 genci davet edip makamında birlikte fotoğraf verdi ancak kendilerine bağlı olan Milli Gençlik Derneğini ticaret konusunda eylemler için teşvik etmedi. MGD’nin Direniş Çadırı bileşeni olarak veya tek başına kanlı ticareti konu alan bir eylemini hiç görmedik.
Tutuklu arkadaşları için defalarca yaptıkları basın açıklamalarında ve yürüyüşlerde polisten meydan dayağı yiyen ve defalarca gözaltına alınan Furkan Hareketi de somut adımlar attırılması konusunda tek bir miting veya yürüyüş yapmadı. Direniş Çadırı platformunda da yer almadı. Düzenlediği Filistin yürüyüşlerinde de İsrail-Türkiye ilişkileri ile ilgili tek bir pankart, tek bir slogan kullanmadı.
Köklü Değişim üyeleri Direniş Çadırı‘nın eylemlerine zaman zaman önemli katılımlar göstermekle birlikte kurumsal olarak onlar da platformun içinde bulunmadı. Köklü Değişim olarak yaptıkları eylemlerde de “Ordular Aksâ’ya” gibi çok genel ifadelerle yetindiler.
Elbette tek tek bütün kurumları ele almamız mümkün değil ancak 7 Ekim sürecinde iktidar muhalifi müslümanların önemli bir kısmının, teşkilat seviyesinde genel durumunu anlatmak için bu örnekler yeterlidir.
Bu süreçte belki de en etkili olabilecek eylemlerin başında Direniş Çadırı platformu bileşeni de olan Adana Gökkuşağı Derneğinden Mavi Marmara Gazisi Fevziye Şenoğlu ve arkadaşlarının yaptığı oturma eylemi geliyor. Savaşın başlamasından bir ay sonra Cumhurbaşkanlığı sarayı karşısında İsrail’le ilişkilerin kesilmesi, ticaretin durması için 5-6 kadının başlattığı ve Ankara’daki hiçbir grubun katılıp destek vermediği bu eylem, baskı ve gözaltı nedeniyle yalnızca birkaç gün sürdü. HÜDAPAR milletvekili Şehzade Demir’in destek ziyareti ise maalesef bireysel kaldı. Aynı kadınların aylar sonraki ikinci girişimi de yine hiçbir destek görmeden şiddet ve gözaltı ile sonuçlandı.
Şahsen katıldığım, tamamı iktidara mesafeli grupların düzenlediği, İsrail’e ve ABD’ye bolca lanet okunan, Sisi’nin bile eleştirildiği ama içinde yaşadığımız ülkenin idaresinin ima ile de olsa anılmadığı bir mitingden sonra tertip komitesine eleştirilerimi ilettim; “Haklısın!” dediler ama sonrasında bir değişikliğe şahit olmadım. Yine İsmail Haniye’nin şehadetinden sonra muhalif ve AKP yanlısı grupların beraber yaptığı bir başka yürüyüşte de tekbirden ve “Kahrolsun İsrail!”den başka slogan atılmadı, küçük bir grubun “İsrail’le Ticaret, Filistin’e İhanet!” sloganına da pek iştirak eden olmadı. Yürüyüş sonunda topluluğa hitap eden 7 konuşmacının hiçbiri İsrail’le yapılan ticarete tek kelimeyle olsun değinmedi. Yine halka bolca boykot çağrısı yapıldı.
Mizahi amaçlı asparagas haber sitesi Zaytung, Ak Parti iktidara geldikten sonra Beyazıt’taki Cuma eylemlerinin bitişine gönderme yaparak, “Eylem konusu bulamayan cemaat Eminönü’ne kadar ‘Köpek giren eve melek giremez!’ sloganıyla yürüdü. Görüştüğümüz cemaat üyeleri, ‘Artık başörtüsü yasağı da kalkacağı için başka bir konu bulana kadar kondisyonumuzu kaybetmemek amacıyla her Cuma Eminönü’ne kadar yürüyeceğiz!’ dedi.” şeklinde bir haber yapmıştı. 7 Ekim sürecindeki birçok eylem ve etkinlik de aslında bundan çok farklı değildi. Slogan belli: “Coca-Cola içme, hamburger yeme!”
Boykot çağrıları, insani yardım amaçlı para toplanması elbette önemlidir ancak siyasi yardım şüphesiz hepsinden daha önemli! Boykot, Siyonizm’e ne kadar zararı olduğuna bakılmadan devam edilmesi gereken bir sorumluluktur hatta İsrail ve destekçileri üzerinde az çok etki yapacaktır ancak halkın ürün ve hizmetlere dönük boykotunun etkili olması için nüfusun büyük bölümünün katılması lâzımdır ki bunun gerçekleşmesi ihtimalini kuvvetli görmüyorum. Ayrıca halkı boykota çağırırken Coca-Cola fabrikasının Cumhurbaşkanı tarafından törenle açıldığını ve yerli araba TOGG’un 5 ortağından birinin o fabrikanın sahibi olduğunu; dağıtılan boykot listelerinde ürünleri yer alan ve İsrail’de elektrik üreten Zorlu Holdingin patronunun bizzat Cumhurbaşkanı’nın elinden ödül aldığını da hatırlarsak söylemek istediğim daha anlaşılır olacaktır. Hükümet ortağı Bahçeli’nin Ali Koç’la ahbap olduğu ve düzenli olarak görüştüğü, İsrail Konsolosluğu ve elçiliğinin Koç’a ait binalarda barındığını da unutmayın!
Yardım kampanyalarının da istenen faydayı sağlamadığını yaşayarak gördük. Tırların sınırda nasıl İsrail’in iznini beklediğini unutmayalım. Kaldı ki savaş sırasında sadece Türkiye’den değil dünyanın dört bir yanından akan yardımlara rağmen Gazze halkının yaşadığı açlık önlemedi. Bugün Gazze’nin yeniden inşası için gereken paranın çeyreğini bile halktan toplayabilmek mümkün değil.
Basın açıklamaları, yürüyüşler, mitingler bir konunun toplumun ve idarecilerin gündemine getirilmesi, gündemde tutulması ve devlet erkini elinde tutanlara istenen adımları attırmaya dönük olarak yapılır. Yani aslında amaç bir ‘iş’ yaptırılmasıdır. 7 Ekim sürecindeki eylemlerin ise onda dokuzunun İsrail’e “Katliama son ver!” demekten başka bir mesajı yoktu. O sırada katliama son vermesini istediğimiz İsrail’in yakıtı da dahil birçok ürünün ise Türkiye’den gidiyor olması ise o sloganları da anlamsızlaştırdı. Gerçi biz bütün ilişkiler devam ederken iktidar milletvekillerinin Meclis’te gerekeni yapmayıp, İsrail Elçiliği önünde protestocularla birlikte slogan attığını da gördük! Muhalif dernek başkanlarının o milletvekillerine tepki gösterenleri engellediğini de!
Unutmayalım ki geçtiğimiz yıl ticarete sınırlama getirildiğinin ilan edilmesi medyada İsrail’le ticaret konusunda yapılan eylemlerin yer bulmaya başlaması ve tepkilerin artması, belediye seçimlerinde alınan ağır yenilginin nedenlerinden birinin de İsrail’le ilişkiler olduğunun fark edilmesiyle olmuştur. Aslında iktidar, taban kaybını önlemek için buna mecbur kaldı. Bu konuda yapılan eylemlere katılım daha yüksek olsaydı ve konuyu gündemin ilk sırasına oturtmayı başarabilseydik öyle düşünüyorum ki ticarete gerçek bir kısıtlama getirmemiz hatta mesela Kürecik’in kullanımını geçici olarak bile olsa durdurmamız mümkün olabilirdi.
Gazze, BOP’un önünde bir kale idi. Her ne kadar Gazzeli direniş örgütleri diz çökmemişse de gelinen noktada Gazze kalesi ne yazık ki aşılmış ve Siyonist rejim Suriye’ye kadar uzanmıştır. Gazze’ye yeteri kadar destek verilebilse İsrail daha erken çekilmek zorunda kalabilirdi.
Bugün Filistin direnişine gerekli siyasi yardımı yapabilecek organizasyonlara sahip değiliz ama bu siyasi kavrayıştan, “direniş” ve “hareket” bilincinden de uzağız. Bunu anlamamız ve kabul etmemiz gerekiyor. Türkiye’de İslami hareket bugün sayısız yardımlaşma derneği ile neredeyse ve bir bakıma bir insani yardım hareketi görünümüne yaklaşmış durumda ki bu durum ayrıca ele alınmaya değer.
Duamız odur ki Gazze’deki gelişmelere eğildiğimiz kadar, bizim Türkiye müslümanları olarak Siyonizm’e karşı yürütülen İslamlık ve insanlık savaşının bir parçası olmayı ne kadar başarabildiğimiz konusu üzerinde de durur ve özeleştirimizi komplekse kapılmadan yaparız çünkü ateşkes sağlansa de ne Filistin’de işgal bitmiş, ne Siyonizm hedeflerinden vaz geçmiştir!
Yorumlayın

Bahçeli’nin Öcalan’a çağrısının ardından Öcalan’ın PKK’ya çağrısı da geldi. Hatırlanacağı üzere Öcalan, İsrail tarafından Türkiye’ye iadesinin ardından PKK’ya bağlı silahlı gruplardan sınır dışına çıkmalarını istemişti. Aynı çağrıyı 2013 yılında da tekrarladı. Yine benzer bir çağrı yapacağı beklense de bu defa örgütün kendini feshetmesini istedi. PKK’nın cevabı olumlu. Sürecin ilerlemesi için Öcalan’ın özgürce hareket edebilmesi gerektiğini söylüyorlar. Merak etmesinler bu da bir şekilde hâlledilir. Gerekirse Kandil’e bile götürülebilir mi ya da örneğin Murat Karayılan veya Bese Hozat İmralı’ya getirilir mi, bilmem. Öcalan’ın TBMM nutku iptal edildi. Toplum pek hazır değil çünkü. Ev hapsine alınması da şu an gündeme getirilemeyecek kadar ağır bir konu. Zaten kendisi de pek istemiyormuş. İmralı’da da rahat sayılır. Hatta bazı iddilar da var ama doğru mu yanlış mı bilmiyoruz. Her şeye inanacak halimiz yok. Türkiye’ye iade edildiği yıllarda avukatlığını yapan Ahmet Zeki Okçuoğlu’nun Öcalan’ın zaten İmralı’da olmadığı iddiası bunlardan biri. “Ben görüşmeye gittiğim zaman İmralı’ya getiriyorlardı.” diyor.
Devlet görevlileriyle ortaklaşa hazırladıklarını sandığım metnin detaylı analizini yapmak niyetinde değilim. Yalnız kültüralist taleplere bile yer vermemesinden dolayı karşılıksız adım attığı görüşü doğru değil. Çünkü metin dışı olarak duyurulan “Bu perspektifi ortaya koyarken, silahların bırakılması ve PKK’nın feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir.” mesajı Öcalan’ın PKK’nın feshi karşılığında devletten ne beklediğine dair fikir veriyor ki Öcalan zaten 1978’deki “Bağımsız Birleşik Sosyalist Kürdistan” hedefinden, “Türkiye demokratikleşsin, inkar ve imha politikası bitsin, biz de silahı bırakıp ‘düz ovada’ siyaset yapalım.” noktasına en azından 1993’te gelmişti. Son çağrıyı, metin dışı mesajla birlikte okursak metin özet olarak, “Yenişemedik. Devam etsek ederiz ama anlamı kalmadı. Biz adım atalım, siz de legalleşmemize yardımcı olun.” demek istiyor.
“PKK’nın feshi” kararı Öcalan için zor değil, aksine çok kolay ve gerekli. Bunu kendi örgütüne yönelttiği eleştirilerden de anlamak mümkün. Gerekli, çünkü 1984 Eruh ve Şemdinli saldırılarından bu yana silahla alınan mesafe ortada. Halbuki Türkiye Kürdistanında 40 yılı aşkın sürede sağlanamayan gelişme 2011’den sonra Suriye Kürdistanında çok hızlı bir şekilde görüldü ve PKK, bölgede PYD/YPG adıyla bir anda öne çıkarak ABD ve İsrail’in büyük yardımlarıyla fiilen özerk devlet kurdu. İsrail ve ABD’nin PYD’ye desteği fesih kararının kolay olmasının da nedeni! Zaten PKK da dikkatini ve ilgisini çoktandır Türkiye’den çok Suriye’deki özerk yapıya yoğunlaştırmıştı. PKK gibi birçok ülkede kara listeye alınmış ve adı Türkiye halkının çoğunluğu tarafından bölünme ve katliamla anılan bir örgütün plânı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacağı ortada. Daha kolayı ve işe yarama ihtimali çok yüksek olanı var: Yeni anayasa. Projenin asıl sahipleri öyle düşünüyor.
“Terörsüz Türkiye”ye ulaşıldıktan sonra yeni anayasa ile düz ovada siyasetin önü alabildiğine açılırsa, mesela mahalli idarelere daha geniş yetkiler verilirse ve kayyım atamak zorlaştırılırsa yani bir çeşit özerklik sağlanırsa âtıl hâle gelmiş PKK’ya ve silahına gerek kalır mı? Demokratik Türkiye’de mesela belediye başkanlıkları kaldırılıp, belediye işleri de valiliklere devredilip, valiler de seçimle belirlenebilir mi? Bu mahalli idarelere geniş yetkiler konusunu yalnızca doğu ve güneydoğu illeri için düşünmeyin. Bütün bölgeler için geçerli olacak bir uygulamadan bahsediyorum. Tabii bütün bölgeler için olması tek bir bölgeye özel olmadığını göstermek için. İstanbul’la ilgili farklı hesaplar var ama o başka konu.
Bunun yanında yeni anayasada yeni bir vatandaşlık tanımı yapılmak istendiğini gösteren kuvvetli emareler de var ki Binali Yıldırım’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı “Vatandaşlık tanımı yeni anayasada gözden geçirilebilir.” sözlerini dinlemişsinizdir.
Araya sıkıştırayım: Erkan Trükten’in hatırlatmasıyla fark ettim. Anayasa’da vatandaşlık tanımını belirleyen maddenin numarası 66. Ne var bunda? Belki de bir şey yoktur ancak masonlar gibi ezoterik yapılar için 6, 66, 666 sayılarının sembolik önemi var. Şeytanın sayısı olarak bilinir. Zayıf bir ihtimal olsa da “Maddenin numarası vaktiyle özellikle mi seçildi?” diye insan düşünmeden edemiyor.
Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün programının Öcalan’ın iadesini konu alan bölümünde Öcalan’ın İtalya’da ‘cehennem vadisi’ mahallesi ‘kötülük’ sokakta tam 66 gün kaldığı söyleniyor. Evet, aynen böyle anlatılıyor.
“Sahada birçok aktör varmış gibi göründüğüne bakmayın!” diyecektim ama aslında bakabilirsiniz de çünkü hepsi gerçekten de “aktör”. Bazıları isteyerek, bazıları istemeyerek: Büyük İsrail Projesi’nin aktörü! Çünkü bıkmadan usanmadan söylememiz gerekiyor ki bütün bu gelişmelerin son tahlilde dayandığı nokta Büyük İsrail Projesi.
Bizzat İçişleri Bakanı 2019’da, “PKK’yı bitirdik. Eskiden yılda 5 binden fazla genç örgüte katılıyordu; şimdi dağlarda 500 terörist kaldı.” dememiş miydi? Aklı başında herkesin tahmin edebileceği gibi bu kadar şey tabii ki 500 kişi için değil!
Öyle olsa Öcalan’ın çağrı metninde Türkiye’nin PKK ile aynı gördüğü PYD için de fesih çağrısı olurdu. Öyle ya PKK Türkiye’de bir köy bile alamamış ve eylemlilikleri de iyiden iyiye azalmışken PYD’nin defacto devletçiği, ordusu bile var!
Olmayacak duaya “amin” mi demek istemediler yoksa plân mı böyle gerektiriyor?
Elbette Öcalan böyle bir çağrı yapmaz. Yapsa da Öcalan’nın ‘manevi oğlum’ dediği Mazlum Abdi de PYD de onu dinlemez. Onlar dinlese PYD/YPG için “kara ordumuz” diyen ABD-İsrail bırakmaz! Boşuna mı büyütüp beslediler?
Evet, yüzüp kuyruğuna geldiler. Sona doğru ilerliyorlar. “Oded Yinon Plânı”na bir göz atmanızı tavsiye ederim. 1982’de hazırlanan plân, bölge ülkelerinin İsrail’in güvenlik ihtiyaçlarına göre parçalanması üzerine kurulu. Sırasıyla, evet sırasıyla, Irak, Suriye, İran, Türkiye ve Pakistan’ın parçalanması amaçlanıyor. Tabii başka ülkeleri de dâhil ettiler ancak Irak, Suriye ve Türkiye “Arz-ı Mev’ud” için diğerlerine göre çok daha önemliydi.
Türkiye hükümetleri ne yazık ki başından beri bu plânlarla uyumlu hareket ediyor. ABD-İsrail ilk hedef olan Irak’ta bir özerk yapı için bugün Suriye’de PYD’yi destekledikleri gibi 70’li yıllarda da Mustafa Barzani’ye yardım ediyordu. 1991’de ABD’nin Irak saldırısının amacı da buydu. O yıllarda Turgut Özal, Türkiye’nin “diktatör” Saddam’a karşı ABD ile birlikte bu savaşa katılmasını savunuyordu. Bereket versin ki Genel Kurmay Başkanı Necip Torumtay’ı ve kuvvet komutanlarını ikna edemedi. Ancak Özal, başka şekilde Saddam’ın aleyhine Barzani ve Talabani ikilisine yardım etmeye devam etti.
13 yıl sonra özerk yapıyı kesinleştirmek için ABD Saddam’a bir daha saldırmak istedi. Erdoğan da Özal gibi “diktatör” Saddam’a karşı Irak’ın “demokratikleşmesi” için ABD’nin yanında savaşa girmek istedi. Şükür ki bu amaçla meclise getirdiği 1 Mart tezkeresi kendi milletvekillerinin “hayır” oylarına takıldı. Ancak Erdoğan, ABD’ye destek vermeye kararlıydı ve verebildiği desteği esirgemedi. Sonuç olarak 2005’te Kürdistan Bölgesel Yönetimi resmileşti. “Demokratik Irak” geldi.
Erdoğan BOP kapsamında “diktatör” Kaddafi’ye karşı da, demokrasi cephesinde ABD-İsrail’le birlikte hareket etti. Kaddafi devrildi. Libya da “demokratik Libya” oldu. İki başlı yönetime kavuştu.
Gazze bu plânların önünde ciddî bir engeldi. Çok yazık ki Türkiye, sözüm ona direnişin yanında göründü ama İsrail’e zararı dokunacak en küçük bir girişimden bile ısrarla kaçındı. Dahası mesela Azerbaycan petrolünü ulaştırarak İsrail’e destek bile oldu. Yani yine “demokrasi cephesi”ndeydi. Sonuç olarak Gazze aşıldı. Gerisi beklenenden çok daha hızlı geldi. Lübnan da geçildi ve artık “Oded Yinon Plânı”nda Irak’tan sonra ikinci sırada yer alan Suriye’de de Türkiye “diktatör” Esed’e karşı yine ABD-İsrail’in yanında yer aldı.
Irak’ın ardından artık Suriye’de de PKK-PYD özerk bir yapı oluşturmuş durumda. Böyle giderse başka özerk yapılar da kurulabilir. Dürziler de bu yolda ilerliyor. Dahası İsrail bizzat askerleriyle birçok noktaya yerleşti. Yani Suriye de artık çiçeği burnunda bir “demokratik” ülke!
Eğer bir değişiklik yapıp Irak’ta bir hamle daha yapmazlarsa veya plân şaşıp Türkiye öne alınmazsa, sıra artık İran’da ve Türkiye hükümeti İran’ın “demokratik İran” olması için de üzerine düşeni yapmaya hazır görünüyor.
Sırrı Süreyya Önder, telefonda konuştuğu Bahçeli’nin kendisine “Daha halay çekeceğiz!” dediğini anlatıyor. Yarın ne olacak bilemeyiz ama görünen o ki böyle giderse İran’dan önce veya sonra fark etmez, Türkiye kesinlikle “demokratikleşecek” ve eğer Bahçeli’nin sağlık durumu elverirse Türk milliyetçileri, Kürt milliyetçileri, sosyalistler, Kemalistler ve İslamcılardan veya imitasyonlarından oluşan bu “demokrasi halayı” çekilecek. Davul kimde olur bilmem ama tokmağın kimin elinde olduğu belli.
Bu gidişi durdurmak imkânsız gibi bir şey. Yine de yapılabilecek bir şeyler var ama bu niyette olanların elinde güç yok; erk sahibi olanların da gidişatı durdurmak gibi bir niyeti var mı, ondan da pek emin değilim.
06.03.2025
Yazılar
Almanya’daki Seçimler Mülteciler İçin Ne Anlama Geliyor? – Amy Dunne

Yayınlanma:
3 hafta önce-
Mart 4, 2025
Yeni seçilen lider, katı sınırlara geri dönüş de dahil olmak üzere göç yasasının dramatik bir şekilde sıkılaştırılacağı sözünü verdi.
Almanya’da geçtiğimiz hafta yapılan seçimleri muhafazakârların ve aşırı sağcıların kazanması, ülkedeki göçmen ve mültecilerin geleceği konusunda belirsizlik yarattı.
Muhafazakar Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) ve tarihi kazanımlar elde ederek ikinci sıraya yerleşen göçmen karşıtı Almanya için Alternatif (AfD), kampanyalarını göç ve iltica politikası üzerine yoğunlaştırmıştı.
Partisinin sınır güvenliği ve göçmenler konusunda daha sert bir tutum benimsemesine öncülük eden CDU lideri ve müstakbel başbakan Friedrich Merz, göçmen kökenli şüpheliler tarafından gerçekleştirilen bir dizi ölümcül saldırının ardından Almanya’nın göç yasasını dramatik bir şekilde sıkılaştırma sözü verdi.
AfD ile hükümet kurmama sözü veren Merz, aşırı sağcı partinin yükselen gücünü durdurmanın tek yolunun demokratik merkezin katı sınırlara geri dönüş de dahil olmak üzere kendi sert tedbirlerini önermesi olduğunu savundu.
Bu arada, kendisini göçmen karşıtı sağa karşı bir denge unsuru olarak konumlandıran sol parti Die Linke, sosyal adalet ve göçmen haklarına odaklanan bir kampanya ile genç seçmenlere hitap etmesi sayesinde 64 sandalye kazanarak beklentileri aştı.
Yeniden seçilen Die Linke milletvekili Clara Bunger, Merz’in seçim söylemini istismarcı olarak değerlendirdi ve onu performatif siyaset yapmakla suçladı.
“Sınırların kapatılması, insanların geri itilmesi ve gözaltı merkezlerinin genişletilmesi Almanya’da hiç kimseyi daha güvenli hâle getirmeyecektir. Bu önlemler zaten savunmasız durumda olanların acılarını daha da derinleştirecektir.” dedi.
“Gerçekten ihtiyacımız olan şey bunun tam tersi: güvenli yollar, gelenlere insani ve adil muamele ve iş, sağlık ve sosyal hizmetlere tam erişim. Almanya’ya sığınmak isteyenleri dışlamak yerine onları güçlendirmemiz gerekiyor.”
Mouatasem Alrifai gibi Almanya’da yaşayan diğer bazı kişiler ise partilerin seçim sürecinde benimsediği ve giderek sertleşen göçmen karşıtı tutumun bu hareketi daha da büyüteceğinden endişe ediyor.
Bir insan hakları aktivisti ve Tamkeen Hareketi’nin kurucularından olan Alrifai, Nürnberg Belediye Meclisi’nin uyum ve göçten sorumlu seçilmiş bir üyesi ve Almanya’ya ilk olarak Suriyeli bir mülteci olarak yerleşmiş.
Alrifai, Alman siyasi partilerinin sosyal politikalar yerine “ırkçı ve popülist söylemleri” benimsediğine inanıyor.
“Bu partilerin çoğu ilkelerine ihanet etti. Birkaç yıl önce aşırı sağcı AfD’nin ırkçı ve popülist tutumlarını eleştiren aynı partiler şimdi benzer tutumları benimsiyor” dedi.
“Bu onların popülaritesini arttırmayacak, aksine aşırı sağın yükselişini körükleyecektir çünkü insanlar her zaman orijinal olanı tercih eder. Bu partiler Almanya’yı uçuruma sürüklüyor.”
Schengen’den bir mola
Ocak ayı sonunda bağlayıcı olmayan bir kararla Alman Parlamentosu, Merz tarafından önerilen ve AB hukuku kapsamında ulusal acil durum ilan edilmesini ve katı sınırlara geri dönülerek sığınmacıların çoğuna kapatılmasını içeren beş maddelik bir göç plânını kabul etti.
Plân, ayrıca daha sıkı sınır dışı etme kuralları, Almanya’ya göç etmek isteyen belgesiz kişilere giriş yasağı ve AB çapında reform talebini de içeriyor.
Sert sınırlar, şu anda açık sınır politikasını sürdüren Schengen kurallarından uzaklaşmanın sinyalini verecektir. Ulusal acil durumlar ya da Covid-19 salgını gibi olaylar dışında kapalı sınırlar genel olarak kurallara aykırı kabul ediliyor.
Beş maddelik plân, sığınma talebinde bulunan insanların eski ordu kışlalarına kapatılmasını ve tehlikeli ve çalkantılı ülkelere “günlük” sınır dışı edilmelerini öngörüyor.
Merz, ayrıca AB’nin iltica yasalarında reform yapması için lobi yapma sözü verdi. (Son Avrupa seçimlerinde aşırı sağcı milletvekillerinin sayısında artış görüldü.) Bazı üye devletler daha önce mevcut göç kurallarının verimsiz olduğundan şikâyet etmişti; bu durum, kapsamlı reformların fitilini ateşleyebilir.
Alrifai göçmenlik konusundaki sert söylemlerin sonuçlarından korkuyor.
“Benim gibi insanlar burada yeni bir hayat kurdular ve insan haklarını savundukları için karşılaştıkları ırkçılık ve baskıya rağmen bu hayatı terk edemezler.” dedi.
“Örneğin ben burada okudum ve çalıştım, ailem ve arkadaşlarımın çoğu burada yaşıyor, dolayısıyla sınır dışı edilmek acı verici bir deneyim olacaktır; belki de Suriye’den sürülmek kadar travmatik!”
Eski başkan Beşar Esad’ın devrilmesinin ardından Suriye’nin güvenli ülke olarak sınıflandırılması hâlinde vatandaşlığa geçme başvurusunun reddedilmesinden korkuyor.
“Açıkçası bu deneyimi tekrar yaşamaya hazır değilim. Bu benim ya da herhangi bir insanın katlanabileceğinin ötesinde bir şey. Bu bir suçtur!” dedi Alrifai.
Avrupa Dış İlişkiler Konseyi Orta Doğu ve Kuzey Afrika Program Yöneticisi Kelly Petillo, Merz’in plânının kabul edilmesi halinde Avrupa’daki dinamiğin değişeceğini söylüyor.
MEE’ye konuşan Petillo, “Bence bu beş maddelik plân eğer kabul edilirse Avrupa’daki dinamiği de etkileyecektir; geçen yılki seçimlerin ardından AB siyasetinin şu anda bulunduğu nokta göz önüne alındığında daha çok siyasi cephede…” dedi.
“Ancak uygulama açısından, plân muhtemelen uygulanmayacak çünkü AB yasalarını ihlal ediyor ve Avrupa ülkeleri işbirliği yapmayacaklarını söylediler.”
Önümüzdeki zorluklar
CDU liderliğindeki yeni hükümet, önerdiği sert göç politikalarını uygulamakta yasal engellerle karşılaşabilir.
AB yasalarına göre mülteciler geldikleri ülkede işleme tâbi tutulmak zorunda, bu da Merz’in önerdiği ölçekte sınır dışı edilmelerini zorlaştırıyor. Avusturya daha şimdiden Almanya’nın sınır dışı ettiği göçmenleri almayı reddedeceğini açıkladı.
“Ulusal acil durum” ilanının Avrupa Birliği’ni tatmin edecek şekilde gerekçelendirilmesi gerekecek, aksi takdirde önerilen sınır kontrolleri yasadışı sayılacak.
Şubat ayında sivil kurtarma örgütü Sea-Watch, Avrupa Adalet Divanı’nın daha önce Macaristan aleyhine verdiği bir karara dayanarak Almanya’yı Avrupa Komisyonu’na şikayet edeceğini duyurmuştu.
“Bu kontroller devlet tarafından organize edilmiş bir hukuk ihlalidir. Orantısızdır ve insan haklarına aykırıdır,” diyen Sea-Watch sözcüsü Oliver Kulikowski sözlerini şöyle sürdürdü “Daha fazla güvenlik sağlamıyor, aksine insanları yasadışılığa itiyor ve onları daha tehlikeli rotalara zorluyor.”
Merz’in beş maddelik planının uygulanabilir olup olmayacağını zaman gösterecek. Henüz bir koalisyon hükümeti kurulmadı ve göçü CDU’nun önerdiği kadar sert bir şekilde bastırmaya niyetli herhangi bir yeni hükümet önemli engellerle karşılaşabilir.
Bu arada bir Alman hükümeti, hayat pahalılığı krizine saplanmış bir nüfus, umutsuzca yatırıma ihtiyaç duyan bir altyapı ve bu gerçekliği Almanya’nın cezalandırıcı mali kurallarıyla uzlaştırmak gibi imkânsız bir görevle karşı karşıya.
Kaynak: middleeasteye.net

Uzun yıllar boyunca türlü vesile ve araçlarla egemen dünya düzeni müdahilliğinde sürdürülen Suriye’deki yıkıcı savaş, Aksâ Tûfânı süreciyle paralellikte nihayete ererken geride yepyeni bir fotoğraf bıraktı.
İsrail’in bölgedeki güvenliğini şansa bırakmak istemeyen ve bunun için neredeyse bölgedeki bütün direniş örgütlerine ev sahipliği yapmış, Arap ülkelerinin İsrail karşısında en dişlisi olagelmiş, bir yandan da dünya düzeninin şeytanlaştırdığı İran’la ittifaktan vazgeçmemiş Suriye’yi, bir an önce AKP iktidarı tarafından yönetilen Türkiye marifetiyle ikna edip ABD-İsrail cephesine transfer etmeyi arzulayan dünya düzeni, bu amaç gerçekleşmeyince artık Suriye’yi kesin olarak bertaraf etmek, Filistin’den Lübnan’a çıkarak oradan Irak üzerinden İran’a uzanan fay hattını tesirsiz hâle getirmek için fiili müdahaleye başvurmuştu.
Bu süreç, herkesin gözü önünde oldu. Yeni bir özete elbette gerek yok. Suriye’nin ve bağlı hatların beklenen sonuna paralel biçimde, plânlaması çoktan yapılan küresel enerji hatları için acımasızca kurban verileceği anlaşılan Gazze, yine paralel bir plânlamanın neticelerini yaşadı.
Yazının tam bu noktasında müslüman halkların emperyalizmle diktatörlükler arasına sıkışan varlıklarının siyasal ve özellikle psikolojik olarak nasıl bir kıskaçta ezildiğini hatırda tutmanızı isterim. İnşallah bu mevzuya döneceğim.
İsrail, egemen dünya düzeninin rızası ve desteğiyle saldırdığı Gazze’de ağır bir tahribata sebebiyet verdi. Siyonistler, Direniş’i mağlup edemese de bu tahribatın sonuçları Filistin halkı ve coğrafyası üzerinde kendini farklı neticelerle gösterecektir. Aksâ Tûfânı’na destek için savaşa dâhil olan Hizbullah’ın, İsrail’in Lübnan’a girme plânlarına engel olsa da başta lider kadrosu olmak üzere önemli kayıplar verdiği ortadadır. İran’ın hem doğrudan kendisine yapılan saldırılar hem de bölgedeki en önemli müttefiki Suriye’yi kaybetmesi nedeniyle güç duruma düştüğü açıktır.
Suriye’nin, neoliberal faşizmin “yeryüzünde talan edilmedik mıntıka bırakmama” arzusuyla kapitalizme açılması ile birlikte yürüyen İran ve direniş örgütlerinin bertaraf edilerek İsrail’in rahatlatılması plânını, hâl-i hazırda süren YPG ile HTŞ önderliğindeki yeni Suriye rejimi arasındaki pazarlıklarla ve yine o pazarlıkların Türkiye ayağına paralel seyreden Devlet Bahçeli önderliğindeki İkinci Kürt Açılımı müzakerelerini birlikte değerlendirdiğimizde o meşhur fotoğrafın, büyüyen pikselleriyle kendini özgüvenli bir şekilde herkesin nazarına sunduğunu söyleyebiliriz.
Suriye halkının savaş boyunca çektiği acılar, göç yollarında yok olan gelecekler, mülteci olarak maruz kalınan ırkçılık ve yoksulluklar elbette hiçbir hesaba sığmaz ve sadece egemen dünya düzeninin vahşiliğini, gözü dönmüşlüğünü kanıtlar. Diktatörlüklerle böyle bir hayat arasına sıkışan halklarımızın bu makus talihlerini ancak örgütlü ve hikmeti kuşanmış İslami hareketler dönüştürebilirdi lâkin onlar da entelektüel hazırlıksızlıkları nedeniyle henüz buna muvaffak olabilecek durumda değiller. Bu, pek çok defa görüldü. Şiddete çabuk eklemleniyorlar, silahı direnişin en temel ve vazgeçilmez enstrümanı olarak görüyorlar. Bu da problemleri derinleştiriyor, halklar için çok daha büyük acılar getiriyor, “silahlanma mekanizması”nın gerçek sahibi olan egemen dünya düzeninin elini güçlendiriyor. Sözün şiddetini iptal eden, hem bölge hem de dünya halklarını düşünsel/teorik bir çerçeveye yöneltemeyen hatta yakın temas hattındaki problemlerde böyle bir güce sahip olmanın avantaj ve kibriyle hareket ederek çözümsüz yeni sorunlar yaratan bu tutum, esaslı bir sorgulamaya tabi tutulmalıdır. Özellikle Müslümanların, İslami hareketlerin bu köklü muhasebe olmaksızın hem kendilerine hem bütün bir ümmete hem de dünya halklarına bir yerden sonra sunabileceği yapıcı, üretici bir öneri olamayacaktır.
Egemen dünya düzeninin otoritesini bariz bir şekilde pekiştirdiği Ortadoğu’da, Türkiye’nin yeni Kürt çözüm sürecine şaşılası bir acelecilikle başlaması, akla gelebilecek bütün tarafların siyasal ve düşünsel hazırlıksızlıklarını ibretamiz bir şekilde açığa çıkarmıştır. Sadece az evvel kendilerini değerlendirdiğimiz İslami hareketlerin değil, faklı siyasal hatların da ne kadar zayıf olduğu, egemen siyaseti okuyamadıkları gerçeği belirginlik kazanmıştır. Dünya düzeninin ortakları güçlü ve iddialı bir edayla muhatap ve muarızlarını kendi güzergâhlarına sokmakta mahirler. Yeni bir dünya vaat etmesi, bunun ufuk ve usullerini ikna edici bir şekilde anlatıp örneklemesi gereken muhalif siyasi hareketlerin bu güçlü egemen bloğa karşı nasıl bir pozisyonda bulunduklarını sebepleriyle analiz etmesi gerekmektedir.
Türkiye’nin bir NATO üyesi ve ABD müttefiki olarak Ortadoğu’da şekillenen ve emperyalist müdahaleciliğin bir ileri aşaması diyebileceğimiz yeni süreçte yerini aldığını ve ufak tefek pürüzleri gidermeye çalıştığını görüyoruz. Elbette bütün bu adımlar egemen dünya düzeni inisiyatifinde yapılan pazarlıklarla ilerliyor. Türkiye’nin Kürt meselesindeki adımının insani/vicdani/İslami/ahlâki saiklerle değil de hem Turgut Özal zamanındaki gibi “Kürtlerle büyüme” stratejisini devralması hem de tabanının öfkesini izale etmek maksadıyla yürüttüğü İsrail karşıtı popülist politikalara rağmen İran karşıtı pekişen eksende ısrar etmesi, toplumsal çok boyutlu ilkesel zaafları bir kez daha gün yüzüne çıkarmıştır. Bu süreci sorgusuzca olumlamak elbette kabul edilemez.
Suudi Arabistan’dan Afganistan’a, Türkiye’den Suriye’ye kadar dindar görünümler siyasal arenada egemen oldu ancak dindar görünümlerin küresel sisteme çok boyutlu eklemlenişleri devam ediyor. İslam’ın küresel sistem tarafından kol ve kanatlarının budanarak sözüm ona kabulünü büyük bir tehdit ve çaresizlik olarak algılayamayan İslami çevrelerin düşünsel zafiyetlerinin had safhaya çıktığı bir kez daha anlaşılmıştır. Bütün aldatıcı görünümlerin bir araya geldiği bu akıl tutulması ânında, problemlerin fevkalâde iç içe geçerek kristalleşmesi esasen ileri derecede benzersiz ve ürkütücüdür. Karşıda beliren tabloya karşı fikri kavrayış çabasıyla, ülkelerinden bölge ve dünyanın her bir tarafına uzanabilme kabiliyetine sahip örgütlenme yükümlülükleri öylece ortada durmaktadır.
ABD ile Rusya’nın Ukrayna savaşını müzakere etme biçiminin benim “egemen dünya düzeni” tanımlamamı haklı çıkaran mahiyetine dikkatinizi çekmek isterim. Modern dönemdeki emperyalist bölüşüm savaşlarının bir uzantısı olarak görülebilecek bu savaşlar, egemen düzenin bileşenleri arasındaki itiş kakışlardan öte değerlendirilemez. En nihayetinde bu bileşenler, ezilenlerin adalet taleplerine mugayir bir pozisyonda ittifak edeceklerdir. Dolayısıyla kendi öz gücüne, dünyayı/insanlığı dönüştürebilme kabiliyetine sahip olmayan taraflar, sadece tepişen fillerin ezildiği çimler olacaktır.
İslam’ın insanlığa vaat ettikleri, tâbilerine ya da muhataplarına söyledikleri, söylemek istedikleri ile söylemedikleri bugün iyice belirsizleşmiş ve güncel çekişmelerin “dünya gerçekleri”ne kurban gitmiştir. Müslümanlar, tezlerini insanlığın önüne koyup hakikate çağıran bir rolü üstlenmekten ziyade pazarlıklar aracılığıyla irili ufaklı birtakım kazanımlara odaklanmanın ötesine maalesef geçemiyorlar. Bunun, içeriden ve dışarıdan kaynaklanan pek çok sebebi var elbette. Emperyalizm tarafından kıskaca alınmış, anlık yaşamsal aciliyetlere öncelik vermek zorunda kalmış müslüman topluluklara böyle bir eleştiride bulunmayı haksızlık sayanlar çıkabilir ancak problemlerimizin kökleriyle yüzleşmedikçe yaralarımız kanamaya devam edecektir.
Suriye iç savaşı değerlendirmeleri, tebliğ-davet-mücadele usullerine dâir nebevî kriterlerin onca tartışılmışlığına karşın yetersizlik ve zafiyetleri ortaya koyan ilk trajik örnek değildi. Bu dolayımdaki örnekleri farklı aşamalarıyla değerlendirilebilecek Afganistan tecrübesinden Filistin direnişine, İran devriminden Kafkas mücadelesine kadar pek çok sahayla çoğaltabiliriz. Şimdi, Suriye merkezli olarak ortaya çıkan yeni fotoğraftan Kürt açılımı olarak Türkiye’nin payına düşen yeni duruma yaklaşımlarda da benzer bir kriz yaşamaktayız. Düzenle çoktan bütünleşmiş ana akımın bir şekilde dışında kalmış İslami çevrelerin bu hususta genel geçer taleplerin dışına çıkabilmiş esaslı bir söylem üretememiş olması, İslam ümmetinin yaşadığı genel tıkanmayla benzerliği ortaya koysa da şimdiye değin her türlü olumsuzluklara rağmen üretilmiş ilkeselliklere ters düşebilecek önerilerin beyan edilmesi ayrı bir umutsuzluk ve çaresizlik olarak değerlendirilebilir. Bütün dinamikleriyle süreci anlayıp ona karşı nebevî bir duruş/ilkesellik/pratik/örgütlülük niyet ve cesareti olmaksızın mevcut çevrimin dışına çıkılamaz ancak onun, doğal olarak da sorunun bir parçası olunur.
Egemen dünya düzeni, şu an hem teorik hem de güce dayalı zorbalıklarla kendini dayatan bir pozisyondadır. Müslümanların modern kapitalist medeniyetin argümanlarından imtina ederek resullerin pratiklerinden ve vahyî ilkeselliklerden devşirebilecekleri bir yol haritası pekâlâ mümkündür. Problemler bugünden yarına çözülemez ancak bizden miras kalan şey ilkesellikler ve onların beslediği pratikler olabilir. İşte ancak o ilkesellikler başka bir güzergâhı vâr edecektir.
Modern tasarımların bütün bağları parçaladığı; dinin, alabildiğine tepkisellikler üzerinden alan bulduğu; işgal, devlet, diktatörlük ve hikmetsizliklerle silah ve şiddete teslim olmuş Ortadoğu’nun şûralardan kopuk halklarının şimdiye kadar herhangi bir derde deva olmamış paket önerilerden ziyade mezkûr ilkesellikleri öne çıkaran yaklaşımlara ihtiyacı var. Ancak böyle bir perspektifle bu yeni durumun aşılmasına niyet edilebilir. Bu yeni durumun, egemen dünya düzeninin hemen hemen bütün unsur ve çemberleriyle İslam’dan neşet edecek bir hakikat umudu insanlığı sarıp kuşatmasın, diye abandığı Ortadoğu’ya vaziyet eden bir kuşatma olduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır.
Kürt meselesinden Suriye iç savaşına; silah ve şiddetin, direnişin anlamlarına; küresel ittifaklar ve işbirlikçi rejimlerin pozisyonlarına; İslami olanla sûret-i haktan görünen hakikat iddialarına varana dek her bir ölümcül meselemizi kavrayıp çözmeye niyet ederken yanlış iliklenen bir düğme, pek çok şeyi berbat edebilme potansiyeli taşıyacaktır.