Söyleşiler
M. Ali Başaran – Mücahid Sağman: Filistin Meselesinin Küresel Karşılıkları

Yayınlanma:
10 ay önce-
Sitemiz yazar ve editörlerinden Mehmet Ali Başaran, “YeniPencere Özel”de Mücahid Sağman’la Filistin meselesini tarihi, kültürel ve küresel boyutlarıyla değerlendiren bir söyleşi yaptı.
Yorumlayın
-
Küresel Bir Direniş Hattı Oluşturmalıyız
-
İsrail, “Yerinden Etme”yi Psikolojik ve Fiziksel Bir Savaş Taktiği Olarak Kullanıyor
-
Üsküdar’da Gazze Eylemi: 600 Gün Direndik, Siyonizm’e Geçit Vermedik
-
Mücahit Gültekin: Aksa Tufanı Her Şeyi Altüst Etti
-
Hukuksuzluk Hikayeleri – Av. Abdulkerim Bülbül
-
Üsküdar’da Yürüyüş: Gazze’de 14 Bin Bebek Açlıktan Ölecek!

Aksa Tufanı sonrası süreci merkeze alan röportajlar serimizde bu kez sorularımı Muammer Bilgiç’e yönelttim. Sağ olsun, sorularımı genişçe cevaplayarak bilgi ve birikimini bizimle paylaştı. Biz diyerek ilgili okuyucu kitlesi başta olmak üzere genel okuyucu kitlesini kastediyorum ki Muammer Bilgiç’in bu genel kitleye esaslı eleştirileri var. Bu ülkenin ortalamasını, kendini Müslüman olarak tanımlayan milyarlarca insanı, yani “Biz”i rahatsız etmeye gelmiş olduğu sonucuna varabilirsiniz röportajı baştan sona okuduktan sonra. O, rahatsız etmekte ne kadar haklıysa, Biz de rahatsız olmakta o kadar haklıyız! Geriye, her birimizin payına düşen muhasebeyi hasat etmek kalıyor. Toprakla, bağ bahçe ile, doğa ile içli dışlı bir kelime ile muhasebeyi bilhassa yan yana getirirken Muammer Bilgiç’e şöyle bir göz kırpıyorum. Bereketli okumalar.
7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufanı, içinde bulunduğumuz coğrafya, Müslümanlar, batılı toplumlar ve daha özelde de Filistin Dostları için farklı düzeylerde kırılmaya yol açan tarihi bir olay. Bu, ana sütü kadar helal özgürlük mücadelesine Amerika ve İsrail’in başı çektiği emperyalist ve Siyonist bloğun verdiği karşılık 20 aydır devam eden bir soykırım oldu. Yıkım ve katliamlarla dolu bu dehşet verici modern soykırım tablosuna baktığınızda ne hissediyorsunuz?
7 Ekim 2023 tarihi her zikredildiğinde benim aklıma hep 6 Ekim 2023 geldi. Aynı gökyüzünün altında yaşayan 8 milyarı aşkın dünya nüfusu. Tek tek kim hangi kaygılarla ve acılarla ya da beklenti ve umutlarla 6 Ekim 2023 sabahına uyandı. Asya Pasifik’te, Sibirya’da, Himalayaların eteklerinde, Hazar’ın kıyılarında, Madagaskar’da, Kafkasya’da, Sahra altında, Şili’de ya da Peru’da. Bir insan güne nasıl başlar, kutuplardan basık ekvatordan şişkince sulu mavi bir morg olan bu gezegende sürüp gitmekte olan döngü ve devinimin ne kadar farkındadır? İstiflendiği apartmanın alt, üst ve yan duvarlarının hemen bittiği yerde başlayan komşularının ne kadar farkındadır? Hatta aynı meskeni paylaştığı eşinin, çocuklarının ya da anne babasının ne kadar farkındadır? Mesela İstanbul. Komşusu açken gökdelen dikenlerin yaşadığı istiflenme merkezi. Gini katsayısının 1’e teğet geçiyor oluşu Ayasofya’da, Sultan Ahmet’te ya da Bezmiâlem Valide Sultan Camii’nde secdeye giden kaç alında çatlatırcasına ağrıya sebep oluyordur? Gazze’de önceki İsrail saldırılarından daha şiddetli, soykırıma varan bir saldırıyla karşı karşıya kalan Filistin halkları ve onların yakınları olan diasporadaki Filistinliler hariç, 7 Ekim 2023’le birlikte tanıklık ettiğimizi düşündüğümüz zaman diliminin, pek azımız müstesna, rutininin konforunda nesneler biriktirmenin çabası içerisinde olan insanlarda bir sorgulamaya ve dönüşüme yol açtığını düşünmüyorum. Her canlı neslini devam ettirme eğilimdedir, kuş ve memelilerde endokrin sistem yavru bakımını da ortaya çıkarmıştır. İnsanı ahlak sahibi yapan, yakın kalıtımsal bağı ya da üzerinde kişisel bir çıkarı olmadığı türdeşlerinin ve diğer varlıkların da hakkını gözetmesidir. Aksa Tufanı ile başlayan süreçte ben kimden gelirse gelsin ve kime yapılırsa yapılsın işgallere, sömürüye, köleleştirilmeye, nimet ve külfet paylaşımında adaletsizliğe, yok sayılmaya ya da asimile edilmeye direnen, toplamın yanında az olsa da yine de yok sayılmayacak kadar çok güzel insanın, Avrupa ülkelerinde, ABD’de ve hatta İsrail’deki varlığından biraz daha haberdar oldum. Diğer taraftan dünyadaki tek zalim İsrail ve zulme uğrayan tek halk da Filistinlilermiş gibi yapan, ki aslında Filistinlileri de umursadıklarını düşünmediğim, böyle davranmanın getirisi olduğuna inanan bir kesimin, tırnak içinde söylüyorum, “ötekine” kayıtsızlığını da her gün yeniden yaşadım. Irak’ın işgalinde ABD ile saf tutan çevrelerin kalabalık meydanlarda getirdiği tekbirlerin, yaptığı duaların ve attığı “kahrolsun İsrail” sloganlarının “soykırımın yakıtı buradan” çığlığını bastırmak, ellerindeki Filistin bayraklarını, boyunlarındaki Filistin atkılarını ve omuzlarındaki kefiyeleri İsrail ile işbirliğini örtbas etmek için kullandıklarını görmek beni şaşırtmadı.
Öyle zannediyorum ki dünya Siyonizm’in ne demek olduğunu, Siyonistlerin nasıl insanlar olduğunu bu süreçte fark etti az çok. 1948’den bu yana müthiş bir göz boyama endüstrisini işgal ve soykırımları için seferber etmiş olsalar da maskeleri düştü, düşüyor. Siz bu değerlendirmeye katılıyor musunuz? Siyonizm nasıl bir ideoloji, Siyonistler nasıl insanlar size göre?
İnsanlarda Siyonizm’e özgü bir gen dizilimi yok. Kişide ya da toplumda ırkçılığın sebebi Mayoz bölünme, crossing-over ve döllenme değil. Siyonizm’in diğer ırkçı tutumlardan farklı olduğunu düşünmüyorum. Fırsat eline geçtiğinde kendinden olmayanı nesneleştirip boyunduruk altına almaya çalışan, kendine hak gördüğünü “ötekine” hak görmeyen, kendi varlığını, dilini, inancını, kültürünü, yaşam hakkını yüceltirken “ötekinin” diline, inancına, kültürüne tahammül edemeyen, bankacılık ve finans sistemi yoluyla (yasal tefecilik) para satarak kendilerinden olmayanları köleleştiren, bilim ve teknoloji üretiminde önde olmayı adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için değil de nimet ve külfet paylaşımındaki eşitsizlikleri artırmak için kullanan, gıdaya, suya, ilaca ulaşımın sürekli maliyetini artıran, kendi cenneti için “ötekini” yersiz yurtsuz bırakmaktan kaçınmayan her organize topluluk en az Siyonistler kadar vicdanını yitirebilir. Hatırlarsanız 6 Mayıs 2021’de İsrail yine Gazze’yi bombalamaya başlamıştı. Yine hedefinde kadınlar ve çocuklar vardı. Türkiye’de yine birçok şehirde İsrail protesto edildi. Tam o günlerde Kâbil’de Şii-Hazara nüfusun yoğun yaşadığı bir bölgede Sayed al-Shuhada okuluna yapılan saldırıda çoğu 11-15 yaş arası kız çocuğu, 100 kadar insan birkaç dakika içerisinde yaşamını yitirdi. Kabil’de çocukları katledenlerin Gazze ve Batı Şeria’da çocuk katledenlerden bir farkının olduğunu vicdan sahibi kimseye anlatamazsınız. Ve tabii, Türkiye’de Kabil’de katledilen çocuklar için meydanlara inilmedi.
Uzun yıllardır varlığını sürdüren, geniş imkânlarla kabalıklar içinde boy gösteren sayısız sivil toplum kuruluşu bu süreçte tutuk ve sinik kalmışken Türkiye, “Filistin İçin 1000 Genç”, “Direniş Çadırı” gibi küçük grupların adını duydu, eylemlerine şahitlik etti. Sizce bu normal miydi? Nasıl değerlendirirsiniz?
Türkiye’de kendilerini “İslami Sivil Toplum Kuruluşları” olarak adlandıran oluşumlar, 7 Ekim sonrasında da İsrail’in Gazze’ye yönelik orantısız saldırılarının muhtemelen bu kadar uzun süreceğini düşünemediler. Irak’ta, Suriye’de ve Libya’da ABD, İngiltere ve İsrail ile saf tutan iktidar, konu İsrail – Filistin çatışması olduğunda da en başından itibaren bir şekilde aynı pozisyonu korumaya devam etmiş ve fakat dünyaya Filistin halkının destekçisi görüntüsü vermişti. Her İsrail saldırısından sonra ekranlarda ve meydanlarda İsrail’i şiddetle kınayan açıklamalar yapılsa da -“one minute” çıkışı da dahil- bu kınamaların muvazaalı olduğunu Türkiye’nin durduğu ekseni ve iki ülke arasındaki ticareti yakından takip edenler zaten biliyordu. Ancak bu bilinirliğin geniş kitlelere ulaşması Aksa Tufanı sonrası oldu. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları hem uzadı hem de tam bir soykırıma dönüştü. Türkiye’de iktidar yine aynı taktiğe başvurarak ekranlarda ve meydanlarda İsrail’e lanetler okuyup kınadı. 12 Aralık 2023’te Kocaeli Milletvekili Hasan Bitmez, Meclis kürsüsüne “Katil İsrail / İşbirlikçi AKP” yazılı bir pankartla çıktı ve 2002’den o güne AK Parti-İsrail ilişkilerini anlatan sert bir konuşma yaptı. Meydanlarda ve ekranlarda İsrail’i kınayan AK Parti iktidarının İsrail ile ticaretini devam ettirdiğini söyledi. AK Parti grubundan Hasan Bitmez’e sataşmalar oldu, yalan söylemekle itham edildi. Kalp rahatsızlığı bulunan Hasan Bitmez, konuşmasını tamamlayıp yere yığıldığında da bunun “Allah’ın gazabı” olduğunu söylediler. Hasan Bitmez, kaldırıldığı hastanede iki gün sonra yaşamını yitirirken, o gün İsrail ile ticareti inkâr eden iktidar ise tam beş ay sonra “İsrail ile bütün ticareti durdurduk” açıklaması yaptı. Tabii bu da fiiliyatta devam etmekte olan ticareti kâğıt üzerinde sıfırlamaktan başka bir şey değildi.
Türkiye üzerinden İsrail’e demir, çelik, çimento, dikenli tel gönderilirken, Azerbaycan petrolü Türkiye üzerinden sevk edilirken, limanlarımız İsrail’e yük taşıyan gemilere açıkken kendilerini “İslami STK’lar” olarak nitelendiren oluşumlar, bir kez olsun iktidara seslenip “Vanaları kapat! Petrolü kes! Ticareti bitir! Limanları İsrail gemilerine açma!” diyemediler. Coca-Cola döktüler, Starbucks bastılar. İki ülkenin Ampute Milli Takımları karşılaşırken, biz nasıl uluslararası bir organizasyonda soykırımcı İsrail’in varlığını kabul ederiz şeklide bir itirazda bulunmayıp, hatta 6-0 maç sonucunu Gazze’de ölen çocukların intikamını almak gibi (kaç gol bir çocuğu geri getirir) tuhaf bir coşkuyla karşılayan “İslami STK’lar”, iktidarın üç günlük yas ilanını, düşük desibelli selalar okutmasını ve İsrail Filarmoni Orkestrası’nın konserini iptal ettirmesini Gazze direnişine destekten saydılar. (Sanatsal aktiviteler yenen ve yenilen olmadığı için mi yoksa günah sayıldığından mı iptal ettiriliyor, tam anlayabilmiş değilim.)
Tüm bunlar olurken, İstanbul’da, Ankara’da, Bursa’da, Eskişehir’de, Adana’da Filistin İçin 1000 Genç Platformu, Direniş Çadırı gibi küçük ama organize gruplar devam etmekte olan Türkiye-İsrail ilişkilerini ifşa etmekten geri durmadılar ve kolluk gücünün müdahalelerine ve baskısına rağmen en stratejik noktalarda eylemler yaptılar. Sözde Filistinlilerin yanında olan iktidarın talimatıyla farklı zamanlarda 100’ün üzerinde genç ya gözaltına alındı ya da tutuklandı.
Bu arada gazeteci Metin Cihan’ın çıkardığı işleri de unutmamak lazım. Hem İsrail ile ticaret yapan şirketleri ifşa etti hem de Türkiye limanlarından İsrail’e giden gemileri. Tabii, Metin Cihan’ın X hesabına erişim engeli getirildi.
Biz, Türkiye’de yaşayan Müslümanlar, Türkiye Devletinin soykırım sürecinde dahi İsrail’i desteklediğine şahit olduk. Buna engel olamadık. Limanlar ve hava sahası Siyonist çetelerin kullanımına açık. Ticaret açık veya örtülü yollardan devam ediyor. Azerbaycan petrolünü Bakü Ceyhan hattı üzerinden İsrail’e sevk ediyor Türkiye. Üstelik, özeleştiri yapacağımız yerde hamaset alıp hamaset satıyoruz. Gerçeklerle yüzleşecek iradeyi neden ortaya koyamıyoruz?
İktidar ile kendilerini “İslami STK’lar” olarak nitelendiren oluşumlar arasında simbiyotik bir ilişki var. Bu ilişki söz konusu STK’ların iktidara muhalefet yapabilme yeteneklerini sıfırladığı gibi bu STK’larda iktidarı zora sokacak taleplerde bulunmama hassasiyeti oluşturmuş. İsrail ile işbirliğinin devam ettiğini gösteren Azerbaycan petrolünün Türkiye üzerinden İsrail’e aktarılmasına son vermesi ya da İsrail ile ticareti fiiliyatta da bitirmesi gibi meselelerde iktidara baskı yapmak yerine, sokaklarda, meydanlarda, basın açıklamalarında olmayacak bir işi, -Türkiye’nin Gazze’ye asker göndermesini- talep ediyorlar. Böylelikle de Türkiye ve İsrail arasında her an çatışma çıkacakmış gibi bir algı oluşturarak, -bilerek- bu işbirliğini örtbas ediyorlar. İsrail ile ilişkilerini ifşa edecek protestoları iktidar partisinin genel merkezinin ya da il ve ilçe başkanlıklarının önüne ya da Beştepe’ye taşımadan, “Kahrolsun ABD!”, “Kahrolsun İsrail!”, “Hamas’a selam, direnişe devam!” gibi sloganlarla ABD, İsrail ya da Mısır büyükelçiliklerinin yahut konsolosluklarının önünde, çok gerekli gördüklerinde İncirlik ya da Kürecik üslerinin önünde iktidara dokunmayan eylem ya da açıklamalar yaparak, işte Starbucks basarak yahut Coca-Cola dökerek iktidarı zora sokmayacak gösterilerle, nüfuz ettikleri kitleleri hem yeniden iktidarın yanında konsolide ediyorlar hem de Türkiye – İsrail ilişkilerine gerçekten tepki gösteren gruplardan uzak tutuyorlar.
Eylemlerde AK Parti iktidarına seslenmek yerine, kim oldukları, nerede oldukları belli olmayan İslam ülkelerinin liderlerine sesleniyorlar. “Ey İslam Ülkeleri!”, “Ey İslam Ülkelerinin Liderleri!” diyorlar. Sanki Türkiye’deki iktidar elinden geleni yapıyor da buna İslam ülkeleri engel oluyormuş gibi bir algı oluşturuyorlar.
Daha ilginci aleni olan Türkiye- İsrail ilişkilerini görmezden gelip, uzun zamandır beri ABD ve İsrail’in hedefinde olan İran’ı İsrail ile gizli işbirliği yapmakla itham ediyorlar. ABD emperyalizminden değil ama Şii Hilali’nden bahsediyorlar. Suriye’de ABD ve İsrail destekli muhaliflerin yönetimi ele geçirmesini fetih olarak nitelendiriyorlar, fethedilmiş Şam’ın Suriye topraklarına giren İsrail’e mukavemet göstermeyişini görmezden geliyorlar.
Aslında yeni olan bir şey yok. 1969’da 6. Filo’nun İstanbul’a gelişini protesto eden öğrenci ve işçi örgütlerine karşı, abdest alıp namaz kıldıktan sonra ABD ile saf tutan milliyetçi-muhafazakâr kitle yine aynı yerde duruyor.
Türkiye’de milliyetçi-muhafazakâr Müslümanlık anlayışının repertuvarında “hidayete eren komünist” hikayeleri vardır. İşte şair, yazar, yönetmen ya da oyuncu, solcu, sosyalist ya da komünistken hidayete ermiş, namaza başlamıştır. Ve fakat aynı repertuvarda “hidayete eren kapitalist” hikayesi yoktur. Bu topraklarda kapitalizmin eli abdestli, dili dualı, alnı secdelidir. Makbul dindarlığın ölçüsü, kimden gelirse gelsin, kime yapılırsa yapılsın zulme karşı olmak değil de CHP’ye ve alkole karşı mukavemet göstermektir. Tabii CHP’ye mukavemet sadece CHP ile sınırlı değildir, hatta İttihat ve Terakki zihniyetini sıradan bir CHP’liden daha fazla kuşanan dindarlar vardır, Türkçe ezana karşıdır ama Tunceli ve çevresindeki topraklara Dersim demeyi, Ermeni ve Rum olmayı kötülük addeder, Kürt kimliğini ve Kürtçeyi yok sayar, Allah’a inanır, devleti kutsar…
Tarihin içinde, hadiselerin tozu dumanı içinde bazen ne yaşadığımızı idrak edemiyoruz. Gazze’de soykırım doludizgin devam ederken, Türkiye’nin İsrail’e olan desteğini eleştiren Filistin Dostlarını, Cumhurbaşkanı, “Siyonistlerin ağzı dili olma”kla suçladı canlı yayında. İtiraz eden gençler tutuklandı, işkence gördü hapsedildi. En az 100 Filistin Gönüllüsü hukuka aykırı olarak yargılanıyor. Çocuklarımız, torunlarımız 30 yıl sonra bugünlere baktıklarında nasıl bir Türkiye görecekler sizce?
Başörtüsü yasaklarının olduğu, imam-hatiplerin orta kısmın kapatıldığı, meslek lisesi öğrencilerinin katsayıya kurban edildiği, tesbih, takke ve gümüş yüzüğün suç unsuru sayıldığı, pek azı müstesna cemaatlerin baskı altına alınarak kurban derisinden dahi mahrum bırakıldığı, tesettürlü annelerin askeri okulda okuyan evlatlarının mezuniyet törenine alınmadığı 28 Şubat post-modern darbe sürecinin ardından, -bu süreç bitti demiyorum, devamında diyorum- neredeyse çeyrek asırdır, her ilçeye en az bir imam-hatip okulu açan, her hâkim tepeye bir cami konduran, neredeyse tüm resmi açılışlarda güzel sesli hafızlara Kur’an-ı Kerim’den bölümden okutan bir iktidar işbaşında. Akademide, silahlı kuvvetlerde, emniyet teşkilatında başörtüsü serbest. Yargı mesnupları ve banka personelleri arasında başörtülü kadınlar var. Millî Eğitim Bakanlığı’nın bünyesindeki yönetici kadroları hiç olmadığı kadar ilahiyat fakültesi mezunlarından oluşuyor. Kendilerini “İslami STK’lar” olarak adlandıran oluşumların organizasyon yetenekleri ve ekonomik gücü hiç olmadığı kadar yüksek. Alnı secdeli insanlar inşaat, enerji, maden ve turizm sektöründe müthiş paralar kazanıyor. Tanıl Bora’ya “İnşaat Ya Resulallah” kitabını yazdıracak kadar mütedeyyin müteahhitler var. İhracatlar, ithalatlar, ihaleler besmele eşliğinde oluyor. TRT’de bol bütçeli, namazlı, niyazlı, rabıtalı, zikirli, tekbirli, tilavetli diziler var. Ormanlarıyla, vadileriyle, gölleriyle, dereleriyle, yaylalarıyla, kıyılarıyla, toprağıyla suyuyla tüm ülke bir Kevser havuzu gibi. Hal böyleyken, TRT WORLD’ün İstanbul Kongre Merkezi’nde gerçekleştirdiği programda, Cumhurbaşkanı’nın konuşması sırasında, tırnak içinde söylüyorum, “Siyonistlerin ağzı ile konuşan birtakım gençlerin” İsrail’e yapılan petrol sevkiyatını protesto etmeleri elbette statüko için makbul ve makul bir davranış değildir. Köprü üzerinde Gazze için yapılan duaları, Hamas’a gönderilen selamları görmezden gelip, köprü altından İsrail’e demir, çelik, çimento, dikenli tel sevkiyatı yapıldığından bahsederseniz Hasan Bitmez’i TBMM kürsüsünde yakalayan “Allah’ın gazabı” elbette size de ulaşır. Başörtünüzün çekilip alınması, çıplak aramalar, kötü muameleler, “Gazze’de çocuklar ölürken Siyonist ağzı ile konuşanlar için” azdır bile.
Marx’ın dediği gibi bugünkü egemen düşünceler egemen sınıfın düşünceleridir. 30 yıl sonrasında da egemen düşünceler yine egemen sınıfın düşünceleri olacaktır. Ancak farklı düşünenler dün ve bugün olduğu gibi yarın da olacaktır. Sınır ötesindeki bir haksızlıkları -ki aslında seçici davranan- gören ama sınırın bu tarafında yapılan haksızlıklara dair tek bir cümle kurmayan koca bir kitle var. Bunu anlamlandıramıyor değilim, konforunun bozulmasını istemiyor insanlar, alışkanlıklarının, yaşam tarzlarının bozulmasını istemiyorlar, hiç düşünmedikleri gibi düşünmek istemiyorlar, sorgulamak, araştırmak, öğrenmek değil, kendilerine öğretildiği gibi, inandırıldıkları gibi yaşamak istiyorlar. Küçük dünyalarına farklı yaşam tarzlarının, farklı düşüncelerin, farklı tarih okumalarının girmesini istemiyorlar. Kutsallık atfettikleri inşaat malzemelerinin ve öteki nesnelerin, kan ve kemikten kahramanlarının yerle yeksan olması ihtimalinden korkuyorlar.
KHK’lıların adalet arayışı, Cumartesi Anneleri’nin evlatlarının ölü bedenlerini arayışı, Barış Akademisyenleri’nin geçimi, Gülistan Doku’nun akıbeti, Dedeoğulları Ailesinin başına gelenler, Şenyaşar Ailesinin yaşadıkları, Emine Büyüknohutçu’nun hukuk mücadelesi, Kaz Dağı’ndaki, Akbelen Ormanı’ndaki, Fatsa Yukarıbahçeler’deki, Cerattepe’deki yağma ve talan, ormansızlaştırma, sulak alanların yok edilmesi, biyolojik çeşitliğin azaltılması, çıplak arama ve işkence iddiaları, üç dönemdir devam eden kayyım uygulamaları, yaşlı ve hasta mahpuslar, Gezi Davası, Cemil Çağırga’nın üç gün derin dondurucuda, Taybet İnan’nın dokuz gün sokakta bekletilen cesetleri, kadın cinayetleri, tutuklu gazeteciler, Ebdo Ailesinden 7’si çocuk 9 kişinin öldürülmesi, Kanun Hükmü filmine getirilen gösterim yasağı, Grup Yorum şarkılarına getirilen erişim yasağı, en son TBMM’den geçen ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilen sakıncalı bulunan mealleri yasaklama, toplam ve imha ettirme yetkisi neden kendini “İslami STK’lar” olarak adlandıran oluşumların hiç gündeminde olmamışsa, 100’den fazla Filistin gönüllüsünün haksız hukuksuz bir şekilde gözaltında alınışı, tutuklu ya da tutuksuz olarak yargılanıyor oluşu da aynı nedenle gündemlerinde olmayacaktır.
Filistin Mücadelesi denildiğinde Türkiye’de “sol” akla gelirdi. Solcular bu dava uğruna mücadele edip bedeller ödediler. Nasıl bir kırılma yaşandı ki bugün bu dava -istisnalar bir yana- Müslüman Mahalle ile sınırlı bir dava halini aldı? Bildiğim kadarıyla dünyanın her yerinde böyle bir ayrışma yaşanmadı.
Hatırlarsanız Aralık 2017’de, Balfour Deklarasyonu’nun 100. Yıl dönümünde, Trump, İsrail’in Kudüs’ün “bir bütün ve ebedi başkent” oluşu kararını tanıdığını açıklamıştı. O zaman da Türkiye’de Filistin yanlısı gösteriler yapıldı. Gösteriler iki şekilde cereyan etti: Gazsız ve susuz olanlar, gazlı ve sulu olanlar. Sol grupların yaptığı Filistin’e destek gösterilere polis müdahale etti. Biber gazı da kullanıldı, tazyikli su da sıkıldı. Bu gösterilere dair haberler ne ana akım medyada yer aldı ne de pek azı müstesna muhalif Müslümanların haber sitelerinde. Aynı zamanda aynı şehrin farklı mekanlarında ya da farklı zamanlarda aynı şehrin aynı mekanlarında Filistin için sokağa çıkan iki grup var ve birinin diğerinden haberi yok.
Siz, Filistin davası -istisnalar bir yana- Müslüman mahalle ile sınırlı bir dava halini aldı diye düşünürken, Filistin için biber gazı ve tazyikli su yiyen, gözaltına alınan ya da tutuklanan sol gruplar da şöyle düşünüyor: “Samimi birkaç küçük mütedeyyin topluluk hariç, Türkiye’deki İslamcılar ABD ve İsrail ile iş tutuyor.”
Ben özellikle takip ettim. 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı operasyonu ve sonrasındaki gelişmeler üzerine sol kesimin tavrı ne olacak. Belki az çok tanıdığım için olsa gerek şaşırmadım, EMEP, SYKP, ESP, Yeşil Sol Parti, TİP, TKP, istisnasız hepsi İsrail işgaline karşı Filistin halkının yanında yer aldıklarını söylediler. 15 Ekim 2023’te İstanbul’da Saadet Partisi, HÜDA-PAR’ın da katılımıyla Filistin’e destek için miting düzenlerken, Ankara’da Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin Olağanüstü Büyük Kongresi’nde konuşan yeni Eş Genel Başkanlar Tülay Hatimoğulları ve Tuncer Bakırhan, İsrail’in 100 yılı aşkındır Filistin toprakları üzerinde devam eden işgal politikalarını reddettiklerini açıkladılar.
İlginç olan şuydu. Sol, sosyalist ya da komünist partilerin ve oluşumların İsrail karşıtlığını ve Filistin halklarına verdiği desteği görmezden gelenler, CHP’nin yeni genel başkanı Özgür Özel’in 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı’nı “HAMAS terör örgütü tarafından yapılan bir saldırı” olarak nitelendirmesine takıldılar. Ki Özgür Özel, partililerinden, en azından bir kısmından uyarı almış olacak ki sonradan “ben HAMAS’a terör örgütü demedim, eyleme dedim” açıklamasında bulundu. Tabii haklarını yememek lazım, AK Parti cenahından hiç kimse HAMAS’a terör örgütü demedi. HAMAS’a selam, Gazze’ye dua, İsrail’e demir, çelik, çimento, dikenli tel ve petrol gönderdiler.
Özgür Özel, milyon defa HAMAS’a terör örgütü dese, bu İsrail jetlerine yakıt olan bir damla petrolün yerini tutmaz. Ayrıca CHP, İstanbul Milletvekili Yunus Emre’nin genel kurulda iktidarın Filistin meselesindeki ikiyüzlülüğünü dile getiren enfes bir konuşması var.
Diğer taraftan ABD’de okuyan, sosyalist bir öğrenci olan Ayşenur Eygi Ezgi’yi unutmamak gerekir. Filistin halkına destek olmak için okyanusu aşıp Batı Şeria’ya geldi ve orada işgalci İsrail askerlerinin namlularından çıkan kurşunla başından vurularak öldürüldü. Dün olduğu gibi bugün de sol, sosyalist, komünist çevreler Filistin halkı için bedel ödemeye devam ediyor, yine dün olduğu gibi 6. Filo eylemlerine karşı ABD ve İsrail ile saf tutan muhafazakâr çevreler birtakım ulusalcıların – ulusalcılar sol, sosyalist ya da komünist olmadıkları halde-, Filistin meselesine yaklaşımı solun İslam düşmanlığı olarak göstermeye çalışıyorlar. Sanırım büyük bir kitleyi de bu konuda ikna ediyorlar.
Diğer taraftan İspanya’dan Ione Belarra başta olmak üzere İrlanda’da, Fransa’da, Almanya’da, Danimarka’da, İngiltere’de, İtalya’da, ABD’de ve başka birçok ülkede azımsanamayacak kadar çok sol, sosyalist ya da komünist siyasetçi, akademisyen, sanatçı, aktivist, parti ve platform Filistin halklarına çok açık ve net destek vermektedir. Bu ülkelerde yapılan Filistin yanlısı eylemlerde de göstericiler defalarca polisle karşı karşıya gelmiştir. Yine ilginç olan bir durum, TRT ve Anadolu Ajansı, Batılı ülkelerinde polisin Filistin yanlısı göstericilere müdahalesini anında haber geçerken Türkiye’de Filistin dostların kolluk tarafından defalarca darp edilmesini görmezden gelmişlerdir.
Türkiye’de Filistin Mücadelesi, özellikle 2000 sonrası, şiddet dışı, barışçıl bir hat üzerinde yürüyor. Ara ara “şiddet” nedir, ne kadarı meşrudur gibi tartışmalar gündeme geliyor bazı küçük gruplar arasında. Siz hak mücadelesinde şiddetin bir enstrüman olarak kullanılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
14 Aralık 2008’de Bağdat’ta Iraklı gazeteci Muntazar el-Zeydi ayakkabılarını çıkarıp, Irak Başbakanı Nuri el-Maliki ile ortak basın toplantısı yapan ABD Başkanı George W. Bush’a fırlattı. Şimdi bunu, yani ayakkabı fırlatma olayı hukuki açıdan fiili saldırı girişimi olarak değerlendirilebilir. “Şiddet içeren protesto” veya “saldırı teşebbüsü” diyenler olacaktır. Diğer taraftan bu hedef kişiyi aşağılamak amacıyla yapılan sembolik bir protesto olarak da görülebilir. Bir şiddet eyleminde muhatabına fiziksel açıdan zarar verme amacı vardır. El-Zeydi’nin yaptığı ise politik bir mesaj vermekti. Bunu da agresif bir protesto olarak değerlendirenler olacaktır. İsrail’in yaptığı soykırıma bir Avrupa ülkesinde bir şekilde destek olan ya da sessiz kalan etkili ya da yetkili kimselere yumurta atmak fiziksel bir zarar vermekten ziyade sarsıcı bir mesaj vermek olarak nitelendirilebilir.
Diğer taraftan soykırıma uğrayan, yaşam hakları ellerinden alınan, evleri ve iş yerleri yıkılan, topraklarından çıkarılan insanların buna karşı direnmelerini şiddet olarak nitelendirmek, öz savunma haklarını, direnişi yok saymak ve işgalciyle işbirliği yapmak değilse, nedir?
Gazze’de ya da dünyanın bir başka yerinde çocuklar ve kadınlar öldürülürken, hastaneler ve okullar bombalanırken, insanlar canlarını, gözlerini, ellerini, ayaklarını kaybederken, insanlar tecavüze uğrarken, işkenceye maruz kalırken, geleceklerini kaybederken, vicdan sahibi insanların yasal haklarını kullanarak, bu kötülükleri duyurmalarına, protesto etmelerine ve halkın vergileriyle maaşları alan yöneticilerden buna engel olmalarını istemelerine kolluk gücüyle keyfi bir şekilde engel olmak şiddet değilse, nedir?
Türkiye’de neden belli ilkeler etrafında buluşup partiler, hizipler, ideolojiler üstü bir hak mücadelesi veremiyoruz? Gazze’de cereyan eden ve zalim ile mazlumu, ezen ile ezileni ayıran, ayan beyan ortaya koyan soykırım gibi dehşet verici bir trajedi bile bizi bir araya getiremezken soruyorum bu soruyu.
Sanırım birçoğumuz en dehşet verici trajedi olarak kendi yaşadıkları acıyı görüyor ve insanların ayan beyan olan bu acıyı nasıl görmezden geldiklerini, bu acı karşısında nasıl duyarsız kaldıklarını sorguluyor. Gazze’deki soykırımı dert edinenlerin yapması gereken, “insanlar niçin Filistin meselesi etrafında kenetlenmiyorlar?” demek değil. Biz Gazze için gösterdiğimiz duyarlılığı aynı şehirde yaşadığımız, yolda, sokakta, bir toplu taşıma aracında karşılaştığımız, ama selamlaşmadığımız, ama tanışmadığımız, ama hikayesini bilmediğimiz insanların acıları için gösteriyor muyuz? (“Hangi acılar Gazze’de yaşanan acılarla bir olabilir ki?” demek körlüğün itirafıdır.)
Acıları yarıştırıyoruz ve önceliklerimiz farklı. Yine birçoğumuz kendimizden görmediklerimizin en başta varoluşlarını hak olarak görmüyoruz. Varoluşlarını hak olarak görmediğimiz insanların haksızlığa uğramış olma ihtimalleri ise aklımızın ucundan geçmiyor. Her şeye rağmen onlarla bir arada yaşıyorsak, varoluşlarını bir şekilde kabullenmişsek yine de endişelerimizin, kaygılarımızın, umutlarımızın ve beklentilerimizin farklı olduğu unutup onların bizi anlamasını istiyoruz. Bizim ne onları anlayacak vaktimiz var ne de Gülten Akın’ın dediği gibi “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya.”
10 Ekim Gar katliamının, Suruç katliamının, Roboski katliamının, Maraş, Çorum, Sivas katliamlarının anmalarına gitmiyoruz ama onlar Nekbe (Nakba) Günü’nün yıl dönümünde aramızda olsun istiyoruz. EMEP İzmir İl Örgütü’nün Nakba anmasından ise hiç haberimiz olmuyor.
Kürtlerin bir sözü var, “mirî di mala me de ye, em ji bo xelqê digirîn”, ölü bizim evimizde biz başkasına ağlıyoruz. Tabii ben, önce yakınımızdaki acıları görelim, sonra uzaklara bakalım demiyorum. Aynı anda ikisi de mümkündür diyorum.
Problem ahlakın cinselliğe indirgeyip kendimiz için istediklerimizi başkalarına hak görmeyişimiz, kendimiz için istemediklerimizi başkaları için müstahak görmemiz. Türk’e helal olan Kürt’e de helaldir sözünden rahatsız olanlar var, halbuse (hal bu ise) Arap’a helal olan Ermeni’ye, Rum’a, Sırp’a, Rus’a da helaldir.
Mustafa Akkad’ın The Message (Çağrı) filmini yıllar sonra yeniden izlediğimde fark ettim. Aslında mesaj, filmin ilk sahnesindeydi. Maurice Jarre’nin muhteşem müziği eşliğinde ufukta beliren üç atlı, çölde, kum tepelerinin aralarında bir müddet birlikte ilerlerler ve sonra üç ayrı istikamete yönelirler. Merhum Akkad filmi, Hudeybi’ye sonrasından başlatmıştır. Atlılar Bizans’a, Mısır’a ve İran’a gönderilen elçilerdir. Omuzlarındaki yük, silm’dir, selam’dır, İslam’dır, Türkçe söylersek “barış”tır. Allah, âlemlerin rabbidir, Resul, âlemlere rahmettir, teklif tüm insanlığadır. Hal böyle iken etnisitesi, dili, inancı, mezhebi, partisi, derneği, sendikası, yaşam tarzı farklı diye, yine tırnak içinde söylüyorum, “öteki” olandan uzak duran bir Müslüman tipolojisi ortaya çıkmıştır.
Hak ve adalet mücadelesi vermenin yolu en başta bize benzemeyenlerle oturup çay içmekten ve onların hikayesini dinlemekten geçiyor.
Türkiye’de bilhassa son 10 yılın kelimesi nedir diye bir anket yapsak, “kutuplaşma” ilk sıralarda gelir herhalde. Sizce ilk üçte hangi kelimeler yer alır, merak ettim. Sorum şu: Bu topraklarda kimsenin kimseyi ötekileştirmediği, herkesin bir diğerinin haklarına saygı duyduğu bir toplumsallığı, emin beldeyi nasıl tesis edebiliriz?
Son 10 yıla (zamanın 10 yıl, 50 yıl, 100 yıl ya da1000 yıl olarak taksim edilmesini anlayabilmiş değilim 😊) bana göre damgasını vuran önce olumsuz üç kelimeyi söyleyeyim: Kutuplaşma, keyfilik ve dinbazlık. Yaşadığımız günlere tam olarak sirayet ettiklerini söyleyemesem de yine bana göre çok alametleri beliren olumlu üç kelime ise: Yüzleşme, helalleşme ve kucaklaşma.
Kimsenin kimseyi ötekileştirmediği bir dönem sanırım hiç yaşanmamış ama her dönemde herkes için yaşamı kolaylaştırmanın ve güzelleştirmenin mücadelesini veren insanlar olmuş. Mesele bu insanları organize edebilmek, çünkü iyiliklerin organize olmayışı kötülüğün gücünü artırıyor. İsrail tek başına değildir, başta ABD ve stratejik ortakları olmak küresel sömürü sisteminin tüm enstrümanları İsrail’in yanında yer almaktadır. Filistin halkları da yalnız değildir, Hıristiyan, Yahudi, Müslüman, bir inancı olan ya da olmayan, sol, sosyalist, komünist dünyanın tüm vicdanlı insanları da -Filistin halkları dahil olmak üzere- haksızlığa, adaletsizliğe uğrayan, yok sayılan, sömürülen halkların yanındadır. Biz, insan için tek coğrafi sınırın biyosfer olduğunu görüp, küresel sömürü sistemine karşı tüm bu vicdanlı insanların organize olmasıyla küresel bir direniş hattı oluşturmanın gayretinde olmalıyız.
Sorularınız için, bana söz söyleme imkânı verdiğiniz için çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.
Söyleşiler
Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: Gözaltı, İşkence ve Tutuklama
Yayınlanma:
1 hafta önce-
Mayıs 26, 2025
Türkiye’nin tarihi hukuksuzluklarla tıka basa dolu bolca karanlık içeriyor. Hangi ideolojiye sahip olursa olsun, hiçbir suçu olmayan birinin gözaltına alınıp tutuklanması ne yazık ki halen sıradan vakalardan biri sayılıyor. Hukuk’a, yargıya güven yerlerde süründüğü için olsa gerek bilhassa siyasetçiler, zulümleri örtmek için, ikide bir, “Türkiye bir hukuk devletidir”, “Yargı bağımsızdır, kararlarına müdahale edemeyiz” gibi aklımızla alay eden ifadeler kullanıyor. Her şeye rağmen ben şimdiye dek Türkiye’de Filistin Dostlarının barışçıl protesto gösterisinde bulunup gözaltına alındığına ve hem Emniyet’te hem de cezaevinde işkence görüp tutuklandığına şahit olmamıştım. Tüm bunlar biz yaşarken oldu. Başörtüsü meselesi ile iktidar olan ve Filistin Davasının hamiliğine soyunan bir iktidar zamanında başörtülü gençler, içinde “çıplak arama” da bulunan işkence ve kötü muamelelere tabi tutuldular. “Filistin Dostları Neden Yargılanıyor?” diye sormuştuk. Daha pek çok soruyu sormamız gerekiyor. Fotoğrafta gördüğünüz gençler maskeleri düşüren soruları sordukları için mahkeme kapılarında süründürülmek isteniyor. O gençlerden ikisi ile konuştum. “Filistin Direniş Okulu”nun talebeleri olan Gülşah Eldemir ve Şeyma Yıldırım’ın gözünden olan bitenleri ve bir türlü bitmeyenleri okurken eminim siz de birkaç mübarek soru soracaksınızdır. Belki kendinize, belki muhâtaplarına.
29 Kasım 2024 tarihinde İstanbul’da TRT’nin düzenlediği bir programda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı protesto edenler arasında yer aldığınız için gözaltına alınıp tutuklandınız. Kısaca kendinizden bahsettikten sonra neyi, neden protesto ettiğinizi anlatır mısınız?
Gülşah:
İstanbul’da yaşıyorum. Yapay zekâ uzmanı ve aktivistim. 20 aydır SOCAR adlı firmanın Bakü’den aldığı petrolü İsrail’e satmasını protesto ediyorum. Defalarca kez çeşitli yollar ile sesimizi duyurmaya ve kanlı ticarete dur demeye çalıştık, çalışıyoruz. Bu petrol ticareti ile Türkiye’nin soykırıma ortak olduğunu dile getiriyoruz. Ayrıca aylardır Türkiye- Haifa arasında yoğun bir gemi trafiği varken Haydarpaşa Limanı’nda Gazze’ye insani yardım götürmeye çalışan Vicdan Gemisi hukuksuz bir şekilde limanda tutuluyordu. 2024 Kasım ayında sosyal medyada, TRT WORLD FORUM 2024 programına SOCAR firmasının CEO’su Elchin İbadov’un konuşmacı olarak davet edildiğini gördüm. Bu duruma seyirci kalamazdım. Programa giderek sesimi yetkililere duyurmak istedim. Programa kayıt yaptırdım ve içeride olanlardan birisiydim.
Şeyma:
Ben İstanbul’da yaşayan bir genç aktivistim. 7 Ekim’den beri Filistin mücadelesinin içindeyim çünkü orada yaşananlar hepimizin insanlık sınavı. 29 Kasım’da TRT World’ün programında, Türkiye’nin Filistin konusundaki ikiyüzlü politikasına dikkat çekmek için oradaydım. Socar CEO’sunun orda bulunmasını protesto etmek için oradaydım. Filistin’e destek veriyor gibi görünüp aslında İsrail’le ticari ilişkileri sürdüren bir ülkenin liderine seslenmek istedik. Mesele, bir kişinin konuşmasını engellemek değil Filistin halkına karşı süren bu büyük ikiyüzlülüğü ve sahte dayanışmayı ifşa etmekti.
Tutuklanan 9 kişi olarak birlikte mi hareket ettiniz?
Gülşah:
Programa kayıt yaptırıp bireysel olarak katılım sağladım. Sırasıyla TRT Genel Müdürü, İletişim Bakanı ve Cumhurbaşkanı konuşmalarını yaptı. Filistin temalı bir belgesel yayınlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşma yaparken salondan sesler yükselmeye başladı. Düşünün… Bir soykırım işleniyor ve bu soykırıma yakıt bizim elimizle gidiyor. Bu ticaretin muhatabı ise Filistin temalı bir programda konuşmacı olarak yer alıyor. Elbette ki buna birileri karşı çıkacaktı. O anda doğal olarak protestolar gerçekleşti. Ben de o protestoculardan birisiydim. Cumhurbaşkanı’na sorularımı yönelttiğim protestomu gerçekleştirdim. Birkaç kişiyi aylardır yapılan eylemlerde görmemin neticesinde simaen tanıyordum fakat salon içerisinde olan 4 kişi ve dışarıda eylem yaptıklarını bilmediğim 5 kişi olarak gözaltına alındığımız çevik kuvvet aracında tanıştık.
Şeyma:
Eylem öncesi hiçbirimizin birbirinden haberi yoktu, tanışmıyorduk bile ve açıkçası tek başıma olduğumu sanıyordum bu sebeple çok da gergindim. Ama aslında Hepimiz ortak bir vicdanın sesi olmuşuz meğer ve o gün orada aynı hisle buluşmuşuz. Bizi bir araya getiren şey, ortak bir öfke ve dayanışma olmuş.
Bir STK, cemaat veya tarikata mensup musunuz? İçinde bulunduğunuz yapı adına mı hareket ediyorsunuz?
Gülşah:
Bu yaşıma kadar herhangi bir dernek/vakıf/STK/siyasi parti üyeliğim olmadı. Bu protesto tamamen 20 aydır meydanlarda “Filistin için ne yapabilirim, bu soykırıma ses olmak için neler yapabilirim, çaresiz bir seyirci olarak kalmayıp ülkemde neleri değiştirebilirim” soru ve arayışlarının sonucuydu. Yönlendiren herhangi bir kişi ya da kurum olmadığı gibi birlikte hareket ettiğim kimse de yoktu.
Şeyma:
Hayır, herhangi bir cemaatin, tarikatın ya da resmi bir yapının parçası değilim. Ben bir bireyim, sadece insanlık onuruna sahip çıkan biri olarak oradaydım. Filistin meselesi bir grup ya da kurum meselesi değil, insanlık meselesidir. Orada olmamın nedeni de bu insanlık borcuydu.
Size gözaltında ve cezaevinde kötü muamelede bulunulduğu kamuoyuna yansıdı. Dahası, çıplak aramaya maruz kaldığınız iddiası tartışmalara sebep oldu. Bunları konuşmak sizi rahatsız etmeyecekse, yaşananları aktarır mısınız?
Gülşah:
Haberlerde birinin bunları yaşadığını duymuş olsaydım belki bir ihtimal, “bu kadar da olmaz” derdim. Başıma gelince içinde bulunduğum durumun vehametini daha iyi anlatabiliyorum. Gözaltına alındığımızdan andan itibaren bizimle uğraşıldığını, yıldırmaya çalıştıklarını fark ettik. Hızlıca halledilebilecek işlemler için bile saatlerce aç ve belirsizlik içinde bekledik. Vatan Emniyet’te 3 gün kaldık. Öncelikle bizi narkotiğin deposunun olduğu izbe bir yere götürdüler. Eşyalarımın teslim alındığı ve üst araması yapılan bir süreç ile başladı her şey. 4 kadın polis ile beraber siyah camlı bir odaya gittim. Eşyalarımı teslim ettim ve üst aramam yapıldı. Ayakkabı bağcığı, başörtü iğnesi ve saç tokasını bu aşamada teslim ediyorsun ve mont, başörtü gibi kaba kıyafetlerim çıkartılarak “kaba üst” aramam yapıldı. Evrak işleri tamamlandıktan sonra başka bir üst araması için kadın polis ile başka bir odaya götürüldüm. Burada kaba üst araması olduğunu düşündüğüm fakat kıyafetlerimin çıkartılarak sadece iç çamaşırı ile kalınan ve el ile arandığım daha ayrıntılı, temas edilen bir aramaya tabi tutuldum. Belki genel halleri böyledir bilmiyorum fakat tüm gözaltı sürecinde polislerin kaba tavrı tek başına insana kendini kötü hissettiriyor. Daha sonra 7 kadın olarak aynı koğuşa getirildik. İçerisi oldukça pisti. Üzerimize örtebileceğimiz battaniyeler vardı fakat kokuyordu. Kış ayı olmasına rağmen üzerimi örtemeden uyudum. İnançlı biriyim ve namaz kılmak için gerekli koşulları hiçbir şekilde sağlayamadık. Namaz saatini bilemiyorduk. Yere serebileceğimiz temiz bir örtü yoktu. Ellerimizi yıkayabileceğimiz sabun yoktu. Sabun ve peçetenin yasak olduğunu söyleyip ısrarla getirmediler. Kadın ve erkekler aynı tuvaleti kullanıyorduk ve sabun olmayışı bizi en çok yoran şeydi. 2 gün boyunca yalvardık ve sonunda bir sabun getirdiler. Ben romatizma hastasıyım. Yaşadığım süreç ağrılarımı artırmıştı ve her gün istememe rağmen ilaç raporumun gözükmediği gerekçesiyle ilacımı vermediler. Hâlbuki sistemde bu hastalığı taşıdığım ve kullandığım ilaçlar belliydi. 3 günlük gözaltı süreci sonrası mahkemeye çıkarıldık. Vatan Emniyet’teki gözaltının son günü ve Silivri Cezaevi’ne gidip ilk yemek verilene kadarki süreçte toplamda 36 saat aç bırakıldık. Silivri’ye geldiğimizde ilk kayıt işlemleri için ayakta olacak şekilde 10 saat kadar bekletildik. Bu süreçte medyaya da yansıyan “çıplak arama” ve “başörtü kesilmesi” olayları yaşandı. Dediğim gibi başıma gelmeseydi belki de bu kadar da olmaz diyebilirdim. Adalet Bakanı’nın iftira atarak kabul etmediği çıplak arama maalesef ki yapıldı. Vatan Emniyet sürecinde anlattığım ayrıntılı arama değildi bu. Tamamen çıplak bırakılarak ve uyuşturucu saklama şüphesiyle öksürtülerek yapılan aşağılayıcı ve utanç verici olan “çıplak arama” idi. Kıyafetlerimizin hepsi alındı ve üzerimizde uzun olmayan, tesettüre uymayacak şekilde bırakıldığımız kıyafetler ile kaldık. Benim takmış olduğum şalımı herhangi bir açıklama yapmadan, “kesmemiz gerekiyor” diyerek ortadan kestiler. Kısa kalan parçası ile 2 gün boyunca kendimi kapatmaya çalıştım. En çok zoruma giden şeyler, namaz kıldığımda hiçbir şekilde tesettürümü sağlayamamış olmam ve erkek avukatlarımız geldiğinde de tesettürsüz bırakılmış olmamdı. Bu yaşanılanın “dini inançları önemseyen” bir devlet kurumunda yaşanmış olması ayrıca üzücüydü.
Şeyma:
Evet, ne yazık ki çıplak arama dâhil olmak üzere aşağılayıcı muamelelere maruz kaldık. Bu uygulamalar insan onuruna aykırı ve asla kabul edilemez. Orada bir suç işlemiş gibi değil, sadece sesimizi çıkardığımız için bir cezalandırmaya maruz kaldık. Fiziksel şiddet, psikolojik baskı ve bu tarz insanlık dışı muameleler çok yıpratıcıydı. Bunları anlatmak kolay değil ama bunların üstünü örtmek de doğru değil. Çağlayan’da karar sonrası Silivri’ye gönderilirken yaşadığımız darplar için herhangi bir doktor bizi görmediği için daha agresif davrandılar.
Cumhurbaşkanını protesto etmenin böylesi bir sonuç doğurabileceğini öngörmüş müydünüz?
Gülşah:
Bulunduğumuz program bir FORUM’du. İkinci konuşmacı olan İletişim Bakanı Fahrettin Altun, protestolardan hemen önce Cumhurbaşkanımızın ne kadar bağımsız, dünyaya kafa tutan, haksızlık gördüğünde korkmadan konuşan biri olduğundan ve içinde bulunduğumuz programın özgürce fikirlerimizi konuşabileceğimiz bir yapıda olduğundan bahsetmişti. Gücü elinde bulunduran, sözü kuvvetli bir devlet reisi olarak cumhurbaşkanının en azından bizleri yanına çağırıp haksız isek haksızlığımızı konuşacağı bir beklenti içinde oluyorsun fakat maalesef bizde ağzını açan hemen susturuluyor. Açıkçası program bitene kadar bir yerde tutulabileceğimi, birkaç günlüğüne gözaltı olabileceğini ya da tutuklanacağımı düşünüyordum fakat “özel muameleye” maruz kalacak kadar tutukluluk yaşayacağımı düşündüysem de kondurmamıştım.
Şeyma:
Açıkçası, Türkiye’de sesini çıkaranların başına neler geldiğini hepimiz biliyoruz. Ama buna rağmen susmak, olanlara ortak olmak anlamına gelirdi. Bu yüzden riskin farkındaydım, ama vicdanım rahat olduğu için o gün orada olmaktan da pişman değilim.
Cumhurbaşkanının siz protestocuları “Siyonistlerin ağzı dili olmak” ile suçladığını işittiğinizde ne hissettiniz?
Gülşah:
Kurduğumuz cümlelerin hepsi videolarda ve ifadelerde medyaya yansıdı. İsrail’e giden gemilere karşı çıkmak mı siyonistlerin ağzı dili olmaktır yoksa bu katiller ile iş yapanlar mı? Canlı yayında ya da videolarda o sözü duymak ile hemen gözümün önünde bu cümleye şahit olmak, “sayın cumhurbaşkanım” diyerek söze başlayan birinin direkt bu söze muhatap olmasını duymak ağır bir durum. Daha ağır olan ise Türkiye’ye değer katacağını düşündüğümüz eğitimli gençlerin olduğu salon ahalisinin ne olup bittiğini hiç sorgulamadan saniyesinde holiganlığa tutulup art arda sloganlar atmasıydı.
Şeyma:
Bunu duyduğumda öfkelendim ama bir yandan da şaşırmadım. Türkiye’de Filistin için sokağa çıkanlara bile Siyonist denmesi, iktidarın ne kadar tutarsız ve samimiyetsiz olduğunu gösteriyor. Filistin için sesimizi yükseltirken, İsrail’e en çok ticari destek verenlerden biri olan bir yönetimin bizi Siyonistlikle suçlaması tam bir çelişki.
Hangi suçtan ötürü yargılanıyorsunuz?
Gülşah:
İlginçtir ki dışarıda kanuni hakları çerçevesinde eylem yapan 5 kişi ile akredite olup programa katılan 4 kişi de aynı suçtan aynı dosya içinde yargılanıyoruz. Gösteri ve yürüyüş kanununa muhalefet ile suçlanıyoruz.
Şeyma:
Cumhurbaşkanına hakaret, toplantı ve gösteri yürüyüşü kanununa muhalefet gibi suçlamalar var. Ama esas suçumuz, gerçeği söylemek. Çünkü bu ülkede gerçeği söylediğinde seni cezalandırıyorlar.
Yargılama ne aşamada? Mahkemede nasıl bir atmosfer var? Bize biraz gözlemlerinizden bahseder misiniz?
Gülşah:
Gözaltı sonrası ilk çıktığımız mahkemede hâkime hanım 5-10 dakika kadar kısa bir süre içinde birbirinden tamamen ayrı kişiler için tek bir karar ile tutuklama çıkarttı! Ellerinde herhangi bir somut delil olmayınca, kanuni hakkımızı kullanarak yaptığımız eylemleri suç kategorisine koyamayınca ellerinden geldiği kadar yıldırma peşindeler. Yurtdışı yasağımız var. Basit gerekçeler ile mahkeme tarihi uzun ay aralıkları ile erteleniyor. Vermek istedikleri gözdağını görüyorum fakat bunun benim için yıldırıcı bir anlamı yok. Mahkemede avukatlarımız her ayrıntıya değinen bir savunma gerçekleştirdiler. “Dönüp de teşekkür etmemiz gereken gençleri bu şekilde yıpratmak tarihi bir ayıptır” diyerek aslında yapılan hukuk zulmünü de belirtmiş oldular. Şu anda 3 yıl hapis istemi ile yargılanıyoruz.
Şeyma:
Mahkemede adil bir ortam olduğunu söylemek zor. Savunmalarımız çoğu zaman dikkate alınmıyor, taleplerimiz ya reddediliyor ya da görmezden geliniyor. Dosyamıza dair taleplerimize dair net bir cevap almak bile zor. Mahkeme salonunda, özellikle bizim davamızda, iktidarın baskısının hissedildiğini düşünüyorum.
Türkiye’de Filistin mücadelesi İsrail zulmü kadar güçlü değilse de köklü bir geçmişe sahip. Filistin Dostları sizi, size yapılan haksız ve hukuksuz muameleyi nasıl görüyor? Destek mesajları alıyor musunuz?
Gülşah:
Silivri’de motivasyonumu en çok dirilten olaylardan birisi de dışarıda bizlere yapılan haksızlığa karşı duran kişilerin olduğunu bilmemdi. Neredeyse her kesim bu hukuksuzluğa karşı çıktı. Adımıza şarkılar yazıldı, tweetler atıldı, destek mesajları geldi, eylemler düzenlendi. Elhamdülillah topyekün dur diyebildik. Sözü direkt muhatabına söylemek halkta büyük bir ilgi uyandırdı. Bir yandan da bugün, ABD’de yaptığı eylemler neticesinde tutuklanan Rümeysa için ayağa kalkan bazı kesimler Türkiye’de tutuklanan Gülşah için aynı tavrı sergilemedi.
Şeyma:
Evet, birçok destek mesajı aldık, bu bizi güçlendirdi. Ama bir yandan da Filistin dostlarının bir kısmı sessiz kalmayı tercih etti, belki korkudan, belki de mevcut baskı ortamında ses çıkaracak gücü bulamadıklarından. Yine de bu süreçte yanımızda olan herkese teşekkür borçluyum, çünkü dayanışma olmadan bu mücadele yürütülemez.
Başınıza gelenler Filistin Davasına ve Türkiye’ye dair bakışınızda herhangi bir değişime yol açtı mı? Duygu ve düşüncelerinizi merak ediyorum.
Gülşah:
Filistin için eylem yapan birilerinin tutuklanmış olması… Bunu bir an için düşünelim. Bugün Türkiye’de 9 kişi işkence, kötü muamele ve hukuksuzluklar ile tutuklandı. Ne için? Kırmızıçizgisi Filistin olan Türkiye’nin Gazze’yi yerle bir eden jetlere yakıt sağlamasına karşı durduk diye mi? Her gün onlarca ticari geminin İsrail’e gitmesine göz yummadık diye mi? Vicdan Gemisi’nin engellenmesine direndik diye mi? Başıma gelenler, bu davada bir avuç olduğumuzu, işbirlikçilere karşı direnişi bırakmayıp Filistin’in sesi olmamız gerektiğini tekraren anlamamı sağladı.
Şeyma:
Aksine, inancım daha da güçlendi. Türkiye’de Filistin meselesine gerçekten sahip çıkanların ne kadar az olduğunu ve Filistin’i sadece bir siyasi malzeme olarak kullananların ne kadar çok olduğunu gördüm. Bu mücadele kolay bir mücadele değil, ama bu kadar zor olması bile neden daha çok ses çıkarmamız gerektiğinin bir göstergesi. Filistin davası bizim onur davamız ve bu baskılar bizi yıldıramaz, aksine daha kararlı yapar.
Söyleşiler
Mücahit Gültekin: Aksa Tufanı Her Şeyi Altüst Etti
Yayınlanma:
2 hafta önce-
Mayıs 23, 2025
Dün gibi hatırlıyorum Mücahit Gültekin ile tanıştığım günü. İnsanın kitapsever, okuyan arkadaşlarının olması ne büyük nimet. Av. Kaya Kartal’ın masasındaki kitaplara göz gezdiriyorken biri hemen ilgimi çekmişti ismiyle: “Algı Yönetimi ve Manipülasyon” Kitabı, vakit kaybetmeden sipariş etmiş, gelir gelmez okumakla kalmamış, hakkında bir de yazı kaleme almıştım. (Şubat 2017) Herkes bu kitabı okusun istemiştim. Kitap, övdüğüm kadar varmış, belgeyle konuşuyorum, bugün 17. baskıda! Bu röportajda da aynı duyguyu yaşıyorum. Herkes bu röportajı okusun istiyorum. Mücahit Gültekin’in, hayatlarımızda tarihi bir kırılmaya yol açacak denli önemli bir hadise olan Aksa Tufanı üzerine değerlendirme ve tespitleri bir hayli kıymetli. Okuduğunuzda bana hak vereceksiniz.
7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufanı, içinde bulunduğumuz coğrafya, Müslümanlar, batılı toplumlar ve daha özelde de Filistin dostları için farklı düzeylerde kırılmaya yol açan tarihi bir olay. Bu, ana sütü kadar helal özgürlük mücadelesine Amerika ve İsrail’in başını çektiği emperyalist ve Siyonist bloğun verdiği karşılık 19 aydır devam eden bir soykırım oldu. Yıkım ve katliamlarla dolu bu dehşet verici modern soykırım tablosuna baktığınızda ne hissediyorsunuz?
Şu üç duyguyu sürekli hissettim: Öfke, mahcubiyet ve çaresizlik. Öfke, İsrail ve destekcileriyle ilgili. Mahcubiyet, Gazze’nin metaneti, tevekkülü, izzeti ve inceliğiyle ilişkili. Savaşın ilk günlerdeki Ebu Ubeyde’nin “Savaşı ekranları başından izleyen Arap ve İslam dünyasına savaşın kalbinden sesleniyorum!” diye başlayan o unutulmaz konuşma, kalplerimizi mahcubiyetle damgaladı. Ve bu öfke ve mahcubiyetin daha da derinleştirdiği bir çaresizlik hissi… Özellikle Ebu Ubeyde’nin o konuşmasından sonra Hz. Meryem’in “Keşke unutulup gitseydim!” dediği o dua geliyor sürekli insanın aklına.
Bütün bunların bende oluşturduğu en temel duygu Aksa Tufanı gibi bir şeye hazır olmadığımız hissiydi. Gazze’yle bizim aramızdaki psikolojik mesafenin bizim sandığımızdan çok daha fazla olduğunu fark ettim. Türk filmlerindeki meşhur replikte söylendiği gibi: Biz başka dünyaların insanıyız, onlar başka bir dünyanın insanı. Direnişle aramızda kapatılması zor bir psikolojik mesafe olduğunu hissediyorum. Ebu Şuca’nın şehadetinden bir hafta önce yaptığı son paylaşımı dikkatli bir şekilde okuyan herkesin bu mesafeyi hissedeceğini düşünüyorum: O paylaşım, “Benim için” diye başlıyordu. Yani kendisine sesleniyordu Ebu Şuca. İlk cümlesi şöyle: “Kalbimin asla iyileşeceğini sanmıyorum ve hayatımın geri kalanında, önemli bir şey yapmamış olsam bile, hep bir yetersizlik hissi yaşayacağım. Başkalarının yaptığı fedakârlıkları ve katlandıkları şeyleri gördüğümde hissettiğim o korkunç hissin etkisinden kurtulamıyorum.” Ebu Şuca, bir berberdi. Dükkândaki malzemelerini satıp bir silah almış ve sonra Tulkarem taburunun komutanı olmuştu. İsrail’in en çok arananlar listesinin başındaydı. İsraillilerin yakından tanıdığı bu adam 29 Ağustos sabahı işgal güçleriyle girdiği çatışmada şehid olduğunda 26 yaşındaydı. Ondan bize kalan şu söz aramızdaki mesafeye ilişkin de bir fikir veriyor: “Bir evim yok! Bir arabam yok! Ama uğruna öleceğim bir duruşum var!”
Aksa Tufanı, hakkıyla bakan herkese bizde olanı ve olmayanı gösteren bir ayna olarak karşımıza çıktı. Kimse bu aynaya bakmazlık edemedi. Bakıp da göremeyenler, görüp de görmezden gelenler var. Bunlara diyecek çok bir şeyim yok. Fakat “Görülmesi gerekip de göremediğimiz neler var acaba?” sorusu insanı bunaltıyor.
Bu süreçte sizi şaşırtan şeyler oldu mu? “Her şeye rağmen bunu beklemiyordum!” dediğiniz şeyler…
Tam olarak “şaşırmak” denir mi bilmiyorum ama beni sarsan önemli olaylar oldu. Bunlardan biri Aaron Bushnell’in kendini yakmasıdır. Bushnell’in kendini yaktığı tarih 25 Şubat 2024 idi. O tarihte Türkiye’den İsrail’e gemiler işliyor ve dindar kesim bunu (az bir kesim hariç) ya çok farklı gerekçelerle savunuyor ya da görmezden geliyordu. Bushnell’in kendini yakması kadar öncesinde söyledikleri de çok sarsıcı. Aramızdaki farkı çok iyi yansıtıyor. Öyle çok uzun konuşmadı, birkaç şey söyledi sadece. Özellikle şu cümlesi çok etkileyiciydi: “Aşırı bir protesto eylemine girişmek üzereyim ancak Filistin’de insanların sömürgecilerin ellerinde yaşadıklarına kıyasla bu, hiç de aşırı değil!” Bushnell ile aramızdaki fark, gerçekten çok sarsıcıydı: 10 bin km ötede, ABD ordusunda görevli 25 yaşındaki bir adam, Filistin için kendini yakarken burada ömrü “Filistin!” diyerek geçmiş kimi kişiler Türkiye’nin sorumluluğuna dâir tek bir cümle kurmadılar. Dahası, “Limanları Siyonizm’e kapatın!” diyen gençleri linçlediler. Ben o günlerde şöyle bir şey yazmıştım: “Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kesin. Hiç kimse de eskisi gibi olmayacak. Tufan, her şeyi alt üst etti. Büyük gördüklerimiz zamanla küçüldü, küçük gördüklerimiz her geçen gün büyüdü. Yakındakiler savrulup uzaklaştı, uzaktakiler gelip kalbimize yerleşti. Aaron Bushnell’in kendini yaktığı gün anlamıştık bunu.”
Gazzelilerin bana göre destansı, bir batılıya göre akıl almaz görünen direnişini siz nasıl tarif edersiniz?
7 Ekim sabahı erken kalkmıştım. Tekrar yatmadım. Bilgisayarı açtım, bir şeyler yazacaktım. Sonra bir ara twitter’a girdim. Aksa Tufanı’nı neredeyse başladığı saatlerde görmüş oldum. İlk bir iki saat neler olduğunu anlamaya çalıştım. Açıkçası hafsalamın almayacağı şeyler oluyordu. Ağzımdan dökülen ilk kelime “mucize” oldu. Hâlâ da öyle tanımlıyorum. Daha azını söylemek sanki direnişe haksızlık olurmuş gibi geliyor. Çünkü Gazze’nin şartlarını İsrail’in (ve destekçilerinin) teknolojik, askeri ve istihbari gücüyle kıyasladığımızda o gün olup bitenleri rasyonel kavramlarla açıklamak zor diye düşünüyorum. Nitekim Ebu Ubeyde, 28 Ekim’de yaptığı konuşmada şöyle demişti: “7 Ekim’de düşmanın kalelerine saldırırken Allah’ın yardımının tecelli ettiğini gördük. O kaleler örümcek ağı gibi önümüze çöktü.” Eskiden, Peygamberlerin mucize göstermesine rağmen insanların neden inanmadığına şaşardım. Kızıldeniz’i yarılmasına ve insanların oradan geçmesine rağmen insanların bir süre sonra Samiri’nin buzağısına tapmasına bir anlam veremezdim. Şimdi anlıyorum ki, insanlar bazen gözlerinin önünde gerçekleşen mucizeleri göremeyebiliyor. Daha doğrusu görüyor ama algı yönetimi ve manipülasyonlara maruz kaldıkları için gördüklerine hakkıyla kıymet biçemeyebiliyor. Nitekim “mukavemet” ile “kıymet” kelimeleri aynı kökten geliyor. Kanaatim o ki, Aksa Tufanı olarak isimlendirilen mukavemete gereken kıymeti göstermedik, gösteremedik. Bunun da Allah katında bir sonucu olacaktır, diye düşünüyorum. Allah hepimizi affetsin.
Sizce Aksa Tufanı’nın bize öğrettiği veya hatırlattığı en önemli dersler nedir?
Aksa Tufanı’nın bize verdiği dersleri hakkıyla görmek ve değerlendirmek ahlaki ve zihinsel olgunlukla çok yakından ilişkilidir, diye düşünüyorum. Bu açıdan bakınca Tufan’dan gerekli dersleri çıkarmak bizim olgunluğumuzla sınırlı. Bu sınırlılığın farkında olsam da çıkardığım dersleri dört kavramla özetliyorum: İzzet, zillet, vahdet ve kibr. İzzet, Gazze’yle; zillet, İslam dünyasıyla; vahdet, direnişle; kibr, İsrail ve destekçileriyle ilişkili. Gazze’nin izzeti hakkında çok fazla şey söylemeye gerek yok sanırım. Yokluğun, yoksulluğun ve acının her türünü yaşamış bir halkın gösterdiği metanet ve dirayet gerçekten bizim idraklerimizin ötesinde! İslam dünyasının zilleti hakkında da çok şey söylemeye gerek yok: 595 gündür İsrail’e bir yaptırım uygulamadılar. Bilakis Azerbaycan, Katar, BAE, Ürdün, Mısır, Türkiye gibi ülkeler İsrail’le çeşitli düzeylerde işbirliklerini ve ilişkilerini devam ettirdiler. Fakat kibr ve vahdet kavramlarını biraz açmak istiyorum.
Aksa Tufanı, Batı’nın kimi zaman incelikli ve karmaşık teorilerinin/kavramlarının ardına gizlenmiş kibrini somutlaştırdı ve bu kibrin nasıl bir riyakârlığa ve vahşete yol açtığını bize gösterdi. Aksa Tufanı’nın en önemli bereketlerinden biri budur.
Batılı emperyalist seçkinlerin öjenik reflekslere sahip olduğunu biliyoruz. Gazze’deki soykırım geçmişi çok eskilere dayanan bu güdünün bir sonucu. Kur’an, bu refleksin kaynağını tanımlarken “Onların göğüslerinde erişemeyecekleri bir kibrden/büyüklükten başka bir şey yok.” diyor. Yoav Gallant, Aksa Tufanı’nın ilk günlerinde bu refleksi vermişti: Filistinlileri “insansı hayvanlar” olarak tanımlamış ve hiçbir kurala bağlı kalmayacaklarını söylemişti. Tünellerin altında yaşayan bir grup “insansı hayvanın” irade ve inisiyatif gösterebilmesi onlar için tahammül edilemez bir şey. Onlara acı veren şey, Siyonistlerin rehin alınması ya da bir grup işgalcinin öldürülmesinden öte bir şey. “Büyüklük” yani dokunulmazlık duyguları zarar gördü. O yüzden savaşın başında “HAMAS’ı yok etmek” ve “Gazze’yi direnişten arındırmak” gibi irrasyonel bir hedef belirlediler. 6 günde 6 bin ton bomba attılar. Çılgınca saldırdılar. Bugün itibariyle yaklaşık 100 bin tona yakın bomba attılar. Netanyahu, ilk günlerde bu korkunç bombalamaları resmi hesabından paylaştı. Neden? Çünkü tarihlerinde ilk defa “evlerinden” alındılar; sürüklenerek ciplere bindirildiler. Sokaklarında Hamas askerleri dolaştı.
Bu tablonun onlarda var ettiği şoku, yarattığı travmayı biz tam olarak anlayamıyoruz. Bunu ancak müstekbirler tam olarak kavrayabilir. O yüzden, Batılı devletler İsrail’i anlayışla karşıladılar. Aksa Tufanı’nın onlarda yarattığı şoku belki şu örnek biraz anlamamızı sağlayabilir. İsrail, 2011’de tek bir askerlerinin (Gilat Şilat) karşılığında 1027 Filistinli mahkumu serbest bırakmıştı. Bu, bir kibir gösterisiydi. Dahası İsrail, ölmüş askerlerinin kemikleri karşılığında bile mahkumları serbest bırakabilen bir ülkeydi. Şimdi ise, HAMAS’ın elindeki esirlerini öldürme pahasına korkunç bir bombalama yapıyorlar. Dediğim gibi, bu akıldışı bir şeydi. Esirlerini geri almaktan çok, kırılmış kibrlerini geri almanın savaşını verdiler. Fakat bütün bu vahşete rağmen tatmin olmuş değiller, olamazlar da! 7 Ekim onların sinelerinde sürekli kanayacak bir yara açtı. Bu yaranın acısı hiç geçmeyecek. Çünkü Kur’an’ın buyurduğu gibi “ulaşamayacakları/tatmin olmayacak” bir kibre sahipler. Bu acıyla saldırıyorlar ama bu saldırganlık onları daha da çıkmaza sürükledi. “İnsan hakları” vs. gibi birtakım yalanlar üzerine kurdukları sistemin yıkılması pahasına yaptılar bunu. Şimdi o çıkmazın sancısını yaşıyorlar.
Aksa Tufanı’nın bize öğrettiği en önemli dersin ise vahdet olduğunu düşünüyorum. Fakat bu dersi almadığımızı, alamadığımızı içim acıyarak izliyorum. Bu, gerçekten Aksa Tufanı sürecinde benim en fazla içimi yakan konu oldu. “Tefrika” denilen hastalığın İslam toplumlarında ne denli köklü olduğuna; mezhepçiliğin ve kavmiyetçiliğin benliğimizi saran nasıl güçlü bir virüs olduğuna tanık oldum. Bazı olağan üstü durumlar vardır ki, bazı problemlerin ötelenmesi gerekir; konuşulması-yazılması ayıptır, cürümdür, sorumsuzluktur. Fakat soykırımın en yakıcı günlerinde bile bizim toplumumuzda mezhepçilik ve kavmiyetçilik yapıldı.
Halbuki Aksa Tufanı’nın gerçekleşebilmesi Gazze’deki 10’dan fazla grubun birlikteliği ile mümkün olmuştu. Bu grupların içinde FHKC gibi sol menşeli gruplar da vardı. Fakat hepsi Muhammed Dayf’ın komutası altında birleştiler. Örneğin 8 Ekim 2023’te FHKC Siyasi Büro Üyesi Mervan Abdül-Al ile gerçekleştirilen bir röportajda Abdül-Al, Aksa Tufanı’na bütün grupların katıldığını ama operasyonun başlama ve zamanlama meselesinin Kassam’ın liderliğinde gerçekleştirildiğini söyler. Gazze’nin kendi içinde birlikteliğini sağlamasını, Tufan’ın kendisinden daha azametli bir başarı olarak görüyorum.
Diğer taraftan bu birliktelik sadece Gazze’deki direniş gruplarıyla sınırlı kalmadı. Lübnan’daki Hizbullah, Gazze için çok ağır bedeller ödedi. Eylül’ün son haftasında İsrail jetleri bir gün içinde Lübnan’a 1100’den fazla sorti yaptı. 1 milyon 200 bin kişi yerinden edildi. Hizbullah en seçkin komutanlarını bu savaşta şehid verdi ve nihayetinde Seyyid Hasan Nasrallah ve onun yerine geçen Safiyüddin Haşim şehid oldu. Ancak o günlerde hâlâ Türkiye’de Hizbullah’ın “tiyatro” oynadığını söyleyen kalemler vardı. Üstelik bunları söyleyen kişiler Türkiye’nin İsrail’le ticaretine ses çıkarmadılar. Ben bu tutumun İsrail’in bombaları kadar acımasız olduğunu düşünüyorum. Hâlbuki Aksa Tufanı, “vahdet” açısından büyük bir imkân idi. Şiilerin, Sünni Gazze için kanlarını, canlarını vermesi kalplerin yakınlaşması açısından büyük bir fırsattı. Kaldı ki, Muhammed Dayf başta olmak üzere, İsmail Heniyye, Yahya Sinvar, Ziyad Nehhale, Ebu Hamza ve Ebu Ubeyde gibi liderler bunu defalarca dile getirdiler. Ne var ki, mezhepçilik ve kavmiyetçilik hastalığı böyle bir şey işte! Sahada olup biteni görmezden geldikleri gibi, direniş liderlerinin çağrılarına da kulak tıkadılar. Özetle, Aksa Tufanı mezhep, kavmiyet ve hizip gibi farklılıkları ayrımcılığa dönüştürmediğimiz takdirde İsrail ve müttefikleri karşısında başarılı olabileceğimizi, aksi takdirde zillete mahkum olacağımızı bize öğretti.
Uzun yıllardır varlığını sürdüren, geniş imkânlarla kabalıklar içinde boy gösteren sayısız sivil toplum kuruluşu bu süreçte tutuk ve sinik kalmışken Türkiye, “Filistin İçin 1000 Genç”, “Direniş Çadırı” gibi küçük grupların adını duydu, eylemlerine şahitlik etti. Sizce bu normal miydi? Nasıl değerlendirirsiniz?
Kanaatimce sorunuzda ifade edilen konu Türkiye’nin Aksa Tufanı tecrübesini analiz ederken merkezi konumunu hep koruyacaktır. Şu hep sorgulanacaktır: Filistin ve Kudüs adına kurulmuş dernekler, vakıflar ve ömrünü “Filistin” diyerek geçirmiş kanaat önderleri Türkiye-İsrail ilişkisini neden görmezden geldiler? Neden İsrail’e akan petrole ses çıkarmadılar? Neden Türkiye’de İsrail bayrağının dalgalanmasına ses etmediler? Neden İsrail’e istihbarat desteği sağlayan üsleri gündemlerine almadılar?
Bunların cevaplarını sivil kişi ve kurumların iktidarla ilişkisinde aramak gerekiyor. AK Parti iktidarı bu kişi ve kurumların “tepki sınırlarını” belirledi diye düşünüyorum. Sivil kişiler ve kurumlar toplumun Filistin hassasiyeti doğrultusunda iktidara muhalefet gösterecekleri yerde, kendi kitlelerinin tepkilerini iktidarın hassasiyetleri ile uyumla hale getirmeyi tercih ettiler. Bu noktada Filistin İçin Bin Genç ve Direniş Çadırı gibi iktidarın kontrol alanında olmayan gruplar Aksa Tufanı sınavında başarılı bir imtihan verdiler. Seslerini yükselttiler ve bedel ödediler. Bu sebeple onlara teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Burada dikkat çekici bir nokta var: Bu gruplar, iktidara entegre ya da iktidara yakın gruplara göre hem sayı olarak hem de imkân olarak mukayese kabul etmez bir şekilde zayıf olmalarına rağmen hem iktidar üzerinde hem de geniş kitleler üzerinde etkili oldular. Türkiye’nin ticareti kesmesinde bu grupların yükselttiği sesin belirleyici olduğunu düşünüyorum. Bu da bize şunu gösteriyor ki, direnişin en önemli gücü “haklılık”tır. Bu kişiler, kaldı ki pek çoğu genç ve öğrenciydi, elleriyle yazdıkları pankartlar ve polis arabasına bindirilirken attıkları sloganlarla iktidarın İsrail politikasını sarstılar. Büyük binalara, büyük paralara ve büyük topluluklara sahip olmanın değil, bedel ödemeyi göze alarak hakkaniyetli bir duruş göstermenin daha önemli olduğunu herkese gösterdiler. Diğer taraftan iktidara entegre mikrofon ve kalemlerin yükselen bu itirazı karalamaya çalışmaları utanç vericiydi. Bu kişiler sosyal medyada linç edilmek istendi. Ama bu sesi yine de bastıramadılar. Hz. Ali bu gerçeği çok güzel ifade ediyor: “Haklıysan korkma, Hak seni korur!” Vicdan sahibi herkesin bunun muhasebesini yapacağını düşünüyorum.
Eylemlerde sıkça attığımız “Yaşasın Küresel İntifada” sloganı sizce yaşıyor mu?
Togore’un bir sözü var: “Yeni doğan her çocuk Tanrı’nın insanlardan umudunu kesmediğini gösterir.” diyor. Sloganlar bir umudu, bir özlemi, bir duruşu, bir irade ve ideali yansıtıyor. Bu açıdan bakınca eğer böyle bir slogan atılıyorsa, atılmaya devam ediyorsa bu; umudun, özlemin ve duruşun yaşadığını gösterir diye düşünüyorum.
Yine eylemlerde –sanırım biraz da utandığımız için- ara sıra attığımız “İslam ümmeti kabul etmez zilleti” sloganı sizce yaşıyor mu?
Kuşkusuz meydanlarda atılan en güzel sloganlardan biridir bu. Fakat bu sloganı “Etmemesi gerekir!” şeklinde anlıyorum. Eğer ortada bir İslam ümmeti varsa kuşkusuz bu ümmet, zilleti kabul etmez, etmemelidir. Ne var ki, Aksa Tufanı bu sloganın gerçekliğinin olmadığını bize gösterdi. İsrail izin vermeden Gazze’ye bir pirinç tanesi bile sokamayan, İsrail izin vermeden Mescid-i Aksa’yı ziyaret edemeyen bir ümmetten söz edebilir miyiz? Böyle bir ümmetten söz ediyorsak bu muhayyel bir ümmet değil midir? Fakat yine de bir önceki soruya verdiğim cevapta söylediğim gibi, sloganlar bize ne istediğimizi ve neyi özlediğimizi anlatır. Dolayısıyla bu sloganları atmaya devam edeceğiz ancak bu sloganlardan da öte dünyada hesaba çekileceğimizin farkında olarak. Çünkü Kur’an bize şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyleri neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında şiddetli bir buğza neden olur.” Allah’tan niyazımız attığımız sloganların hakkını verme şuurunu ve dirayetini bizlere vermesidir.
Biz, Türkiye’de yaşayan Müslümanlar, Türkiye Devletinin soykırım sürecinde dahi İsrail’i desteklediğine şahit olduk. Buna engel olamadık. Limanlar ve hava sahası Siyonist çetelerin kullanımına açık. Ticaret açık veya örtülü yollardan devam ediyor. Azerbaycan petrolünü Bakü Ceyhan hattı üzerinden İsrail’e sevk ediyor Türkiye. Üstelik, özeleştiri yapacağımız yerde hamaset alıp hamaset satıyoruz. Gerçeklerle yüzleşecek iradeyi neden ortaya koyamıyoruz?
Bir şarkı vardı, sözlerinde “Yalan da olsa beni sevdiğini söyle” gibi bir mısra geçiyordu. Gerçekleri duymak ve görmek bazen tahammül edilemez olabilir. Özellikle toplumsal kimliğin üzerine bina edildiği söylemlerin gerçekliğinin sorgulanmasının sonuçları çok yıkıcı olabilir. Bu yüzden insan gerçekliktense yalan bir tarihe razı olabilir. Bazı ülkelerin “hafıza yasaları” (memory law) çıkarmasının sebebi budur. İlk hafıza yasaları 1990’ları başında Fransa’da çıkarılmıştı. Gayssot Yasası “Holokost inkarını” suç sayıyordu. Ondan sonra pek çok devlet ulusal tarihlerini makbul kılacak bir şekilde hafıza yasaları çıkarmıştır. İsrail’deki Nekbe Kanunu da bunun bir örneğidir.
Türkiye’deki dindar kesime Aksa Tufanı’na gelinceye kadar “Dünya bizi bekliyor!”, “AK Parti Kazanırsa Gazze Kazanır!” “Biz Kaybedersek Filistin Kaybeder!” propagandası yapıldı. Çok çeşitli düzeylerde yapıldı bu. Bayrak düştüğü yerden kalkacaktı! Yıllarca işlendi bu propaganda. Ne var ki, Aksa Tufanı çok sert ve yıkıcı bir gerçeklik ortaya koydu: Soykırımın yakıtı Türkiye’den gidiyordu. 590 küsur gün boyunca İsrail’le ilişkilerini kesemeyen bir iktidar gördüler. Bu, sarsıcı bir çelişki oluşturdu. Sosyal psikolojide “bilişsel çelişki kuramları” vardır. Bu kuramlar bize şunu söyler: İnsanlar bilişsel bir çelişki yaşadıklarında gerçekliği bu çelişkinin verdiği rahatsızlığı yok edecek şekilde yeniden kurgularlar. O yüzden dindar kesimlere iki şey söylendi: Birincisi, İsrail’le ticari ya da siyasi ilişkiler uluslararası hukukun, uluslararası güçlerin de hesaba katılması gereken, “ha deyince” kesilip atılamayacak şeylerdi. Bu argüman, iktidarın sorumluluğunu hafifleten, yapması gerekeni “onun gücünün dışında gören” bir bakış açısına işlerlik kazandırdı. Ancak Namibya, Güney Afrika, Kolombiya, Nikaragua gibi ülkelerin İsrail’e yönelik yaptırımları gelince bu argüman çok işlemedi.
Bize söylenen ikinci şey şuydu: Hiçbir şey gördüğünüz gibi değil! Gazze’ye en büyük yardımı biz yapıyoruz! Mühendislerimiz Gazze’de, askerlerimiz Gazze’de vs. İsrail’le ilişkilerimiz bu yardımı yapmamızı sağlayan bir perde! Bunlar açıktan da söylendi ama özellikle daha kapalı mahfillerde bu argüman daha abartılı bir şekilde de işlendi. Bu çok mantıklı bir propagandaydı. Bir bizim gördüklerimiz vardı, bir de bizim “bilmediğimiz şeyler” yapılıyordu. Bu “bilmediğimiz şeyler” güçlü bir yatıştırıcı olarak işlev gördü. Hatta “perde/örtü” argümanı görünürde kötü gibi görünen ama “bilmediğimiz daha büyük şeylerin” yapılmasını sağlayan hayırlı bir şeydi. “Ehven-i şer” argümanının bu anlamda kolaylaştırıcı bir işlev gördüğünü de söyleyebiliriz.
Fakat bütün bunlara rağmen, istenilen düzeyde olmasa da, iktidar çevrelerinin oluşturduğu algı belli düzeylerde sorgulandı, sorgulanıyor diye düşünüyorum. Aksa Tufanı’nın kimsenin hayal etmediği kadar uzun sürmesi bunda etkili oldu. Bu sorgulama hayırlı bir şey. Çünkü gelecekte daha etkili bir aksiyon alabilmemiz kendi gerçekliğimizi idrak etmemizle mümkün.
Müthiş bir yalnız bırakılmışlık ve ihanetle kuşatılmış Filistin’i, daha özelde Gazze’yi nasıl bir gelecek bekliyor? Bir öngörünüz var mı?
Kuşkusuz Gazze çok zor durumda. Direniş cephesi büyük kayıplar verdi, ağır bedeller ödedi. Ancak direniş hala vurmaya devam ediyor. Boyun eğmedi. Bu, hiç kimsenin beklemediği bir şeydi. Belki direniş bile bu kadarını beklemiyordu. 7 Ekim sonrası ilk demeçleri hatırlayalım: İsrail birkaç hafta, bilemedin birkaç ay içinde sonuç alacağını söylüyordu. 590 küsur günden sonra direniş hâlâ müzakere masasında. HAMAS hâlâ muhatap. ABD’nin Netanyahu’yu bypass ederek HAMAS’la yaptığı müzakere bunun kanıtı. Diğer taraftan Muhammed Dayf gibi, İsmail Heniyye gibi, Yahya Sinvar gibi, Hasan Nasrallah gibi büyük kurbanlar verildi. Aksa Tufanı tecrübesi, hafızaları sonsuza kadar değiştirdi. Çok büyük tecrübeler edinildi. Normalleşme düşüncesi iflas etti. Direniş doktrini daha kök saldı. Bunun yanı sıra Direniş, Gazze aynasında herkesin röntgenini gördü. Bu röntgenin tahlilini yapacak ve bu tahlilin sonuçlarına göre daha güçlü bir şekilde yoluna devam edecektir inşallah.
Son olarak, yazdıklarınızdan, konuşmalarınızdan çıkardığım şu: Filistin’e gönülden bağlısınız. Sizi bu kadar özverili bir Filistin dostu yapan nedir?
Öncelikle hüsn-ü zannınızdan dolayı çok teşekkür ederim ancak şunu da söylemeliyim: Filistin karşısında boynumuz bükük ve derin bir mahcubiyet içindeyiz. Direnişe karşı ömrümüzün sonuna kadar borçlu kalacağız. Elias Rodriguez manifestosunda müthiş ifade etmiş bunu: “Bizler -bunun olmasına izin verenler- Filistinlilerin affını asla hak etmeyeceğiz!” Evet, bunu hak etmiyoruz ama Allah’ın affına ve direnişin geniş gönüllülüğüne ve hoşgörüsüne sığınarak umut ediyoruz.
Belki de dünyadaki hiçbir mesele taraf olma açısından Filistin davası kadar net değildir. Filistin, dünyanın en temiz davasıdır. Bunda ilahi bir bereket olduğunu düşünüyorum. Allah’ın Mescid-i Aksa’yı ve çevresini “mübarek” kılmasının bir anlamı olmalı. Resul-i Ekrem’i bir gece Mekke’den alınıp, Mescid-i Aksa’ya getirmenin ve oradan Mirac’a yükseltmenin bir anlamı olmalı. Yoksa Allah, Hz. Muhammed’i Mekke’den de Mirac’a yükseltebilirdi. Doğruyla yanlışın bu kadar karıştığı, zihinsel ve psikolojik dünyalarımızın bu kadar kirlendiği bir dünyada Filistin kendisine tutunup arınabileceğimiz bir temizliği temsil ediyor. Kudüs, ilahi âlemden yeryüzüne sarkıtılmış bir el gibi, eğer bu ele tutunursak, bu merkezin etrafında buluşursak insanlığın arasında örülmüş sahte duvarlar yıkılabilir. Birbirimize yakınlaşabiliriz. Hem birbirimize hem de İlahi olana yakınlaşabiliriz.
Teşekkür ederim söyleşi için.
Ben teşekkür ederim.