Connect with us

Söyleşiler

“Huzurevi Algısının Değişmesi Lazım”

Yayınlanma:

-

Yaşlılık, yaşlı istismarı, adli psikoloji, travma gibi alanlarda 10 yıldan beri çalışmalar yapan Mardin Artuklu Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Deniz Işıker Bedir ile yaşlı istismarı ve psikoloji bölümü üzerine konuştuk.

Bu yılın şubat ve mart aylarında “28 Şubat’ın Psikolojik Etkileri” (Muhit Kitap) ile “Yaşlı İstismarı Ve İhmali” (Nobel Yayıncılık) adlı kitaplarınız yayınlandı. Kısaca yayınlanma süreçlerini ve neler hissettiğinizi sorarak başlamak isterim.

Aslında farklı zamanlarda başlayan yazım süreçleri var iki kitabın da. Ama art arda yayımlanması sürpriz oldu benim için de. Tabi çok güzel bir duygu. Çok emek verdiğiniz eserleriniz somut olarak elinizde duruyor. 28 Şubat ile ilgili kitabımın 9 yıllık bir hikayesi var, basılmasını daha önce de çok istemiştim ama başvurduğum birkaç yayınevi sıcak bakmamıştı konu güncelliğini yitirdi diye. Muhit Kitap özellikle tarihe not düşmek adına kitabımı bastı. Çok mutluyum o yüzden. Ama kitapların konu itibariyle duygusal yükleri de oldu benim için. Biri benim bizzat yaşadığım “28 Şubat” sonrası psikolojik süreçlerle ilgili, diğeri de istismar gibi duygusal ağırlığı olan bir konu. Ama daha önce hakkında az çalışma olan bu iki konuyu ele almış olmak benim için hem anlamlı hem de heyecan verici.

Yaşlı İstismarı Ve İhmali kitabınızı hazırlarken 50 yaşlıyla derinlemesine mülakat gerçekleştirdiğinizi belirtiyorsunuz. Söz konusu yaşlı istismarı ve ihmali olduğunda Türkiye’de ve dünyada öne çıkan sebepler neler?

Aslında elbette çok faktör var istismarı etkileyen, ancak en bilinen sebepleri yaşlıların bağımlı, eşi ölmüş ya da boşanmış olması, bedensel ya da bilişsel sorunlar yaşaması, düşük gelir ve eğitim düzeyine sahip olması, sosyal olarak izole olması var. Birçok istismar kuramında, bakım verenin de önemi vurgulanır. Bakım verenin psikolojik durumu, madde ya da alkol bağımlısı olması, kendisinin istismara uğramış olması ki şiddet konusunda daha önce şiddete maruz kalmış olma önemli bir etken çünkü şiddet öğrenilen bir şey aynı zamanda. Bir önemli neden de bakım verenin fiziksel ve psikolojik olarak desteklenmemesi. Yani bakım veren kişi yaşlının çocuğu da olsa bazen kendini yorgun ve sıkışmış hissedebiliyor. Dolayısıyla bakım verene destek şart. Hatta geçenlerde izlediğim “The Father” filmi demans hastası bir adamı anlatması ve kızının yaşadığı sıkışmışlığı göstermesi açısından çarpıcı bir film. Pandemi sonrası şiddet ve istismar oranlarının da arttığını okuyoruz çünkü pandemi ile beraber yaşlılar tamamen eve mahkum edildi. Sokağa çıkma kısıtlamaları zaten sınırlı sayıda ve sınırlı zamanda dışarı çıkan yaşlıları tamamen eve kapattı. Bu ageism dediğimiz yaş ayrımcılığının bir çeşidi aynı zamanda. Stres yükü ve evde geçirilen zamanın artması şiddet oranlarını da arttırıyor maalesef. Bir de yaşlıların hareketsiz kalması, dışarı çıkmamaları sadece bedensel sorunları değil örneğin depresyon oranlarını da arttırdı ve arttıracak. Bu belirsiz hal belki de en çok yaşlıları ve okula gidemeyen çocukları etkileyecek gibi görünüyor maalesef.

İçinde bulunduğumuz toplumda yaşlılara hürmetin üst düzeyde olduğu yaygın kabul gören bir inanış. Alanda çalışmış, yerli ve yabancı kaynakları taramış biri olarak, bu inanışın gerçeği ne oranda yansıttığını düşünüyorsunuz?

Türkiye görece birçok ülkeye göre daha iyi durumda diyebiliriz. Yaşlıların aile içinde yerleri var hala, bakımevine ve huzurevlerine talep artsa da yaşlılar aile içinde önemseniyor. Ancak bu istismar ve ihmal olmadığı anlamına gelmiyor. Bir kere gösterilen oranlar gerçeği yansıtmıyor. Çünkü açığa çıkması zor bir şey istismar. Bu, çocuk istismarında da böyle. Özellikle duygusal istismar gibi (hakaret, yok sayma vb.) istismar türleri somut bulguları olmadığı için daha az açığa çıkıyor. Fiziksel istismar bile çoğu zaman sağlık kuruluşlarında fark edilebiliyor. Bir de bakıma muhtaç ya da yatağa bağımlı yaşlılarda maalesef oranlar daha yüksek. Yapılan çalışmalar 14 yaşlı istismarı olayından sadece birinin açığa çıktığını söylüyor ki bu oranların bazı ülkelerde görece daha yüksek olduğunu söyleyebilirim. Mesela Çin’de ortalama yaşam süresi çok uzun, okuduğum kaynaklarda istismar oranları da birçok ülkeye göre daha yüksekti. Benim çalışmamdaki oran birden çok istismara maruz kalan 13 kişi olduğunu gösteriyor bu da yüzde 26’ya tekabül ediyor. Duygusal istismarda oran yüzde 42. Türkiye’de yapılmış diğer çalışmalarda da benzer oranlar söz konusu. Ancak en yüksek oranlar duygusal istismar ve ekonomik istismar olarak görülüyor. Tabi benim çalışmam nitel bir araştırma dolayıyla örneklemim dar ve genellenebilir değil. Yine de bu durum oranların yüksek olduğu gerçeğini değiştirmiyor maalesef.

Kitabınızı okurken Guillermo Rosales’in “Felaketzedeler Evi” adlı romanı aklıma geldi. Bakımevinde geçen bir roman. İlk paragrafında şu cümleler yer alıyor: “Hayattan umudunu kesmiş insanların sığındığı, kıyıda köşede kalmış barınaklardan biriydi. Kaçıklar çoğunluktaydı. Yapayalnız ölsünler, kazananların başına bela olmasınlar diye aileleri tarafından bırakılan yaşlılar da vardı.” Huzurevinde kalan yaşlılar için, terk edildiklerini düşündüğümüzden ötürü üzülürüz. Böyle düşünmekte haklı mıyız? Yaşlılar için nasıl yerlerdir buralar?

Kitabı okumadım ama sizin önerinizle en yakın zamanda okuyacağım. Huzurevleri için böyle bir algı var. Ancak bu algının tamamen doğru olduğunu söyleyemem. Özellikle bakım vereni olmayan kendisine de bakacak sağlığı ve maddi gücü olmayan yaşlılar için huzurevleri önemli mekanlar. Bence huzurevi algısının değişmesi lazım çünkü bazen yaşlılar daha rahat bir yaşam için de tercih edebiliyor huzurevlerini. Çocuklarıyla sorun yaşıyor, gerçekten bakacak kimsesi olmuyor ya da maddi gücü olmadığı için böyle toplu bir yerde yaşamak daha mantıklı gelebiliyor. Ancak yaşlıların gözünden baktığımızda belli bir yaşa gelmiş kişilerin toplu yaşanan bir yerde ailesinden uzakta yaşaması çok da kolay bir şey değil. Benim huzurevinde yaptığım görüşmelerde yaşlıların hemen hemen hepsi huzurevinin fiziksel ortamından çok memnundu. Kişisel bakımlarının yapılması, temizlik, yemek gibi hizmetlerden memnun olduklarını hatta bazı çalışanların onlara çocuklarından bile iyi baktıklarını ifade ettiler. Ama duygusal olarak yaşlıların bir arada yaşamasının zorlukları da var, kendileri de ifade etti bunu zaten. Çok anlaşamadıklarını, bazen aralarında sürtüşmeler hatta kavgalar olduğunu söylediler. Belli bir yaştan sonra hiç tanımadığın biriyle oda arkadaşlığı yapmak, yeni bir ortama uyum sağlamak kolay değil. Çok umutsuz olan da vardı içlerinde, ölümü bekliyorum diyen de, hayatımdan memnunum diyen de… Bir anım var bu konuda. Ben görüşmelerimi yaparken bayramdan birkaç gün öncesiydi. 9 çocuğu olan bir yaşlı ilk başvurusunu yapmıştı. Benim içim burkuldu çünkü bayramı geçirip gelseydim bari demişti, ben şahit olduğum için üzüldüm çünkü kurban bayramıydı ve belli ki bayrama bu kadar kısa süre kala huzurevine gelmek istememişti. Yine de kabul edip yerleşti. Yani duygusal olarak yaşlıları da zorlayan bir süreç bu, bence çok da kolay değil bu kararı almak. Ama çocuğu bakmıyor diye suçlamayı da doğru bulmuyorum. Çünkü kimsenin içinden geçtiği süreçleri bilmiyoruz ve bu yüzden yargılamaya hakkımız yok. Ama Türkiye’de son yıllarda huzurevi ve bakımevi sayıları arttı, bu da bir ihtiyaç ve talep olduğunu gösteriyor.

Yaşlı istismarının asgari düzeylere çekilebilmesi için sosyal devlet anlayışının güçlü biçimde karşılık bulması gerekir, şeklinde bir çıkarım yapılabilir. Teoride mantıklı görünüyor fakat önemli olan pratik. Pratikte durum nedir? Siz ne öneriyorsunuz öncelikli olarak?

Aslında sosyal devlet anlayışı istismarı azaltmada önemli bir etken bence. Bir kere yaşlıların maddi olarak güçlü olması istismarı da azaltıyor. Maddi olarak dışarıya bağımlı olan kendine bakacak gücü olmayan yaşlıların daha çok istismara maruz kaldıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Yaşlılık maaşı çok düşük, özellikle kadınların sosyal güvencesi ya da emeklilik maaşları yok. Fakat sosyal devlet dediğimiz yerlerde de istismar önemli bir sorun. Dolayısıyla yaşlıyı güçlendirmek, şikayet mekanizmalarını kolaylaştırmak ve haklarını arama yollarını öğretmek lazım en başta. Örneğin Türkiye’de 70 yaş ve üstü kişilerde okuma yazma oranı çok düşük, bundan dolayı haklarını, bir istismar durumunda nereye başvuracaklarını bilmiyorlar. Bir etken daha var, şikayet edersem daha kötü duruma düşerim ve ayıplanırım korkusu… Bunu çoğu yaşlı dile getirdi maalesef. İstismarı tespit etmede yaşlı ile çalışan kişilere çok iş düşüyor. Yaşlılarla en çok temas eden doktorlara ve sosyal hizmet alanında çalışan herkese yaşlı istismarının tespit edilmesiyle ilgili eğitimler verilmesi lazım. Bir de televizyon izleyen bir kitle için televizyonda yayımlanan kamu spotları da etkili olacaktır. Benim evinde görüştüğüm yaşlılardan biri onun için şehrinde bulunan huzurevi numarasını bir kağıda yazmamı istemişti. Belli ki çocuklarından bunu talep edememişti.

10 yıldan beri Mardin Artuklu Üniversitesinde Psikoloji Bölümü’ndesiniz. Alanda tecrübeli bir hoca olarak psikolojiye ilgi duyanlara takip edilmesi gerekli birkaç isim, okunması ve izlenmesi gereken birkaç roman ve film önerir misiniz?

En zor soru bu sanırım. Çok fazla öneri görüyorum psikoloji ile ilgili ama ben kitap önerme konusunda biraz zorlanıyorum. Genel bir tavsiye zor, çünkü ilgi alanları ve okuma süreçleri çok kişisel, parmak izi gibi bir şey okuma zevki . Yine de birkaç tavsiye vereyim. Irvin Yalom’un kitaplarını genel olarak çok beğenirim. Engin Geçtan’ın kitapları çok kıymetli alanımız için. Özellikle “İnsan Olmak” kitabını çok severim. Varoluşçu psikoloji bu aralar çok revaçta. Victor Frankl ve Kemal Sayar okunabilir bu anlamda. Psikanaliz için Saffet Murat Tura Türkçe yazan biri olarak alana önemli katkı sunuyor. Bir de Didem Madak okusunlar derim, insanın ruhunu ince ince işleyen en sevdiğim şairlerden biri. Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Ali, Oğuz Atay ve Peyami Safa da psikolojiye ilgisi olanların okuması gereken yazarlardan bana kalırsa. Tabi burada isimlerini sayamadığım çok güzel eserler veren hocalarımız var… Film konusuna gelince çok iyi bir izleyici olduğum söylenemez ama psikoloji alanında önerilebilecek çokça film ve dizi var. Guguk kuşu, Otomatik Portakal gibi kült filmlerin yanı sıra psikoloji alanında yapılmış birçok deneyin filmi de var. Das Experiment, Die Welle gibi filmler bunlardan bazıları. Terapi ile ilgili In Treatment tavsiye edilebilir. Ama izlediğiniz her filmde elbette psikolojik öğeler vardır çünkü insanın olduğu her yer psikoloji ile bağlantılıdır esasında. Örneğin The Pianist filmini çok severim. Hayatta kalabilme gücü konusunda oldukça etkileyici olduğunu düşünüyorum. The Pianist filminden bir sözle bitirelim o zaman ropörtajı : “Sanki çok ömrümüz varmış gibi beklemeyi öğretiyor bize hayat…”

1983 Trabzon doğumlu avukat. Ufak Tefek Şeyler (+10), Sevimli Türkçe Sözlük (+10), Kelebek Ve Arı (+14), Ceza Hikayeleri (+18), Kuzularla Saklambaç (+9), Nasreddin Hoca'nın Bisikleti (+9) ve Gazete Okuyan Tavuk (+9) adlı kitapların yazarı.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Söyleşiler

Hamza Er: “Vicdanın yankısı sınır tanımaz”

Yayınlanma:

-

Yazar Hamza Er’le, Ketebe Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı “Siz Dünyayı Affeder miydiniz?” – Rachel Corrie ile Esma Biltaci’nin Hikâyesi- üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. 

Rachel Corrie ile Esma Biltaci… Kitabınızın bu iki ana karakterini hiç duymamış okurlar için ikişer cümleyle tanıtmanızı istesem ne dersiniz?

Rachel Corrie, dünyanın karanlığa karşı sessiz ve ilgisiz tavrına Batı’dan yükselen güçlü ve tesirli bir itirazdı. İnsanlık onunla yeniden çok önemli bir hissi, duyguyu yani vicdanı hatırlamış oldu.

Esma Biltaci ise hayırlı bir ömürdü. Onun ömrü katillerinin ömründen çok daha uzun ve bereketliydi görebilenler için… Esma hayatını değil, inancını ve ideallerini korumaya çalışan, daima iyiliğin ve adaletin peşinde koşan bir kalbe sahipti. O da bizlere hayatın geçiciliğini, Allah için yaşamanın ve O’nun uğrunda ölmenin eşsiz güzelliğini hatırlatmıştı.

İkisi de farklı zaman diliminde, farklı coğrafyalarda yaşayıp ama aslında aynı sözü söylemişlerdi: “İnsan olmak, hissedebilmek ve haksızlığa karşı susmamak demektir.”

 

Her iki ismi de tanıyanlar varsa da yan yana getirenler bir hayli azdır diye tahmin ediyorum. Nedir bu iki insanı birlikte anmanızı ve anlatmanızı mümkün ve gerekli kılan?

Rachel ile Esma, tanık oldukları adaletsizlikleri, haksızlıkları derinden sorgulayan vicdan sahipleriydi. Küçük yaşlardan itibaren çevreye, ötelenmiş insanlara ve dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan kötülüklere karşı saf bir bilinç ve duyarlılık geliştirmişlerdi. Rachel ve Esma’nın bizleri konfor alanlarımızdan çıkmaya davet eden çağrısını kalıcı kılmak, benim için bir zorunluluktu artık.

İkisi de genç, ikisi de duyarlıydı. Küçük yaşlarından itibaren soruyor, sorguluyorlardı. Gençlik için konuşulan, “konforuna düşkün, miskin, aklı havada” kalıplarını yıkan hayatları vardı. Eğer bugünü kaybedilmiş olarak görüyor ve de geleceği sağlıklı bir şekilde inşa etmek istiyorsak, günümüz gençlerinin önüne kendi çağlarına ait örnekleri koymamız gerekmekteydi.

Farklı iki kıtada yaşayan bu iki insanı bir araya getiren en güçlü bağın “Vicdan” olduğunu düşünüyorum. İnsanlığın ortak dili olan vicdan, zamanı ve mekânı aşarak bu iki genci aynı sayfalarda buluşturmuş oldu.

Kitabınız, gençliğinin baharında hayattan kopartılan bu insanları anlatmaya başlarken önsözden bile önce annelerine bırakıyor sözü. Anneliğin baş tacı edildiği duygusunu verdi bana bu tercihiniz. Bu yönüyle bir “Anneler ve Kızları” kitabı diyebilir miyiz bu çalışma için?

Evlat acısı zor olandır. Hele bu evlatlar Rachel ve Esma gibiyse bu acıyı unutmak daha da zorlaşır. Bu sebeple kitaba bu iki gencin annelerinin sözleriyle başlamayı gereklilik gördüm. “Vefa”, “hürmet”, nasıl tanımlarsanız tanımlayın ama olmazsa olmaz bir başlangıçla kitaba giriş yapmamız şarttı.

Anne sesi, dünyadaki en evrensel dildir; acının da duasının da merkezidir.  Yeryüzünde işgal, savaş, terör ya da darbe hangi isimle karşımıza çıkarsa çıksın, en derin yarayı hep anneler taşır; ben o yaranın sesine kulak vermek istedim.

Ama kitabımıza “Anneler ve Kızları” gibi bir tanımlamayı yapamam, hatta yapmak istemem. Kitabımızın kahramanları iki genç kız farkındayım… Fakat ben onların temsil ettiği değerler üzerinden bir okuma yapılmasını daha gerekli görüyorum. Kitabımızın üçüncü bölümünde, “ilk değillerdi, son da olmadılar” başlığı altında Gazze’de vicdanın temsilcisi olan gazetecilerden, doktorlardan bahsettim. Kitabımızı okurken, erkek, kadın, genç, genç üstü tüm kesimler bir muhasebeye yönelmeli… Kendi hayatlarımızda yapabildiklerimizi, yapmaya gücümüz yeterken yapmadıklarımızı değerlendirmeliyiz.

 

Annesi, Rachel’le ilgili konuşurken, “onun temsil ettiği değerler hâlen yaşamakta” demişti. Bu değerlerin yaşatıldığının ve Filistinlilerin 22 yıl önce ölen bir Amerikalı kızı unutmadıklarının, varsa göstergeleri nelerdir sizce?

Rachel Corrie, Filistinliler için artık sadece bir isim değil, bir sembol. Onun bıraktığı vicdan mirası, Filistin’de sembol hâline geldi.

Gazze’de doğan çocuklara hâlâ onun adı veriliyor; duvarlarda yüzü, dillerde duası var. Filistinli anneler çocuklarına Rachel’in cesaretini, insanlığına duyduğu inancı anlatıyor. İşgalci İsrail ordusunun onu bir buldozerle katletmesinin üzerinden 22 yıl geçti. Ama Rachel’in hikâyesi hâlâ o sokaklarda, enkazlar arasında yankılanıyor.

7 Ekim’den sonra yaşanan soykırıma asla boyun eğmeyen, diz çökmeyen Gazze halkının gözlerine ve sözlerine bakınca, görev yerlerini ne pahasına olursa olsun terk etmeyen gazetecileri, doktorları görünce, Rachel’in temsil ettiği değerlerin Gazze’de halen dipdiri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kitabın son başlığı: “Doğu, Batı ve Vicdan”. Bu başlık Aliya İzzetbegoviç’in “Doğu Batı Arasında İslam”ını çağrıştırıyor. Bu son bölümü Nurettin Topçu’nun “Vicdan, Allah’ın kalbimizdeki sesidir” sözüyle başlatıyorsunuz. Sizce vicdan Doğu-Batı arasında ve insan ile İslam arasında yıkılmaz köprüler kurmaya muktedir midir?

Evet, kesinlikle. Çünkü vicdan, insanın içindeki en saf tanıklıktır; kültürlerin, coğrafyaların, ideolojilerin ötesinde bir hakikat duygusudur.

Doğu’nun hikmetini de, Batı’nın sorgulayıcılığını da içine alır; her ikisini de insanın kalbinde buluşturur.
Nurettin Topçu’nun sözüyle ifade edecek olursak: vicdan, kalpte konuşan Allah’ın sesidir; dolayısıyla o sesin yankısı sınır tanımaz.

Bugün insan ile inanç arasındaki en sağlam köprü, hâlâ bu sessiz iç sestir. Eğer vicdan ölmezse, Doğu da Batı da birbirine yabancı kalmaz ve  insan, insana yeniden yaklaşabilir.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Eyyüp Bozkurt: Yeryüzünün Lanetlilerini Pek Düşünen Yok!

Yayınlanma:

-

Cezaevi ziyaretlerimizden birinde kendisiyle tanıdığım Eyyüp Bozkurt ile 25 yıllık mahpusluğun ardından yayınlanan ilk kitabı ‘İçerden Sesler’i konuştuk. Okurları bu seslere kulak vermeye çağırıyoruz. Çeyrek yüzyılda bizzat damla damla dolup kitaba taşmış sesler bunlar. Kurgu değil, ağır gerçekler. 

Dile kolay, tam 25 yılınızı mahpus olarak geçirdiniz. İnsanın uzunca bir süre küçücük bir alanda tecrit edilerek kapatılmasının bir cezalandırma yöntemi olarak mahiyeti pek sorgulanmıyor. Siz bu mesele hakkında ne düşünüyorsunuz?

TECRİT Arapça bir tabir ve en geniş anlamıyla “soyutlama” demektir. Soymak, soyutlamak, ayırmak, arıtmak vb. anlamlara gelen fiil kökünden türeme bir isimdir… Mahpushanede genel yatar durumunu ifade etmez tecrit. Yine sakin sayısı üç, beş, yedi kişi beraber kalınan bir koğuş ortamı, yanı sıra mahpusun kendi isteğiyle bir hücrede veya bir odada tek kalması “tecrit” tabir olunmaz. Tecritten murat bir mahpusun, diğerlerinden ayrı ve tek başına ve bir tür ceza olarak tutulmasıdır. Bu, cezaevi içinde ayrı bir ceza uygulaması gibidir. Genel cezanın yanı sıra, bazen mahpus için, işte cezasının şu kadar ayının/gününün hücrede/tecritte geçirilmesi karara bağlanır…

Tabi normal özgür dünyadan ve tüm nimetlerinden soyutlanıp cezaevi denilen bir kapalı mekânda tutulmak da, dışarıda kalan dünyaya/hayata karşın tecrit olarak adlandırılabilir. Sorunuzda kast olunan anlam bu, zannediyorum… Tecrit veya mahpusluk görünür bir duvarın ötesinde kurulan küçük ve kapalı bir dünyanın içine kapatılmışlık halidir. Güvenlik ve disiplin gerekçeleriyle tesis olunan bu sistematikte cezalandırma, mahpusun zaman algısını, her tür ilişkilerini ve ruhsal bütünlüğünü kemiren ve bozan bir törpüye dönüşür. Uzun yıllara yayılan cezalandırmada kitapta detaylarına giremediğim ve doğrusu dile getirmesi kolay da olmayan nice sorunlar söz konusu.

Mahpus kendi iç sesinin ve düşüncelerinin tekrar eden yankılarıyla bir tür içsel yoğunluğa ve yorgunluğa girer. Uyku bozuklukları, türlü katmanlı anksiyete ve duygusal donukluk tabir edebileceğim mahpuslara has durum… Bu yan etkiler cezalandırmanın amaçladığı “düzeltme ve ıslah”  fonksiyonunu zayıflatır. Zira zihinsel ve duygusal bütünlüğü bozulan mahpus çalışma, empati ve topluma katılım ve uyum kapasitesinde ciddi sıkıntılar yaşayacaktır.

Evet, kuşkusuz hapis/tutukluluk bir insanın hayat akışında çok ciddi bir durum değişikliğini ifade eder. Normal hayatın bir parçası gibi dursa da cezaevleri, mahpusluk dışarıdaki hayatın hiçbir haline ve vetiresine yerleştirilebilecek veya gündelik hayattan herhangi bir durum ile mukayese edilebilecek bir tecrübe değildir. Ez cümle anlatıda bu müstesna mekânın nasıl bir yer olduğunu resmetmeye ve mahpusluğun yalın ve canlı bir tasvirini yapmaya çalıştım…

Savcı, hâkim, polis, karakol, mağdur ailesi ve yakınları, suçlu ve mahpuslar… Hukukçular, düşünürler ve yöneticiler… Olguların algılanmasına nerden baktığımıza bağlı olarak farklı değerlendirmelerde bulunmamız anlaşılır bir durum. Benim açımdan tecrübe ile sabit olan, uzun yıllara yayılan kapatılmanın çok ağır ve elim bir cezalandırma yöntemi olduğudur.

Burada cezanızı sadece siz çekmiyorsunuz; cezanız şahsınıza kesilmiştir, lakin sizinle beraber başta aileniz olmak üzere cümle yakınlarınız enva-i tür ceza çekmektedir. Mağdurlar açısından bakınca cezalar az bulunur. Yürütme erki ve yargının kalemiyle dile gelen şunca yıl hapis, onlar tarafından cidden idrak edilen bir hakikat midir, emin değilim. Bir hâkim, savcı veya komiser hatta adalet bakanı 15-20 yıl tek parça yatmanın nice bir yatış/ batış olduğunu elbette ki bilemez. Bunu, dışarıdaki hiçbir insan hakkıyla idrak edemez.

Bir sebepten içeriye misafir olan polis, hâkim, yüksek yargı mensubu vs. zatlarla bu konuyu konuştum. “Mahpusluk bildiğimiz bir şey değilmiş ve essahtan da çok zormuş”. Ortak dedikleri bu. Mahpusluğu bir süre idrak edebilseler, mağdur ailelerinin bile “suçlular” için bu denli uzun ve ağır cezaları, kullara reva görebileceğini zannetmiyorum… Burada ciddi bir problemimiz ortaya çıkıyor: Artan suçlar ve cezaların suçları önlemede yetersiz kalışı ve habire değiştirilen ceza ve infaz yasaları… Büyüyerek devam eden sorun.

Meri sistemde umulan yararlar ile varılan sonuçlar arasında geniş bir mesafe var. Ve bu mesafe kapanacağını umabileceğimiz bir seyirde gitmiyor maalesef… Cezanın mahpusta yaptığı fizik ve psikolojik yıkımlar ceza sonrası hayatını idame ettirebilmesini ve topluma bırakınız faydalı bir birey olarak katılımını, kör topal bir yol yürüyebilmesine bile imkân bırakmamakta.

Uzun metraj mahpuslukta evli veya bekâr – durum farkı elbette ki var- her halükarda ailelerinizle aranıza çeşitli dozlarda mesafelerin girdiğini görürsünüz. Kaldı ki tanışlar ve toplum ile… Yaşanan değişim, araya giren fasıla, oluşan boşluklar, almanız gereken yollar git git kapanabilecek bir süre(ç) değildir!

Uzun dönem hapislik sadece mahpusu değil, onun ailesini ve çevresini de yaralar. Zamanın hükmüyle aile bağları zayıflamıştır. Dışarıya çıkan mahpus “yabancılaşmış” biridir, biraz yabanidir de. İşbu yabanilik ve hırpanilikte iş bulmak, ev yuva kurmak, sosyal güven tesis etmek, sıradan ve normal bir gündelik hayat yaşayabilmek, evet itiraf etmeli ki çok zordu-r!

2001 öncesi dönemi de sonrasındaki F Tipi “Yüksek Güvenlikli” cezaevi sürecini de içeriden biri olarak yaşama, gözlemleme imkânınız oldu. Kısaca en temel farklılık neler? Hangisi daha insanca?

Yaygın kanaatin aksine F Tipi cezaevleri fizik şartlar itibarıyla diğerlerinden daha kötü değil… 2001 yılı ülkedeki cezaevleri tarihinde bir dönem değişikliğini ifade eder mahpuslar ve yakınlarının gözüyle süreç başkadır, devlet açısından hikâye daha başka… Genel anlamda rahatlık belki gevşeklik ve yer yer laçkalık vardı. Sayım ve arama yapılmayan/yapılamayan koğuşlardan tutun içeriye hemen hemen her şeyin çok büyük zahmetler ve bedel gerektirmeden girebildiği bir dönemden bir çiğ yumurtanın bile kodese dahlinin neredeyse imkânsız kılındığı bir vasata geçiş, hatırlarsınız belki kolay olmadı. Yapılan operasyonlar kanlı oldu ve nice bedeller ödendi… Ama devlet neye mal olursa olsun gözünü karartmıştı. Geçiş süreci bir hayli sancılı ve zor olduysa da zamanla devlet açısından taşlar yerine oturdu sayılır ve F Tipi dediğimiz sistem yeni yapılan T ve L Tiplerinde aynı paralelde oturtulmaya çalışıldı. Eski dönem cezaevleri de, artık ne kadar olabildiyse…

Güvenlik ve disiplin öncelikli bu sistemde ülkedeki ekonomik kalkınmaya denk gelen yıllarda bazı iyileştirmeler de görülür. Sağlık hizmetlerinden bu dönemde mahpuslar da daha sağlıklı yararlanır olduk, örneğin. Binalar daha temiz, odalardaki sayı azlığına bağlı olarak genel ve bulaşıcı hastalıklarda önemli oranda azalmaya sebep oldu.

Kalabalık ve rahat ortam ve mekândan çok daha az kişiyle görüşme ve irtibatın olduğu yeni süreçte mahpuslar en geniş anlamda son derece olumsuz etkilendiler, diyebilirim…

Zamanla alışılmayan ve ünsiyet kurulmayan durum yok, insan isminin ünsiyet ile aynı kökten geldiğini söyleyen dilciler de var. Rahat demler ve dönemler geride kalınca mecbur alışıyorsun veya alışmaya çalışıyorsun. Doğrusu F Tiplerinde mahpusun dûçar kılındığı mahrumiyetler haber bültenlerine konu olan bazı trajikomik haller uzun uzadıya anlatılabilir ama yeri değil…

Hangisi daha insanca sualinize gelince, insanca olan bir cezaevi sistemi yoktur! “İNSAN” unsuru çok önemli; iyi bir idareci ve ekiple en sıkı uygulamasıyla maruf bir F Tipi cezaevinde mahpuslar daha insanca hissedebilirler. Bu, zor ve masraflı bir şey asla değildir. Üç beş jest insanca hissetmeye kâfi gelebilir. Diğer yandan doksanlı yıllarda sözüm ona en rahat dönemlerde herifin teki yönetici veya savcı olarak neyse kuruma gelir ve tabirimi mazur görün hayatı çekilmez kılıp ortamın içine edebilir. Muhtemelen bu olgu her kurumda gözlemlenebilecek bir durumdur. Ama totalde F Tipi sistemde ve yeni süreçte mahpuslar daha edilgen baskılanmış, tecritleri arttırılmış durumda iken devlet/memur olaya daha hâkim gibidir.

Bir insan ömrü için çok uzun süreler hapiste kaldınız. Çıktıktan sonra karıştığınız hayata dair şaşkınlıklarınız, hayret ve hayal kırıklıklarınız nelerdi?

Cezaevinde dış hayattan izole edilen mahpuslar geride bıraktıkları hayatı hasbelkader takip edebiliyorlar. Aile avukat ziyaretleri ile sınırlı bilgiler alınabilmekte, gazete ve TV sayesinde de aktüel gündemi takip etmek mümkün. Yıllar yılı düzenli olarak şu kadar gazeteyi, köşe yazarını, siyasiyi vs takip edince hangi zat yazısına nasıl giriş yapacak, nereye getirecek ve nasıl bağlayacak…  O yazı önceden elinizden geçmiş gibi hisseder duruma geliyorsunuz. Hakeza, siyasi aktörlerin konuşmaları da… Fakat zamanın hükmüyle belli bir aşamadan sonra takip devam etse de ilginizin azaldığını görüyorsunuz. Dışarının da sizden usul usul uzaklaştığını… His ve zaman olarak.

Dert-dava sahibi mahpusların durumu ile adli nedenlerle yatan çoğunluk mahpusların halleri çok farklı. İlk grubu oluşturan “siyasi” suçlular genel anlamda daha rahat yatmakta, zamanları daha verimli geçmekte ve daha düzenli bir yaşamları olduğu için her anlamda daha sağlıklı kalabilmekteler… İnsanı en çok ayakta ve diri tutan şey, uğruna can, mal ve ömür koyduğu davası ve mücadelesidir.

Süregiden bir hareketin/davanın devinimi ve soluk alışı içeriyi de adeta canlı tutar. Gözünüz ve kalbiniz bu anlamda dışarıdadır. Böyle olduğundan dolayıdır ki bir gün “O GÜN” gelir de tekrar nasip olursa özgürlük, “nerde kalmıştık dostlar!” heyecanı ve coşkusuyla bir ömür yatılır. Olsa üç ömür de yatılır. Bu, hem çok güçlü bir umut ve motivasyondur hem de en geniş anlamıyla siyasi suçların hem bedenleri hem de ruhları için tiryaktır…

İnsan olarak aileniz akrabanız, doğup büyüdüğünüz şehir çevreniz vs için oluşan hissiyatı az çok tahmin edersiniz. GURBET ile benzerdir, şu farkla ki, tadı kıvamı çok daha koyu bir gurbettir, mahpusların yaşadığı.

Mahpus için iki olgu var oldu; dışarıda geride bıraktığı davası-kavgası ve beşer olarak hasretini yaşadığı şehir ve ayrı düştüğü ailesi. Yıllar yılı Batman’ı rüyamda gördüm. Bir insan doğup büyüdüğü şehri kaç defa görür ki rüyasında! Mahpus için, müebbet hapis yatan biri için sayılar bir dönem sonra anlamını yitirmekte. Sadece koyu, ince bir sızı duyarsınız oranızda, acır durur. Rüyasını daha görmeseniz de, ağrısı sürer.

Açık ziyaretlerde aileme -ki aynı zamanda aynı davanın çilesini beraber çekmişiz- arkadaşlarımı çok sormaklıktan inceden fırça yediğimi anımsadım şimdi. Kaç zaman sonra gelmişiz, yarım saatimiz var, şu dar vakitte de “o, bu ne yapıyor”u soruyorsun!

İçinden geldiğim gelenek, dünleri bugünleri adına sevdiğim bir tabir olmasa da yaygın kabul gördüğü için kullanabilirim, İSLAMCILIK denilen kulvardaki yapıların, cemaatlerin hikâyelerinin adam akıllı yazılmamış olması çok ciddi bir eksikliğimiz ve belki ayıbımız olarak orta yerde duruyor. Sadece hikâyeleri değil, çok yönlü özeleştiri de elzemdir. Bizim İslamcı müktesebatımız neden bir arpa boyu yol alamadı/alamıyor, dindar halk kitlelerine ulaşamıyor ve açılamıyoruz? Ve talaşı ortaya koyduğu üründen kat be kat fazla olan kabiliyet yoksunu marangoz gibi, insan hurdalığımızdaki bereketin sebepleri ne ola!

Bu iki veçheli manzarayı güzel sualinize cevap bağlamında girizgâh olsun diye çizmeye çalıştım. Bir beşer olarak gurbetlik bitip de memlekete dönmek itibariyle yaşananlar ve davasına, arkadaşlarına kavuşacak olmanın heyecanıyla yanıp tutuşan mahpus.

İlkinden başlayacak olursam; memleketteki büyümenin artan bolluğun şehirlerde yoğunlaşan nüfusun teknolojide yaşanan akıl almaz hız ve seviyenin teorik bilgi düzeyinde farkındaydık. Tabi içine adım atıp çıplak gözle görmek bambaşka oldu.

Batman’ın rüyasını görüp durdum, lakin özgürlüğün ilk ayları İstanbul’da geçti. Eski halini bilmediğim devasa İstanbul çok kalabalık geldi bana. Ve yorucu ve her anlamda yorucu… Gecenin bir vakti cezaevinden dışarıya adım attık. Aile ve arkadaşlar araçlarla bekliyordu. Hızlı bir kucaklaşma faslından sonra Bolu’dan yola koyulduk. Bir an önce bunları evlerine ulaştıralım hali vardı. Akşam/gece vakti serbest adım atmak inanılmaz bir duyguydu. Bir tesiste tenhaya çekilip bir başıma biraz yürüdüm. Yanaklara süzülen gözyaşlarının sebebi hangi hissiyattı, tarif etmek kolay değil. Ama yoğun ve çok güçlü bir histi bunu söyleyebilirim.

O gece ve takip eden günlerde aile akrabalardaki ve yine yüz yüze görüşmelerde olsun, gelen telefon aramalarında olsun dava arkadaşlarımdaki büyük sevinci vurgulamalıyım. Üzerimdeki gözlerin ne gördüğü kadar neler arandığı da dikkatimi çekti. Sadece antika bir malzemeye bakar gibi değil ne halde olduğumuzu gözlemek, çözümlemek isteyen nazarlardan, nasıl desem, biraz sıkıldığımı da hatırlıyorum.

Üzerimdeki yabanilik de bu nazarlara biraz neden olmuş olabilir, bilemiyorum. Bizim için yeni bir dizi şey karşısındaki cahilliğimiz hemen gün yüzüne çıkıverdi. Önümüzde duran ‘şu binaya nasıl girilir’den tutunuz, açık araba bagaj kapısını kapatmak için nereye dokunmak gerektiğine kadar… Çok şey öğrenmek gerekliydi ve hâlâ gerekli.

Yol yürümek, uzun uzun yürümek güzeldi ve fakat garipti ve yer yer tedirginlik hissi verdiğini söyleyebilirim. Büyük şehirin kalabalığı ve gürültüsü yoruyordu mahpusu…

İlk haftalar yoğun “geçmiş olsun” trafiği ile geçti. Gitmeler gelmeler, arada biraz gezmeler de oldu. Boğazda tekne turu, Adalar’da gezinti. Yaptığımız birkaç teşekkür ziyareti.

Mizacen durgun biriyim ve de sessiz. Mahpusluk kelamdaki kelimelerimi bir hayli de azaltmıştır. Buna ilaveten uzun yol mahpusunda mukadder olan genel konuşma güçlüğü ve konuşurken kelime aranma. Bu sıkıntıyı biraz bekliyordum, lakin vaka beklentimden daha güçlü çıktı. Altıncı yılımız ve konuşmak benim için hala kolay bir şey değil.

Ramazan’da tahliye olmuştuk, dışarıda idrak edilen sahur ve iftar… ALLAH’A HAMD OLSUN! Ve bayram namazı… Camide tekbir sesleri yükselince o an yadıma içeride geçen bayramlar geldi ve geride bıraktığımız, umutla özgürlük yolu gözleyen mahpus dostlar. Sarsıldım, baya sarsıldım!

O ilk günlerde bir iftar davetinde on on beş kişi varız… Çoğu eskiden tanıdığım bildiğim arkadaşlar, birkaç da gıyaben bildiklerim. Merhabalar, hal hatır sormalar derken, bende muazzam bir zihni faaliyet başladı. Farklı illerden arkadaşlarla tanıştığım zamanlardan, arada yaşananlardan, o dönem konuştuklarımızdan hatıra heybemde ne varsa adeta hepsi dörtnala zihnimde cirit atıyordu. Ve bir yorgunluk geldi ki bana gayri ihtiyari gözlerim kapanıyor. Direniyorum, ama ne mümkün! Küt, kafam önüme düştü! Yanımdakiler iftara yakın yorgunluğa yordular, ezana az kaldı filan dediler. Oysa benim zihin şalter atmıştı. Birden yığınla konu konuk, anı-hatırat zihne yüklenince ve zihin bunları takipte zorlanınca yan yatıvermişti!

Bu, cezaevinin bizden aldığı bir şey. Görünürde mental bir sıkıntı yok ancak yoğunluk olunca zihnin kapsama alanı ve hafızanın tutup kavrama mekanizmasında bize has bir atalet ve sakilliğin oluştuğunu gördüm. Normal hayata devamla birlikte, zamanla azalır, geçer mi bu sıkıntımız diye ummuştum. Ama öyle olmadı sayın seyirciler. Akli meleke yerinde dursa da, hafıza/kavrayıp tutma, nasıl desem yer yer biraz patinaj yapıyor sanki…

Abimlerde kalıyordum, gelen giden oluyordu. Bir gün yengemi mutfakta ağlarken gördüm, ama bir değişik ağlıyor. Hayrola yenge dedim, inşallah üzüntü ve yorgunluktan değildir. Yok, dedi, haylidir bu misafir yoğunluğu olmamıştı. Misafirin hiç eksik olmadığı Batman yıllarımız aklıma geldi, o demlerin sevinci ve heyecanıdır beni ağlatan…

Bir süre sonra yine bir akşam vakti Batman’a gitmek/girmek nasip oldu. Güçlü bir heyecan ve duygu durumu bekliyorum kendimde, ama o nevi bir heyecanı, bir ay kaldığım Batman’da pek hissetmedim. Sadece pek değişmeyen evimizin de olduğu cadde ve sokaklarda dolaşırken bir parça alabora durumu oldu. 7 yıl yol yürüdüğüm imam hatip lisesi civarında biraz duygulandım… Şehir insanla var, araya giren yıllar ortada pek bir “insan” unsuru bırakmayınca, aşina olmadığı yüzlerle dolu şehrinde dolaşırken ne hissedebilirdi mahpus!

Batman benim eski Batman’ım değil artık. İstanbul’da oturuyorum, burayla da çok bir aidiyet bağı kurabilmiş değilim. Bir tür yersizlik yurtsuzluk durumu mahpusun yaşadığı. Zamanla oturduğu Fatih ilçesiyle kısmi bir ünsiyet ve bağ kurmuş durumda. Diğer yerlerden Fatih’e avdet edince, mahallemize geldik hissiyatı bu, o kadar…

Derdimiz ve arkadaşlarımız bağlamında da birkaç değinide bulunmak isterim. Çıkışımızda bizleri bekleyen müşkülatları detaylı olarak öngöremesem de, hazırlıkta bulunmak gerektiğini, ziyaretime gelebilen dostlarla paylaşmıştım. Hayırlısıyla bir çıkın, sizin için her şey düşünülmüştür, müsterih olun, denildi… “ Her şey”in ez hülasa bir insanın mütevazı bir izdivaç masrafı ile mahdut olduğunu görmek mahpusu yaralamıştır. İş, eş arayışı vb. sorunlarla ferden göğüs germeleri, mahpusların kolay baş edebilecekleri sıkıntılar değildi-r. Hala evlen-e-meyen ve bir düzen tutturamayanlarımız bulunuyor ve derd-i maişetin en başat meselemiz oluşu buna mecbur ve mahkûm oluşumuz biraz hazindir.

Aile, akrabalar ve dahi arkadaşlarımızda gözlediğim “şimdi ne yapacaklar, nasıl yapacaklar, yapabilecekler mi” endişeleri, daha doğrusu, endişenin bu paranteze sıkışması canımı sıkmış ve acıtmıştır. Hali vakti hayli yerinde birkaç arkadaş nezdinde, bana uygun bir iş olmadığını öğrenmem sıkıntıdan öte benim için hayal kırıklığı oldu. Kullardan ne istenip neler beklenemeyeceğini acıyla öğrendim.

1994’te durmuştu takvimimiz. Hissen ve kalben 94 model olarak çıktık. Ve fakat dışarıda çok şeyin değiştiğini gördüm. Çok ziyade “bilgi!” ve BEN var ortalıkta. Herkes her şeyi biliyor maşallah! Dış satıhta sınırlı kalıp neredeyse hiçbir meselede öze taalluk eden bir dil ve üslup bulunmayan ortamlarda mahpus, garip ve yalnız hissetmekte. Herhangi bir hususta esasa dair çerçeve ve üslup çizmeye çalışıyorsunuz, fakat sözleriniz hazirunun dimağına ulaşmıyor. Başka bir evrenden kelam ediyorsunuz sanki. Hemen sığ, yüzeysel ve mutaassıp sulara dönülüyor…

Fakir de olsanız -ki eskiden yaygın olan fakirlikti ve çok az zenginimiz de azıcık zengindi- ahlakınız, koşturmanız ve varsa biraz bilginiz ile değer görüyordunuz… Hayal kırıklığı ve dehşetle gördüğüm bir şey ise şu: Değer ve itibarınız paranız kadar var! Paranız az ise veya yoksa pek bir değeriniz yok ve yoksunuz! Paranız çoksa, en iyi sizsiniz, özünde, af buyurun, hanzonun teki bile olsanız durum değişmez.

Koca koca adamların, okumuş güngörmüşlerin, yaşını başını almış kimi insanların, parasından başka dişe dokunur bir hususiyeti olmayan, belki gırla defosu bulunan sonradan görme insanlara karşı el pençe divan durmaları, izzet ve ihtiram göstermeleri mahpusun anlayabileceği ve de kaldırabileceği bir şey değildir.

Söylemek ile yapmak farklı şeyler. Yapmadığı bir şeyi yapmış gibi resmedip yaymak, yapacağım dediği şeyi ise yapmamak ve dahi “bunu demedim” deyip inkâr etmek… Mahpusun midesi bulanmıştır.

Meraklı bir ahali olduğumuz söylenemez. Yanı başımızdaki tarihsel anıtlara dönüp meraklı gözlerle bakmaz, inceleyip etüt etmeyiz. Genel ilgi bir yana, herif şunca yıl hapis yatmış, etraflı bir sohbet ile sorup anlamaya çalışayım; içeride ne yaptınız, ne yediniz, ne içtiniz… Sual edip öğrenmek isteyen olmadı desem abartmış olmam! Heybenizde ne var, dışarıyı nasıl buldunuz, ne hissediyorsunuz diye merak eden de pek yok. Tuhaf bir durum doğrusu. Sebebine dair oturmuş net bir kanaatim yok ve fakat insanların yanlarında yörelerinde çok görülmek istenmiyoruz izlenimi oluştu bende. Azatlıkta tanışıp içten ilgisini gördüğüm zatlar var, sağ olsunlar. Ama onca hukukunuz olan kimi insanlarla böyle/ bunca uzak oluş nasıl söyleyeyim, içimi acıtıyor!

“İçerden Sesler” adlı kitabınızı cezaevinde kaleme aldınız. Dışarı çıktıktan sonra cezaevine bakışınızda bir farklılık, yorum ve değerlendirme farkı oldu mu?

Mahpushane çok uzun yıllar geçse bile alışılamayan bir yer. ÖZGÜRLÜĞE ise yine nice zamanlar onsuz kalsanız da hemencecik uyum sağlarsınız. Değindiğim uyum ve ayakta kalma zorunlukları bir yana mahpusluk çok çabuk geride kalıyor. Ki dört duvar arasının kimi tortusu dursa da böylesine hızlı ve kolay geride kalması öngörülerim arasında yoktu. Mahpusluk ve anıları bir gölge gibi peşimden gelir gider zannediyordum, ama pek öyle olmadı. Mahpushaneye bakışımda bir değişiklik yok lakin “İçerden Sesler”i yazdıran ortam cezaeviydi. Yaşanmışlık olmadan o tecrübi bilgi ve hissiyatla yazmak, yazabilmek pek mümkün olmazdı.

Oradan, o şartlarda o kadar uzun süre kapalı kaldıktan sonra beden, bilhassa ruh sağlığınızı muhafaza edebilmeniz muazzam bir sabır ve direnç neticesi olmalı. Bir dava uğruna hapse atılanlar ( siyasi mahpuslar ) ile adli hükümlüler genel olarak nasıl tepki veriyorlar uzun kapatılma süreçlerine?

Dışardaki akranlarımızı görünce bedenen çok kötü durumda olmadığımıza dair kanaatim gelişti. Bazımızdaki kimi irili ufaklı rahatsızlıklar normal hayatta insanlarda görülebileceklerin çok fevkinde durumlar değil. Moral ve ruhsal açıdan yara berelerimiz elbette var, bazısı kendimize bazısı dışarıya dönük kimi kırgınlıklarımız ve hayal kırıklıklarımız da mevcut. Örselenmişlik, çok yönlü bir şekilde uzun dönem mahpusların sinesinde yer tutar.

Siyasi mahpuslar totalde adli suçlulardan daha uzun dönem yatageldiler. Çok uzun dönem hapis yatma olayı neredeyse siyasi suçlulara has. İnfaz yasalarındaki iyileştirmeler, af yasaları vs. son 35 yıl boyunca siyasi suçluları hep teğet geçti. Yine de on yıl, on beş yıl hapis yatmak insan ömrü için oldukça uzun bir dönemdir. Ve ruh-beden sağlığından olmak için yeter sebeplerin ziyadesiyle bulunduğu cezaevlerinden adli veya siyasi fark etmez, bir mahpusun orta karar bir sağlık durumuyla cezasını tamam eylemesi kayda değer bir başarıdır.

Örgütlülük durumu, dava bilinci ve adanmışlık cezayı rahat yatmada ve sağlığı muhafazada siyasi mahpus için güçlü dayanak noktalarıdır. Buna karşın adli mahpus tüm güçlüklerle ferden baş etme durumunda. Öyle olunca adli mahpuslar cezaevlerinde daha çok çile çekmekte ve daha çok hırpalanmaktalar.

Yatılacak cezanız 25 yıl, beriki adli mahpusun yatarı ise 10 yıl olduğunda beraber yattığınız onar yıl sizde aynı tesiri yapmaz. Ufka bakınca mesafesi 10 yıl olan adli mahpusun umutları daha diridir. Ümit ve heyecanınızı 25 yıl sonrasına göre düşünmek ve düşlemek tabiatı ile daha ağır gelir. Adli ve siyasi mahpuslar arasında ceza süreleri daha az olduğundan dolayı adli mahpuslar lehine böyle bir avantaj var, diyebilirim. Diğer ekseri durumda siyasi mahpuslar duyarlı, dinamik ve bilinçlidirler.

Yaklaşık 20 kişilik bir avukat grubu cezaevlerindeki siyasi mahpusları ziyaret edip insani ve hukuki dayanışma vazifemizi ifa etmeye çalışmıştık. Ben de şahsen sizinle bu vesileyle tanışmıştım. Biz avukat olarak görüşme odasına kadarki kısmı görüyor, tecrübe ediyorduk dışarıdan. Bu ziyaretler içerden nasıl görülüyor, karşılanıyordu?

Hukuk cephemiz çok güçlü, yekpare ve organize değil maalesef. Doksanlı yıllarda ilk tutuklamalar ve takip eden muhakeme fasıllarında dert-endişe sahibi Müslüman avukatlardan bazısı sağ olsunlar ilgilerini Müslüman siyasi mahpuslardan esirgemediler. Tabi dosyalara cezalar kesilip onanınca, hukukçularımızın bir işi kalmadı gibi bir şey oldu ve pek uğramaz oldular. Oysa içeri ve dışarı arasında çok önemli ve güçlü bir kanal hukukçular. Gel gör ki yaşanan savrulmalar, ihmaller derken bu kanal pek işlemedi. Hayli zaman böyle geçti. Sizin cezaevi ziyaretleriniz böyle bir vasata denk geldi. Cezaevlerinde meskûn ve biraz metruk Müslüman mahpuslar kimi hamiyetli insanların hatırlaması ve hatırlatmasıyla diyeyim hukukçularımız gelir gider oldular… Bunun küçük dünyamızdaki yerini ve karşılığını bizde gözlemiş olmanız gerekir. Kendi adıma söylersem yüz yüze ziyaretlerde olsun mektuplaşmalarımda olsun her vesileyle minnettarlığımı ifade edegeldim. Baya yazıştık, kitap paylaştık, dertleştik vs. İş bu samimi ilginizin küçük dünyamızdaki yerinin büyük olduğunu belirtmeliyim.

Bugün etkili ve yetkili bir adalet bakanı olsanız ve size cezaevlerine beş dokunuş hakkı tanınsa ne gibi değişiklikler yapmak isterdiniz?

Devlette işler ve işleyişler bu kolaylıkta değil maalesef. Genel şeyler söyleyebilirim ancak. Güvenlik ve disiplin odaklı olunca insan unsuru ihmal olunuyor. Mahpuslar ve aileleri yakınları bağlamında yaşanagelen mağduriyetlerin giderilmesi sadedinde bir dizi iyileştirme yapılabilir. İçeridekilerin tecriti azaltılıp kendi aralarında daha fazla zaman geçirip etkinliklerde bulunmalarını temine çalışırdım.

Psikososyal uzmanların, öğretmen ve diyanet görevlilerinin mahpuslarla iletişimini çok daha işlevsel kılar ve kolaylıklar sağlardım. Zira bu nispeten “sivil” temaslar mahpusların kalplerine daha etkili olarak ulaşabilmekte ve olumlu neticeler alınabilmektedir

Mahpusa az sayıda kitap veriliyor, bu sınırlamayı gevşetirdim. Kişi başı üç beş kitap yerine dönüşüm imkânlı kırk elli kitap. Ta ki inceleme araştırma okumak isteyen mahpuslar rahat çalışabilsinler.

Ve kimi kimsesi, geleni gideni olmayan sahipsiz ve yoksul mahpuslara, suç durumlarını baz almadan asgari geçim için bir tür iaşe fonu sağlardım. Bu mali yükler esasen çok değil, ama toplumun ilgisine sunup bir şekilde desteğini sağlamak zor değil. Millet olarak eksiğimiz gediğimiz evet çoktur, diğer yandan çaresiz ve kimsesizlere yardım çağrısı havada kalmaz diye düşünüyorum.

Sorun, cezaevlerinin ve duvarın öte tarafında yaşanan sıkıntıların bilinmeyişiyle ilgili. Makul olarak gündeme getirilip toplumun vicdanına arz edilirse, gerekli ilgiyi ve desteği göreceğini söyleyebilirim. Gel gör ki “Yeryüzünün Lanetlileri”ni pek düşünen eden olmamakta. Ve düşenin dostu da kalmamakta. Allah düşürmesin!

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Yavuz Yazıcı: Lazca Artık Son Dönemlerini Yaşıyor

Yayınlanma:

-

Kardeşim bir Laz kızı ile evlenince ben de Lazlar, Lazca ve Laz kültürüne dair yeni şeyler öğrenme fırsatı edindim yıllar önce. İstedim ki bu dil ve kültüre dair gerçekleştirdiğimiz sohbetlerden Yeni Pencere okurlarına sunayım bir parça. Yavuz Yazıcı hoş muhabbet bir emekli polis. Lazca ve Laz kültürü üzerine birkaç isimle daha konuşacağım. En yakınlardan başlıyoruz. Dinleme önerisi ile buyurun okumaya.

Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Bu tanımlama içinde Laz olmak kaçıncı sırada yer alıyor?

Biz Lazlar her daim kendimizi Türklük ve Türk kavramı içerisinde bir kültürel mirasın temsilcisi gibi görmekteyiz. Açmak gerekirse; çok eski tarihlerden beri Türk kavimlerinin içerisinde çoğunlukla asimile olmuş bir milletiz. Laz olmak bizim için önemli bir olgu ama Türklüğü ve Türk milliyetçiliğini de özümsemiş durumdayız. Bu sebeple kendimizi çoğunlukla Türk olarak görmekteyiz. Özellikle yeni nesilde Laz mirasına yönelmeyi de görmekteyiz. Bu yönelme genelde müzik alanında ve festivaller kapsamında yapılan Lazca söylemler üzerinde ilgi uyandırmakta. Farklı bir yönelim; yani öğrenelim Lazca’yı, bilelim, Lazca konuşalım gibi bir yönelim yoktur.

Lazca ana diliniz mi? Nerde nasıl öğrendiniz?

Lazca aile içinde kullandığımız ana dilimiz. Şunu belirtmek isterim ki biz, çoğunluğumuz, yani 1969-75 yılları arasında çok odalı büyük bir Laz evinde kalırdık. Burada herkes, babam dedem babaannem amcalarım teyzelerim vesaire, herkes bir aradayken Lazca konuşuyordum. Yazamazdık ama hepimiz bu dili biliyorduk o zaman. Anadilimizdi. Dışarıda, okulda ve çarşıda Türkçe konuşurduk. Laz olanlarla bir arada, dışarıda Lazca da konuşurdum. Bu dili büyüklerimizden öğrendik ama şu anda kendimiz ve çekirdek ailemizde pek konuşulmadığı için çocuklarımız sadece Laz olduklarını bilirler, birkaç kelime Lazca konuşabilirler “Mohti” (“Gel”) “İdi” (Git) “Keyseli” (“Kalk”), “Dohedi” (“Otur”) gibi kelimeleri bilmektedirler. Bu durumda, Lazca’nın son temsilcileri bizleriz gibi gözüküyor. Biz çocuklarımıza bu kültürü öğretmekte isteksiz gibi duruyoruz. Bu sadece benim için değil tüm Lazlar için geçerli. Çocuklarımızın farklı alanlarda olduğu, büyük şehirlerde olduğu, işte, aile ortamlarından uzak olduğumuz için büyüklerimizden ayrıldık. Çekirdek aileye dönüşmek de kendi öz dilimizi, öz kültürümüzü unutup daha da asimile olmamızı kolaylaştırdı.

Laz olmak sizce daha ziyade dille mi, coğrafyayla mı yoksa duyguyla mı alakalı? Sizin için Laz olmanın anlamını, duygu ve düşüncesini merak ediyorum.

Laz olmak bence bulunduğumuz coğrafya ile alakalı. Tabii bir kültüre ait olmak güzel bir duygu benim için. Laz olmak gurur verici çünkü zamanında bir devlet olmuş, güzel kültüre sahip olmuş bir miras bu. Zamanla diğer kültürler içerisinde, özellikle Türk kavimleri, Gürcü kavimleri ile iç içe geçmiş, özünden ve geleneklerinden kısmen de olsa uzaklaşmıştır. Kafkaslar mitolojide “diller dağı” olarak geçmektedir, bu bölgede 124 dil konuşulmaktadır. Bu karışım en çok Lazca’yı etkilemiştir. Lazca bile Ardeşen’de farklı Arhavi’de farklı Hopa’da farklı telaffuz edilmektedir. Mesela biz değirmene “skibu” deriz. Ardeşen ve Arhavi’de bu “karmate” olarak telaffuz edilmekte. Yani birçok farklılıklar bulunmakta ama genelde bu ilçelerde konuşulan Lazca ile hepimiz birbirimizle anlaşabiliyoruz.

Lazca ile kendinizi yeteri kadar ifade edebildiğinizi düşünüyor musunuz?

Lazca ile kendimi yeterince ifade etmem için çevremdeki birçok kişinin de bu dili bilmesi ve konuşması lazım. Maalesef Laz olan ve bu dili sadece yüzeysel bilen çok sayıda insan var. Bu yüzden kendimi Lazca ifade etmem çoğu zaman zorlaşıyor. Çocukluğumuzda daha çok ve sık kullanılan Lazca’yı şimdi, 2025 yılına geldiğimizde, artık sadece sokakta, birbirimizi tanıdığımız insanlarla karşılaştığımızda, nostaljik şekilde konuşur olduk. Bunu yaşatmaya çalışıyoruz fakat gitgide bu dilin yok olmaya gittiğini görüyorum.

Günlük hayatınızda Lazca ne kadar yer tutuyor?

Günlük hayatımızda Lazca hiç yer tutmuyor desek yeri var çünkü resmi dairelerde, sokakta, bankalarda, okullarda, hiçbir yerde bu diyarda konuşulmuyor. Bu dili konuşan insan sayısı da her geçen gün azalıyor. Laz toplumu Türkçe’yi özümsemiş. Lazca sanki kültürel bir hobi gibi olmuş maalesef.  Yaşantımızda bizi Lazca’ya yönlendirecek ne bir durum ne de bir oluşum pek gerçekleşmiyor. Toplum olarak baktığımda bu kültürel mirası taşıyan bizlerin de böyle bir şeye ihtiyacımız sanki yokmuş gibi bir ortam var. Herkes halinden memnun. Bu gidişle de buna pek ihtiyacımız olmayacak gibi duruyor.

Türkiye’de Lazca hangi bölgelerde, tahminen kaç milyon insan tarafından konuşuluyordur?

Ülkemizde Lazca konuşulan yerler, vilayet bazında Rize ve Artvin ilinin Hopa, Kemalpaşa, Borçka’nın bir kısmı, Arhavi, Fındıklı, Pazar, Ardeşen, Kocaeli ve Adapazarı’nın bir kısmından ibaret. Tahmini olarak Türkiye’de 600-700 bin kişi bu dile yakın, biraz ya da fazla Lazca bilen insanlardan oluşuyor. Bu rakamın yarısından fazlası tamamen asimile olmuş durumda. Komşumuz Gürcistan’ın Batum bölgesinde ve Gürcistan’ın Zugdidi bölgesinde yoğun şekilde Laz nüfusuna rastlanmakta. Tahminim Gürcistan ülkesinde 1 milyonu aşkın Laz nüfusu vardır. Orada Lazlara “Megrel” denilmekte. Gürcistan’da yaşayan Lazların, Sarp bölümünde kalan, bizim sınıra yakın olan yerdeki Lazların çok az bir kısmı Müslüman.

Lazca’nın geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Yok olma endişesi taşıyor musunuz?

Lazca artık son dönemlerini yaşıyor, diyebiliriz. Bizim yaş grubu Lazca konuşabiliyor yani iyi derecede konuşanlarımız da var, ben iyi derecede Lazca konuşabiliyorum, anlayabiliyorum ama bunu yazıya dökemiyorum. Yani %99 yazma olayımız yoktur. Bu yeni nesil, z kuşağı dediğimiz, bu dili tamamen unutmuştur. Evlerde artık Lazca konuşulmuyor. Gençler çok ilgisiz zaten. Bir yozlaşma mevcut, bu yozlaşma her alanda olduğu gibi Lazcayı da derinden etkilemektedir. Lazcanın artık son demlerini yaşamakta olduğunu, kaçınılmaz bir sona doğru gittiğini görmekteyiz. Bazı oluşumlar ve gruplar bunu yaşatmaya çalışıyor ama ilgi olmayan yerde ne kadar yaşatabilirsin, bu da bir soru işareti!

Sanırım Türkiye’de insanlar Laz olduğunu söylemeye çekiniyordu eskiden? Şimdi nasıl, sizin bu konudaki yaklaşım ve düşünceniz nedir?

Ben şu anda 63 yaşındayım. Bizim nesil ataerkil olarak büyüdük. Hepimiz büyük evlerde büyük aileler halinde yaşardık. Çok fazla çocuk, amcalar dayılar halalar teyzeler, hep bir arada olduğumuz zamanlardı. Bizim kuşak okula gittiğimizde, evde devamlı Lazca konuştuğumuz için okulda zorluk çekiyorduk. Babaannem, dedem, babam “Lazca konuşulmasın yoksa Türkçeyi konuşamıyorsunuz” diye bizi uyarırlardı. “Türkçe konuşun” diye bizi uyarırlardı, bize telkinde bulunurlardı. Amcalarım ve babam da devlet yetkilileri tarafından zaman zaman resmi dairelerde ikaz edildiklerini beyan ederlerdi. Bizim Laz toplulukları bir Kürt nüfusu kadar kalabalık bir nüfusa sahip olmadığımız için toplum tarafından ve devlet yetkilileri tarafından daha hoşgörü ile bakılan bir kültür mirası olarak görülmüştür. Bu anlamda ciddi bir zorluk yaşamadık. “Siz Lazsanız şunu yapamazsınız, bunu yapamazsınız, şuna sahip olamazsınız” gibisinden hiçbir baskı ve etnik bir yaklaşım görmedik fakat 1980 ve 1991 yılları arasında ülkemizde Lazca yasaklanmıştı. Darbe dönemine denk geldiği için bunu bir tehlike olarak adlandırmış devlet yetkililerimiz. Hatta Cengiz Kurtoğlu yapmış olduğu bir müzikte (Enna Gogahfelare – “Bir Sana Sarılayım”) şeklinde Türkçe müziğin içerisine Lazca bir kelime yerleştirdiği için soruşturma bile geçirmişti ama bu dönemde böyle bir şey yok artık. Lazca her tarafta serbestçe kullanabilmekte. Alıcısı varsa kullanılmasında bir sakınca görülmüyor.

Laz kültürü denince ilk akla gelenler nelerdir?

Laz kültürü deyince toplumda ilk akla gelen şey işte Laz dili, Laz evleri, Serenderler, yemeklerimiz, balıkçılık, Atmaca ve kuş avcılığıdır. Atmaca ve kuş avcılığı Lazlarda çok yaygındır. Kokulu üzümden yapılan birçok yiyecek “pepeçura” (“üzüm muhallebisi”) ve bundan yapılan içecekler (üzüm şerbeti vs.) vardır.

Yemek kültürü açısından baktığımızda tabii Laz Böreğimiz çok meşhurdur. Hamsili pilavlar, karalahana, peynir tavalama, lahana dolmalarımız… Yiyecek açısından zengin bir kültüre sahip diyebilirim Lazlar.

Laz kültürünü doğru tanımak ve anlamak için neler okunabilir, dinlenebilir, izlenebilir? Kitap, Müzik ve Film öneriniz var mı?

Laz kültürü son zamanlarda bir uyuma moduna girmişti. Bu uyuma modundan Kazım Koyuncu vesilesiyle çıktık diyebilirim. Kendisi aynı zamanda köylüm olur ve onunla gurur duyarız. Kazım’la birlikte bu kültüre ait büyük bir sempati uyandı toplumumuzda. Lazların bir dili olduğu, bir kültüre sahip olduğu görüldü. Özellikle Lazlığı neredeyse unutmakta olan yeni nesil bu işe dört elle sarıldı. Kazım’ın yanı sıra Birol Topaloğlu ve Erdal Bayrakoğlu da lazca’yı çok iyi kullanan, Lazca müzik icra eden sanatçılarımız. Yenilerden Resul Dindar da Lazca şarkılara yer veren bir Laz olarak sevilen bir sanatçımızdır.

Film olarak “Nanaçkimi” (“Anneciğim”) isimli filmi önerebilirim. Kitap olarak da Lazca öğreten kitaplardan “Lazuri Doviguram”(Lazca Öğreniyorum) adlı sözlük niteliğinde kitabı anmak isterim.

Lazca bir deyişle bitirelim. Sık sık kullandığınız bir deyim ve anlamı…

MEGAÇAYAŞİ NUHONDARE (BAŞINA GELİNCE KATLANACAKSIN)

ENNA GOGAHFELARE (BİR SANA SARILAYIM)

Laz Atasözü:

ZENGİNİŞİ MAMULİKTİ SKUMS, XOCİKTİ İMÇVALS (ZENGİNİN HOROZU DA YUMURTLAR ÖKÜZÜ DE SÜT VERİR)

Bu hususta eklemek istediğiniz başka bir şeyler var mı?

BÜYÜKLERİMİZİN AKTARDIKLARIYLA BİRLİKTE EKLEMEK İSTERİM Kİ BİZ LAZLAR HER ZAMAN KENDİMİZİ BU MİLLETİN ÖZ EVLATLARI OLARAK GÖRDÜK VE GÖRMEYE DEVAM EDİYORUZ. BEN ÖZELLİKLE LAZ OLDUĞUM İÇİN BU ÜLKEDE HEP HOŞGÖRÜYLE KARŞILANDIM. BİZ LAZLARDA AŞİRET, TARİKAT DEĞİL AİLE VE BİREY ÖN PLANDADIR. BİZLER KÜÇÜK VE KÜLTÜREL BİR TOPLULUK OLDUĞUMUZDAN TEHDİT OLARAK ALGILANMIYORUZ. BELKİ DE LAZLAR KARAKTERLERİ, DURUŞLARI VE DAVRANIŞLARIYLA SEVİLDİKLERİ İÇİNDİR BU DURUM.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x