Connect with us

Söyleşiler

“1915 İntikamla Anlaşılamaz”

Yayınlanma:

-

Gazeteci yazar Bülent Şahin Erdeğer ile 1915’te Ermenilere yapılanları, tehciri ve katliamı, karşılıklı tezleri, Amerikan siyasetini, İttihat Ve Terakki ve Almanların oynadığı rolleri konuştuk. Tarihimiz’in ne kadar temiz olduğu üzerine uzun ve doyurucu bir röportaj oldu. Gerçeklerle ilgilenenlerin ilgisini çekeceğini düşündüğüm bu röportajın, tarihe dönük sahici bir tartışmaya vesile olmasını temenni ederim.

Bu yıl, 24 Nisan’da ilk kez bir ABD Başkanı 1915 tarihinde cereyan eden Ermeni olaylarını, tehcir veya katliam’dan öte, “soykırım” olarak nitelendirdi. Bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biden’dan önce Reagen da Jenosid (Genocide) ifadesini kullanmıştı. ABD’deki pek çok eyalet zaten soykırımı tanıyor. ABD merkezi yönetimi ise resmen soykırımı tanımasa da Ermeni lobisinden yana bir tutum alıyor.

Peki, Soykırım (Jenosid), tam olarak ne demek?

Soykırım, ırk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum veya başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda, bir plan çerçevesinde ve yok edilmeleri niyetiyle girişilen eylem ve sonuçlar bütünü anlamına gelmekte. 1948’de BM soykırımı bir suç olarak tanımladı. ABD bu tip açıklamaları “Dünya liderliği” konsepti çerçevesinde yapıyor. Yani süper güç olmanın getirdiği emperyalist tavırdan kaynaklanıyor. Soykırımlar yapılırken bunların durdurulması için müdahale edilmesinin bir anlamı vardır. Ancak üzerinden on yıllar hatta yüzyıllar geçmiş tarihi olayların bugün emperyal söylem içerisinde gündemleştirilmesinin anlamı siyasi istismardır. ABD Başkanı terörle savaş adı altında son yıllarda kendi işledikleri savaş suçlarının hesabını versin. Emperyalizmin tarihte yaşanan olayları araçsallaştırması, istismar etmesi en az bu olayların inkar edilmesi kadar sorunları kangrenleştirmektedir.

1915’te Ermenilere yönelik zulme ilişkin Türk ve Ermeni tezlerini özetle aktarır mısınız?

Türkiye Devletinin tezleri süreç içerisinde değişkenlik göstermiştir. Gözden kaçan önemli husus o ki 1923 öncesi Ermenilere yönelik işlenen suçlar önce kabul edilmiş, bir çok vali ve bürokrat yargılanmıştır. İstanbul ve Ankara hükümetleri arasında 1919 Ekim ayında Amasya’da yapılan protokolde de ifade edildiği gibi, 1915 suçlularının yargılanması “siyaseten elzem” görülüyordu.

1923 sonrası ise katliam suçlarının inkarına başvurulmuştur. Uzun süre boyunca inkarda ısrar eden Türkiye tarafına göre Osmanlı-Rus savaşı sırasında Doğu Anadolu’daki Ermeni nüfusun Rus ordusuyla beraber hareket etme riski vardı. Bu sebeple de Tehcir ile ülkenin savaştan uzak başka bir coğrafyasına göç ettirildiler. Ölen siviller ise hastalık gibi doğal yollar sebebiyle ölmüşlerdi.

İnkar politikasında, “aslında Ermeniler Türkleri katletti” denilerek “Ermeni Mezalimi” söylemi öne çıkartılmıştır. Türkiye özellikle 2000’li yıllarda “Ortak Acı” söylemiyle kısmen yaşananları kabul etmeye başlamış ve “konu tarihçilere bırakılsın” söylemini gündemleştirmiştir.

1915’te gerçekte ne oldu? Allah’ın, “adil şahitler” olun emrine muhatap biz Müslümanlar için meseleye hakkaniyetli yaklaşım nasıl olmalı?

1915’i anlamak için 1860’lı yılları anlamak gerekir. Osmanlı’daki geleneksel hukuka göre eşit olmayan Ermeniler yerelde birçok baskıya ve hukuksuzluğa maruz kalsalar da İstanbul yönetimi bölgeye adalet götürmek yerine sürekli insani hak taleplerini hasır altı ediyordu. Bu karşılıklı saldırıların temelinde toprak meselesi yatıyordu. Güçlenen taraf diğer tarafın topraklarını gasp etmek için silahlı saldırılar yapabiliyordu. 1870’lere gelindiğinde pasif ve sadık Ermeni toplumu içerisinden şiddet yanlısı siyasi hareketler doğmaya başladı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, Rusya’nın zaferiyle sona erdi ve Rus ordusu Osmanlı’nın doğu topraklarının büyük bölümünü işgal etti. İşgal, doğudaki Ermeni köylerinde Osmanlı yöneticileri tarafından gerçekleştirilen katliamların öncesine denk gelmekteydi.

Ayastefenos Anlaşması’nda İstanbul yönetimi Ermeni toplumuna yönelik Rusya garantörlüğünde reform sözü verdi. 1878 Berlin Anlaşması’nda da İngiltere garantörlüğünde reform sözü verildi. 1876’da tahta oturan 2. Abdülhamid ise tüm bu sözleri tutmayacağını belirterek Kürt ağalarının adamlarından “Hamidiye Alayları”nı kurdu.

Burada, sorunun temelinde feodal toprak paylaşımı ve vergi-haraçların olduğunu görüyoruz. Ermeniler İmparatorluk hukukuna göre ikinci sınıf vatandaşlar ve pek çok haktan mahrumlar. Devlet destekli Kürt aşiretleri Ermeni feodalitesini haraca, İstanbul da vergiye bağlamış. Haraç vermemeye direnirlerse köyleri basılıyor. Siviller katlediliyor. Bu süreçte Ermeniler içerisinde ulusalcı kurtuluş ve bağımsızlık ideolojisi doğuyor. Çünkü tıpkı günümüzde Arap Baharı bağlamında olduğu gibi özellikle İmparatorluktaki Hristiyan toplumların Osmanlı’ya karşı “kurtuluş savaşları” verdikleri ve bağımsızlıklarını elde ettikleri bir “domino etkisi” mevcut. Böylece Ermeni ulusalcılığı da nüfus olarak yüzde 50’nin üzerinde oldukları Van ve civarında ayaklanmalar çıkardılar.

Ayaklanmalar 1860’lara dayanıyor. 1860’larda sürü kaçırmalar, küçük sürtüşmeler, arazi ihtilafları Ermeni köyleri ve Kürt aşiretleri arasında karşılıklı çatışmaların çıkmasına yol açmıştı. 1894’teki 1. Sason İsyanı bu zeminde çıkmıştı. Bu karşılıklı saldırı-intikam kısırdöngüsüne 2. Abdülhamid’in de katkıda bulunduğunu unutmayalım. 1894-1896 arasında Hamidiye Alayları 1890’larda başlayan Ermeni milliyetçisi ve ayrılıkçısı hareketi bastırmak için katliamlarda Kürt milisleri kullanmış, ancak Ermeni militanlar ve sivil halk arasında bir ayrım yapılmadan öldürülmüştür. Bu olaylarda en az 50 bin çocuk yetim kaldı, en az 80 bin sivil katledildi. 1896’da bu katliamlara dünyanın dikkatini çekmek için Taşnak Sütyun Militanları İstanbul’da Osmanlı Bankası’nı basmışlardır.

2. Sason (1904) isyanı ise daha ideolojik temelli biçimde patlak verdi. Ermeni ulusalcıları Kürtlere yönelik, Hamidiye katliamlarının intikamı olarak katliamlar yapmışlardır. 1905’te de 2. Abdülhamid’e başarısız bir suikast girişiminde bulundular. 1909’a geldiğimizde ise Adana katliamlarını görüyoruz. Yaşanan karşılıklı linç ve baskınlarda çoğunluğu Ermeni bir kısmı da Türk olmak üzere 30 bine yakın insan öldürülmüştür.

Yani 1915 öncesine baktığımızda zaten bölgedeki karşılıklı intikam kısırdöngüsü mevcuttur. Konuya batılı devletlerin müdahil olmaları ve devletin baskıları da eklenince Ermeni sorunu gittikçe daha da kangren haline gelmiştir. 1915’e gelindiğinde ise Talat-Cemal-Enver üçlüsünün İttihat Terakki hükümeti Rus savaşında bölge Ermenilerinin Ruslardan yana olması üzerine Meclis’ten Tehcir kararı çıkartmıştır. Tehcir öncesi Osmanlı ordusunda görevli tüm Ermeni askerler “Amele Taburları”nda silahsızlandırılarak lojistik işlerde çalıştırılmış ve sonrasında da katledilmişlerdir.

23-24 Nisan 1915 gecesinde Osmanlı hükûmeti, İstanbul’da yaşayan yaklaşık 250 Ermeni aydın, sanatçı ve siyasetçinin derhal tutuklanmasını emretti. Bu kişiler daha sonra Ayaş ve Çankırı’daki iki toplama merkezine gönderildi. Bu kişilerin büyük çoğunluğu öldürüldü.

27 Mayıs’ta Tehcir kararı Meclis’ten çıktı. Ancak Devlet, Tehciri güvenli biçimde gerçekleştirmekten mahrumdu. Ayrıca İTC Hükümeti Ermenileri toplu biçimde ortadan kaldırmak için özel bir plan yapmıştı.

Savaş cephesiyle ilgisi olmayan çok uzak kentlerdeki yüzbinlerce sivilin kilometrelerce uzaklıktaki noktalara hem de öfkeli toplulukların içerisinden geçirilerek götürülmesinin olası sonucu katliamdı. İddia edilen bahanelerle ilgisi olmayan yüzbinlerce insanı öleceklerini bile bile yollara çıkartıp kasten hastalıklara, hava koşullarına kırdırtmak, bütün bunların üstüne de yollarda özel tutulmuş görevlilerce erkeklerini öldürmek, kadınlarını kaçırıp tecavüz etmek de İTC usulü bir soykırımdır.

En az 600 bin Ermeni bu sürgün sırasında devletin örgütlediği çeteler tarafından katledilmiştir. Sürgün edilenlerin mal ve mülkleri de gasp edilmiştir. Konya ve Halep valisi Mehmed Celal Bey, Ankara Valisi Hasan Mazhar Bey, Bağdat Valisi Süleyman Nazif ve Kütahya Valisi Faik Ali bey gibi bir çok Osmanlı Valisi katliamlara karşı Ermenileri korumuş ve tehcire karşı çıkmıştır.

Öte yandan Rusya’nın Doğu Anadolu’yu işgali ile birlikte Rus ordusu çatısı altında Ermeni gönüllü alayları (Fedaiyan) General Antranik Ozanyan komutasında bir çok savaş suçu, katliam işlemiştir. Nisan 1915’te Van’da zafer kazanmış, 1916’da ise Bitlis’e girip Müslüman sivilleri katlettirmiştir. Bitlis’teki savaş suçları sebebiyle Rus Askeri Mahkemesi’nde yargılanmıştır. Tutuklansa da daha sonra serbest bırakılıp 1918’de Erzurum Merkez Komutanı oldu. Emrindeki Fedaiyan milisleri Haziran 1918’e kadar Doğu Anadolu’da “Ermeni Mezalim” olarak adlandırılan Türklere ve Kürtlere yönelik bir çok katliam gerçekleştirdi.

Adil şahitler olacaksak her türlü ulusal hamaset söyleminden sıyrılmamız gerekiyor. Maddi kazanç yollarının el değiştirmesini de içeren çok boyutlu bir intikamlar kısırdöngüsü 1860’dan 1918’e kadar kanlı bir süreç üretmiştir. Kürtler, Türkler ve Ermeniler bölge unsurları olarak, İstanbul yönetimi, Rusya ve Batı Avrupa devletleri de devlet unsurları olarak bu sorunu üreten taraflardır.

Benim, bir insan ve Müslüman olarak haksız yere katledilen, sürgün edilen, tecavüze uğrayan, ailesi dağıtılan, yetim bırakılan, malları mülkleri gasp edilen kim olursa olsun etnisitesine, kendisinin geçmişte ne suç işlediğine bakmadan bu zulme karşı çıkmam gerekir. Failin ya da mağdurun Ermeni, Türk, Rum, Kürt ya da Çerkes olmasının fark etmemesi gerekir. Fail ve mağdurun kimliği konusunda renk körü olmamız şart.

Türkiye Cumhuriyeti, mirasını reddettiği, hatta yer yer hakir gördüğü Osmanlı’nın yıkılmaya yüz tuttuğu döneme ait böylesine acı bir olayda neden empati kuran, gönül almaya dönük yumuşak bir dil yerine katı bir inkar tutumu içine girdi?

Çünkü yeni bir ulus devlet kuruluyordu. Ulus devletin homojenliğinin sağlanması için “Türk Kimliği”nin inşası gerekiyordu. Bu resmi ideoloji Türkiye’de yaşayan herkesin “Türk” olduğunu zorla dayatan bir söyleme sahip. Doğası gereği böylesi çoğulcu bir dile sahip olamaz. İkincisi de Ermeni tehcirinde rol almış pek çok isim daha sonra Mustafa Kemal’in silah arkadaşı olarak yeni rejimin kurucu unsurları olmuşlardır. Ermeni sorununa demokratik, insan hakları temelli bir yaklaşımla yaklaşamazdı bu sebeple.

1915 olaylarında bir Alman Etkisi’nden bahsedebilir miyiz?

Alman ordusu Osmanlı ordusuyla üst düzey kademelerde iç içe geçmişti. Liman von Sanders 1914 Ocak’ında Osmanlı ordusunun genel müfettişliğine atandı. Albay Bronsart von Schellendorf Osmanlı Genelkurmay Başkanı’ydı ve aynı zamanda Osmanlı Silahlı Kuvvetleri Başkomutan Yardımcısı’ydı. Böylece Harbiye Nazırı ve ordunun başkomutanı olan Enver Paşa’ya en yakın olan Alman’dı.

1914 Aralık ayında General Von der Goltz, özel bir askeri heyetle İstanbul’a geldi ve Padişah’a askeri danışmanlık yapmaya başladı. Von der Goltz daha sonra Mezopotamya’daki ordunun başına geçti. Bavyeralı Kurmay Albay Kress Von Kressenstein Mısır’a saldıran (Ocak 1915) birliklerin başındaydı ve 1917’den itibaren Mezopotamya’daki ordunun komutasını eline aldı. Amiral Von Usedom tahkim edilen İstanbul ve Çanakkale boğazlarının savunmasını üstlenmişti.

Açıkça görüldüğü gibi, Alman subayları her tarafta anahtar pozisyonları ellerine geçirmişlerdi. Hristiyanların katledilmesine dair İstanbul’dan verilmiş bir emrin olduğuna dair bir belge bulunmamakta. Almanların, katliamlara sessiz kalmalarının ötesinde, bizzat böyle bir emrin, Almanlar tarafından verildiği ve katliamların Almanlar tarafından gizli bir şekilde yönetildiğine dair iddialar da bulunmaktadır. Doğrudan Alman emperyalizminin kontrolünde bir soykırım yürütülmese de, suçun Almanya’nın gölgesinde işlendiği kesindir. İstanbul işgal edildiğinde kentten kaçan Enver, Cemal ve Talat Paşaların yanı sıra, Liman von Sanders de kaçmıştır. Dönemin Osmanlı Basını bunun nedenini katliamlardan sorumlu olması olarak açıklar. Osmanlı arşivlerinde ise Liman von Sanders’in tehcir organizasyonu için görevlendirildiği belirtilmektedir.

ABD başkanı 1915 için -105 yıl sonra- “soykırım” tabirini kullandı diye Türkiye siyasi ve/ya ekonomik olarak bedel öder veya ödemeli m?

Ödememeli çünkü ilk sorunuza verdiğim cevapta da belirttiğim üzere 100 yılı geçmiş toplumsal çalkantı ve kaos olaylarının bugün politik bir karta dönüştürülmesi öncelikle o acıların bugünkü yansımalarına daha büyük bir ihanettir. En az o acıları inkar etmek kadar büyük bir ihanet. Soykırımı endüstriye çevirme ihaneti. Peki bedel öder mi? Hayır. Türkiye ABD çıkarları açısından siyasi ağırlığı/önemi olan bir devlet. Muhtemelen Beyaz Saray Ankara’yı Halkbank dosyasında olduğu gibi bir kart olarak sıkıştırmak için kullanabilir.

Türkiye resmi tezini bu saatten sonra aynı şekilde sürdürebilir mi?

Sürdüremez ama sonuna kadar inat edecektir. Bir paradigma değişimi gerekiyor bu da önümüzdeki yıllardaki rüzgar/çıkar değişimi ile mümkün olabilir.

Hrant Dink, kendini bu topraklara ait hisseden ve her iki millet arasında köprü rolü gören, vicdan ve merhamet sahibi bir aydındı. Onun meseleye bakışını, uğradığı feci akıbeti ve cinayetin 14 yıl sonra halen aydınlatılamamış olmasını nasıl değerlendirirsiniz?

Dink cinayeti, Devletin derin denen kanadı eliyle işlendi. O dönem o kanatta görevli olan/çöreklenen FETÖ’cü kadrolardı. Ama o dönem yalnız değillerdi. Bu cinayet kötülükte koordine olan geniş çaplı bir organizasyonun sonucuydu. Halen görevde olan birilerine ucu dokunuyor olmalı ki cinayet aydınlatılamıyor.

Türkiye’de hatırı sayılır genişlikte bir kesim Türkiye Cumhuriyeti tarihinin, daha geniş ifadeyle “tarihimizin” soykırım, katliam gibi “kara leke” barındırmadığında hemfikir görünüyor. Oysa ki yakın tarihe şöyle bir baktığımızda, varlık vergisi uygulaması, dersim katliamı, 6-7 Eylül olayları, darbeler, diyarbakır cezaevleri, sistematik işkenceler, JİTEM, 90’lar, hatta yüzbinlerce insanın hayatını bir gecede karartan KHK uygulamaları akla geliyor. Modern ulus devletler birbirlerinden ne yönde ayrıştırılabilir?

Öncelikle sosyoloji ve sosyal-psikoloji işte tam da bu gibi gerçeklikleri anlamamız için gereklidir. Bu gibi karmaşık olayları bir kaç faktörle anlamak yanlıştır. Olayların bir çok sebebi var. Önce insanı anlamalıyız. İnsan Hümanizmin idealize ettiği kadar mükemmel bir varlık değildir. Aksine zaaflı, ihtiraslı, bilinçlenmediği/olgunlaşmadığı takdirde bu zaafları doğrultusunda vahşileşebilen biridir. İnsanlar çıkarları için bir çok suçu işleyebilirler. Bu çıkarlar kıskançlık, haset ve fakirlik ile birleşince zengin komşularına düşman olur. Bu durum kollektif bir kıskançlığa dönüşürse de linç ve yağma gibi suçlara yol açar. Bir de tüm bunları dinsel, ırksal inanç ve önyargılarla birleştirdiğinizde başkasının köyünü basmak, kadınlarına tecavüz etmek, canlarını almak, malına mülküne çökmek kitleler gözünde “meşrulaşır.” Tüm bunların bir de intikam öfkesiyle birleştiğini düşünürsek, “ama onlar da bize yaptı” histerisi uzun yıllar süren kan davalarına, kırımlar kısırdöngüsüne yol açar.

Bu durumun siyasetle de ilgisi var. Devletler kendilerine sorun olarak gördükleri demografik kesimleri zayıflatmak, yıldırmak ve hatta imha etmek için insanların içindeki bu hastalığı kullanırlar. Hele ki “ulus devlet” iseniz ya da bir ulus devlet inşa etmek istiyorsanız farklılıkları en aza indirip homojen bir toplum yaratmak için bu gibi yollara başvurursunuz.

Elbette Ulusalcılıklar devleti kutsarlar ve Devlete sonsuz bir güç atfederler. Devletin yaşaması için insanların feda edilebileceği, harcanabileceğini kabullenirler. Hain, dış güçlerin maşası, terörist, isyancı gibi genellemeci ve ötekileştirmeci tanımlarla sadece suç işleyenleri değil onların kimliklerini, ailelerini de düşmanlaştırabilirler. Bağımsız yargı süreçlerini, insan haklarını, suçun şahsiliği gibi temel hukuk ilkelerini ayak bağı olarak görürler. İşin ilginci, ulusal ego her ne kadar bu suçları işlese de suçlanıldığında böylesi kötülükleri asla işlemeyeceğine dair bir inkar tepkisi geliştirir.

Bir de, sorunun nesillere yayılması gibi bir zorluğu var. Bir toplumsal suç işlendiğinden o toplumsal psikoloji bir kaç nesil içinde unutulur. Hatta coğrafi olarak aynı zaman diliminde bile ülkenin bir köşesinde yaşanan bir katliamdan diğer köşesinin haberi olmayabilir. İdeolojik medya manipülasyonu da bu enformatik cehaleti katmerleştirir. Bu sebeple pek çok ABD’li, milyonlarca sivilin zarar gördüğü, bir o kadarının katledildiğini bilemez ve devletlerinin küresel teröre karşı savaştığını zanneder. İngilizlerin ve Fransızların çoğu yeryüzünde medeniyetten uzak köşelerine uygarlık götürdükleri, kolonyalizmin sömürgecilik değil medeniyet yardımı olduğuna yönelik eğitilirler.

Almanya’da “Holocaust” yaşanırken Alman halkının geneli bu soykırımdan habersizdi ve “Alman ulusuna zararlı hainlerin cezalandırıldığına” ikna edilmişlerdi. Türkiye’de de benzeri bir durum söz konusu. Türkiye insanının büyük çoğunluğu yaşanan acılardan izole edilmiş durumdadır.

Örneğin 1934 Trakya Pogromunda, 1938 Dersim’de, Zilan’da, 6-7 Eylül olaylarında vb. vakalarda yaşananlardan habersizdir. Kendi dedesinin askerdeyken böyle bir şey yapacağını ona konduramaz. Oysa bahsettiğimiz hastalıklar kollektif hal alınca normal hayatta yapılmayan şeyler yapılabilir hale gelir. Buna en çarpıcı örnekleri yakın zamanda şahit olduğumuz Hindistan-Pakistan bölünme süreci (1944-1947) Kıbrıs (1960-1974) Lübnan (1975-1990), Bosna (1992-1995), Ruanda (1994) ve Suriye’de (2011-) yaşanan iç savaşta gördük. Komşular birbirlerini öldürdüler. Güçlü olanlar güçsüzleri yok etmeye, sürmeye çalıştılar.

Ermeni ulusalcıları da tek yanlı bir mağduriyet anlatısını nesiller boyunca efsaneleştirmişlerdir. Ermeni toplumu da Türkiye’de meşhur olan Ermeni Mezalimi gerçeğinden habersizdirler.

Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlaşması” üzerine yaptığı çalışmalar bir de bu gözle okunmalı. Acılarla yüzleşmeliyiz ama her türlü kimlikten sıyrılarak öznelerin sadece insan kimliklerini görüp diğer kimliklerini flulaştırarak bakmalıyız. Bu kısırdöngülerden çıkmanın yolu burada…

“Gazete Okuyan Tavuk”, “Nasreddin Hoca’nın Bisikleti”, “Kuzularla Saklambaç”, “Ceza Hikayeleri” ve “Kelebek Ve Arı – Malcolm X Ve Muhammed Ali’nin Kesişen Hayatları” kitaplarının yazarı. 1983 Trabzon doğumlu avukat.

1 Yorum

1 Yorum

Yorum yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Söyleşiler

Göçmen İşçiler: Köle Değiliz

Yayınlanma:

-

Bu çalışma, Suriye ve Afgan uyruklu iki farklı işçi ile yapılan bir röportajı içermektedir. Göçmen işçilerin çalışma koşullarını görünür kılmayı amaçlamaktadır. Kişilerin isteği üzerine isimleri saklıdır.

S./Suriye, 23

E./Afganistan, 27

  • Türkiye’ye tam olarak ne zaman geldiniz ve gelme sebebiniz nedir?

S: 2016 yılında, ben 18 yaşındayken abimin ailesiyle beraber geldik. Suriye’de savaş vardı, uzun bir süre orada kaldık biz ama zamanla geçinememeye başladık çünkü savaş vardı. Herkes ya Türkiye’ye ya da izinle Avrupa’ya gidiyordu. Abim önceden de Türkiye’ye gitmişti zaten. Beraber çalışmak için geldik, abimi tanıyan Türkler vardı.

E: 2019 yılında tek geldim. Afganistan’da ailem var, evli değilim. İki annem ve küçük kardeşlerim var. Abilerim çalışıyorlar. Türkiye’ye gelmek benim için zorunluluktu. İran’a ya da Türkiye’ye geçip çalışacaktım ama çok fazla para gerekti. Bu yüzden Türkiye’ye geldim.

  • Geldikten sonra iş bulma serüveninizden bahsedebilir misiniz?

S: Abim önceden geldiğinde Edirne’de yüklemeci olarak çalışmış. (Burada kişi, mal yüklemeciliğinden bahsediyor. Çeşitli ağır, pazar mallarını kamyon ve benzeri araçlara yükleme işlemi.) Önce Edirne’ye gittik, yüklemecilik yapacaktık ama arkadaşı işe almayacağını söyledi. Sonra İstanbul’a geldik. Akrabalar yardım etti, Sultanbeylideyiz. Yüklemecilik ve kumaş taşımacılığı yaptık. Şimdi hem ara işler hem de mal yüklemeciliği yapıyorum.

E: Afganlar genellikle Türkiye’ye kaçak giriyorlar. Türkiye vizesi yok, o yüzden iş bulmak zor. Mesleğim boyacılık ama burada farklı bir iş sistemi var. Boyacılık hiç yapmadım. Arkadaşlarım hep Türkiye’deydi. Aynı evde kalıyoruz. İstanbul’a geldiğimde hiç param yoktu, bir sürü memleketlimle tanıştım. İlk çalıştığım işlerde neredeyse hiç para almadım sadece yemek veriyorlardı. İzin belgemiz olmadığı için bir şey yapmıyorduk. Şimdi ev arkadaşlarım gibi tekstilde çalışıyorum. İp kesme ve kumaş boyama yapabiliyorum. Sabah, akşam sürekli çalışıyoruz.

  • Memleketinizde hangi işi yapıyordunuz?

S: Ben buraya uzun zaman önce geldim ama Suriye’de fırında çalışıyordum. Çalıştığım fırın marketlere ekmek gönderiyordu, çok büyük ve tarihi bir fırındı. Pita, lavaş ve pide burada da çok fazla satılıyor.

E: Boya yapıyordum. Dükkânlarda tabela ve duvar boyalarını çok yaptım. Bazen evleri de boyuyordum. Orada tanıyanlar boyalarını bana yaptırırdı. Yapmayalı uzun zaman oldu. Türkiye’ye gelirken çok uzun yollardan geçtim. Gelirken hep boyacılık yapma hayali kurdum ama olmadı.

  • Şimdiki iş hayatınız ve aldığınız ücretler hakkında bizi bilgilendirir misiniz?

S: Şimdi İstanbul’da çalışıyorum ama sürekli farklı işlerde çalışıyorum. Aynı parayı almıyoruz. Ben, günlük sabah 07:00 ile akşam 22:00 arası çalışıyorum. Aylık genel olarak 2000 kazanıyorum. Ek işlerle bazen 2500 oluyor. Haftanın her günü çalışıyoruz.

E: Çalıştığım işin maaşları ayın başında yatıyor. Ne kadar çok çalışırsak o kadar çok alabiliyoruz ama çok fark etmiyor. Ben sabah 07:00 ile akşam 20:00, 21:00 arası çalışıyorum. Pazartesi günleri mesai saatleri artıyor. Maaşımız 2800, bazen biraz fazla oluyor ama çok nadir yükseliyor. Mesela ilk geldiğimizde iki ay biz çok düşük maaş aldık. Hatta ilk ay maaşlarımızı hemen vermediler.

  • Bakmakla yükümlü olduğunuz kişiler var mı?

S: Abim evli onunla beraber kalıyorum. Burada beraber geçiniyoruz. Ev kiraları çok yüksek, yeğenlerim var. Suriye’de evli kız kardeşlerime de para gönderiyoruz.

E: Afganlar genellikle ailelerine para gönderirler. Ben de gönderiyorum tabii ama burada kimseye bakmıyorum. Buradan annemlere ve kardeşlere para gönderiyorum ama her ay gönderemiyorum. Onların durumları şu an hiç iyi değil, onlar için çalışıyorum.

  • Maaşlardan memnun musunuz?

S: (Gülüyor) Biz çok çalışıyoruz çünkü başka yolumuz yok. Maaşlar çok az. Ev kirasına ve yemeğe gidiyor. Bazen yol parası vermemek için yürüyorum.

E: Maaşlar çok az. Çok yoruluyoruz ama yetmiyor. Maaşlarımızı vermemelerinden çok korkuyoruz. Bazen maaşlar çok gecikiyor, bazen sadece yarısını veriyorlar, düzenli değil.

  • Kendinizi yabancı, Türk işçilerden farklı hissettiğiniz zamanlar oldu mu?

S: Oluyor. Bazı kişiler Suriyelilerin çok fazla para aldığını sanıyor. Öyle değil. Bizi, Suriyelileri çok çalıştırıyorlar ama bazı Türk işçileri öyle çalıştırmıyorlar. Hepimiz aslında çok çalışıyoruz ama bazen patronlar, para verenler bize daha az para veriyorlar bunu biliyoruz.

E: Evet hep oluyor. Mesela şu an çalıştığım teksti atölyesine hiç Türk işçi almıyorlar. Çünkü hiçbirisi bu maaşı kabul etmiyor ya da resmi (sgk’yı kastediyor) istiyor. Afganları işçi olarak görüyorlar.

  • Türklerin size karşı davranışlarından memnun musunuz?

S: Bazıları çok iyiler bazıları farklı davranıyor. Her yerde böyle oluyor. Hepimiz aynıyız bazıları kendilerini daha üstün görebiliyor ama genel olarak elhamdülillah… Bir kere uzun süre önce otobüse bindiğimde kartımı unutmuştum, şoför beni dilenci sandı, otobüsten indirdi. Suriyelileri öyle görüyorlar. Hem iyi hem de kötü insanlar var. Geçen yıllarda daha kötü davranıyorlardı ama alıştık. Türkiye’de çok iyi insanlar da var tabii.

E: Ben çok farklı, yanlış şeyler gördüm. Afgan olduğumu anlayınca kötü bakıyorlar. En çok patronlar, sanki onlara çalışmak zorundaymışız! Köle gibi düşünüyorlar. Bizim maaşlarımızı vermediklerinde biz bir şey demekten çekiniyoruz çünkü kızıyorlar, tehdit ediyorlar. Bazen “Gidin ülkemizden!” diyorlar arkamızdan. Benim gibi Türkçe bilen Afganlar anlıyorlar ama şu ana kadar karşılık vereni görmedim. Bir de bizi terörist sanıyorlar. (Gülüyor) Irkçılık yapan çok kişi var. Sanki yaratıkmışız gibi bakıyorlar. (Gülüyor) Biz evde beş erkek kalıyorduk. Bizim ilaç (uyuşturucu kastediliyor) sattığımızı iddia edip polis çağırdılar, evi aradılar. Evde yataklardan başka bir şey yoktu, polisler de şaşırdılar.

  • Belirli devlet veya özel kurumlardan yardım almayı tercih ettiniz mi?

S: Türkiye’ye ilk geldiğimizde abim devlete başvurdu. İsmini hatırlamıyorum, yardım alamadık ama bilmiyorum o zaman biraz karışıktı. Yardım almıyoruz.

E: Hayır hiç para almadım, bazı yerlerde yemek dağıtımlarına gidiyoruz ama her zaman gidemiyoruz. Çorba, pilav, tavuk gibi yemekler veriliyor.

  • Son olarak, iş hayatında neyin değişmesi sizi mutlu ederdi?

S: Hep çalışmak istemiyorum. Hiç tatilim yok, bazı günler gezmek isterdim. Maaşlar biraz daha yükselse çok güzel olur. Elhamdülillah.

E: Ben bize kötü davransınlar istemiyorum. Çalışırken normal çalışmak isterdim. Patronlar bazı zamanlar iş saatlerini uzatıyorlar. Maaşlarımızı vermediklerinde işten atarlar diye bir şey diyemiyoruz, keşke böyle olmasaydı. Bunlar değişsin isterdim.

  • Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Son eklemek istediğiniz bir şey var mı?

S: Rica ederim. Son olarak eğer evimizde savaş olmasaydı buralara gelmeyecektik. Bazı insanlar “Neden gidip savaşmıyorsunuz?” diyor, peki bizim ailelere kim bakacak? Onlar hep perişan oluyorlar. Herkesi kaybettik, yaşamak istediğimiz için geldik.

E: Ben teşekkür ederim. Allah hepimize hayırlı bir hayat nasip etsin. Son olarak, kötü davranmasınlar, terörist demesinler, bizler insanız.

Çeviren, Röportaj sahibi: Nurbanu Gün

Devamını Okuyun

Söyleşiler

İslamcılık Bir Yenileşme Düşüncesidir ve Bu İlkesini Korumakta Israrcıdır

Yayınlanma:

-

Yazar Ümit Aktaş’la, haziran ayında Çıra Yayınları arasından çıkan “Siyasal Arayışlar – Nasıl Yapmalı?” kitabında tartıştığı meselelerle ilgili bir söyleşi yaptık. İlginize sunuyoruz.

“Siyasal Arayışlar – Nasıl Yapmalı?” kitabınız bu minvaldeki diğer çalışmalarınızla mukayese edildiğinde işlediğiniz teorik boyutların yaşama geçirilmesi mahiyetinde bir niteliğe sahip görünüyor. Tam da böyle bir eseri yayımladığınız bu aşamada hissettiğiniz sorumluluk nedir?

İslam, toplumun ve dünyanın ıslahını uğraşının esası kılan, bu nedenle de doğal bir biçimde siyasallığı dinîlikten ayrıştırmayan, eşyanın ve toplumun anlaşılmasının ancak bütünsel bir biçimde kavranılmasıyla mümkün olacağını kabullenen bir din. Bu kabul, dünyanın ve hayatın birliği ve dirliğiyle ilgili olduğu gibi, siyasal uğraşı da anlamlı kılan bir esas. Kuşkusuz ki büyük ölçüde bu esasa binaen, Türkiye’de, özellikle de İslami camialarda siyasete yönelik ilgi oldukça canlı. Ama ne var ki siyasal ya da ideolojik gruplar kadar genel olarak toplumun siyasete yönelik bu ilgisi, ciddi ve kapsamlı siyasal teorilerden ve bunlara dayanan aklı başında müzakerelerden yoksun. Sık sık tekrarladığım Ali Şeriati’nin bir sözü var. Bir konuşma esnasında kendisine yöneltilen “Bu meseleler üzerinde çokça konuştuk; peki ama şimdi ne yapacağız?” sorusu üzerine, “Durun hele bir, daha ne konuştuk ki; neyi ne kadar konuştuk, ne kadar anladık ki?” diyerek aceleci muhatabına konuşmanın ve sözün önemini hatırlatır.

Kuşkusuz ki siyasal konularda konuşmaktan başka ne yaptığımız meselesi, sorgulanmaya açıktır. Ama her nedense ülkemizde, belki de tüm dünyada siyaset en harcıâlem meseledir. Öyle ki herkesin bu konuda edecek bir sözü bulunduğundan, bu mesele, en azından üzerinde konuşma babında, oldukça sıradanlaştırılmıştır. İnsanlar elbette ki doğrudan kendi kaderlerini ilgilendiren bu mesele üzerinde konuşmalıdır. Çünkü bu, sadece bir hak değil ama aynı zamanda bir ödevdir de. Ama bu konuşmalar ne yazık ki ciddi ilgilere dönüştürülememekte, siyasal partiler ile insanlar arasındaki bağ, basit bir taraftarlık bağının ötesine geçirilerek, biraz da siyasetin teorisiyle beslenerek ciddi bir ilgi haline getirilememektedir. Esasında devletin ve devletlûların baskılarıyla da bu ilgi, sadece bir basitlik düzeyinde tutulmaktadır. Oysaki bu konularda oldukça ciddi çalışmalar, çözümlemeler de yapılmakta ve siyasal anlayışlar derinleştirilmekte, eğilimler giderek farklılaşmakta, sürekli yepyeni bakma biçimleri ortaya çıkarılmakta. Sonuçta pek de harcıâlem bir mevzu değil bu mevzu ve oldukça ciddiye alınması gereken bir yönü var.

Ben de evet, bir soru sormaktayım, ama “Ne yapmalı?” değil de “Nasıl yapmalı?” babında bir soru. Yani tartışmaları aşan bir yöne, nasıllığa doğru evrilişe çağırmaktayım ama bunu yaparken de içerisinde bulunduğumuz havzanın ve kültürün el değmemiş konularını irdeleyerek, siyasal anlayışların ve kavrayışların arka planına uzanarak, oradan doğru bazı kritik meseleler üzerinde yeniden ve birlikte düşünmeye çağırıyorum. Düşünmenin, yapmanın olmazsa olmaz bir koşulu olduğu çerçevesinde. Çünkü meselenin en ehemmiyetsiz gözüken yönü çoğu kez bu olur her nedense. Göçebe akıl göçü yolda düzmek ister. Oysa bir kez yola koyulduğunuzda, çoğuleyin düşünmek için iş işten geçmiş olur ve çözüm de çoğu kez kaba kuvvetin ya da çoğunluğun baskısının şiddetine bırakılır.

Düşünmeyi küçümsemeyiz belki ama dilimize bir biçimde yerleşmiş olan ve elimizin altında bir avadanlık gibi duran kavramlar ve olgulara o kadar aşina hissederiz ki kendimizi, çoğu zaman bunların üzerinde hiç düşünmeksizin konuşmalara dalarız. Ve hatta bazen de, hemen yanı başımızda bulunan bir dostumuzu aslında hiç de tanımadığımızı fark ederiz, farklı bir karşılaşmaya binaen. O nedenle bunlara yönelik hatırlatmalar ve farklı bakış açıları, kavramın üzerine düşen yeni bir ışık ya da dostumuzun alnındaki bir kırışık gibi, bizi farklı bir sima ile yüzleşmeye tabi tutar. İçerisine gömüldüğümüz bir siyasal mücadelede de, aslında sürecin en olmazsa olmaz gereçleri olan kavramları sırası geldiğinde ne denli alelusûl ve ne denli yerli yersiz kullandığımızın farkına vardığımızda, ne kadar yanlış bir yerde durduğumuzun da farkına varabiliriz. Geç mi kalmışızdır? Elbette ki hayır! Sorun bu geç kavrayışta değildir, bu geçliğin telafisinde, tembellikten ve boş vermişlikten kurtulmakta; hayatın özüne dair bu ilginin sahici bir uğraşa dönüştürülmesindedir. Bir de var ki, şu içerisinden geçtiğimiz kritik günler gibi zamanlar, tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılabilir bizi. Kavramlarla kılgılar birbirinden uzaklaşmış ve insanlar yabancılaşmıştır durdukları zeminle. İşte o zaman bazı yüzleşmeler bizi her şeyi en başından itibaren ele almaya ve hayatın yeniden gözden geçirilmesine zorunlu kılabilir.

Mevcut siyasal iktidarın icraat ve söylemlerinden yola çıkılarak İslamcılığı, en basit tabiriyle tahfif edip gözden düşüren baskın bir dil var. Siz, kitabınızda İslamcılığın, içinden geçtiği ağır kriz ve yetersizliklere rağmen evveliyatından bugüne alternatif bir yol arayan niteliğine dikkat çekmişsiniz. İslamcılık, ülke ve bütün bir yeryüzü için yeni ve etkili çıkışlar üretebilir mi?

İslamcılık temelde bir yenileşme düşüncesidir ve birçoklarının çeşitli tezviratlarına rağmen bu ilkesini korumakta ısrarcıdır. O nedenle değişmekten hiç çekinmez çünkü döngüsel tekrarlar kadar değişmenin de hayatın özüne ait bir esas olduğunu kabullenir. Kendisini belli bir düşünsel ve eylemsel mekâna sabitlemektense, sapakları kullanır ve oralardan doğru yollar çıkarır kendisine. Yanlış da yapabilir bu uğurda ve bundan da çekinmez. Bu nedenle zaman zaman ve bazı kem gözlerce adap bilmemekle de suçlanır. Doğrudur belki bu ama adap dediğimiz göreneğin de bu tür delişmence tavırların tarihe ve topluma hediyesi olduğu da çoğu kez unutulur.

Bu anlamda dinin dünyaya ve geleceğe açık bir yüzü olarak İslamcılık, başlangıcından günümüze gelinceye değin birçok kez kendisini sorguya çekmiş, değiştirmiş ve kitabın temel çağrısını yeniden anlamaya çalışarak kendisini de yenilemiştir. Zaman geçtikçe ve şartlar değiştikçe anlama biçimlerimiz de değişmektedir çünkü. Ve belki de en doğru olanı, temel kavramları ikinci kez okuduğumuzda veya herhangi bir olayı ikinci kez yaşadığımızda, farklı bir anlamayla öncekini aşabilmektir. Çünkü değişen sadece köprülerin altından akan sular değildir. Asıl değişen, değişmesi gereken bizleriz. İki günü bir olmaması gerekenler yani. Mevlânâ’nın söylediği gibi: “Her gün bir yerden göçmek ne iyi / Her gün bir yere konmak ne güzel / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş / Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…”

Medine Sözleşmesi son on yıllar boyunca çokça tartışıldı, siz de kitabınızda ele almışsınız. Sözleşme, yeni bir toplumsallığın inşasına ilham verme potansiyelini ne kadar taşıyor size göre?

Sözleşme, belki de tarihte ilk kez bir şehrin ahalisinin birlikte yaşayabilmenin koşulları üzerinde birlikte düşündüğü, hazırladığı ve/veya katıldığı bir sözleşme olması açısından çok önemli. Öte yandan bu sözleşmeye göre Resulullah, hakem, yani anlaşmazlıkların çözümünde başvurulacak merci pozisyonunda. Medine’deki tüm ahali bir “ümmet” olarak tanımlanmakta ve doğrudan ya da dolaylı olarak bu sözleşmeye katılmakta. Kısacası bu sözleşme insanlık tarihinde farklılıklarla aktedilen bir birlikte yaşama sözleşmesi olarak insanlık tarihinde yeni bir başlangıcı müjdelemekte. Hatta Tahsin Görgün’ün “İslam, Modernizm ve Batılılaşma” adlı kitabındaki nakline göre, 1730’larda hazırlanan “Universal History” isimli tarih ansiklopedisi, insanlık tarihini Hz. Muhammed eksenli olarak “eski” ve “yeni” olarak ayırmakta.

Ancak ne yazık ki Müslümanlar bu sözleşmenin ve onun başlangıç yaptığı yeni tarihin anlamını ve kıymetini yeterince idrak edebilmiş değil. Ve hatta bu konudaki farklı bakışları ve incelemeleri ortaya koyarak belki bizim dikkatimizi metne yeniden çekenler de “maalesef” Batılı bilim insanları. Birçoğumuzun müsteşrik diye hafifsediği Welhausen, Caetani, Watt, Serjeant… gibi. Bu dikkati İslam dünyasına taşıyan ise, yine birçoğumuzun kıymetini yeterince bilemediği Muhammed Hamidullah Hoca. Türkiye’de ise özellikle Ali Bulaç ve Hikmet Zeyveli tarafından konuyla ilgili müstakil incelemeler yazılmış ve konu yeniden tartışmaya açılmıştır.

Sözleşme doğal olarak oldukça farklı okumaları mümkün kılmakta ve dolayısıyla da buradan hareketle farklı toplumsal ve siyasal ufukların imkânını barındırmakta. Kimileri açısından sözleşme, Medine’de kurulmuş olan ilk İslam devleti anayasasıdır ve buradan hareketle yeni anayasalar oluşturmak mümkündür. Bir bakıma içerisinde yaşadığımız koşulları geçmişe uygulama ya da oradan doğru temellendirmek gibi olan bu tip yaklaşımlara pek de katılmıyorum. Çünkü bu, sözleşmenin çok daha geniş ve anlamlı olan çerçevesini daraltarak üzerindeki çok boyutlu düşünmeleri sınırlayan bir yaklaşım. Kimileri ise sözleşmeye çoğulcu bir toplum modelinin birlikte yaşama metni olarak bakmakta. Dolayısıyla sözleşme, oldukça farklı bakışları ve çıkarımları mümkün kılan, dolayısıyla da üzerinde daha çok tartışmaların ve müzakerelerin yapılması gereken bir niteliği haizdir.

İslami çevrelerin çok uzun yıllar boyunca sakındığı, sizin de önceki kitap ve yazılarınızda pek öne çıkmayan “demokrasi”yi, “şûra” kavramıyla birlikte yoğun bir şekilde tartışıyorsunuz kitabınızda. Bu iki kavram dolayımındaki tartışmalardan özellikle İslam düşüncesi ve pratiği, genel olarak da insanlık için hangi neticelerin çıkacağını umuyorsunuz?

Meseleyi özellikle “Siyasal Arayışlar, Nasıl Yapmalı” başlıklı kitabımda enine boyuna tartışmaya çalıştım. Şurası çok açık ki, Türkiye toplumunun etnik, dinî, kültürel ve siyasal farklılıklarının çeşitliliği ve zenginliğini, cumhuriyetçi bir tek biçimliliğin çerçevesine sığdırmak mümkün değil. Zaten cumhuriyet tarihi bu imkânsızlığı açıkça ortaya koymakta. Hâlâ ardı arkası kesilmemiş olan baskılar, yasaklar, hapisler, sürgünler ve katliamların ardından baktığımızda, duyabildiğimiz sadece derin bir üzüntü, pişmanlık ve acıdan ibaret. Cumhuriyetçi ekâbir ise,  yüzyıl önceki Cumhuriyetçi girişimin minnetiyle bizlere mihnet çektirmekten bir türlü usanmadıkları gibi, bizler de özgürlük, adalet ve barış arayışımızdan hiç mi hiç vazgeçmedik.

Evet, padişahlıktan cumhuriyete geçiş olumlu bir adım ve kimsenin buna bir itirazı yok. Ama bu sadece bir ilk adım. Bu adımı izleyecek olan yeni adımlar atılmadıkça, bu adımın hiç mi hiç kıymeti yok. Çünkü cumhuriyetin, akabinde gelişmesi gereken sair adımlar atılmadığı sürece, biçimselliği dışında, padişahlığın meşruti yönetiminden hiçbir farkı yoktur. Yapılması gereken ise, buna ister şura sistemi deyin, ister demokrasi ya da başka bir şey, çoğulcu, katılıma dayanan, farklılıkların kendilerini ifade ve temsil özgürlüğüne sahip olduğu, güçler ayrılığını ve ifade hürriyetini sağlayan bir sisteme geçiştir.

Ama maalesef Müslüman aydınlar da onlarca yıldır biçimsel bir hilafet takıntısı dışında, bu hilafetin neliği kadar, şura sistemi, bunun tarihsel örnekleri veya neden bu örneklerin yeterince bir uygulanabilirlik düzeyine geçirilemediği; ya da izonomi ve demokrasi ve bunların şura sistemi ve hatta pastoral yönetimlerle farkları veya benzerlikleri üzerinde kafa yormuş değiller. Dolayısıyla da bizdeki siyasal mücadele, daha çok iktidarı ele geçirip karşıtını baskı altına alma ve ezme imkânına sahip olma çabasından öteye gitmemekte. Hatta bu konuda da “arâf” kavramı ve bunun siyasal içerimleriyle ilgili bağıntılar kurulabilmiş değil. Kurulamadığı gibi, tıpkı irfan ya da ârif kavramlarının da tutanın elinde kaldığınca, biçimsel bir değersizliğe teslim edilmiştir. Oysa sadece felsefe değil, siyaset üzerinde de ancak özgün kavramlarla düşünülebilir. Bizim kavramlarımız ise nadanların elinde perişan bir durumdalar ve bizler ise siyaseti kavramlarla değil, kavgalarla sürdürmeye çalışmaktayız.

Siyaset felsefesinden şiire, tarih ve sosyolojiden romana kadar çok geniş ve farklı sahalarda eser veren velûd bir yazarsınız. Bütün bu alanların düşünce dünyanızda tamamladığı çerçeveyi okuyucularımızla paylaşabilir misiniz?

Belki kuşağımın da bir yönü olan, yabancısı olduğu bir dünyayı, dünyaları tanımak, anlamak, sorgulamak ve cevaplamakla ilgili kaygıların ve sorumluluk duygusunun bir sonucudur bu geniş ilgi. Zira biz hemen hiçbir meselenin enine boyuna tartışılıp önümüze konulduğu bir süreçte büyümedik. Zihnimizde yığınla soru vardı ve bu sorulara ilaveten şehirlere taşınan, orada şehirler ve modernlikle yüzleşen bir kuşağın mensuplarıydık. Bu ise sorduğumuz soruların cevabını da vermek gibi bir yükümlülük altına sokmaktaydı bizleri. Tabi ki bunu da tüm taşralı acemiliğimiz ve cesaretimizle gerçekleştirmeye çalışmaktaydık. Birkaç kuşak devam eden bu süreç, birçok konuda yanılgılara düşmemize de yol açacaktı. Dolayısıyla düşe kalka bir büyümenin karşılığı aslında senin de çok güzel bir biçimde dillendirdiğin yol hikâyeleriyle, düşünsel kazılarla ve kavramsal tanışıklıklarla semerelendi. Ve yolculuk hâlâ sürmekte. Sorunlar kadar ilgilerimiz de devam etmekte. Sormaktan ve yormaktan yorulmadık henüz ve dünya da önümüze yeni soru(n)lar koymaktan vazgeçmedi. Garaudy’nin söylediği gibi, zaman zaman cemaatlerimiz değişse de kendimizi ve dünyayı anlama ve değiştirme çabamız hiç değişmedi. Tüm kitapların bir tek kitabın anlaşılma ve yorumlama çabasının bir ürünü olduğu bilinciyle, kitaba, topluma ve Allah’a karşı sorumluluğumuzu ifaya devam etmekteyiz.

Söyleşi: Ahmet Örs

Ümit Aktaş: 1955 yılında, Erzincan’ın Refahiye ilçesinde doğdu. Orta öğrenimini Erzincan’da tamamladıktan sonra, İstanbul’da, YTÜ Elektrik Mühendisliği bölümünü bitirdi. Üniversite yılları içerisinde şiir yazmaya başladı. Şiir ve denemeleri, çeşitli gazete ve dergilerde yayınlandı. 1989 yılında yayımlanan ilk kitabı olan Toplumsal Hareketlerde Yöntem’i, Anarşizm, Osmanlı Çağı ve Sonrası, Okuma Serüveni, Akıl, Aşk ve İslam, İslamî Hareket -Etik, Estetik, Politik-, İslamî Hareket ve Yöntem, Toplumsal Hareketler ve Devrimler, İnsan ve İslam, Bir Kriz Sürecinde Strateji Arayışları, Edebiyat, İdeoloji ve Poetika, Çağımızın Tanıkları, Yüzyıl ve Gelecek gibi araştırma-deneme çalışmaları; Âdem, Rüya, Yeşil Vadi, Musa ve Yol Arkadaşı isimli romanlar; Cennetten Düşüş ve Şehri Terketmeden Önce isimli şiir kitapları izledi.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Tutturduğumuz Siyasal Hat, Kendi Öyküsünü, Roman ve Şiirini Yazdırıyor

Yayınlanma:

-

Ahmet Örs’ün dört hikâye kitabı yaklaşık bir yıl önce Tasfiye Kitaplığı’ndan çıktı. Bu kitaplardan alıntılar eşliğinde Ahmet Örs’le bir söyleşi yaptık.

I. “Onun bildiği Hikmet Bey zaten en az altmış beş yaşında vardı ama işçinin dediğine göre burayı kırk dokuz yıllığına kiralamış. Acaba o kadar yaşayacağına kendisi inanıyor muydu? Peki,  büyüğün cep telefonunu üreten şirket ne demeye İspanya’da şehrin ortasındaki kocaman bir meydanı niye kiralamıştı? Hikmet Bey o şirketten daha mı güçlü idi ki o kırk dokuz yıllığına, şirket bir aylığına kiralamıştı? Bu adamlar inekleri sokmayacaklardı buraya peki İspanya’da insanları mı sokmayacaklardı meydana?”[1]

Alıntıda anlattığınız üzere orman, dağ, mera, nehir gibi tabiattan meydan, park, mahalle gibi kentlere varana dek mevcut olan her şey sermayenin tehdidi altındadır. Günümüzdeki neoliberal talanı ve ona karşı direnen toplulukları göz önünde bulundurup geleceği tahmin etmeye çalıştığımızda nasıl bir manzara karşılıyor sizi? Zor zamanlarda sinizme düşmemek için neleri kuşanıyorsunuz?

Edebiyatla da işleyip müdahale etmeye çalıştığımız süreç görünen o ki alabildiğine yıkıcı boyutlara ulaştı. Açıkçası ideolojik çevreler de dâhil kimse modern kapitalist medeniyetin bu denli tahripkâr olacağını öngörmemişti. Daha 20. yüzyılın baş ve ortalarındaki makine tutkusuna ve ilerleme hevesine bakarsak bunu çok rahat bir şekilde söyleyebiliriz. Şimdi, öyle anlaşılıyor ki herkeste bir geç kalınmışlık hissi var. Sanki ‘iş işten geçti’ sızlanmasını içten içe kabul etmiş görünüyorlar. Kapitalizmden sonrası için türlü senaryoları tartışan ilmî eserler yayımlanıyor, sinema filmleri çekiliyor. Korkulan geleceğin içinde olunduğuna dair bir kabul var bu çevrelerde fark ettiğim kadarıyla. Müslümanların da genel manada bütün bu tabloyu okuyabildiklerini sanmıyorum doğrusu. Ucundan kıyısından meselelere temas etmeye çalışanlar var ancak bu ilgi bir siyasete, kurucu bir perspektife yükselemiyor. İslam iltisaklı egemen siyasetin kalkınma putundan vazgeçmediği zaten aşikâr. Memleketin dört bir yanını sermayeye peşkeş çektiği de açık. Bu durum, geniş dindar kesimlerin tabiatı savunan hatlarla buluşmasını engelliyor. Geleceği elbette bilemeyiz. Bu meseleler, tabi, bütün bir yeryüzü dolayımında ele alınmalıdır. Artık bütün bir arzın ifsadına karşı direniş hatlarını birbirine bağlamanın imkânlarını konuşmak, konuşma düzeyinde kalmadan pratik adımlara uzanmak gerekiyor zannımca. Bunu yapabilirsek zor zamanların kuşatmasını parçalayabiliriz.

II. “O koyunların sınıra gelişi, orduların ulu surların önüne gelip duruşunu anlatan destanlara benzer. Bunu öğretmenimiz anlatmıştı. Yaşlı bir adamdı öğretmenimiz. Ben o tel örgülerin karşı tarafındandım çocuklar, derdi… O koyunlar bir gün o ulu surları devirecektir. Buna olan inancım tamdır. Siz buna şahit olacaksınız ama insanlar için bir şey diyemem, derdi.”[2]

Sınır, devletin iktidarını ve meşru şiddet tekelini uyguladığı alandır. Milli kimliğin bir belirleyeni olduğu gibi bilinçleri de çevreler. Buradan hareketle müslümanların ulus devletin sınırları ölçüsünde düşünmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Müslümanların bilinçleri evet, çerçevelenmiş. Bu kıymetli bir tespit ama alıntıladığınız metinde de vurgulandığı gibi koyunlar sınır tanımıyor. Kurtlar, kuşlar, nehirler, bulutlar ve en nihayetinde mülteciler… Yani bir bütün hâlinde hakikatin, varlığın derinlemesine seyreden anlamının sınırlara ve onları koruyan tel örgülere takılmayacağını, onları anlamsızlaştırabileceğini biliyoruz. Bu, bizim umudumuzun kaynağıdır. Küreselleşme ile ulus devletlerin yaşadığı inişli çıkışlı çelişik münasebet Müslümanların içinde bulunduğu gerçekliği kavramalarına mani oluyor sanki. Tarihin hiçbir döneminde tanık olunmayan saplantılarla yüz yüze olduğumuz söylenebilir. Hz. Peygamber’in Mekke’de mayalanıp Medine’de kıvamlanan ve bereketli bir ırmağa dönüşerek bütün bir yeryüzüne hakikati götürme amacı taşıyan mücadelesinin tam kavranılamamasıdır yaşadığımız açmazların en büyük nedeni! Hakikatin önüne surları, sınırları çıkarmak mümkün olabilir mi? Resûl’ün Kur’an’ın yol göstericiliğinde şekillenen örnekliği, bu örnekliğin oluşturduğu modeller bahsettiğiniz kimlik ve sınırların ıslahına vesile olabilecektir fakat bu imkânın yeterince tartışılıp siyasetinin yapıldığını düşünmüyorum. Genelde insanlık, özelde Müslümanlar hem zihinsel manada, hem de fiili olarak bir süre daha bu tel örgülere maruz kalacak gibi görünüyor.       

III. “Bu örnek cümlelerdeki adamlar neden Şam’a, Tahran’a, Mekke’ye, Cakarta’ya gitmezler de hep Madrid’e, hep London’a, hep Paris’e giderler, neden hep akşamları çocuklarıyla, arkadaşlarıyla cinemaya giderler de camiye, cemaate gitmezler, burası neresi, o örnek cümleyi kim yazdı hocam, biz kimiz.”[3]

Müslümanların yaşadığı yerlere değil de çoğunlukla kapitalizm için merkezi öneme sahip Avrupa’ya ve ABD’ye gidilmesini nasıl ele alıyorsunuz?

İnsanlar Allah’ın arzının her bir tarafına gidebilirler elbette, gitmelidirler ancak sadece belli cihetlere yoğunlaşan tercihler sorgulanmalıdır. Zülkarneyn’in Kur’an’da anlatılan kıssası gerçekten pek dikkate değerdir. Doğu-batı, kuzey-güney demeden hakikatin izinde bir adalet mücadelesi verir Zülkarneyn. Mazlumlara yardımcı olur, zalimlerle kapışır. ‘İslam dünyası’ tabirinden hazzetmesem de o tamlama ile işaret edilen coğrafyalara dönük ilgisizlik, özellikle gençler arasında tavan yapmış durumdu. Avrupa ve Amerika’ya yönelen gidişler kurucu bir öz taşıyan bir hicret değil maalesef. Çok büyük oranda refahtan pay alma arzusuyla alakalı. (Elbette mültecileri şu aşamada bu değerlendirmeye dâhil etmiyorum.) İslam beldelerinde yaşanan düşünsel ve fiili sefaletler, bilinçleri bilemeli, devrimci değişim ve dönüşümleri tetiklemeli iken maalesef o pozisyon bugünkü gerçekliğimizden çok uzakta duruyor. Hiç olmazsa gidilmek istenen coğrafyalarda dönem dönem yükselen muhalif hareketlere, direnişlere destek olunsa harika olacak ama maalesef o da yok! Kurucu amaçlara matuf olmayan ve çoğunda refah özlemini ve seyirlik hevesleri aşamayan bu hareketliliklerden bir netice beklemek de güç oluyor bu durumda.

IV. “… bankanın başında devletin kısaltması yazıyordu. Hani devlet piyasadan çekilmişti?”[4]

Grevle hak arayışı ve sermayenin kâr amaçlı ekolojik ifsadına karşı çıkış gibi durumlar devlet ile şirket arasındaki ilişkiyi yüzeye çıkarır. Ancak bunun hissedilişi ve görünürlüğü çoğunlukla lokal kalır. Mezkûr ilişkinin pandemi sürecinde neredeyse herkes tarafından fark edildiğini gözlemliyoruz. Devlet ile sermayenin etkileşimi hakkında neler söylemek istersiniz?

Bu, tarihsel temelleri zorunlu ve güçlü bir ilişki. Az evvel belirttiğim gibi günümüzde yer yer ulus devletlerin pozisyonlarına dair tartışmalar alevlense de nihayetinde şirketlerin kolaylaştırıcısı, Bauman’ın tespitiyle karakolu olarak iş yapıyor bu yapılar. Bunun tespiti bize hangi sorumlulukları tevdi ediyor? Yeni süreçte yükümlülüklerimiz ne olacak? Bu gerçeği nasıl ters yüz edeceğiz? Belki bunlara odaklanmak gerek. Sizin sorunuzda yer aldığı gibi sömürü biçim ve ilişkilerinin görünürlüğünün sınırlı kalışı bir handikap. Bu nasıl giderilebilir, buradan devrimci bir mücadele nasıl kurulur, ona bakmak lazım.

V. “İşte arkadaşlar şair burada şöyle sesleniyor hayata, dediğimde hayata doğrudan sesleniyor sokaktan gelen ses. Hayatın tam ortasından, biraz okula uzak ama kalbimize yakın bir noktadan, yani edebiyatın en esaslı damarından. Domates, biber, patlıcaann.”[5]

Size göre edebiyat hayatın en esaslı damarını nasıl bir ölçüyle anlatmalı? Ele aldığı malzemeyi realist, naturalist, toplumcu gerçekçi, romantik veya başka hangi zaviyeden işlemeli ki estetikten uzaklaşmamış olsun? Estetik sizin için bir zaruret mi?

Sondan gidelim. Esasen her durumun, yani ne bileyim çirkinliğin de, şiddetin de bir estetiği var. Bunu belli kalıplara sıkıştırmak yanlış olur. Diyelim ki, o kaba tasnife dayanarak toplumcu edebiyat yapıyoruz. Bunu sanattan saymayanlar çıkacaktır. Orada sizin işaret etmeye çalıştığınız ölçüyü sanatçı elbette kendi usûl ve üslûbunca tesis edecektir. Her zaman okuyana, takip edene bırakırım ben nihâî değerlendirmeyi. Sabit bir tutum belirlemem. Belki tutturduğumuz siyasal hat kendi öyküsünü, roman ya da şiirini yazdırıyordur. Âcizane, bence öyle. Buna işaret etmek isterim. Direnmenin, hayatın her alanındaki direnişin estetiği, yine o çizginin eserini de kendi zemininde yoğurmakta, onu bir ölçü dairesinde pişirmektedir. Dolayısıyla bütün tasnifçi/kategorik yaklaşımlar da bu devrimci müdahale ile altüst olmaktadır kanaatimce. Kendi yolunu açan/yapan, ölçüsünü oluşturan bir cehd diyelim buna.

Kaynakça:

[1] Ahmet Örs, Kiralık Meydan, s. 83 Tasfiye Kitaplığı

[2] Ahmet Örs, Ferhat’ın Şemsiyeleri, s. 97 Tasfiye Kitaplığı

[3] Ahmet Örs, Yüzümüzü Ağartan, s. 77 Tasfiye Kitaplığı

[4] Ahmet Örs, Ferhat’ın Şemsiyeleri, s. 41 Tasfiye Kitaplığı

[5] Ahmet Örs, Kar Kesilen, s. 8 Tasfiye Kitaplığı

Ahmet Örs:

8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesinden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. Yüzümüzü Ağartan, Kar Kesilen, Kiralık Meydan ve Ferhat’ın Şemsiyeleri adlı öykü kitaplarının yanı sıra İlim Yayma’nın Penceresi adlı bir de anı kitabı bulunmaktadır. YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır.

Devamını Okuyun

GÜNDEM