Connect with us

Söyleşiler

“1915 İntikamla Anlaşılamaz”

Yayınlanma:

-

Gazeteci yazar Bülent Şahin Erdeğer ile 1915’te Ermenilere yapılanları, tehciri ve katliamı, karşılıklı tezleri, Amerikan siyasetini, İttihat Ve Terakki ve Almanların oynadığı rolleri konuştuk. Tarihimiz’in ne kadar temiz olduğu üzerine uzun ve doyurucu bir röportaj oldu. Gerçeklerle ilgilenenlerin ilgisini çekeceğini düşündüğüm bu röportajın, tarihe dönük sahici bir tartışmaya vesile olmasını temenni ederim.

Bu yıl, 24 Nisan’da ilk kez bir ABD Başkanı 1915 tarihinde cereyan eden Ermeni olaylarını, tehcir veya katliam’dan öte, “soykırım” olarak nitelendirdi. Bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biden’dan önce Reagen da Jenosid (Genocide) ifadesini kullanmıştı. ABD’deki pek çok eyalet zaten soykırımı tanıyor. ABD merkezi yönetimi ise resmen soykırımı tanımasa da Ermeni lobisinden yana bir tutum alıyor.

Peki, Soykırım (Jenosid), tam olarak ne demek?

Soykırım, ırk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum veya başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda, bir plan çerçevesinde ve yok edilmeleri niyetiyle girişilen eylem ve sonuçlar bütünü anlamına gelmekte. 1948’de BM soykırımı bir suç olarak tanımladı. ABD bu tip açıklamaları “Dünya liderliği” konsepti çerçevesinde yapıyor. Yani süper güç olmanın getirdiği emperyalist tavırdan kaynaklanıyor. Soykırımlar yapılırken bunların durdurulması için müdahale edilmesinin bir anlamı vardır. Ancak üzerinden on yıllar hatta yüzyıllar geçmiş tarihi olayların bugün emperyal söylem içerisinde gündemleştirilmesinin anlamı siyasi istismardır. ABD Başkanı terörle savaş adı altında son yıllarda kendi işledikleri savaş suçlarının hesabını versin. Emperyalizmin tarihte yaşanan olayları araçsallaştırması, istismar etmesi en az bu olayların inkar edilmesi kadar sorunları kangrenleştirmektedir.

1915’te Ermenilere yönelik zulme ilişkin Türk ve Ermeni tezlerini özetle aktarır mısınız?

Türkiye Devletinin tezleri süreç içerisinde değişkenlik göstermiştir. Gözden kaçan önemli husus o ki 1923 öncesi Ermenilere yönelik işlenen suçlar önce kabul edilmiş, bir çok vali ve bürokrat yargılanmıştır. İstanbul ve Ankara hükümetleri arasında 1919 Ekim ayında Amasya’da yapılan protokolde de ifade edildiği gibi, 1915 suçlularının yargılanması “siyaseten elzem” görülüyordu.

1923 sonrası ise katliam suçlarının inkarına başvurulmuştur. Uzun süre boyunca inkarda ısrar eden Türkiye tarafına göre Osmanlı-Rus savaşı sırasında Doğu Anadolu’daki Ermeni nüfusun Rus ordusuyla beraber hareket etme riski vardı. Bu sebeple de Tehcir ile ülkenin savaştan uzak başka bir coğrafyasına göç ettirildiler. Ölen siviller ise hastalık gibi doğal yollar sebebiyle ölmüşlerdi.

İnkar politikasında, “aslında Ermeniler Türkleri katletti” denilerek “Ermeni Mezalimi” söylemi öne çıkartılmıştır. Türkiye özellikle 2000’li yıllarda “Ortak Acı” söylemiyle kısmen yaşananları kabul etmeye başlamış ve “konu tarihçilere bırakılsın” söylemini gündemleştirmiştir.

1915’te gerçekte ne oldu? Allah’ın, “adil şahitler” olun emrine muhatap biz Müslümanlar için meseleye hakkaniyetli yaklaşım nasıl olmalı?

1915’i anlamak için 1860’lı yılları anlamak gerekir. Osmanlı’daki geleneksel hukuka göre eşit olmayan Ermeniler yerelde birçok baskıya ve hukuksuzluğa maruz kalsalar da İstanbul yönetimi bölgeye adalet götürmek yerine sürekli insani hak taleplerini hasır altı ediyordu. Bu karşılıklı saldırıların temelinde toprak meselesi yatıyordu. Güçlenen taraf diğer tarafın topraklarını gasp etmek için silahlı saldırılar yapabiliyordu. 1870’lere gelindiğinde pasif ve sadık Ermeni toplumu içerisinden şiddet yanlısı siyasi hareketler doğmaya başladı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, Rusya’nın zaferiyle sona erdi ve Rus ordusu Osmanlı’nın doğu topraklarının büyük bölümünü işgal etti. İşgal, doğudaki Ermeni köylerinde Osmanlı yöneticileri tarafından gerçekleştirilen katliamların öncesine denk gelmekteydi.

Ayastefenos Anlaşması’nda İstanbul yönetimi Ermeni toplumuna yönelik Rusya garantörlüğünde reform sözü verdi. 1878 Berlin Anlaşması’nda da İngiltere garantörlüğünde reform sözü verildi. 1876’da tahta oturan 2. Abdülhamid ise tüm bu sözleri tutmayacağını belirterek Kürt ağalarının adamlarından “Hamidiye Alayları”nı kurdu.

Burada, sorunun temelinde feodal toprak paylaşımı ve vergi-haraçların olduğunu görüyoruz. Ermeniler İmparatorluk hukukuna göre ikinci sınıf vatandaşlar ve pek çok haktan mahrumlar. Devlet destekli Kürt aşiretleri Ermeni feodalitesini haraca, İstanbul da vergiye bağlamış. Haraç vermemeye direnirlerse köyleri basılıyor. Siviller katlediliyor. Bu süreçte Ermeniler içerisinde ulusalcı kurtuluş ve bağımsızlık ideolojisi doğuyor. Çünkü tıpkı günümüzde Arap Baharı bağlamında olduğu gibi özellikle İmparatorluktaki Hristiyan toplumların Osmanlı’ya karşı “kurtuluş savaşları” verdikleri ve bağımsızlıklarını elde ettikleri bir “domino etkisi” mevcut. Böylece Ermeni ulusalcılığı da nüfus olarak yüzde 50’nin üzerinde oldukları Van ve civarında ayaklanmalar çıkardılar.

Ayaklanmalar 1860’lara dayanıyor. 1860’larda sürü kaçırmalar, küçük sürtüşmeler, arazi ihtilafları Ermeni köyleri ve Kürt aşiretleri arasında karşılıklı çatışmaların çıkmasına yol açmıştı. 1894’teki 1. Sason İsyanı bu zeminde çıkmıştı. Bu karşılıklı saldırı-intikam kısırdöngüsüne 2. Abdülhamid’in de katkıda bulunduğunu unutmayalım. 1894-1896 arasında Hamidiye Alayları 1890’larda başlayan Ermeni milliyetçisi ve ayrılıkçısı hareketi bastırmak için katliamlarda Kürt milisleri kullanmış, ancak Ermeni militanlar ve sivil halk arasında bir ayrım yapılmadan öldürülmüştür. Bu olaylarda en az 50 bin çocuk yetim kaldı, en az 80 bin sivil katledildi. 1896’da bu katliamlara dünyanın dikkatini çekmek için Taşnak Sütyun Militanları İstanbul’da Osmanlı Bankası’nı basmışlardır.

2. Sason (1904) isyanı ise daha ideolojik temelli biçimde patlak verdi. Ermeni ulusalcıları Kürtlere yönelik, Hamidiye katliamlarının intikamı olarak katliamlar yapmışlardır. 1905’te de 2. Abdülhamid’e başarısız bir suikast girişiminde bulundular. 1909’a geldiğimizde ise Adana katliamlarını görüyoruz. Yaşanan karşılıklı linç ve baskınlarda çoğunluğu Ermeni bir kısmı da Türk olmak üzere 30 bine yakın insan öldürülmüştür.

Yani 1915 öncesine baktığımızda zaten bölgedeki karşılıklı intikam kısırdöngüsü mevcuttur. Konuya batılı devletlerin müdahil olmaları ve devletin baskıları da eklenince Ermeni sorunu gittikçe daha da kangren haline gelmiştir. 1915’e gelindiğinde ise Talat-Cemal-Enver üçlüsünün İttihat Terakki hükümeti Rus savaşında bölge Ermenilerinin Ruslardan yana olması üzerine Meclis’ten Tehcir kararı çıkartmıştır. Tehcir öncesi Osmanlı ordusunda görevli tüm Ermeni askerler “Amele Taburları”nda silahsızlandırılarak lojistik işlerde çalıştırılmış ve sonrasında da katledilmişlerdir.

23-24 Nisan 1915 gecesinde Osmanlı hükûmeti, İstanbul’da yaşayan yaklaşık 250 Ermeni aydın, sanatçı ve siyasetçinin derhal tutuklanmasını emretti. Bu kişiler daha sonra Ayaş ve Çankırı’daki iki toplama merkezine gönderildi. Bu kişilerin büyük çoğunluğu öldürüldü.

27 Mayıs’ta Tehcir kararı Meclis’ten çıktı. Ancak Devlet, Tehciri güvenli biçimde gerçekleştirmekten mahrumdu. Ayrıca İTC Hükümeti Ermenileri toplu biçimde ortadan kaldırmak için özel bir plan yapmıştı.

Savaş cephesiyle ilgisi olmayan çok uzak kentlerdeki yüzbinlerce sivilin kilometrelerce uzaklıktaki noktalara hem de öfkeli toplulukların içerisinden geçirilerek götürülmesinin olası sonucu katliamdı. İddia edilen bahanelerle ilgisi olmayan yüzbinlerce insanı öleceklerini bile bile yollara çıkartıp kasten hastalıklara, hava koşullarına kırdırtmak, bütün bunların üstüne de yollarda özel tutulmuş görevlilerce erkeklerini öldürmek, kadınlarını kaçırıp tecavüz etmek de İTC usulü bir soykırımdır.

En az 600 bin Ermeni bu sürgün sırasında devletin örgütlediği çeteler tarafından katledilmiştir. Sürgün edilenlerin mal ve mülkleri de gasp edilmiştir. Konya ve Halep valisi Mehmed Celal Bey, Ankara Valisi Hasan Mazhar Bey, Bağdat Valisi Süleyman Nazif ve Kütahya Valisi Faik Ali bey gibi bir çok Osmanlı Valisi katliamlara karşı Ermenileri korumuş ve tehcire karşı çıkmıştır.

Öte yandan Rusya’nın Doğu Anadolu’yu işgali ile birlikte Rus ordusu çatısı altında Ermeni gönüllü alayları (Fedaiyan) General Antranik Ozanyan komutasında bir çok savaş suçu, katliam işlemiştir. Nisan 1915’te Van’da zafer kazanmış, 1916’da ise Bitlis’e girip Müslüman sivilleri katlettirmiştir. Bitlis’teki savaş suçları sebebiyle Rus Askeri Mahkemesi’nde yargılanmıştır. Tutuklansa da daha sonra serbest bırakılıp 1918’de Erzurum Merkez Komutanı oldu. Emrindeki Fedaiyan milisleri Haziran 1918’e kadar Doğu Anadolu’da “Ermeni Mezalim” olarak adlandırılan Türklere ve Kürtlere yönelik bir çok katliam gerçekleştirdi.

Adil şahitler olacaksak her türlü ulusal hamaset söyleminden sıyrılmamız gerekiyor. Maddi kazanç yollarının el değiştirmesini de içeren çok boyutlu bir intikamlar kısırdöngüsü 1860’dan 1918’e kadar kanlı bir süreç üretmiştir. Kürtler, Türkler ve Ermeniler bölge unsurları olarak, İstanbul yönetimi, Rusya ve Batı Avrupa devletleri de devlet unsurları olarak bu sorunu üreten taraflardır.

Benim, bir insan ve Müslüman olarak haksız yere katledilen, sürgün edilen, tecavüze uğrayan, ailesi dağıtılan, yetim bırakılan, malları mülkleri gasp edilen kim olursa olsun etnisitesine, kendisinin geçmişte ne suç işlediğine bakmadan bu zulme karşı çıkmam gerekir. Failin ya da mağdurun Ermeni, Türk, Rum, Kürt ya da Çerkes olmasının fark etmemesi gerekir. Fail ve mağdurun kimliği konusunda renk körü olmamız şart.

Türkiye Cumhuriyeti, mirasını reddettiği, hatta yer yer hakir gördüğü Osmanlı’nın yıkılmaya yüz tuttuğu döneme ait böylesine acı bir olayda neden empati kuran, gönül almaya dönük yumuşak bir dil yerine katı bir inkar tutumu içine girdi?

Çünkü yeni bir ulus devlet kuruluyordu. Ulus devletin homojenliğinin sağlanması için “Türk Kimliği”nin inşası gerekiyordu. Bu resmi ideoloji Türkiye’de yaşayan herkesin “Türk” olduğunu zorla dayatan bir söyleme sahip. Doğası gereği böylesi çoğulcu bir dile sahip olamaz. İkincisi de Ermeni tehcirinde rol almış pek çok isim daha sonra Mustafa Kemal’in silah arkadaşı olarak yeni rejimin kurucu unsurları olmuşlardır. Ermeni sorununa demokratik, insan hakları temelli bir yaklaşımla yaklaşamazdı bu sebeple.

1915 olaylarında bir Alman Etkisi’nden bahsedebilir miyiz?

Alman ordusu Osmanlı ordusuyla üst düzey kademelerde iç içe geçmişti. Liman von Sanders 1914 Ocak’ında Osmanlı ordusunun genel müfettişliğine atandı. Albay Bronsart von Schellendorf Osmanlı Genelkurmay Başkanı’ydı ve aynı zamanda Osmanlı Silahlı Kuvvetleri Başkomutan Yardımcısı’ydı. Böylece Harbiye Nazırı ve ordunun başkomutanı olan Enver Paşa’ya en yakın olan Alman’dı.

1914 Aralık ayında General Von der Goltz, özel bir askeri heyetle İstanbul’a geldi ve Padişah’a askeri danışmanlık yapmaya başladı. Von der Goltz daha sonra Mezopotamya’daki ordunun başına geçti. Bavyeralı Kurmay Albay Kress Von Kressenstein Mısır’a saldıran (Ocak 1915) birliklerin başındaydı ve 1917’den itibaren Mezopotamya’daki ordunun komutasını eline aldı. Amiral Von Usedom tahkim edilen İstanbul ve Çanakkale boğazlarının savunmasını üstlenmişti.

Açıkça görüldüğü gibi, Alman subayları her tarafta anahtar pozisyonları ellerine geçirmişlerdi. Hristiyanların katledilmesine dair İstanbul’dan verilmiş bir emrin olduğuna dair bir belge bulunmamakta. Almanların, katliamlara sessiz kalmalarının ötesinde, bizzat böyle bir emrin, Almanlar tarafından verildiği ve katliamların Almanlar tarafından gizli bir şekilde yönetildiğine dair iddialar da bulunmaktadır. Doğrudan Alman emperyalizminin kontrolünde bir soykırım yürütülmese de, suçun Almanya’nın gölgesinde işlendiği kesindir. İstanbul işgal edildiğinde kentten kaçan Enver, Cemal ve Talat Paşaların yanı sıra, Liman von Sanders de kaçmıştır. Dönemin Osmanlı Basını bunun nedenini katliamlardan sorumlu olması olarak açıklar. Osmanlı arşivlerinde ise Liman von Sanders’in tehcir organizasyonu için görevlendirildiği belirtilmektedir.

ABD başkanı 1915 için -105 yıl sonra- “soykırım” tabirini kullandı diye Türkiye siyasi ve/ya ekonomik olarak bedel öder veya ödemeli m?

Ödememeli çünkü ilk sorunuza verdiğim cevapta da belirttiğim üzere 100 yılı geçmiş toplumsal çalkantı ve kaos olaylarının bugün politik bir karta dönüştürülmesi öncelikle o acıların bugünkü yansımalarına daha büyük bir ihanettir. En az o acıları inkar etmek kadar büyük bir ihanet. Soykırımı endüstriye çevirme ihaneti. Peki bedel öder mi? Hayır. Türkiye ABD çıkarları açısından siyasi ağırlığı/önemi olan bir devlet. Muhtemelen Beyaz Saray Ankara’yı Halkbank dosyasında olduğu gibi bir kart olarak sıkıştırmak için kullanabilir.

Türkiye resmi tezini bu saatten sonra aynı şekilde sürdürebilir mi?

Sürdüremez ama sonuna kadar inat edecektir. Bir paradigma değişimi gerekiyor bu da önümüzdeki yıllardaki rüzgar/çıkar değişimi ile mümkün olabilir.

Hrant Dink, kendini bu topraklara ait hisseden ve her iki millet arasında köprü rolü gören, vicdan ve merhamet sahibi bir aydındı. Onun meseleye bakışını, uğradığı feci akıbeti ve cinayetin 14 yıl sonra halen aydınlatılamamış olmasını nasıl değerlendirirsiniz?

Dink cinayeti, Devletin derin denen kanadı eliyle işlendi. O dönem o kanatta görevli olan/çöreklenen FETÖ’cü kadrolardı. Ama o dönem yalnız değillerdi. Bu cinayet kötülükte koordine olan geniş çaplı bir organizasyonun sonucuydu. Halen görevde olan birilerine ucu dokunuyor olmalı ki cinayet aydınlatılamıyor.

Türkiye’de hatırı sayılır genişlikte bir kesim Türkiye Cumhuriyeti tarihinin, daha geniş ifadeyle “tarihimizin” soykırım, katliam gibi “kara leke” barındırmadığında hemfikir görünüyor. Oysa ki yakın tarihe şöyle bir baktığımızda, varlık vergisi uygulaması, dersim katliamı, 6-7 Eylül olayları, darbeler, diyarbakır cezaevleri, sistematik işkenceler, JİTEM, 90’lar, hatta yüzbinlerce insanın hayatını bir gecede karartan KHK uygulamaları akla geliyor. Modern ulus devletler birbirlerinden ne yönde ayrıştırılabilir?

Öncelikle sosyoloji ve sosyal-psikoloji işte tam da bu gibi gerçeklikleri anlamamız için gereklidir. Bu gibi karmaşık olayları bir kaç faktörle anlamak yanlıştır. Olayların bir çok sebebi var. Önce insanı anlamalıyız. İnsan Hümanizmin idealize ettiği kadar mükemmel bir varlık değildir. Aksine zaaflı, ihtiraslı, bilinçlenmediği/olgunlaşmadığı takdirde bu zaafları doğrultusunda vahşileşebilen biridir. İnsanlar çıkarları için bir çok suçu işleyebilirler. Bu çıkarlar kıskançlık, haset ve fakirlik ile birleşince zengin komşularına düşman olur. Bu durum kollektif bir kıskançlığa dönüşürse de linç ve yağma gibi suçlara yol açar. Bir de tüm bunları dinsel, ırksal inanç ve önyargılarla birleştirdiğinizde başkasının köyünü basmak, kadınlarına tecavüz etmek, canlarını almak, malına mülküne çökmek kitleler gözünde “meşrulaşır.” Tüm bunların bir de intikam öfkesiyle birleştiğini düşünürsek, “ama onlar da bize yaptı” histerisi uzun yıllar süren kan davalarına, kırımlar kısırdöngüsüne yol açar.

Bu durumun siyasetle de ilgisi var. Devletler kendilerine sorun olarak gördükleri demografik kesimleri zayıflatmak, yıldırmak ve hatta imha etmek için insanların içindeki bu hastalığı kullanırlar. Hele ki “ulus devlet” iseniz ya da bir ulus devlet inşa etmek istiyorsanız farklılıkları en aza indirip homojen bir toplum yaratmak için bu gibi yollara başvurursunuz.

Elbette Ulusalcılıklar devleti kutsarlar ve Devlete sonsuz bir güç atfederler. Devletin yaşaması için insanların feda edilebileceği, harcanabileceğini kabullenirler. Hain, dış güçlerin maşası, terörist, isyancı gibi genellemeci ve ötekileştirmeci tanımlarla sadece suç işleyenleri değil onların kimliklerini, ailelerini de düşmanlaştırabilirler. Bağımsız yargı süreçlerini, insan haklarını, suçun şahsiliği gibi temel hukuk ilkelerini ayak bağı olarak görürler. İşin ilginci, ulusal ego her ne kadar bu suçları işlese de suçlanıldığında böylesi kötülükleri asla işlemeyeceğine dair bir inkar tepkisi geliştirir.

Bir de, sorunun nesillere yayılması gibi bir zorluğu var. Bir toplumsal suç işlendiğinden o toplumsal psikoloji bir kaç nesil içinde unutulur. Hatta coğrafi olarak aynı zaman diliminde bile ülkenin bir köşesinde yaşanan bir katliamdan diğer köşesinin haberi olmayabilir. İdeolojik medya manipülasyonu da bu enformatik cehaleti katmerleştirir. Bu sebeple pek çok ABD’li, milyonlarca sivilin zarar gördüğü, bir o kadarının katledildiğini bilemez ve devletlerinin küresel teröre karşı savaştığını zanneder. İngilizlerin ve Fransızların çoğu yeryüzünde medeniyetten uzak köşelerine uygarlık götürdükleri, kolonyalizmin sömürgecilik değil medeniyet yardımı olduğuna yönelik eğitilirler.

Almanya’da “Holocaust” yaşanırken Alman halkının geneli bu soykırımdan habersizdi ve “Alman ulusuna zararlı hainlerin cezalandırıldığına” ikna edilmişlerdi. Türkiye’de de benzeri bir durum söz konusu. Türkiye insanının büyük çoğunluğu yaşanan acılardan izole edilmiş durumdadır.

Örneğin 1934 Trakya Pogromunda, 1938 Dersim’de, Zilan’da, 6-7 Eylül olaylarında vb. vakalarda yaşananlardan habersizdir. Kendi dedesinin askerdeyken böyle bir şey yapacağını ona konduramaz. Oysa bahsettiğimiz hastalıklar kollektif hal alınca normal hayatta yapılmayan şeyler yapılabilir hale gelir. Buna en çarpıcı örnekleri yakın zamanda şahit olduğumuz Hindistan-Pakistan bölünme süreci (1944-1947) Kıbrıs (1960-1974) Lübnan (1975-1990), Bosna (1992-1995), Ruanda (1994) ve Suriye’de (2011-) yaşanan iç savaşta gördük. Komşular birbirlerini öldürdüler. Güçlü olanlar güçsüzleri yok etmeye, sürmeye çalıştılar.

Ermeni ulusalcıları da tek yanlı bir mağduriyet anlatısını nesiller boyunca efsaneleştirmişlerdir. Ermeni toplumu da Türkiye’de meşhur olan Ermeni Mezalimi gerçeğinden habersizdirler.

Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlaşması” üzerine yaptığı çalışmalar bir de bu gözle okunmalı. Acılarla yüzleşmeliyiz ama her türlü kimlikten sıyrılarak öznelerin sadece insan kimliklerini görüp diğer kimliklerini flulaştırarak bakmalıyız. Bu kısırdöngülerden çıkmanın yolu burada…

“Gazete Okuyan Tavuk”, “Nasreddin Hoca’nın Bisikleti”, “Kuzularla Saklambaç”, “Ceza Hikayeleri” ve “Kelebek Ve Arı – Malcolm X Ve Muhammed Ali’nin Kesişen Hayatları” kitaplarının yazarı. 1983 Trabzon doğumlu avukat.

Videolar

Mehmet Ali Başaran – Cihat Aydın: Aksâ Tûfânı Süreci

Yayınlanma:

-

Aksâ Tûfânı süreci ile ilgili olarak Mehmet Ali Başaran bu defa Cihat Aydın ile söyleşti.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Cihat Aydın ile Vicdani Ret Üzerine

Yayınlanma:

-

Geçen gün şöyle bir haber çıktı: “Vicdani Retçi Cihat Aydın’a Askere Gitmediği İçin 46 Bin Lira İdari Para Cezası Verildi” Bu haber üzere seninle askerlikle meselesini konuşmak, okurları da olan bitene şahit kılmak istedim. Kısaca, kimdir Cihat Aydın ve neden askere gitmeyi reddetti?

İstanbul’da Erzurum kökenli bir ailenin evladı olarak dünyaya geldim. Ortalama her Türk ailesi gibi benim ailem de de devlet, kutsal bir varlık gibi sorgulanamaz, eleştirilemez bir güç olarak kabul edilirdi. Böyle bir aile içerisinde Allah bana asıl gücün, kudretin, iktidarın ve söz söylemeye haiz olanın yalnızca âlemleri yaratan zâtın, yani kendisinin olduğunu öğretti. Bu inanç ve anlayış çerçevesinde hayatını Allah’ın hükümlerine uygun yaşama gayreti içindeki bir Müslüman olarak Hz. İbrahim’in (as) Kur’an’daki (En’am Sûresi 162. ayet) duasını düstur edinerek diyorum ki, “Benim de namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm ancak âlemlerin Rabbi Allah için olmalıdır!” İnanmadığım değerler, ideolojiler, yasalar için çalışmayı, ölmeyi, öldürmeyi veya öldürülmeyi reddediyor olmamdan dolayı zorunlu askerlik hizmetini kabul etmiyorum.

Askerlik bu ülkede bir tabu, adeta bir put. Onu reddetmek gibi bir kararı almak zor olmadı mı? Yakınlarından ne gibi tepkiler aldın?

Devleti kutsallaştıran bir ailede büyümüş olmak bu kararı aldığınızda bazı tepkilerle karşılaşmanıza sebep oluyor. “Vatani görev, bundan kaçmak olmaz, aman canım git kurtul, gidip gelsen ne olacak!” gibi mevcut ideolojiye zihnini ve kendisini teslim etmiş fertlerin tepkileri ile karşılaşmak sizi mental anlamda zorluyor. Öncelikle şunu anlamamız lazım: Devlet, mevcudiyetine zarar gelmemesi adına size her türlü baskı ve zulmü uygulamaktan geri durmuyor ve durmayacak. Sizi hem maddi hem manevi her türlü baskı altına alarak kendi otoritesini kabul ettirmek istiyor. Bu gibi nedenlerden ötürü “Vicdani Ret” kararını almak tabi ki zor oldu fakat insan inandığı değerler uğruna bedel ödemedikçe, bu değerlerin savunucusu olduğunu nasıl iddia edebilir ki?

Bedelli askerlik yapmayı düşünmediniz mi hiç?

Aslında düşündüm. Devletin sizi hayatın içerisinde her alanda kuşatması, askerlik yapmamış olmanızın iş hayatınızı, aile hayatınızı, seyahatlerinizi kısıtlaması gibi etkenlerden dolayı bedelli yapmayı düşündüm. Fakat son bedelli uygulamasında ödediğiniz para ile birlikte belirli gün sayısı askeri üniforma giyerek orduya teslim olma zorunluluğu oluşunca bundan da vazgeçtim. Çünkü askeri üniformayı giyerek mevcut ideolojinin bir askeri olmak bir gün de olsa, bin gün de olsa birdir. Günahın küçüğü ya da büyüğü olmaz.

46 bin lira idari para cezasına çarptırılmanın haricinde pratikte vicdani retçi olmak hayatınızda ne gibi sıkıntılara yol açtı?

Siz askerliğe gitmediğiniz takdirde devlet size gün başına bir ceza belirliyor ve herhangi bir yerde GBT yoklamasına maruz kalıp hakkınızda tutanak tutulduğunda, bu tutanak üzerine size para cezası kesiyor, gönderiyor. Ben 6 Şubat depremlerinde bölgeye yardım amaçlı gitmiştim ve geri dönüşte jandarma tarafından çevirmeye girdim. Çevirmede bana tutanak tutuldu ve sonrasında 46 bin TL tutarındaki ceza gönderildi. Tabi ki yasal olarak bu idari para cezasına itiraz hakkınız bulunuyor. Biz de avukatım aracılığıyla bu para cezasına itiraz ettik. Şu an hukuki süreç devam ediyor. Ben burada sorunun para olduğunu düşünmüyorum. Esas belirleyici faktör devletin sizin üzerinizde kurmaya çalıştığı tahakküm. Bunu şöyle izah edeyim: Yazılım sektöründe hizmet veren bir firmada çalışıyorum ve gelen bu para cezası sonrası işten çıkarılıyorum. Devlet, asker kaçağı çalıştıran şirketlere yazı gönderiyor, “Asker kaçağı çalıştırmak suçtur, hakkınızda yasal işlem yapılır” diyerek firmaları baskı altına alıyor ve sizin emeğinizle çalışıp para kazanmanıza bile müsaade etmiyor. Devlet, bu ve benzeri uygulamalarla şahıslar ve toplumlar üzerinde tahakküm kurarak asıl söz sahibinin kim olduğunu göstermek istiyor. Allah’a iman eden bir müslüman olarak ben de diyorum ki: Bizi yoktan var eden, yerden ve gökten nimetlendiren yegâne yaratıcı Allah’tır; benim, ailem ve tüm insanlık üzerindeki söz sahibi! Ben, O’nun göndermiş olduğu ilke, kural, kaide ve değerler ile hayatımı yaşıyorum, bu değerler uğrunda mücadele eder ve savaşırım!

Bahsettiğiniz, çalışma hakkı gibi temel bir hakka müdahale etmektir. Zorla asker olmayı kabul etmeyeni devlet ekonomik olarak darboğaza sokmaya, çalışıp onuruyla yaşama hakkından mahrum bırakmaya çalışıyor. Hayli vahim bir hak ihlali bence. 

Kesinlikle öyle. Bu hak ihlali olan duruma insanların seyirci kalması kabul edilebilir bir durum değil.

Türkiye’de insanların çoğu vicdani reddin ne demek olduğu konusunda ya bilgi sahibi değil ya da kafa karışıklığı yaşıyor. Siz vicdani reddi nasıl tanımlıyorsunuz? Nedir vicdani ret? Vicdani retçi kimdir?

Maalesef belirttiğiniz gibi insanların büyük çoğunluğu bu kavramdan haberdar bile değil. Ben burada “Vicdani Ret” kavramı ile benim 2014 yılında belirttiğim üzere “İmani Ret” kavramını birbirinden ayırıyorum. Vicdani ret, bir bireyin politik görüşleri veya ahlaki değerleri doğrultusunda zorunlu askerliği reddetmesidir. Benim ilan etmeye çalıştığım şey ise; tüm ideolojilerden, fikirlerden bağımsız, imanımın bir gereği olarak kendisini dinsiz olarak tanımlayan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin bana dayattığı zorunlu askerliği reddetmek. Lâik bir devletin lâik ordusunun İslam inancına sahip bir insanı kendi saflarında savaşmaya zorlaması asla kabul edilebilir değildir. Dini, hiçbir işine karıştırmayan bir rejimin ordusunun kendi değerlerine uygun olarak dinle ilişkisi olmayan lâik zihne sahip askerler bulması tutarlı olacaktır. Ne var ki laik zihniyete sahip olanların da “zor”la değil özgür iradeleri ile asker olmaları insan onuruna yakışır bir davranış olacaktır.

Askerlik yapmanız önündeki tek engel Türkiye’nin laik bir devlet olması mı?

Bugün inandığım değerler ile yönetildiğim bir ülkede yaşıyor olsam bile, savaş dediğimiz şeyin gerçekten inandırıcı ve geçerli gerekçeler ile yapılması gerektiğini düşünüyorum. İnandığım dinin tarihine baktığımda haksızlık ve zulüm üzere bir savaş olmadığını görüyorum. Ben savaş karşıtı değilim, başka vicdani retçi arkadaşların antimilitarist bakışına saygı duyarak bunu söylüyorum. Fakat ben inanmadığım değerler ve ideolojiler için savaşmaya karşıyım. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin düşman algısı ile benim düşman algım aynı değil, olamaz da. Kuruluşundan bu yana kendi vatandaşlarından yapay düşmanlar üreterek sayısız zulümler gerçekleştirmiş bir devletin aklı, kabulleri, idealleri ile asla ortaklık arz etmeyen bir dünyaya sahip olduğumdan, böyle bir devletin ve ordusu TSK’nın askeri olmayacağım.

“İnandırıcı ve geçerli gerekçeler” dediğiniz meşru müdafaa anlamında bir savaş mı? Bildiğim kadarıyla Allah inananlara, “Size savaş açmadıkça siz de onlarla savaşmayın!” diyor. 

İfadenizi şöyle düzelteyim müsaadenizle; Bakara suresi 190. ayette Allah şöyle buyuruyor:  “Size karşı savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın, fakat aşırılığa sapmayın; Allah aşırılığa sapanları sevmez.” İslam peygamberi Hz. Muhammed’in örnekliğinde gördüğümüz savaş ahlakı şu şekildedir; düşman sizi yok etmek adına bir saldırıda bulunuyorsa, sizin de belirttiğiniz gibi, meşru müdafaa hakkınızı kullanarak onlarla savaşırsınız.

Söyleşi: Mehmet Ali Başaran

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Göçmen İşçiler: Köle Değiliz

Yayınlanma:

-

Bu çalışma, Suriye ve Afgan uyruklu iki farklı işçi ile yapılan bir röportajı içermektedir. Göçmen işçilerin çalışma koşullarını görünür kılmayı amaçlamaktadır. Kişilerin isteği üzerine isimleri saklıdır.

S./Suriye, 23

E./Afganistan, 27

  • Türkiye’ye tam olarak ne zaman geldiniz ve gelme sebebiniz nedir?

S: 2016 yılında, ben 18 yaşındayken abimin ailesiyle beraber geldik. Suriye’de savaş vardı, uzun bir süre orada kaldık biz ama zamanla geçinememeye başladık çünkü savaş vardı. Herkes ya Türkiye’ye ya da izinle Avrupa’ya gidiyordu. Abim önceden de Türkiye’ye gitmişti zaten. Beraber çalışmak için geldik, abimi tanıyan Türkler vardı.

E: 2019 yılında tek geldim. Afganistan’da ailem var, evli değilim. İki annem ve küçük kardeşlerim var. Abilerim çalışıyorlar. Türkiye’ye gelmek benim için zorunluluktu. İran’a ya da Türkiye’ye geçip çalışacaktım ama çok fazla para gerekti. Bu yüzden Türkiye’ye geldim.

  • Geldikten sonra iş bulma serüveninizden bahsedebilir misiniz?

S: Abim önceden geldiğinde Edirne’de yüklemeci olarak çalışmış. (Burada kişi, mal yüklemeciliğinden bahsediyor. Çeşitli ağır, pazar mallarını kamyon ve benzeri araçlara yükleme işlemi.) Önce Edirne’ye gittik, yüklemecilik yapacaktık ama arkadaşı işe almayacağını söyledi. Sonra İstanbul’a geldik. Akrabalar yardım etti, Sultanbeylideyiz. Yüklemecilik ve kumaş taşımacılığı yaptık. Şimdi hem ara işler hem de mal yüklemeciliği yapıyorum.

E: Afganlar genellikle Türkiye’ye kaçak giriyorlar. Türkiye vizesi yok, o yüzden iş bulmak zor. Mesleğim boyacılık ama burada farklı bir iş sistemi var. Boyacılık hiç yapmadım. Arkadaşlarım hep Türkiye’deydi. Aynı evde kalıyoruz. İstanbul’a geldiğimde hiç param yoktu, bir sürü memleketlimle tanıştım. İlk çalıştığım işlerde neredeyse hiç para almadım sadece yemek veriyorlardı. İzin belgemiz olmadığı için bir şey yapmıyorduk. Şimdi ev arkadaşlarım gibi tekstilde çalışıyorum. İp kesme ve kumaş boyama yapabiliyorum. Sabah, akşam sürekli çalışıyoruz.

  • Memleketinizde hangi işi yapıyordunuz?

S: Ben buraya uzun zaman önce geldim ama Suriye’de fırında çalışıyordum. Çalıştığım fırın marketlere ekmek gönderiyordu, çok büyük ve tarihi bir fırındı. Pita, lavaş ve pide burada da çok fazla satılıyor.

E: Boya yapıyordum. Dükkânlarda tabela ve duvar boyalarını çok yaptım. Bazen evleri de boyuyordum. Orada tanıyanlar boyalarını bana yaptırırdı. Yapmayalı uzun zaman oldu. Türkiye’ye gelirken çok uzun yollardan geçtim. Gelirken hep boyacılık yapma hayali kurdum ama olmadı.

  • Şimdiki iş hayatınız ve aldığınız ücretler hakkında bizi bilgilendirir misiniz?

S: Şimdi İstanbul’da çalışıyorum ama sürekli farklı işlerde çalışıyorum. Aynı parayı almıyoruz. Ben, günlük sabah 07:00 ile akşam 22:00 arası çalışıyorum. Aylık genel olarak 2000 kazanıyorum. Ek işlerle bazen 2500 oluyor. Haftanın her günü çalışıyoruz.

E: Çalıştığım işin maaşları ayın başında yatıyor. Ne kadar çok çalışırsak o kadar çok alabiliyoruz ama çok fark etmiyor. Ben sabah 07:00 ile akşam 20:00, 21:00 arası çalışıyorum. Pazartesi günleri mesai saatleri artıyor. Maaşımız 2800, bazen biraz fazla oluyor ama çok nadir yükseliyor. Mesela ilk geldiğimizde iki ay biz çok düşük maaş aldık. Hatta ilk ay maaşlarımızı hemen vermediler.

  • Bakmakla yükümlü olduğunuz kişiler var mı?

S: Abim evli onunla beraber kalıyorum. Burada beraber geçiniyoruz. Ev kiraları çok yüksek, yeğenlerim var. Suriye’de evli kız kardeşlerime de para gönderiyoruz.

E: Afganlar genellikle ailelerine para gönderirler. Ben de gönderiyorum tabii ama burada kimseye bakmıyorum. Buradan annemlere ve kardeşlere para gönderiyorum ama her ay gönderemiyorum. Onların durumları şu an hiç iyi değil, onlar için çalışıyorum.

  • Maaşlardan memnun musunuz?

S: (Gülüyor) Biz çok çalışıyoruz çünkü başka yolumuz yok. Maaşlar çok az. Ev kirasına ve yemeğe gidiyor. Bazen yol parası vermemek için yürüyorum.

E: Maaşlar çok az. Çok yoruluyoruz ama yetmiyor. Maaşlarımızı vermemelerinden çok korkuyoruz. Bazen maaşlar çok gecikiyor, bazen sadece yarısını veriyorlar, düzenli değil.

  • Kendinizi yabancı, Türk işçilerden farklı hissettiğiniz zamanlar oldu mu?

S: Oluyor. Bazı kişiler Suriyelilerin çok fazla para aldığını sanıyor. Öyle değil. Bizi, Suriyelileri çok çalıştırıyorlar ama bazı Türk işçileri öyle çalıştırmıyorlar. Hepimiz aslında çok çalışıyoruz ama bazen patronlar, para verenler bize daha az para veriyorlar bunu biliyoruz.

E: Evet hep oluyor. Mesela şu an çalıştığım teksti atölyesine hiç Türk işçi almıyorlar. Çünkü hiçbirisi bu maaşı kabul etmiyor ya da resmi (sgk’yı kastediyor) istiyor. Afganları işçi olarak görüyorlar.

  • Türklerin size karşı davranışlarından memnun musunuz?

S: Bazıları çok iyiler bazıları farklı davranıyor. Her yerde böyle oluyor. Hepimiz aynıyız bazıları kendilerini daha üstün görebiliyor ama genel olarak elhamdülillah… Bir kere uzun süre önce otobüse bindiğimde kartımı unutmuştum, şoför beni dilenci sandı, otobüsten indirdi. Suriyelileri öyle görüyorlar. Hem iyi hem de kötü insanlar var. Geçen yıllarda daha kötü davranıyorlardı ama alıştık. Türkiye’de çok iyi insanlar da var tabii.

E: Ben çok farklı, yanlış şeyler gördüm. Afgan olduğumu anlayınca kötü bakıyorlar. En çok patronlar, sanki onlara çalışmak zorundaymışız! Köle gibi düşünüyorlar. Bizim maaşlarımızı vermediklerinde biz bir şey demekten çekiniyoruz çünkü kızıyorlar, tehdit ediyorlar. Bazen “Gidin ülkemizden!” diyorlar arkamızdan. Benim gibi Türkçe bilen Afganlar anlıyorlar ama şu ana kadar karşılık vereni görmedim. Bir de bizi terörist sanıyorlar. (Gülüyor) Irkçılık yapan çok kişi var. Sanki yaratıkmışız gibi bakıyorlar. (Gülüyor) Biz evde beş erkek kalıyorduk. Bizim ilaç (uyuşturucu kastediliyor) sattığımızı iddia edip polis çağırdılar, evi aradılar. Evde yataklardan başka bir şey yoktu, polisler de şaşırdılar.

  • Belirli devlet veya özel kurumlardan yardım almayı tercih ettiniz mi?

S: Türkiye’ye ilk geldiğimizde abim devlete başvurdu. İsmini hatırlamıyorum, yardım alamadık ama bilmiyorum o zaman biraz karışıktı. Yardım almıyoruz.

E: Hayır hiç para almadım, bazı yerlerde yemek dağıtımlarına gidiyoruz ama her zaman gidemiyoruz. Çorba, pilav, tavuk gibi yemekler veriliyor.

  • Son olarak, iş hayatında neyin değişmesi sizi mutlu ederdi?

S: Hep çalışmak istemiyorum. Hiç tatilim yok, bazı günler gezmek isterdim. Maaşlar biraz daha yükselse çok güzel olur. Elhamdülillah.

E: Ben bize kötü davransınlar istemiyorum. Çalışırken normal çalışmak isterdim. Patronlar bazı zamanlar iş saatlerini uzatıyorlar. Maaşlarımızı vermediklerinde işten atarlar diye bir şey diyemiyoruz, keşke böyle olmasaydı. Bunlar değişsin isterdim.

  • Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Son eklemek istediğiniz bir şey var mı?

S: Rica ederim. Son olarak eğer evimizde savaş olmasaydı buralara gelmeyecektik. Bazı insanlar “Neden gidip savaşmıyorsunuz?” diyor, peki bizim ailelere kim bakacak? Onlar hep perişan oluyorlar. Herkesi kaybettik, yaşamak istediğimiz için geldik.

E: Ben teşekkür ederim. Allah hepimize hayırlı bir hayat nasip etsin. Son olarak, kötü davranmasınlar, terörist demesinler, bizler insanız.

Çeviren, Röportaj sahibi: Nurbanu Gün

Devamını Okuyun

GÜNDEM