Connect with us

Söyleşiler

“Huzurevi Algısının Değişmesi Lazım”

Yayınlanma:

-

Yaşlılık, yaşlı istismarı, adli psikoloji, travma gibi alanlarda 10 yıldan beri çalışmalar yapan Mardin Artuklu Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Deniz Işıker Bedir ile yaşlı istismarı ve psikoloji bölümü üzerine konuştuk.

Bu yılın şubat ve mart aylarında “28 Şubat’ın Psikolojik Etkileri” (Muhit Kitap) ile “Yaşlı İstismarı Ve İhmali” (Nobel Yayıncılık) adlı kitaplarınız yayınlandı. Kısaca yayınlanma süreçlerini ve neler hissettiğinizi sorarak başlamak isterim.

Aslında farklı zamanlarda başlayan yazım süreçleri var iki kitabın da. Ama art arda yayımlanması sürpriz oldu benim için de. Tabi çok güzel bir duygu. Çok emek verdiğiniz eserleriniz somut olarak elinizde duruyor. 28 Şubat ile ilgili kitabımın 9 yıllık bir hikayesi var, basılmasını daha önce de çok istemiştim ama başvurduğum birkaç yayınevi sıcak bakmamıştı konu güncelliğini yitirdi diye. Muhit Kitap özellikle tarihe not düşmek adına kitabımı bastı. Çok mutluyum o yüzden. Ama kitapların konu itibariyle duygusal yükleri de oldu benim için. Biri benim bizzat yaşadığım “28 Şubat” sonrası psikolojik süreçlerle ilgili, diğeri de istismar gibi duygusal ağırlığı olan bir konu. Ama daha önce hakkında az çalışma olan bu iki konuyu ele almış olmak benim için hem anlamlı hem de heyecan verici.

Yaşlı İstismarı Ve İhmali kitabınızı hazırlarken 50 yaşlıyla derinlemesine mülakat gerçekleştirdiğinizi belirtiyorsunuz. Söz konusu yaşlı istismarı ve ihmali olduğunda Türkiye’de ve dünyada öne çıkan sebepler neler?

Aslında elbette çok faktör var istismarı etkileyen, ancak en bilinen sebepleri yaşlıların bağımlı, eşi ölmüş ya da boşanmış olması, bedensel ya da bilişsel sorunlar yaşaması, düşük gelir ve eğitim düzeyine sahip olması, sosyal olarak izole olması var. Birçok istismar kuramında, bakım verenin de önemi vurgulanır. Bakım verenin psikolojik durumu, madde ya da alkol bağımlısı olması, kendisinin istismara uğramış olması ki şiddet konusunda daha önce şiddete maruz kalmış olma önemli bir etken çünkü şiddet öğrenilen bir şey aynı zamanda. Bir önemli neden de bakım verenin fiziksel ve psikolojik olarak desteklenmemesi. Yani bakım veren kişi yaşlının çocuğu da olsa bazen kendini yorgun ve sıkışmış hissedebiliyor. Dolayısıyla bakım verene destek şart. Hatta geçenlerde izlediğim “The Father” filmi demans hastası bir adamı anlatması ve kızının yaşadığı sıkışmışlığı göstermesi açısından çarpıcı bir film. Pandemi sonrası şiddet ve istismar oranlarının da arttığını okuyoruz çünkü pandemi ile beraber yaşlılar tamamen eve mahkum edildi. Sokağa çıkma kısıtlamaları zaten sınırlı sayıda ve sınırlı zamanda dışarı çıkan yaşlıları tamamen eve kapattı. Bu ageism dediğimiz yaş ayrımcılığının bir çeşidi aynı zamanda. Stres yükü ve evde geçirilen zamanın artması şiddet oranlarını da arttırıyor maalesef. Bir de yaşlıların hareketsiz kalması, dışarı çıkmamaları sadece bedensel sorunları değil örneğin depresyon oranlarını da arttırdı ve arttıracak. Bu belirsiz hal belki de en çok yaşlıları ve okula gidemeyen çocukları etkileyecek gibi görünüyor maalesef.

İçinde bulunduğumuz toplumda yaşlılara hürmetin üst düzeyde olduğu yaygın kabul gören bir inanış. Alanda çalışmış, yerli ve yabancı kaynakları taramış biri olarak, bu inanışın gerçeği ne oranda yansıttığını düşünüyorsunuz?

Türkiye görece birçok ülkeye göre daha iyi durumda diyebiliriz. Yaşlıların aile içinde yerleri var hala, bakımevine ve huzurevlerine talep artsa da yaşlılar aile içinde önemseniyor. Ancak bu istismar ve ihmal olmadığı anlamına gelmiyor. Bir kere gösterilen oranlar gerçeği yansıtmıyor. Çünkü açığa çıkması zor bir şey istismar. Bu, çocuk istismarında da böyle. Özellikle duygusal istismar gibi (hakaret, yok sayma vb.) istismar türleri somut bulguları olmadığı için daha az açığa çıkıyor. Fiziksel istismar bile çoğu zaman sağlık kuruluşlarında fark edilebiliyor. Bir de bakıma muhtaç ya da yatağa bağımlı yaşlılarda maalesef oranlar daha yüksek. Yapılan çalışmalar 14 yaşlı istismarı olayından sadece birinin açığa çıktığını söylüyor ki bu oranların bazı ülkelerde görece daha yüksek olduğunu söyleyebilirim. Mesela Çin’de ortalama yaşam süresi çok uzun, okuduğum kaynaklarda istismar oranları da birçok ülkeye göre daha yüksekti. Benim çalışmamdaki oran birden çok istismara maruz kalan 13 kişi olduğunu gösteriyor bu da yüzde 26’ya tekabül ediyor. Duygusal istismarda oran yüzde 42. Türkiye’de yapılmış diğer çalışmalarda da benzer oranlar söz konusu. Ancak en yüksek oranlar duygusal istismar ve ekonomik istismar olarak görülüyor. Tabi benim çalışmam nitel bir araştırma dolayıyla örneklemim dar ve genellenebilir değil. Yine de bu durum oranların yüksek olduğu gerçeğini değiştirmiyor maalesef.

Kitabınızı okurken Guillermo Rosales’in “Felaketzedeler Evi” adlı romanı aklıma geldi. Bakımevinde geçen bir roman. İlk paragrafında şu cümleler yer alıyor: “Hayattan umudunu kesmiş insanların sığındığı, kıyıda köşede kalmış barınaklardan biriydi. Kaçıklar çoğunluktaydı. Yapayalnız ölsünler, kazananların başına bela olmasınlar diye aileleri tarafından bırakılan yaşlılar da vardı.” Huzurevinde kalan yaşlılar için, terk edildiklerini düşündüğümüzden ötürü üzülürüz. Böyle düşünmekte haklı mıyız? Yaşlılar için nasıl yerlerdir buralar?

Kitabı okumadım ama sizin önerinizle en yakın zamanda okuyacağım. Huzurevleri için böyle bir algı var. Ancak bu algının tamamen doğru olduğunu söyleyemem. Özellikle bakım vereni olmayan kendisine de bakacak sağlığı ve maddi gücü olmayan yaşlılar için huzurevleri önemli mekanlar. Bence huzurevi algısının değişmesi lazım çünkü bazen yaşlılar daha rahat bir yaşam için de tercih edebiliyor huzurevlerini. Çocuklarıyla sorun yaşıyor, gerçekten bakacak kimsesi olmuyor ya da maddi gücü olmadığı için böyle toplu bir yerde yaşamak daha mantıklı gelebiliyor. Ancak yaşlıların gözünden baktığımızda belli bir yaşa gelmiş kişilerin toplu yaşanan bir yerde ailesinden uzakta yaşaması çok da kolay bir şey değil. Benim huzurevinde yaptığım görüşmelerde yaşlıların hemen hemen hepsi huzurevinin fiziksel ortamından çok memnundu. Kişisel bakımlarının yapılması, temizlik, yemek gibi hizmetlerden memnun olduklarını hatta bazı çalışanların onlara çocuklarından bile iyi baktıklarını ifade ettiler. Ama duygusal olarak yaşlıların bir arada yaşamasının zorlukları da var, kendileri de ifade etti bunu zaten. Çok anlaşamadıklarını, bazen aralarında sürtüşmeler hatta kavgalar olduğunu söylediler. Belli bir yaştan sonra hiç tanımadığın biriyle oda arkadaşlığı yapmak, yeni bir ortama uyum sağlamak kolay değil. Çok umutsuz olan da vardı içlerinde, ölümü bekliyorum diyen de, hayatımdan memnunum diyen de… Bir anım var bu konuda. Ben görüşmelerimi yaparken bayramdan birkaç gün öncesiydi. 9 çocuğu olan bir yaşlı ilk başvurusunu yapmıştı. Benim içim burkuldu çünkü bayramı geçirip gelseydim bari demişti, ben şahit olduğum için üzüldüm çünkü kurban bayramıydı ve belli ki bayrama bu kadar kısa süre kala huzurevine gelmek istememişti. Yine de kabul edip yerleşti. Yani duygusal olarak yaşlıları da zorlayan bir süreç bu, bence çok da kolay değil bu kararı almak. Ama çocuğu bakmıyor diye suçlamayı da doğru bulmuyorum. Çünkü kimsenin içinden geçtiği süreçleri bilmiyoruz ve bu yüzden yargılamaya hakkımız yok. Ama Türkiye’de son yıllarda huzurevi ve bakımevi sayıları arttı, bu da bir ihtiyaç ve talep olduğunu gösteriyor.

Yaşlı istismarının asgari düzeylere çekilebilmesi için sosyal devlet anlayışının güçlü biçimde karşılık bulması gerekir, şeklinde bir çıkarım yapılabilir. Teoride mantıklı görünüyor fakat önemli olan pratik. Pratikte durum nedir? Siz ne öneriyorsunuz öncelikli olarak?

Aslında sosyal devlet anlayışı istismarı azaltmada önemli bir etken bence. Bir kere yaşlıların maddi olarak güçlü olması istismarı da azaltıyor. Maddi olarak dışarıya bağımlı olan kendine bakacak gücü olmayan yaşlıların daha çok istismara maruz kaldıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Yaşlılık maaşı çok düşük, özellikle kadınların sosyal güvencesi ya da emeklilik maaşları yok. Fakat sosyal devlet dediğimiz yerlerde de istismar önemli bir sorun. Dolayısıyla yaşlıyı güçlendirmek, şikayet mekanizmalarını kolaylaştırmak ve haklarını arama yollarını öğretmek lazım en başta. Örneğin Türkiye’de 70 yaş ve üstü kişilerde okuma yazma oranı çok düşük, bundan dolayı haklarını, bir istismar durumunda nereye başvuracaklarını bilmiyorlar. Bir etken daha var, şikayet edersem daha kötü duruma düşerim ve ayıplanırım korkusu… Bunu çoğu yaşlı dile getirdi maalesef. İstismarı tespit etmede yaşlı ile çalışan kişilere çok iş düşüyor. Yaşlılarla en çok temas eden doktorlara ve sosyal hizmet alanında çalışan herkese yaşlı istismarının tespit edilmesiyle ilgili eğitimler verilmesi lazım. Bir de televizyon izleyen bir kitle için televizyonda yayımlanan kamu spotları da etkili olacaktır. Benim evinde görüştüğüm yaşlılardan biri onun için şehrinde bulunan huzurevi numarasını bir kağıda yazmamı istemişti. Belli ki çocuklarından bunu talep edememişti.

10 yıldan beri Mardin Artuklu Üniversitesinde Psikoloji Bölümü’ndesiniz. Alanda tecrübeli bir hoca olarak psikolojiye ilgi duyanlara takip edilmesi gerekli birkaç isim, okunması ve izlenmesi gereken birkaç roman ve film önerir misiniz?

En zor soru bu sanırım. Çok fazla öneri görüyorum psikoloji ile ilgili ama ben kitap önerme konusunda biraz zorlanıyorum. Genel bir tavsiye zor, çünkü ilgi alanları ve okuma süreçleri çok kişisel, parmak izi gibi bir şey okuma zevki . Yine de birkaç tavsiye vereyim. Irvin Yalom’un kitaplarını genel olarak çok beğenirim. Engin Geçtan’ın kitapları çok kıymetli alanımız için. Özellikle “İnsan Olmak” kitabını çok severim. Varoluşçu psikoloji bu aralar çok revaçta. Victor Frankl ve Kemal Sayar okunabilir bu anlamda. Psikanaliz için Saffet Murat Tura Türkçe yazan biri olarak alana önemli katkı sunuyor. Bir de Didem Madak okusunlar derim, insanın ruhunu ince ince işleyen en sevdiğim şairlerden biri. Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Ali, Oğuz Atay ve Peyami Safa da psikolojiye ilgisi olanların okuması gereken yazarlardan bana kalırsa. Tabi burada isimlerini sayamadığım çok güzel eserler veren hocalarımız var… Film konusuna gelince çok iyi bir izleyici olduğum söylenemez ama psikoloji alanında önerilebilecek çokça film ve dizi var. Guguk kuşu, Otomatik Portakal gibi kült filmlerin yanı sıra psikoloji alanında yapılmış birçok deneyin filmi de var. Das Experiment, Die Welle gibi filmler bunlardan bazıları. Terapi ile ilgili In Treatment tavsiye edilebilir. Ama izlediğiniz her filmde elbette psikolojik öğeler vardır çünkü insanın olduğu her yer psikoloji ile bağlantılıdır esasında. Örneğin The Pianist filmini çok severim. Hayatta kalabilme gücü konusunda oldukça etkileyici olduğunu düşünüyorum. The Pianist filminden bir sözle bitirelim o zaman ropörtajı : “Sanki çok ömrümüz varmış gibi beklemeyi öğretiyor bize hayat…”

“Gazete Okuyan Tavuk”, “Nasreddin Hoca’nın Bisikleti”, “Kuzularla Saklambaç”, “Ceza Hikayeleri” ve “Kelebek Ve Arı – Malcolm X Ve Muhammed Ali’nin Kesişen Hayatları” kitaplarının yazarı. 1983 Trabzon doğumlu avukat.

Videolar

Mehmet Ali Başaran – Cihat Aydın: Aksâ Tûfânı Süreci

Yayınlanma:

-

Aksâ Tûfânı süreci ile ilgili olarak Mehmet Ali Başaran bu defa Cihat Aydın ile söyleşti.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Cihat Aydın ile Vicdani Ret Üzerine

Yayınlanma:

-

Geçen gün şöyle bir haber çıktı: “Vicdani Retçi Cihat Aydın’a Askere Gitmediği İçin 46 Bin Lira İdari Para Cezası Verildi” Bu haber üzere seninle askerlikle meselesini konuşmak, okurları da olan bitene şahit kılmak istedim. Kısaca, kimdir Cihat Aydın ve neden askere gitmeyi reddetti?

İstanbul’da Erzurum kökenli bir ailenin evladı olarak dünyaya geldim. Ortalama her Türk ailesi gibi benim ailem de de devlet, kutsal bir varlık gibi sorgulanamaz, eleştirilemez bir güç olarak kabul edilirdi. Böyle bir aile içerisinde Allah bana asıl gücün, kudretin, iktidarın ve söz söylemeye haiz olanın yalnızca âlemleri yaratan zâtın, yani kendisinin olduğunu öğretti. Bu inanç ve anlayış çerçevesinde hayatını Allah’ın hükümlerine uygun yaşama gayreti içindeki bir Müslüman olarak Hz. İbrahim’in (as) Kur’an’daki (En’am Sûresi 162. ayet) duasını düstur edinerek diyorum ki, “Benim de namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm ancak âlemlerin Rabbi Allah için olmalıdır!” İnanmadığım değerler, ideolojiler, yasalar için çalışmayı, ölmeyi, öldürmeyi veya öldürülmeyi reddediyor olmamdan dolayı zorunlu askerlik hizmetini kabul etmiyorum.

Askerlik bu ülkede bir tabu, adeta bir put. Onu reddetmek gibi bir kararı almak zor olmadı mı? Yakınlarından ne gibi tepkiler aldın?

Devleti kutsallaştıran bir ailede büyümüş olmak bu kararı aldığınızda bazı tepkilerle karşılaşmanıza sebep oluyor. “Vatani görev, bundan kaçmak olmaz, aman canım git kurtul, gidip gelsen ne olacak!” gibi mevcut ideolojiye zihnini ve kendisini teslim etmiş fertlerin tepkileri ile karşılaşmak sizi mental anlamda zorluyor. Öncelikle şunu anlamamız lazım: Devlet, mevcudiyetine zarar gelmemesi adına size her türlü baskı ve zulmü uygulamaktan geri durmuyor ve durmayacak. Sizi hem maddi hem manevi her türlü baskı altına alarak kendi otoritesini kabul ettirmek istiyor. Bu gibi nedenlerden ötürü “Vicdani Ret” kararını almak tabi ki zor oldu fakat insan inandığı değerler uğruna bedel ödemedikçe, bu değerlerin savunucusu olduğunu nasıl iddia edebilir ki?

Bedelli askerlik yapmayı düşünmediniz mi hiç?

Aslında düşündüm. Devletin sizi hayatın içerisinde her alanda kuşatması, askerlik yapmamış olmanızın iş hayatınızı, aile hayatınızı, seyahatlerinizi kısıtlaması gibi etkenlerden dolayı bedelli yapmayı düşündüm. Fakat son bedelli uygulamasında ödediğiniz para ile birlikte belirli gün sayısı askeri üniforma giyerek orduya teslim olma zorunluluğu oluşunca bundan da vazgeçtim. Çünkü askeri üniformayı giyerek mevcut ideolojinin bir askeri olmak bir gün de olsa, bin gün de olsa birdir. Günahın küçüğü ya da büyüğü olmaz.

46 bin lira idari para cezasına çarptırılmanın haricinde pratikte vicdani retçi olmak hayatınızda ne gibi sıkıntılara yol açtı?

Siz askerliğe gitmediğiniz takdirde devlet size gün başına bir ceza belirliyor ve herhangi bir yerde GBT yoklamasına maruz kalıp hakkınızda tutanak tutulduğunda, bu tutanak üzerine size para cezası kesiyor, gönderiyor. Ben 6 Şubat depremlerinde bölgeye yardım amaçlı gitmiştim ve geri dönüşte jandarma tarafından çevirmeye girdim. Çevirmede bana tutanak tutuldu ve sonrasında 46 bin TL tutarındaki ceza gönderildi. Tabi ki yasal olarak bu idari para cezasına itiraz hakkınız bulunuyor. Biz de avukatım aracılığıyla bu para cezasına itiraz ettik. Şu an hukuki süreç devam ediyor. Ben burada sorunun para olduğunu düşünmüyorum. Esas belirleyici faktör devletin sizin üzerinizde kurmaya çalıştığı tahakküm. Bunu şöyle izah edeyim: Yazılım sektöründe hizmet veren bir firmada çalışıyorum ve gelen bu para cezası sonrası işten çıkarılıyorum. Devlet, asker kaçağı çalıştıran şirketlere yazı gönderiyor, “Asker kaçağı çalıştırmak suçtur, hakkınızda yasal işlem yapılır” diyerek firmaları baskı altına alıyor ve sizin emeğinizle çalışıp para kazanmanıza bile müsaade etmiyor. Devlet, bu ve benzeri uygulamalarla şahıslar ve toplumlar üzerinde tahakküm kurarak asıl söz sahibinin kim olduğunu göstermek istiyor. Allah’a iman eden bir müslüman olarak ben de diyorum ki: Bizi yoktan var eden, yerden ve gökten nimetlendiren yegâne yaratıcı Allah’tır; benim, ailem ve tüm insanlık üzerindeki söz sahibi! Ben, O’nun göndermiş olduğu ilke, kural, kaide ve değerler ile hayatımı yaşıyorum, bu değerler uğrunda mücadele eder ve savaşırım!

Bahsettiğiniz, çalışma hakkı gibi temel bir hakka müdahale etmektir. Zorla asker olmayı kabul etmeyeni devlet ekonomik olarak darboğaza sokmaya, çalışıp onuruyla yaşama hakkından mahrum bırakmaya çalışıyor. Hayli vahim bir hak ihlali bence. 

Kesinlikle öyle. Bu hak ihlali olan duruma insanların seyirci kalması kabul edilebilir bir durum değil.

Türkiye’de insanların çoğu vicdani reddin ne demek olduğu konusunda ya bilgi sahibi değil ya da kafa karışıklığı yaşıyor. Siz vicdani reddi nasıl tanımlıyorsunuz? Nedir vicdani ret? Vicdani retçi kimdir?

Maalesef belirttiğiniz gibi insanların büyük çoğunluğu bu kavramdan haberdar bile değil. Ben burada “Vicdani Ret” kavramı ile benim 2014 yılında belirttiğim üzere “İmani Ret” kavramını birbirinden ayırıyorum. Vicdani ret, bir bireyin politik görüşleri veya ahlaki değerleri doğrultusunda zorunlu askerliği reddetmesidir. Benim ilan etmeye çalıştığım şey ise; tüm ideolojilerden, fikirlerden bağımsız, imanımın bir gereği olarak kendisini dinsiz olarak tanımlayan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin bana dayattığı zorunlu askerliği reddetmek. Lâik bir devletin lâik ordusunun İslam inancına sahip bir insanı kendi saflarında savaşmaya zorlaması asla kabul edilebilir değildir. Dini, hiçbir işine karıştırmayan bir rejimin ordusunun kendi değerlerine uygun olarak dinle ilişkisi olmayan lâik zihne sahip askerler bulması tutarlı olacaktır. Ne var ki laik zihniyete sahip olanların da “zor”la değil özgür iradeleri ile asker olmaları insan onuruna yakışır bir davranış olacaktır.

Askerlik yapmanız önündeki tek engel Türkiye’nin laik bir devlet olması mı?

Bugün inandığım değerler ile yönetildiğim bir ülkede yaşıyor olsam bile, savaş dediğimiz şeyin gerçekten inandırıcı ve geçerli gerekçeler ile yapılması gerektiğini düşünüyorum. İnandığım dinin tarihine baktığımda haksızlık ve zulüm üzere bir savaş olmadığını görüyorum. Ben savaş karşıtı değilim, başka vicdani retçi arkadaşların antimilitarist bakışına saygı duyarak bunu söylüyorum. Fakat ben inanmadığım değerler ve ideolojiler için savaşmaya karşıyım. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin düşman algısı ile benim düşman algım aynı değil, olamaz da. Kuruluşundan bu yana kendi vatandaşlarından yapay düşmanlar üreterek sayısız zulümler gerçekleştirmiş bir devletin aklı, kabulleri, idealleri ile asla ortaklık arz etmeyen bir dünyaya sahip olduğumdan, böyle bir devletin ve ordusu TSK’nın askeri olmayacağım.

“İnandırıcı ve geçerli gerekçeler” dediğiniz meşru müdafaa anlamında bir savaş mı? Bildiğim kadarıyla Allah inananlara, “Size savaş açmadıkça siz de onlarla savaşmayın!” diyor. 

İfadenizi şöyle düzelteyim müsaadenizle; Bakara suresi 190. ayette Allah şöyle buyuruyor:  “Size karşı savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın, fakat aşırılığa sapmayın; Allah aşırılığa sapanları sevmez.” İslam peygamberi Hz. Muhammed’in örnekliğinde gördüğümüz savaş ahlakı şu şekildedir; düşman sizi yok etmek adına bir saldırıda bulunuyorsa, sizin de belirttiğiniz gibi, meşru müdafaa hakkınızı kullanarak onlarla savaşırsınız.

Söyleşi: Mehmet Ali Başaran

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Göçmen İşçiler: Köle Değiliz

Yayınlanma:

-

Bu çalışma, Suriye ve Afgan uyruklu iki farklı işçi ile yapılan bir röportajı içermektedir. Göçmen işçilerin çalışma koşullarını görünür kılmayı amaçlamaktadır. Kişilerin isteği üzerine isimleri saklıdır.

S./Suriye, 23

E./Afganistan, 27

  • Türkiye’ye tam olarak ne zaman geldiniz ve gelme sebebiniz nedir?

S: 2016 yılında, ben 18 yaşındayken abimin ailesiyle beraber geldik. Suriye’de savaş vardı, uzun bir süre orada kaldık biz ama zamanla geçinememeye başladık çünkü savaş vardı. Herkes ya Türkiye’ye ya da izinle Avrupa’ya gidiyordu. Abim önceden de Türkiye’ye gitmişti zaten. Beraber çalışmak için geldik, abimi tanıyan Türkler vardı.

E: 2019 yılında tek geldim. Afganistan’da ailem var, evli değilim. İki annem ve küçük kardeşlerim var. Abilerim çalışıyorlar. Türkiye’ye gelmek benim için zorunluluktu. İran’a ya da Türkiye’ye geçip çalışacaktım ama çok fazla para gerekti. Bu yüzden Türkiye’ye geldim.

  • Geldikten sonra iş bulma serüveninizden bahsedebilir misiniz?

S: Abim önceden geldiğinde Edirne’de yüklemeci olarak çalışmış. (Burada kişi, mal yüklemeciliğinden bahsediyor. Çeşitli ağır, pazar mallarını kamyon ve benzeri araçlara yükleme işlemi.) Önce Edirne’ye gittik, yüklemecilik yapacaktık ama arkadaşı işe almayacağını söyledi. Sonra İstanbul’a geldik. Akrabalar yardım etti, Sultanbeylideyiz. Yüklemecilik ve kumaş taşımacılığı yaptık. Şimdi hem ara işler hem de mal yüklemeciliği yapıyorum.

E: Afganlar genellikle Türkiye’ye kaçak giriyorlar. Türkiye vizesi yok, o yüzden iş bulmak zor. Mesleğim boyacılık ama burada farklı bir iş sistemi var. Boyacılık hiç yapmadım. Arkadaşlarım hep Türkiye’deydi. Aynı evde kalıyoruz. İstanbul’a geldiğimde hiç param yoktu, bir sürü memleketlimle tanıştım. İlk çalıştığım işlerde neredeyse hiç para almadım sadece yemek veriyorlardı. İzin belgemiz olmadığı için bir şey yapmıyorduk. Şimdi ev arkadaşlarım gibi tekstilde çalışıyorum. İp kesme ve kumaş boyama yapabiliyorum. Sabah, akşam sürekli çalışıyoruz.

  • Memleketinizde hangi işi yapıyordunuz?

S: Ben buraya uzun zaman önce geldim ama Suriye’de fırında çalışıyordum. Çalıştığım fırın marketlere ekmek gönderiyordu, çok büyük ve tarihi bir fırındı. Pita, lavaş ve pide burada da çok fazla satılıyor.

E: Boya yapıyordum. Dükkânlarda tabela ve duvar boyalarını çok yaptım. Bazen evleri de boyuyordum. Orada tanıyanlar boyalarını bana yaptırırdı. Yapmayalı uzun zaman oldu. Türkiye’ye gelirken çok uzun yollardan geçtim. Gelirken hep boyacılık yapma hayali kurdum ama olmadı.

  • Şimdiki iş hayatınız ve aldığınız ücretler hakkında bizi bilgilendirir misiniz?

S: Şimdi İstanbul’da çalışıyorum ama sürekli farklı işlerde çalışıyorum. Aynı parayı almıyoruz. Ben, günlük sabah 07:00 ile akşam 22:00 arası çalışıyorum. Aylık genel olarak 2000 kazanıyorum. Ek işlerle bazen 2500 oluyor. Haftanın her günü çalışıyoruz.

E: Çalıştığım işin maaşları ayın başında yatıyor. Ne kadar çok çalışırsak o kadar çok alabiliyoruz ama çok fark etmiyor. Ben sabah 07:00 ile akşam 20:00, 21:00 arası çalışıyorum. Pazartesi günleri mesai saatleri artıyor. Maaşımız 2800, bazen biraz fazla oluyor ama çok nadir yükseliyor. Mesela ilk geldiğimizde iki ay biz çok düşük maaş aldık. Hatta ilk ay maaşlarımızı hemen vermediler.

  • Bakmakla yükümlü olduğunuz kişiler var mı?

S: Abim evli onunla beraber kalıyorum. Burada beraber geçiniyoruz. Ev kiraları çok yüksek, yeğenlerim var. Suriye’de evli kız kardeşlerime de para gönderiyoruz.

E: Afganlar genellikle ailelerine para gönderirler. Ben de gönderiyorum tabii ama burada kimseye bakmıyorum. Buradan annemlere ve kardeşlere para gönderiyorum ama her ay gönderemiyorum. Onların durumları şu an hiç iyi değil, onlar için çalışıyorum.

  • Maaşlardan memnun musunuz?

S: (Gülüyor) Biz çok çalışıyoruz çünkü başka yolumuz yok. Maaşlar çok az. Ev kirasına ve yemeğe gidiyor. Bazen yol parası vermemek için yürüyorum.

E: Maaşlar çok az. Çok yoruluyoruz ama yetmiyor. Maaşlarımızı vermemelerinden çok korkuyoruz. Bazen maaşlar çok gecikiyor, bazen sadece yarısını veriyorlar, düzenli değil.

  • Kendinizi yabancı, Türk işçilerden farklı hissettiğiniz zamanlar oldu mu?

S: Oluyor. Bazı kişiler Suriyelilerin çok fazla para aldığını sanıyor. Öyle değil. Bizi, Suriyelileri çok çalıştırıyorlar ama bazı Türk işçileri öyle çalıştırmıyorlar. Hepimiz aslında çok çalışıyoruz ama bazen patronlar, para verenler bize daha az para veriyorlar bunu biliyoruz.

E: Evet hep oluyor. Mesela şu an çalıştığım teksti atölyesine hiç Türk işçi almıyorlar. Çünkü hiçbirisi bu maaşı kabul etmiyor ya da resmi (sgk’yı kastediyor) istiyor. Afganları işçi olarak görüyorlar.

  • Türklerin size karşı davranışlarından memnun musunuz?

S: Bazıları çok iyiler bazıları farklı davranıyor. Her yerde böyle oluyor. Hepimiz aynıyız bazıları kendilerini daha üstün görebiliyor ama genel olarak elhamdülillah… Bir kere uzun süre önce otobüse bindiğimde kartımı unutmuştum, şoför beni dilenci sandı, otobüsten indirdi. Suriyelileri öyle görüyorlar. Hem iyi hem de kötü insanlar var. Geçen yıllarda daha kötü davranıyorlardı ama alıştık. Türkiye’de çok iyi insanlar da var tabii.

E: Ben çok farklı, yanlış şeyler gördüm. Afgan olduğumu anlayınca kötü bakıyorlar. En çok patronlar, sanki onlara çalışmak zorundaymışız! Köle gibi düşünüyorlar. Bizim maaşlarımızı vermediklerinde biz bir şey demekten çekiniyoruz çünkü kızıyorlar, tehdit ediyorlar. Bazen “Gidin ülkemizden!” diyorlar arkamızdan. Benim gibi Türkçe bilen Afganlar anlıyorlar ama şu ana kadar karşılık vereni görmedim. Bir de bizi terörist sanıyorlar. (Gülüyor) Irkçılık yapan çok kişi var. Sanki yaratıkmışız gibi bakıyorlar. (Gülüyor) Biz evde beş erkek kalıyorduk. Bizim ilaç (uyuşturucu kastediliyor) sattığımızı iddia edip polis çağırdılar, evi aradılar. Evde yataklardan başka bir şey yoktu, polisler de şaşırdılar.

  • Belirli devlet veya özel kurumlardan yardım almayı tercih ettiniz mi?

S: Türkiye’ye ilk geldiğimizde abim devlete başvurdu. İsmini hatırlamıyorum, yardım alamadık ama bilmiyorum o zaman biraz karışıktı. Yardım almıyoruz.

E: Hayır hiç para almadım, bazı yerlerde yemek dağıtımlarına gidiyoruz ama her zaman gidemiyoruz. Çorba, pilav, tavuk gibi yemekler veriliyor.

  • Son olarak, iş hayatında neyin değişmesi sizi mutlu ederdi?

S: Hep çalışmak istemiyorum. Hiç tatilim yok, bazı günler gezmek isterdim. Maaşlar biraz daha yükselse çok güzel olur. Elhamdülillah.

E: Ben bize kötü davransınlar istemiyorum. Çalışırken normal çalışmak isterdim. Patronlar bazı zamanlar iş saatlerini uzatıyorlar. Maaşlarımızı vermediklerinde işten atarlar diye bir şey diyemiyoruz, keşke böyle olmasaydı. Bunlar değişsin isterdim.

  • Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Son eklemek istediğiniz bir şey var mı?

S: Rica ederim. Son olarak eğer evimizde savaş olmasaydı buralara gelmeyecektik. Bazı insanlar “Neden gidip savaşmıyorsunuz?” diyor, peki bizim ailelere kim bakacak? Onlar hep perişan oluyorlar. Herkesi kaybettik, yaşamak istediğimiz için geldik.

E: Ben teşekkür ederim. Allah hepimize hayırlı bir hayat nasip etsin. Son olarak, kötü davranmasınlar, terörist demesinler, bizler insanız.

Çeviren, Röportaj sahibi: Nurbanu Gün

Devamını Okuyun

GÜNDEM