Connect with us

Söyleşiler

Filistin İslami Cihad’ı: “Oslo Bitti”

Yayınlanma:

-

Drop Site News’in özel haberinde İslami Cihad’ın üst düzey liderlerinden Dr. Muhammed el-Hindi; 7 Ekim’i, İsrail’e karşı savaşı ve Trump’ın mı yoksa Biden’ın mı Filistin için daha iyi olacağını Jeremy Scahill ile tartışıyor.

Jeremy Scahill: Dr. Muhammed el-Hindi, bu röportajı yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Batılı bir muhabirin Filistin İslami Cihadı’nın liderlerinden biriyle röportaj yapabilmesi alışılmadık bir durum. Örgütün siyasi ideolojisini ve hedeflerini açıklar mısınız?

Muhammed el-Hindi: Merhametli ve şefkatli olan Allah’ın adıyla. Her şeyden önce, İslami Cihad genellikle savaşan bir grup olarak algılanır. Ancak bu izlenim doğru değildir. Hareketimiz, kuruluşunun ilk aşamalarında İsrail’e karşı aktif bir mücadeleye girmeden önce kendi vizyonunu ve anlayışını geliştirmeye çalışmıştır. Siyasi gerçekliğe dair bir vizyon, İslam dünyasını ve bölgenin tarihini anlamak. Yani silaha sarılmadan önce entelektüel bir tartışma olarak başladı. Ancak sonuçta yaptığı analiz, İsrail’i kurma projesinin Batılı bir proje olduğu yönündeydi. Batı’nın Yahudilerle sorunları vardı. Kısacası, antisemitizmin Doğu’da var olmayan bir Avrupa sorunu olduğu söylenebilir. Ancak bu sorun Filistin halkı ve bölge pahasına çözüldü. Siyonist proje ilk etapta Yahudilerle ilgili değildir. Aksine, bölgeyi kontrol etmeyi ve bağımsızlığını ve gelişimini engellemeyi amaçlayan bir Batı sömürgeleştirme projesidir.

Siyonist projenin özünde bu var. Bizim Yahudilerle tek başına bir sorunumuz yok. Bizim sorunumuz daha ziyade 1948’de kaynaklarımızı ve vatanımızı gasp ederek bizi yerimizden etmeye dayanan ırkçı bir hareket olarak Siyonizm ile. Bu, İslami Cihad hareketinin üzerine kurulduğu kurucu siyasi vizyondu. Bizim vizyonumuz Filistin halkının kültürünü, tarihini ve inancını oluşturan İslam’a dayanıyordu.

Bu vizyona, siyasi gerçekliğe ve İslam tarihine ilişkin bu anlayışa dayanarak hareket kuruldu. Bu tartışma 1970’lerin ortalarında Mısır üniversitelerinde öğrenciyken erken bir aşamada başladı. Ancak bu vizyon, işgal altındaki Gazze Şeridi’ne döndüğümüzde tercüme edildi. İşgal olduğu için direnişin olması zorunluydu. Böylece İslami Cihad, Mısır üniversitelerinden döndükten sonra 1980’lerin başında direnişe başladı.

Dolayısıyla direniş, işgalin varlığına dayalı olarak ortaya çıktı. Dindar, Müslüman bir halk olarak direnişimizi anlayışımıza, tarihimize ve inancımıza dayandırıyoruz. Bu nedenle bazıları İslami Cihad’ı, İslami aşırılık ile o dönemde El Fetih ve Filistin soluna dayanan ulusal hareket arasında bir yerde duran bir hareket olarak tanımladı. Kısacası biz, kökleri halkımızın inanç, kültür ve itikadına, yani İslam’a dayanan ulusal bir Filistin direniş hareketiyiz.

Jeremy Scahill: Filistin İslami Cihad’ın ulusal bir direniş hareketi olduğunu söylediğinizde silahlı mücadeleden bahsediyorsunuz.

Muhammed el-Hindi: Hayır, İslami Cihad fikrinden bahsediyorum.

Jeremy Scahill: O halde söyledikleriniz bağlamında bir direniş grubunun ne olduğunu nasıl tanımlıyorsunuz?

Muhammed el-Hindi: İşgal olduğu sürece direniş de olmalıdır. Biz direnişimize 1948’deki Nakba ve ardından 1967’de Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin işgali ile işgalin varlığında başladık. Biz Gazze Şeridi’nde ortaya çıktık ve hareket daha sonra işgal altındaki Batı Şeria’ya yayıldı. İşgal, tüm dünyanın görebileceği uygulamalarda bulunuyordu. Ancak ne yazık ki sessiz kaldılar çünkü Siyonist proje nihayetinde Batılı bir projedir. Bu nedenle 1987’de, Birinci İntifada’da, dönemin İsrail Başbakanı Rabin döneminde, ayaklanmaya katılan çocuklara karşı son derece baskıcı bir politika olan ‘kemik kırma’ politikasını kullandılar. Kelimenin tam anlamıyla, bir asker bir çocuğun elini bir taşa tutuyor ve ardından başka bir taşla kırıyordu. Kelimenin tam anlamıyla uygulanıyordu. Dolayısıyla İsrail’in uyguladığı bu şiddet altında büyüdük ve bu da direnmeyi gerekli kıldı.

Jeremy Scahill: Ama örneğin Filistin İslami Cihadı seçimlere katılmıyor.

Muhammed el-Hindi: Bu doğru değil. Filistin Üniversitelerindeki öğrenci seçimlerine katılıyoruz. Sendikaların seçimlerine katılıyoruz, tüm Filistinli sendikaların: doktorlar, öğretmenler, avukatlar, mühendisler. Tüm sendikaların. Yaklaşık 13 sendika. Ve bazı başka sendikaların kurulmasında da inisiyatif aldık. Ancak bu izlenim ya da algı 2006 Filistin yasama konseyi seçimlerine katılmadığımız için oluştu. Katılımdan kaçınmanın kendisi de bir katılım biçimi, bir siyasi duruş biçimidir. Ulusal düzeyde bazı temel ilkelerden taviz veren Oslo Anlaşması’na karşı bir pozisyon aldık; bu anlaşma, Filistin halkına danışılmadığı gibi FKÖ’nün diğer üyelerine ve gruplarına da danışılmadığı için demokratik değildir. Bu anlaşma, Filistin halkının arkasından yapılmıştır. Dolayısıyla İslami Cihad’ın pozisyonu, bu anlaşmadan doğan herhangi bir düzenlemeyi ya da otorite seçimini boykot etmek olmuştur. Bu, kendi başına siyasi bir tutumdur. Biz diğer tüm seçimlere katılıyoruz.

Jeremy Scahill: Filistin İslami Cihad’ı ile Hamas arasındaki ilişki nedir?

Muhammed el-Hindi: İlk olarak, kurucu ilkeler açısından İslam, Filistin halkının inancını, kültürünü ve tarihini oluşturmaktadır. Müslümanlar için bir inanç, Hıristiyanlar için ise bir kültürdür. Hem Hamas hem de İslami Cihad, halkımızın inancını ve Hıristiyanlar söz konusu olduğunda kültürlerini bir çıkış noktası olarak kullanmaktadır. Ayrıca Oslo Anlaşması karşısındaki tutumumuz ve bu anlaşmayı reddetmemiz, direniş zorunluluğu ve Filistin’in temel ilkelerinin korunması konularında Hamas ile siyasi vizyonumuzun bazı yönlerinde hemfikiriz. Öte yandan vizyonumuzla ya da seçimler gibi bazı siyasi konularla ilgili anlaşmazlıklar da var. Bizim bir duruşumuz vardı, Hamas’ın farklı bir duruşu vardı vs. Yani bazı siyasi konularda İslami Cihad Hamas’tan farklı bir pozisyona sahip. Geçmişte farklılıklarımız daha belirgindi. Ancak zamanla iki hareket arasındaki anlaşmazlıkların kapsamı azalmaya başladı.

Jeremy Scahill: Size Aksâ Tûfânı Operasyonu’na giden iki yıllık dönemi sormak istiyorum. 2021 yılında İsrail’in Gazze’ye yönelik bombardıman kampanyası vardı. Bunu takip eden iki yıl boyunca da İsrailliler İslami Cihad liderlerini hedef almaya ve onlara suikastlar düzenlemeye devam etti. Belki de bu dönemi ve hareketinizin 2021’deki yoğun savaşın sonundan 7 Ekim 2023’e kadar İsrail’in saldırılarını nasıl deneyimlediğini anlatarak başlayabiliriz. Ayrıca, İslami Cihad, İsrail’e roket saldırıları düzenliyordu ve Hamas büyük ölçüde bunun dışında kalıyordu ya da en azından doğrudan katılmadıklarını söylüyordu. İslami Cihad’ı kınamıyorlardı ama buna katılmadıklarını söylüyorlardı.

Muhammed el-Hindi: Öncelikle İsrail, Filistin direniş hareketlerinin askeri ya da siyasi liderlerini ortadan kaldırmanın bu hareketleri etkileyeceği yanılsaması içinde. Belirttiğiniz iki yıl içinde İslami Cihad bir suikast dalgasına, aslında üç dalgaya maruz kaldı. Dolayısıyla İslami Cihad, Filistin halkını savunmak ve askeri yapı Kudüs Tugayları’ndaki liderlere karşı işlenen bu suçlara karşılık vermekle meşgul oldu. Hamas, bu üç çatışma sırasında müdahale etmedi. Ancak dediğiniz gibi Filistin direnişini ve roket fırlatılmasını kınamadı. Nitekim siyasi pozisyonunda İslami Cihad’ın yanında durarak bunun Siyonist suçlara karşı normal bir yanıt olduğunu ifade etti. Bazıları, özellikle İsrail’de ve bazı bölgesel medya kuruluşları, Hamas’ı İslami Cihad’ı terk ettiği için küçük düşürmeye çalıştı ve yönetiminden sorumlu olduğu için Gazze’ye yönelik Siyonist saldırıyı savuşturmaya yardımcı olabileceğini söyledi. Ancak şunu açıklığa kavuşturmak isterim ki İslami Cihad, müdahale olmaksızın uzun süre İsrail’e karşı koyma ve cevap verme kapasitesine sahipti. Eğer Hamas bunu yapabilecek kapasitede olmasaydı, katılmadığı için onu suçlayabilirdik ama İslami Cihad bunu yapabilecek kapasitede olduğunu kanıtladı ve İsrail, Kahire’de İslami Cihad hareketiyle müzakerelere girmek zorunda kaldı. Mısırlılarla bu müzakereleri ben yürütüyordum. Bir anlaşmaya vardık. Gözlemciler bu olayı Hamas ile İslami Cihad’ın arasını açmak için kullanmasınlar. Aksine İslami Cihad Hamas’ın pozisyonunu anladı ve üç çatışmada bu savaşı tek başımıza yönetebileceğimize karar verdi ve oldukça da iyi yönettik.

7 Ekim Operasyonu

Jeremy Scahill: Aksâ Tûfânı Operasyonu nasıl ortaya çıktı? Bu fikri kim ortaya attı? İslami Cihad ya da Hamas’tan mı geldi yoksa İsrail’e verilecek olası yanıtları ya da bir tür saldırı başlatmanın olumlu ve olumsuz yanlarını değerlendiren ortak bir komite mi vardı? Bunun nasıl organize edildiğini anlamaya çalışıyorum.

Muhammed el-Hindi: Hamas ya da daha doğru bir ifadeyle El-Kassam, Aksâ Tûfânı için hazırlanıyordu ve kimsenin bundan haberi yoktu. Bir gün önce, 6 Ekim’de biz İslami Cihad olarak İslami Cihad hareketinin yıldönümünü kutladık. Kutlamaya binlerce kişi katılmıştı ve herkes gibi biz de gafil avlanmıştık. Ancak Tûfan’ı öğrendikten çok kısa bir süre sonra bu savaşa girdik. Bir direniş hareketi olarak saldırganlığa derhal karşı koymak bizim görevimizdi.

Jeremy Scahill: Sadece açıklığa kavuşturmak için: İslami Cihad’ın, hatta özel kuvvetlerinin bile, çitlerin ve duvarların yıkıldığı sabaha kadar bu olayın planlanmasına hiç dâhil olmadığını mı söylüyorsunuz?

Muhammed el-Hindi: Doğru.

Jeremy Scahill: Kuvvetleriniz savaş alanına girmeye başladığında, özellikle askeri üsler olmak üzere İsrail’in kontrol alanlarının ne kadar derinlerine inebildiklerine şaşırdınız mı?

Muhammed el-Hindi: Bütün dünya şaşırdı! İsrail askeri birlikleri bir anda buharlaştı.

Jeremy Scahill: Operasyonlar başladıktan sonra İslami Cihad’ın askeri komutanları sahadaki adamlarına emir verebiliyor muydu? Plânlamaya katılmadıkları düşünüldüğünde, askerleriniz savaşa girdikten sonra İslami Cihad onlar için yönergeler ya da hedefler yayımladı mı? O zaman savaşa katılan İslami Cihad güçlerine emirler nasıl veriliyordu?

Muhammed el-Hindi: Başlangıçta hareketimizin askeri komutanları çatışmaya girme emri vermeye başladı. Kısa bir süre sonra İslami Cihad’ın Kudüs Tugayları da savaşa katıldı ve çatışmalar başladı. Bir direniş hareketi olarak bizim görevimiz işgale ve bu saldırganlığa karşı savaşmaktı. Ne zaman bir çatışma çıksa Kudüs Tugayları rolünü üstlenir ve çatışmaya girer.

Jeremy Scahill: Medyadaki ilk haberleri izlemeye başladığınızda -ilk haberlerin bazılarında çoğu sivil, iki bin kişinin öldürüldüğü söyleniyordu, ancak daha sonra bu sayılar azaltıldı ve sivillerin yanı sıra çok sayıda İsrail askerinin de öldürüldüğü anlaşıldı- İsrail devletinden bu operasyonlara nasıl bir tepki bekliyordunuz?

Mohammed Al-Hindi: İsrail’in yalan üzerine kurulu olduğunu biliyoruz ve bu da bir başka yalandı. Başından beri Batı’ya yönelik çok sayıda yanıltıcı bilgi olduğunu fark ettik. Elbette güçlü bir karşılık verileceğini bekliyorduk. Ancak zaman içinde bu yalanlar ortaya çıkmaya başladı. İsrail’in 7 Ekim’e verdiği yanıt herhangi bir yasaya tabi değildi. Ne askeri yasalar ne işgal yasaları ne de herhangi bir yasa… Zamanla, şimdiye kadar kimsenin bilmediği daha fazla suçun ortaya çıkacağına inanıyorum. Özellikle de Gazze’nin hemen dışında tutuklanan ve birçoğu sahada infaz edilen tutuklularla ilgili olarak.

Jeremy Scahill: Sizce 7 Ekim operasyonlarının doğrudan hedefleri neydi?

Muhammed el-Hindi: Birincisi; bu, çatışmanın başka bir bölümü. Bu şekilde patlak verdi ama 1948’den bu yana devam eden uzun, acı ve kanlı çatışmanın bir başka bölümü. 1948 derken çok büyük suçların işlendiği Nakba’dan bahsediyoruz. Yaklaşık 500 Filistin köyü yok edildi. Filistin halkı 1948’den beri savaşıyor. Bilirsiniz ya da bilmezsiniz, en az bir şehidi olmayan Filistinli aile yoktur. İsrail’in Batı dünyasını yanıltmak için uydurduğu tüm yalan haberler ortada ama Batı bunu kabul ediyor ve istiyor çünkü İsrail’i bölgede bir kontrol ve hegemonya projesi olarak tutmak istiyorlar. İşte 7 Ekim’de yaşananlar bu suçların bir uzantısıdır. Aynı zamanda Filistin halkının yok edilemeyeceğinin de kanıtıdır. Kısacası İsrail ve ABD sadece Gazze’de değil her yerde Filistin davasını tamamen bitirmek istiyordu.

Filistin halkının haklarını göz ardı eden ve bölgede Filistin halkının haklarından uzak güvenlik ve ekonomik ittifaklar kurarak bölgeyi güvenlik açısından düzenlemeyi amaçlayan İbrahim Anlaşması’ndan sonra işler daha da netleşmeye başladı. Açıkçası, Filistin halkı ölmedi ve kendilerini ve haklarını savunmaları bekleniyordu. Haklarını tam olarak almadıkları sürece bölgede daha fazla kandan başka bir şey olmayacaktır. Aksâ Tûfânı’nı bu bağlamda anlamalıyız: 7 Ekim bağlamında değil, 1948 bağlamında.

Jeremy Scahill: Bu operasyonlar için neden özellikle bugünün seçildiğine dâir bir fikriniz var mı?

Muhammed el-Hindi: Bu, El-Kassam’ın takdirinde olan bir konu. Ancak şunu söyleyebilirim ki Gazze 17 yıldır abluka altında. Batı Şeria ve Gazze’de işlenen suçlar var. Siyonist düşmandan farklı olarak bölge için yeni bir düşmanın icat edildiği bölgesel bir siyasi ortam var. Biz bunu, bu bağlamda anlıyoruz. Dolayısıyla savaşan bir grup düzenlemelerini yapar, kararını alır ve uygun koşullar hakkında hüküm verir. Kuşkusuz koşullar gerçekten de uygundu.

Jeremy Scahill: Size 7 Ekim’de sivillerin esir alınmasıyla ilgili bir soru sormak istiyorum. Hamas yetkilileri bana, güçlerinin asker olmayan kadınları ya da çocukları esir olarak Gazze’ye geri götürmek için herhangi bir emir almadığını söyledi. Hamas bana, esasen Gazze’yi çevreleyen çit ve duvar yıkıldığında ve ikinci ve üçüncü dalga insanlar geldiğinde -buna sıradan insanlar ya da operasyona resmi olarak katılmayan insanlar da dahildi- İsrailli sivilleri Gazze’ye geri götürmeye başladıklarını ve ardından Hamas’ın esasen bu insanları bulması ve İsrail’e iade etmeyi teklif etmesi gerektiğini söyledi. Gazze’ye götürülen sivillerden ne anlıyorsunuz?

Muhammed el-Hindi: Hamas bunu zaten ilan etti. İslami Cihad’da bir erkek çocuğumuz ve yaşlı bir kadınımız vardı. Erken bir aşamada bir bildiri yayımladık ve güvenlik koşullarının uygun olması halinde her ikisini de karşılıksız olarak serbest bırakmak istediğimizi söyledik. Bu o zaman kamuoyuna açıklanmış ve filme alınmıştı. Yani, evet, bu mesele vardı, özellikle de çocukların, kadınların ve yaşlıların yanlışlıkla içeri alınması. Biz pozisyonumuzu beyan ettik, kayıtlara da bakabilirsiniz. Dedik ki bu insanlar bizim gözetimimiz altında ve bir videoda göründüler, çocuk ve yaşlı kadın ve güvenlik koşulları elverdiği takdirde onları bu şekilde bırakmaya hazırdık. Daha sonra ilk anlaşma dahilinde serbest bırakıldılar.

Jeremy Scahill: Sizce tarih, 7 Ekim olaylarını ve o tarihten bu yana geçen ayları nasıl görecek?

Muhammed el-Hindi: İsrail için 7 Ekim’de siyasi, askeri ve istihbarat olmak üzere her düzeyde büyük bir stratejik başarısızlık yaşandı. Bu aynı zamanda İsrail’in koruyucuları için de bir başarısızlıktı. Bunu takip eden dokuz ay da sivillere karşı işlenen suçlar, Gazze’nin yerle bir edilmesi, aç bırakma politikasının uygulanması nedeniyle daha büyük bir başarısızlıktı. Tüm bunlar askeri ve ahlaki başarısızlığa eklendi. İsrail’in imajı zedelendi. Yıllarca dünyaya sattığı mağduriyet imajı sona erdi. Aranan bir suçlu haline gelmiştir. Dolayısıyla İsrail hem imaj ve söylem düzeyinde hem de ahlaki düzeyde kaybetmiştir. Dahası, ordu hiçbir hedefine ulaşamadı ve tükendi. Dolayısıyla birbirini takip eden aylar askeri, siyasi, ahlaki ve İsrail’in imajı açısından her düzeyde daha fazla başarısızlığa neden oldu.

Jeremy Scahill: Siz İslami Cihad’ın baş siyasi müzakerecisisiniz. Ateşkes ya da Gazze kuşatmasının sona erdirilmesi müzakerelerine doğrudan katılıyor musunuz?

Muhammed el-Hindi: Bir şeyi açıklığa kavuşturmak istiyorum. Bu müzakerelerde biz direniş grupları olarak Hamas’ı müzakereleri yürütmekle görevlendirdik. Çeşitli nedenlerden dolayı Hamas’ın müzakereleri yönetmesi konusunda anlaştık. Hamas’ın bu müzakerelerde pes etmeyeceği konusunda bize güvence verildi çünkü Hamas, İslami Cihad’dan daha fazla hedefte.

Dolayısıyla bu müzakerelerde İsrail’den, ABD’den ya da başkalarından belgeler sunuluyor. Hamas, bu belgeleri bize sunar, biz de bunları tartışır ve geri bildirimde bulunuruz. Buna dayanarak Hamas yanıt verir. Yani yanıt Hamas’ın değil, direnişin ve gruplarının yanıtıdır.

Hamas, direniş grupları tarafından görevlendirilen baş müzakerecidir. Direniş gruplarıyla yapılan önerileri tartışır ve direniş gruplarının görüşünü yansıtan bir yanıt verir. Hamas gruplar adına müzakere etmekle görevli ve yetkilidir.

Diğer bir nokta ise İsrail’in müzakereler konusunda direniş gruplarının arasını açmaya çalışmasıdır. Netanyahu, yaklaşık dört ay önce BM temsilcisinden Kudüs’te kendisiyle görüşmesini bizzat istedi. Netanyahu ve müzakere ekibi temsilciden, Lübnan’a gitmesini ve İslami Cihad ile görüşerek Netanyahu’nun İslami Cihad ile doğrudan müzakerelere girmeye hazır olduğu ve esir değişimi konusunda onlarla bir anlaşmaya varma konusunda yumuşak davranacağı mesajını iletmesini istedi.

Yaklaşık üç ay önceydi, BM temsilcisi Lübnan’daki kardeşlerimizden biriyle, İslami Cihad yetkilisiyle görüşmeye geldi ve Netanyahu’nun mesajını iletti. Netanyahu’nun Hamas ve İslami Cihad arasında bir çatlak yaratmaya çalıştığını fark ettik ve ona bu fırsatı vermedik. Bunu o zaman duyurduk ama bu konuda büyük bir yaygara koparmaya çalışmadık. Lübnan gazetesi el-Ahbar’da bu konudan bahsettik. Ertesi gün bazı İsrail gazeteleri bu konudan bahsetti. Bazı bölgesel güçler de İslami Cihad’ı toplantılara ve görüşmelere davet etmeye çalıştı ama biz o kapıyı da kapalı tuttuk. Yani bir delegasyon oluşturup ziyaretler yapmak istedik ama bireysel müzakereler başlatmaya çalıştıklarını fark ettik ve bu teklifleri geri çevirdik.

Tek Devlet mi, İki Devlet mi, Yoksa Sürekli Savaş Hâli mi?

Jeremy Scahill: Filistin’in diğer bölgelerinde, işgal altındaki Batı Şeria’da ve başka yerlerde de güçleriniz var. 7 Ekim’in hemen ardından Gazze dışındaki diğer bölgelerde neden koordineli ayaklanmalar olmadığını merak ediyorum. Bunun stratejik bir karar mı olduğunu yoksa İslami Cihad liderliğinin güçlerini geride mi tuttuğunu merak ediyorum. Bu operasyonun neden Filistin’in diğer bölgelerine yayılmadığını anlamaya çalışıyorum.

Muhammed el-Hindi: Batı Şeria’da direniş var, tırmanıyor ve İslami Cihad da buna katılıyor hatta ona öncülük ediyor. Batı Şeria’da her gün tutuklamalar oluyor. Tutuklamaların ve diğer suçların işlenmediği bir gün bile geçmiyor. Batı Şeria’da 7 Ekim’den bu yana 500’den fazla şehit verildi ve binlerce yaralıya ek olarak yaklaşık 10.000 kişi gözaltına alındı. Yani Batı Şeria gerçekten de katılıyor ancak Gazze’de işlenen suçların büyüklüğü nedeniyle bu durum medyada pek yer bulmuyor.

Uluslararası alanda da Lübnan’da ve Kızıldeniz’de, Yemen’de başka açık cepheler var. Onların cepheleri Gazze cephesini destekliyor. Gazze Şeridi’ne yönelik saldırı durana kadar bu cephelerdeki savaşın bitmeyeceğine karar verdiler. Lübnan’da mülteci kampları olduğu için İslami Cihad, Lübnan’da da mevcuttur ve Lübnan’daki bu çatışmanın bir parçasıdır ancak bu cephenin ana bölümünü Hizbullah oluşturmaktadır.

Jeremy Scahill: Bu noktada tam bir intifada için koşulların mevcut olduğunu düşünüyor musunuz?

Muhammed el-Hindi: Batı Şeria’da siyasi ufkun kapalı olduğuna inanıyorum. İsrail’de, hükümet üyelerinin ya da bileşenlerinin programının kamuoyu tarafından bilindiğine inanmayan aşırılık yanlısı bir hükümet var. İsrail Maliye Bakanı Smotrich, Filistinliler için seçeneklerin ya tamamen teslim olmak ve İsrail için işçi olarak çalışmak ya yerlerinden edilmek ya da öldürülmek olduğundan bahsediyor. Buna “çözüm programı” diyorlar. Bu, ilan edilmiş bir program ve bu Siyonist hükümetin temel bir parçasıdır. İsrail Ulusal Güvenlik Bakanı Ben-Gvir de benzer bir programa sahip. Yani bir Filistin devleti için siyasi ufuk tıkanmış durumda ve Filistin halkı bunu biliyor. Öte yandan İsrail’in Gazze Şeridi’nde işlediği suçların büyüklüğü, bunların bölgede demokrasi vahası olduğunu iddia eden bir devletten ya da kanun ve kurallarla yönetilen bir ordudan gelemeyeceğini göstermiştir. Aksine sivilleri, kadınları ve çocukları öldüren ve liderleri savaş suçlarından uluslararası mahkemelerde yargılanan bir katiller ve suçlular çetesidir. Dolayısıyla engellenen ufuk ve bu suçların büyüklüğü tam olarak bir intifadaya yol açmaktadır.

İntifadanın şu anda Batı Şeria’da aldığı biçim, İsrail’in büyük güvenlik baskısı nedeniyle halkın çok az katılımını içeriyor. Daha önce de belirttiğim gibi, düşman hapishanelerinde 10,000’den fazla tutuklu var. Ayrıca operasyonlar da durmuş değil. Bu insanların aileleri, destekçileri, örgütleri yok değil; aynı şey tutuklular için de geçerli. Bu büyüklük, umarım yakın gelecekte büyük bir halk ayaklanmasına zemin hazırlar.

Şunu da eklemek isterim ki Batı Şeria’da ne Hamas var ne de 7 Ekim! Batı Şeria’da var olan Oslo’dur. Bununla birlikte, Batı Şeria’da yerleşimcilerin saldırıları olağan bir durumdur. Binlerce yerleşimci, Siyonist ordu ve polis de dahil olmak üzere tüm resmi yapılardan uzakta silahlandırılıyor. Bunlar Ben-Gvir’in milisleridir. Batı Şeria’da işlenen suçların eşi benzeri görülmemiştir. Bugün inşa edilen ve tanınan yerleşimler, radikal İsrail hükümetlerinin bile tanımayı reddettiği keyfi yerleşimci kümelenmeleridir. Bununla birlikte şimdi yasallaştırılıyorlar.

Gazze’de Filistinliler öldürülüyor. Batı Şeria’da ise yerleşime dönüştürülen topraklarını ve geçim kaynaklarını kaybediyorlar. Bu yüzden Batı Şeria’daki durum patlayacak ve bunun büyük kanlı bir çatışma olacağına inanıyorum. Batı artık görmezden gelip Gazze’den ve Gazze’nin yönetiminden bahsediyor ama İsrail ve Netanyahu, Filistin Yönetimi’nin Gazze’deki varlığını dahî reddediyor. Batı Şeria’da, Oslo Mutabakatı uyarınca çalışan ve kendisini sözde “güvenlik koordinasyonu” ile sınırlayan Filistin Yönetimi’nden uzak alternatifler üretmeye çalışıyor. Dolayısıyla ufuk, tamamen kapatılmıştır. Batı Şeria’daki çatışma kanlı olacak. O zaman Batı dönüp “iki devletli çözüm” diyecekti. Ancak bu çok saçma çünkü sahada gördüklerimiz, duyduğumuz ve hiçbir değeri olmayan ifadelerden daha alâkalı.

Jeremy Scahill: Herhangi bir muhabirin herhangi bir Filistinliye sorduğu en klişe soru şudur: “İki devletli çözüm hakkında ne düşünüyorsunuz?” Ancak Biden yönetiminin dayattığı şey, bu! Hamas yetkilileriyle görüştüğümde, Filistin halkının demokratik iradesinin 1967 sınırları boyunca bir devlet kurması halinde Hamas’ın buna engel olmayacağını söylüyorlar. İslami Cihad’ın bu konudaki tutumu nedir?

Muhammed el-Hindi: Bu gerçekçi bir soru değil. Hiçbir şey bu soruya bağlı değil. Yaser Arafat, Oslo Anlaşmalarını imzalayarak iki devletli çözümü kabul etti ve FKÖ’nün başkanıydı; onun adına imza attı. 31 yıl sonra Filistin devletinin kurulacağı varsayılan topraklar ikinci İsrail oldu. Yerleşimcilerin devleti haline geldiler. Öyle görünüyor ki iki devletli çözüm, 1948’deki ilk İsrail devleti ve 1967’deki ikinci İsrail devleti ile ilgiliydi.

Gazze bile 17 yıldır boğucu bir abluka altında çünkü 2,5 milyon Filistinlinin yaşadığı bu dar toprak parçası olan Gazze’yi kimse istemiyor. Dolayısıyla Batı, iki devletli çözüm sorusuyla birlikte şunu soruyor: “İki devletli çözüm konusunda Hamas’ın tutumu nedir?” Ancak Yaser Arafat 31 yıl önce zaten iki devletli çözüme imza atmıştı ve bu da boşunaydı. Bazı gazeteciler İslami Cihad’ın iki devletli çözüm konusundaki konumunu soruyor ancak kimse hükümeti oluşturan ve Knesset üyesi olan ve Filistin davasının ortadan kaldırılması ve Filistin halkının tamamının yerinden edilmesi çağrısında bulunan İsrailli partilere sormuyor! Dolayısıyla Filistin halkını sınamaya, “İki devletli çözüm konusunda hiziplerin tutumu nedir?” diye sorarak karşı çıkıyoruz. Bu mantıklı değil.

Öte yandan Hamas, bazen Gazze Şeridi’ni yönettiği için bu soruyu yanıtlamak zorunda kalıyor ve herkes Hamas’a “Ya Filistin halkının isteği olsaydı?” diye sormak istiyor ama İsrail bu çözümü reddediyor, buna itiraz ediyor ve direniyor. Filistin devletinin toprakları olması gereken topraklarda devlet inşa ediyor. Şimdi bazıları tek devletli çözüm öneriyor. Eğer gerçekten demokrasiye meraklılarsa, tarihi Filistin’in dört bir yanında işgal edilen topraklarda bir Filistinli nüfus var. Peki, ya devlet yönetimi? Neden kimse tüm vatandaşların aynı haklara sahip olduğu bir devleti sormuyor?

Dolayısıyla prensip olarak direniş gerektiren bir ulusal kurtuluş aşamasında olduğumuza inanıyorum. İster İsrail’de ister Batı’da, özellikle ABD’de Filistin sorununu çözmeye istekli bir ortak olduğunda ancak o zaman konuşabilirler. Şimdilerde iki devletli çözümden bahsetmek Filistin halkına, sanki ABD yönetimi ve Batı iki devletli çözüme meraklıymış gibi yanılsamalardan başka bir şey sunmuyor. Amerikalı büyücü, bunu Aksâ Tûfânı’na atmak için cebinden çıkardı. Bu kadar! Hatta iki devletli çözümün ortağı olan Filistin Yönetimi’nden bile söz etmiyorlar, yenilenmiş bir otoriteden bahsediyorlar. Yeni bir otoriteden bahsediyorlar ve kimse bunun ne olduğunu bile bilmiyor ancak İsrail bu öneriyi reddediyor.

İsrail ordusunun Gazze Şeridi’ni yeniden işgal edeceğini söylüyor ancak güvenlik kaygıları ve geri dönüşün ağır maliyeti nedeniyle İsrail, Gazze yönetiminde bir tür ajan bulmak istiyor ve bunlar başarısız olduğunda Blinken mesela “İşgali kabul etmiyoruz, Gazze’yi Hamas’ın yönetmesini kabul etmiyoruz, kaosu kabul etmiyoruz!” diye bir açıklama yapardı. Lütfen bize söyleyin, alternatif nedir? Bir öneride… Dolayısıyla sorun ne Filistin halkının ne de Filistinli grupların bu soruyu yanıtlamasında değil. Sorun temelde İsrail’in bize hiçbir hakkımızı vermek istememesi ve Amerikan yönetiminin İsrail’in bu pozisyonunu desteklemesi ve birçok nedenden dolayı bu tıkalı ufukla yüzleşmeye cesaret edememesidir.

Bizim sorunumuz bize yapılan haksızlıklardan, bize yapılan saldırılardan kaynaklanıyor. Bizim sorunumuz Yahudilerle değil, Amerikalılarla da değil. Bu adaletsizliktir. Yani Netanyahu Filistin’in en yüksek minaresine, yani Mescid-i Aksâ’nın minaresine çıkıp İslam’ı benimseseydi sorun bitmezdi. Netanyahu ve İsrail ile sorunumuz, topraklarımızı işgal etmeleri, insanlarımızı öldürmeleri ve bize karşı saldırganlık yapmalarıdır. İslam’ı kabul etse bile sorun hâlâ devam edecekti. Amerikalıların bunu anlaması gerekiyor.

Jeremy Scahill: Sizin bakış açınızdan kabul edilebilir bir çözüm nasıl görünür?

Muhammed el-Hindi: Bakın, bazı temel kurallar üzerinde anlaşalım. 76 yıl sonra Filistin halkı pes etmedi ve Aksâ Tûfânı’nı başlattı. İsrail, çatışmanın yalnızca ırkçılık ve kin dolu bir kararlılıkla sona erdirilmesine inanan, benzeri görülmemiş radikal bir hükümet tarafından yönetiliyor. Bu durum işleri uzlaşmaz bir konuma getiriyor.

Biz Filistinliler olarak -bir direniş grubundan, İslami Cihad’dan ya da Hamas’tan bahsetmiyorum- haklarımızı elde etmedikçe bölgede istikrar olmayacak. Bütün dünya değişiyor. Filistin meselesini etkileyen ve bundan etkilenen uluslararası çatışmalar sürüyor. Bölge de değişiyor. Bugün bölge, Arapların Filistin halkına sırt çevirdiği ve her şeyin bittiği on yıl önceki gibi değil. Artık Filistin davasını destekleyen arka cephelerin olduğu açık. Filistin’in iç ortamı da değişiyor.

Otuz yılı aşkın bir sürenin ardından Oslo bitti. Filistin Yönetimi artık bir güvenlik aracı olarak kullanılıyor. El Fetih seçmen kitlesinin de İsrail’e karşı çatışma içinde olduğu ve Filistin otoritesinin tutumundan memnun olmadığı açıktır. Gazze’deki Filistin direnişi dokuz aydır Gazze’de varlığını sürdürüyor ve hâlâ iyi durumda ve kimsenin beklemediği bir şekilde direnmeye hazır. Filistin davası hakkında konuşurken tüm bu değişikliklerin dikkate alınması gerekiyor. Üzerinde anlaşmaya varılan Filistin halkının hakları, en azından Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bir devleti içeriyordu. Bu, Filistin halkının ilk aşama olarak kabul edebileceği asgarî miktardır. Bölgede aramızda yaşayan Yahudilere karşı değiliz ama bölgeyi kendi çıkarları ve müttefiklerinin çıkarları doğrultusunda hakimiyet altına alamazlar, kontrol altına alamazlar, yönetemezler ve güvenlik açısından düzenleyemezler. Bu bölgenin, kendisinden vazgeçmeyecek hakları olan insanları var.

Yaşadığımız tüm acılara rağmen zaman Filistin halkının lehine işliyor. İsrailli liderlerin zihnindeki tüm bu yanılsamalar, bölgedeki ve dünyadaki yeni gerçeklik karşısında paramparça oluyor.

Jeremy Scahill: Avrupa’dan, Amerika Birleşik Devletleri’nden, Avustralya’dan veya Güney Afrika’dan göç eden Yahudilerin bu eyalette yaşama hakkına sahip olduğuna inanıyor musunuz?

Muhammed el-Hindi: Eğer komplo kurmadılar, saldırganlık etmediler, adaletsizlik yapmadılar, bölgeyi kontrol etmedilerse onlarla bir sorunumuz yok. Onun dışında bir sorunumuz yok.

Jeremy Scahill: Mahmud Abbas ve Filistin Yönetimi şu anda hangi amaca hizmet ediyor?

Muhammed el-Hindi: Mahmud Abbas’ın Oslo Anlaşması’na aktarılmış bir vizyonu ve projesi var. Şimdi, 31 yıl sonra Mahmud Abbas’ın ve Filistin Yönetimi’nin vizyonu buharlaşıyor. İster İsrail’le siyasi ortaklık olsun ister direniş açısından tamamen önemsiz hâle geldiler. Yani tüm bu proje uzun zamandır beklenen sonuna geliyor. Filistin Yönetimi projesinin zamanla dağıldığına inanıyorum.

Birincisi, üzerine inşa edildiği asgari beklentileri karşılamadı. İkincisi; İsrail Batı Şeria’daki durumu idare etmek için sadece geçici olarak uğraşıyor oysa B Bölgesi’nde bile gerçek bir egemenliği yok! A Bölgesi’nde de gerçek bir egemenlik yok! İsrail; bu bölgelere istediği zaman giriyor, A Bölgesi’nde kimi isterse tutukluyor. Dolayısıyla zamanla Batı Şeria’da yapılacak herhangi bir kamuoyu yoklamasının, Filistinlilerin çoğunun Filistin Yönetimi’nin değil direnişin yanında olduğunu ortaya çıkaracağına inanıyorum. Yani Oslo projesi temelde Yaser Arafat ve ardından Mahmud Abbas’ın Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bir devlete dönüşmesini umduğu şeydi. Ancak İsrail, işgalin kolay ve masrafsız olması için bunun Filistin halkını yönetecek bir araç olmasını istiyordu. Güç dengesi, İsrail’in bu hedefe, bu anlaşmayla ilgili vizyonuna ulaşmasına yardımcı oldu. Sahada Filistin Yönetimi’nin tüm egemenliğini ortadan kaldırdı ve onu Filistin topluluklarını yönetecek bir araca dönüştürdü. Sonra, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü yok eden o ayrım duvarını inşa etti, bu yerleşimleri inşa etti; Yahudileştirilmiş Kudüs’ü! Bu proje neredeyse bitmek üzere!

Jeremy Scahill: Filistin Yönetimi olmasaydı Filistin halkı için daha mı iyi olurdu? Onun yerini ne alacaktı?

Muhammed el-Hindi: Alternatif, Filistin’in kendi içinde bir anlaşma yapması olabilir. FKÖ kurulduğunda var olmayan temel Filistin güçleri var. Hamas ve İslami Cihad, sahadaki birincil aktif güçler olmalarına rağmen FKÖ’de değiller. FKÖ hiziplerden oluşuyor. El Fetih bir grup olarak mevcut ve etki ve seçmen kitlesine sahip. Ancak diğer grupların çoğu, önemli bir varlığı olmayan marjinal gruplardır. Filistin’in iç düzenlemeleri artık 1960’lar ve 1970’lerdeki durum yerine, gerçekler ve sahadaki aktörler üzerine inşa edilmelidir. Bu nedenle bana göre FKÖ’nün yeniden inşası, Filistin’in iç yapısının yeniden düzenlenmesine yaklaşmanın en iyi yoludur.

Jeremy Scahill: Hamas ile İslami Cihad ve İsrailliler arasındaki müzakereler Mervan Barguti’nin serbest bırakılmasıyla sonuçlanırsa, onun uluslararası alanda tanınan bağımsız bir Filistin’in cumhurbaşkanı olma adaylığını destekler misiniz? [Not: Barguti, 2002’den bu yana İsrail tarafından hapsedilen bir Filistinli direniş lideridir. İktidardaki El Fetih partisinin bir üyesi olmasına rağmen, Oslo anlaşmasını sesli bir şekilde eleştirmişti ve Hamas’la İslami Cihad, sürekli olarak onun özgürlüğünü talep etmişti. Bazen “Filistinli Nelson Mandela” olarak anılan Barguti, Filistinliler arasında bağımsız bir devletin gelecekteki başkanı olmak için yaygın olarak en popüler tercih olarak görülüyor.]

Muhammed el-Hindi: Bunu söylemek için henüz erken. Öncelikle Mervan Barguti’nin serbest bırakılması meselesi var. Elbette Filistin direnişinin liderlerinin, Mervan Barguti dâhil tüm Filistinli tutsakların serbest bırakılmasını talep ediyoruz. Daha sonra cumhurbaşkanlığına aday olup olmama meselesi El Fetih’in karar vereceği bir konu. Barguti, El Fetih’in lideri ve onu aday gösterirlerse bu tartışılabilir. Yani İslami Cihad veya Hamas, sırf serbest bırakılmasına sebep oldukları için onu desteklemeyecek veya başka bir şekilde ona karşı çıkmayacak. Onu aday gösterme görevi El Fetih’e düşüyor, sonra tüm adayları inceliyoruz ve belli anlaşmalara varıyoruz. Yani bu oldukça erken. Ancak şunu söyleyebilirim ki İslami Cihad olarak kendi içinde birlik içinde, sağlam, güçlü ve uyumlu bir Fetih’e sahip olmak istiyoruz.

Direniş Ekseni

Jeremy Scahill: Medyada, İslami Cihad’ın İran tarafından önemli ölçüde desteklendiğini öne süren çok sayıda haber var. Ben de size İran’la ilişkileri ve bu raporların doğru olup olmadığını, İran’dan askeri ve mâlî destek alıp almadığınızı sormak istiyorum. Tahran, İslami Cihad’a destek veriyor mu?

Muhammed el-Hindi: Biz bir Filistin direniş hareketiyiz. Bizim mücadelemiz İran Devrimi’nden önce başlamıştı. Filistin halkının mücadelesi 76 yıldır sürüyor. Yanımızda olan herkese minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz. İran artık Filistin halkının ve Filistin direnişinin yanındadır. Filistin halkının ihtiyacı olan her şeyle Filistin halkını ve direnişi destekliyor. Bu, herkes için beyan edilmiştir ve açıktır; bir sır değildir. İslami Cihad hareketi, 1979 devriminden önce tartışma ve iç diyalog yoluyla başladı. 1970’lerin ortalarında başladık. Biz İslam Cumhuriyeti ile herhangi bir ilişkimiz olmadan 1980’lerin başında direnişe başladık. Gazze Şeridi’ndeki işgal hapishanelerindeydik ve İran’dan kimseyi tanımıyorduk. Bölgedeki tarih ve siyasete dair vizyonumuz ve anlayışımız olduğu için başladık. Böylece görevimizi yerine getirdik. Şimdi İran gelip bizi destekliyor. Bu desteği takdir ediyoruz. Hele ki Arapların İsrail’le anlaşama yaparak bizi terk ettiği bir dönemde!

İran söz konusu olduğunda Batı medyasında ve hatta bölgede yaşanan büyük yaygara, Araplarla normalleşme bağlamında İran’ın bölgede Araplar için yeni bir düşman olduğunu söylemeye çalışan İsrail’den kaynaklandı. İsrail, artık düşman olmaktan çıkıp müttefik haline geliyor. İran’ın rolünün ve İsrail’in ve Batı’nın bir kısmının terörist olarak tanımladığı direnişe İran’ın verdiği desteğin tartışıldığı bağlam budur. Dolayısıyla İsrail, bölgedeki Sünni devletlerin müttefiki olarak İsrail’in var olduğunu, barış anlaşmalarının yapıldığını, buna karşın hem Sünni devletlere hem de herkese tehdit oluşturan bir düşmanın var olduğunu öne sürerek o düşmanı icat etti: Bu düşman, bölgedeki ‘terörist hareketleri’ yani Filistin direnişini destekleyen İran’dır! İsrail böylece tüm bölgeyi işgal etmeye çalışıyor ancak İran, geçici bir devlet değildir.

Binlerce yıldır bu bölgede yaşayan nüfuslara baktığımızda Arapları, Farsları ve Türkleri görüyoruz. İran yeni bir şey değil. Bölgede tanınan bir devlettir ve çıkarları vardır. Araplar ve Arap olmayanlar bu çıkarların farkındadır. Bölgede göz ardı edilemeyecek bir durum. İsrail geçici bir devlettir. Bu yüzden denklemi değiştirmeye çalışıyor. Bu suçlamalar, İslami Cihad’a, Hamas’a ya da Filistin direnişine yönelik olup onların İran’ın emirlerine uyduklarını öne sürerek ya da sanki Batı’nın ve dünyanın çıkarlarına karşı “şeytani” olarak görülen bu ittifakın parçasıymış gibi gösteriliyor.

Jeremy Scahill: Grupların (İran, Irak’taki İslami direniş veya Yemen’deki Husiler, Hizbullah, Hamas, İslami Cihad olsun) bir tür komuta merkezi olduğu doğru mu? Direnişte koordinasyon konusunda resmi bir anlaşma var mı?

Muhammed el-Hindi: Var olup olmadığı medyanın tartışması değil. Şu anda bir mücadeleye girişmiş bir direniş var, bir mücadele var. Yedek cepheler var. Bu konu hakkında söylenebilecekler bu kadar. Kamuoyuna bildirilen ve açıklanan budur. Söyleyecek hiçbir şeyim yok.

Jeremy Scahill: Lübnan’da neler olabileceğine dair mevcut siyasi analiziniz nedir? Görünüşe göre İsrailliler en azından Lübnan’a, Hizbullah’a karşı daha yoğun bir savaşa girmek istiyor. Biden yönetimi böyle bir savaşta İsrail’i destekleyeceğini belirtti.

Muhammed el-Hindi: Hizbullah, 8 Ekim’den itibaren yedek cephe açtıklarını ve Gazze’ye yönelik saldırılar durmadıkça bu cephedeki çatışmaların durmayacağını açıkladı. Şimdi İsrail, savaşı genişletmekle tehdit ediyor ve İsrail hükümetindeki bazı sert sesler Güney Lübnan’da tam teşekküllü bir savaş çağrısında bulunuyor. Ancak bunun pek olası olmadığına inanıyorum. Her şeyden önce İsrail tükendi; ordusu Gazze Şeridi’nde tükendi. Şu âna kadar dokuz aydır hiçbir şeyi çözemediler ya da ilan edilen hedeflerden hiçbirine ulaşamadılar. Gazze bataklığında batıyorlar. Tüm şiddet ve katliamlara rağmen İsrail’in Gazze’deki seçenekleri artık zor. İster Gazze’de kalın ister kısmen geri çekilin ve yeniden konuşlandırın; Philadelphia veya Netzarim Koridorunu koruyun, ister tamamen geri çekilin… İsrail, Gazze’deki hiçbir sorununu çözemiyor. Peki, bitkin bir ordu nasıl Güney Lübnan’daki bir savaşa sürüklenebilir? Hizbullah’ın Gazze’deki direnişin kat kat üstün yeteneklere sahip olduğunu biliyorlar.

Hizbullah topraklarının Gazze gibi, yani futbol sahası gibi açık olmadığını da biliyor. Topografya oldukça farklı. Lübnan cephesi de Gazze gibi kapalı değil ama Akdeniz’den Hazar Denizi’ne kadar uzandığı söylenebilir.

Öte yandan İsrail’in Lübnan’da ne gibi hedefleri var? Hizbullah’ın, İsrail’in hedef alabileceği askeri hedefleri veya ekonomik tesisleri var mı? İsrail, Beyrut’un güney banliyösünü binalar açısından yok edebilir. Peki, Lübnan’da hangi hedefler var? Hiçbiri! İsrail’de, Hizbullah için yüzlerce, belki de binlerce askeri ve ekonomik hedef var. Yaklaşık iki hafta önce buna benzer bazı hedefler yayımladılar. Hedefler filme alındı ​​ve yayımlandı.

Dahası, Lübnan’a savaş açma kararı tamamen İsrail’in kararı mı olacak? Yoksa bölgeyi kontrol altına alınması zor olabilecek bir bölgesel savaşa sürükleyebilecek bir karar için Amerika’nın onayına veya yeşil ışığına mı ihtiyacı var? Yaklaşan seçimler, Ukrayna’daki savaş ve diğer meselelerle bu kadar kritik bir dönemde Amerikalılar bölgesel savaşa dönüşebilecek bir savaşa şu anda izin verecek durumda değil. Bu nedenle İsrail’in, özellikle de Netanyahu ve bakanı Gallant’ın tehditlerinin yalnızca boş sözler olduğunu düşünüyorum.

Jeremy Scahill: 7 Ekim sonrası genel olarak Arap uluslarının ihanetine uğradığınızı hissediyor musunuz? ABD’nin İsrail ile Arap ulus devletleri arasındaki ilişkileri normalleştirmeye yönelik İbrahim Anlaşması ve diğer müzakerelere yönelik yaklaşımının Filistin davasına ihanet olduğunu düşünüyor musunuz?

Muhammed el-Hindi: Normalleşme anlaşmaları olan İbrahim Anlaşmaları’nın başlangıcından bu yana, Arapların daha önce 2002’de Beyrut’ta düzenlenen Arap Zirvesi’nde benimsenen ve İsrail ile ilişkileri normalleştirme isteğinden söz eden tutumlarını terk ettikleri açıktı. Filistin sorunu iki devletli çözümle çözülüyor! Daha sonra İbrahim Anlaşmaları’nda şu sıçramayı, yani normalleşmeyi yaptılar; kararlarını vermişlerdi ancak artık önümüzde 7 Ekim var. 7 Ekim’den önce olan, -İsrail’le ilişkilerini normalleştiren rejimler de dahil olmak üzere- sonrasında olanlardan farklı.

Bu rejimlerin vizyonu, bu savaşın sonucuna bağlı. Yani herkes Gazze’deki bu çatışmanın neler getireceğini bekliyor. İsrail’in şu âna kadar hiçbir hedefine ulaşamadığı ve İbrahim Anlaşması’nı imzaladığında görüldüğü olmadığı açık. İbrahim Anlaşmaları’nda, Çin ve Ruslarla çatışması nedeniyle yavaş yavaş bölgeden güneydoğu Asya’ya çekilen ABD’nin yerini alabilecek güçlü bir devlet olarak görülüyordu. İsrail bölgede liderliği ele alacaktı! Artık bu algı değişti. Gazze’deki savaşın sonucuna bakıldığında her şeyin eskisinden farklı olacağı açık.

Elbette başlangıçta hızlı ve net sonuçlar göremeyeceğiz ama bunlar çıkarı olan devletler. Bu devletlerin orta vadede veya daha yakın bir zamanda 7 Ekim’den sonra bölgenin inşa edileceği kurallara göre hareket etmeye başlayacağını tahmin ediyorum.

Filistin Direnişi Biden ve Trump’a Karşı Nasıl Görüşüyor?

Jeremy Scahill: 1980’lere kadar uzanan geçmişinizi inceledim ve birçok ABD yönetimi aracılığıyla bu mücadelenin içinde bulundunuz. Joe Biden’ın tarihteki yeri nedir?

Muhammed el-Hindi: Artık Trump’ı, tartışmalarını ve açıklamalarını bir nevi özlüyoruz! Başkan Biden, tek bir kişi olarak görülmemeli ancak net bir politikası olan Demokrat Parti’yi temsil ediyor. O bir uzmandır. Başkan Biden, siyasete yeni giren biri değil. Kendisi geniş deneyime sahip bir uzmandır. Ömrünü senatör, başkan yardımcısı vb. olarak siyasette çalışarak geçirdi. Kendisi eski bir siyasetçidir. Demokrat Parti’yi oldukça iyi temsil ediyor. Uluslararası arenada dengeleri iyi biliyor. Muhtemelen İsrail’e gelip ilk savaş kabinesine katılıp savaşı yöneterek bir hata yaptı.

Hesaplamalarının bu konuda onu yanılttığına inanıyorum. Özellikle seçimler sırasında çeşitli yönetimlerle ilişkilerde uzun bir deneyime sahip olan Netanyahu, Biden’ın savaşa açık bir şekilde müdahil olmasıyla bu davanın kazananı oldu. Netanyahu, Obama yönetimi döneminde Kongre’ye gitmişti. Daha önceden tecrübesi var. O da artık oraya gidecek. Trump’ın seçimleri kazanması durumunda işlerin çözüleceği umuduyla, öyle ya da böyle ABD seçimlerine kadar Gazze’de kalmaya çalışacağı açık.

ABD yönetimi ister Demokrat olsun ister Cumhuriyetçi olsun, kısıtlanmıştır. İç işleriyle, lobilerle, kapitalistlerle, iş adamlarıyla bağlıdırlar. ABD seçimleri tüm bu faktörlerden etkileniyor. Açıkça söylemek gerekirse bu seçimlerin sonucuna pek güvenmiyoruz.

Amerikan toplumunun taban düzeyinde, gençlik düzeyinde gerçek değişimler var ve üniversitelerde pek çok özgür ve insani ses yayılıyor. Kendini yakan Amerikalı subay için bile sadece Gazze’de değil kalplerimizde bir anıt dikeceğiz. Bunlar oldukça güçlü tezahürlerdir. Ancak bu özgür ve insani hamleler, ABD’yi yönetecek politikalara dönüşmeyecektir ve dönüşmesini de beklemiyoruz.

Jeremy Scahill: Acaba Biden yerine Trump kazanırsa Filistinlilerin durumunun daha iyi olacağını mı düşünüyorsunuz?

Muhammed el-Hindi: Bunun belirli konularda işlerin nasıl geliştiğine bağlı olduğuna inanıyorum. Günün sonunda Trump da tıpkı Biden gibi Amerikan çıkarlarını gözetecek. Yani bölgedeki gelişmeler, dünyadaki gelişmeler, Ukrayna’daki savaş, Çin’le yaşanan gerilimler, bunların hepsi ister Demokrat ister Cumhuriyetçi olsun her Amerikan başkanını etkileyen faktörlerdir. Dünyanın değiştiğini, bölgenin değiştiğini, Filistin halkının hareket ettiğini, kendisinin göz ardı edilebilecek bir oyuncu olmadığını Filistin Direnişinin kanıtladığına inanıyorum. Filistin halkını destekleyen mevcut bölgesel güçler var. Bütün bunlar dikkate alınmalıdır. Ukrayna’da devam eden savaş, sonuçları ve eğilimleri, aşıladığı kurallar, Çin ile çatışma, tüm bu konular Trump’ın veya aday olarak devam ederse Biden olsun herhangi bir Demokrat başkanın benimsediği yaklaşımı etkileyecektir. Demokrat aday… Biz yine de Biden dışında bir adayın olmasını tercih ederiz.

İsrail’in bölgedeki stratejik ağırlığı şüphesiz etkilendi. ABD’nin müttefiki olan bölge devletleri, 7 Ekim’deki ve dokuz aydan fazla süren bu başarısızlığın ardından İsrail’e şimdi nasıl bakacak? Bu önemli. Peki, dünya İsrail’e nasıl bakar? Dünyanın ve bölgenin gözünde, Gazze öncesinde bu kadar başarısızlığa uğrayan İsrail, bölgenin korunması, güvenliğinin ve siyasi ve ekonomik geleceğinin güvence altına alınması konusunda güvenilir bir müttefik olabilir mi? Dolayısıyla gelecekteki herhangi bir başkan bu değişiklikleri masada bulacaktır ve bunlar göz ardı edilemez. Hele ki Trump gibi bir iş adamıysa!

BM Genel Sekreteri dürüst, insani ve güçlü ifadelerle konuştu ve İsrail’i ifşa etti. ICJ ve ICC haklı olarak İsrail’i kovuşturuyor. Yine de bu suçların tüm yankılarının zamanla azalmasından ve sönümlenmesinden endişe ediyoruz. Bu nedenle ABD’nin, özellikle de yeni neslin, yalnızca Filistin’le ilgili olmayan bu ilişkiyi sürdürmesi bizim için çok önemli. Aksine Filistin, adaletsizliğe, emperyalizme ve genel olarak insanlığa yönelik tecavüzlere direnmenin sembolü hâline geldi. Bunlar insanlık tarihinde benzeri görülmemiş suçlardır ve ilk kez günün her saati canlı olarak yayımlanıyor.

Bir kez daha vurgulamak isterim ki, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde bazı Araplardan ve Müslümanlardan daha iyi olan bazı Yahudi sesler var. Siyonizm bir fikir ve politikadır. Siyonist olan Araplar veya Müslümanlar da bulunabilir. Hıristiyan ve Yahudi Siyonistler olduğu gibi Müslüman Siyonistler de vardır. Bu nedenle, bu savaşın sonunda insanlığın galip gelmesini isteyen tüm bu seslere, özgür seslere saygı duyduğumuzu bir kez daha yineliyorum ve Filistin’deki savaşımızın herkesin adaletsizliğe, tecavüze, kine, ırkçılığa karşı savaşı olduğuna inanıyoruz: Bir savaş, Amerikan halkının karşı çıktığı tüm kötülüklere karşı!

Üstelik bu savaşın bitmesiyle bu çatışma da bitmeyecek. Bu açık bir çatışmadır. Dolayısıyla, bu seslerin bir gecede politikalara dönüşmeyeceğini anlıyoruz çünkü bu açık bir çatışmadır ve bu seslerin gelecekte önemli bir etkisi olacaktır. Geçmişte Refah’ta buldozerin önünde duran Rachel Corrie gibi önemli Amerikalı örnekler vardı.

Jeremy Scahill: ABD Dışişleri Bakanlığı’nın sizi özel olarak belirlenmiş terörist olarak tanımlamasını okudum ve bu tanımlamayla ilgili yorumunuzu duymak isterim.

Muhammed el-Hindi: Amerikalıların Muhammed el-Hindi’yi tanımadığına inanıyorum. Beni onlarla tanıştıran İsraillilerdir, dolayısıyla bu tanımlama sonuçta İsraillilere ait. ‘Bunlar terörist’ dediler. Yıllar önce beni İslami Cihad’ın genel sekreter yardımcısı olarak atadıklarında, hareketin direniş eylemlerinin sorumluluğunu üstlendiğini söylemişlerdi. Yani Amerikalılar, “varlıkların dondurulması” gibi hiçbir değeri olmayan kararlar aldılar. Hiç ABD’ye gitmedim, Amerikan bankalarında ya da diğer bankalarda bir kuruşum bile yok. Dolayısıyla bu kararların hiçbir değeri ve geçerliliği yoktur. Bunların tam manasıyla İsrail kararları olduğuna inanıyorum

Amerikalılar bölgeye tek mercekle bakıyor, o da İsrail’in gözü; çünkü bu onların projesi! Dolayısıyla tüm bu kararların direniş açısından hiçbir önemi ve değeri yok, sadece bizi daha kararlı hale getiriyor.

Jeremy Scahill: Amerikan halkına veya ABD hükümetine göndermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Muhammed el-Hindi: Amerikan halkı özgür insanlardır. Amerikan üniversitelerinde gördüğümüz hareketler ve Amerikalı önemli isimlerin sesleri bize umut veriyor. Tüm bunları takdir ediyoruz ve insanlığın en kısa zamanda galip geleceğine inanıyoruz. Bizler için Filistin’de sadece Filistinlilere değil tüm bölgeye tehdit oluşturan Siyonist projeye karşı mücadele etmek görevimizdir. Kısacası Filistin halkı asgari haklarına erişmediği sürece bölgede güvenlik ve istikrar olamaz. Artık Aksâ Tûfânı, direnişi kimsenin öngöremeyeceği bir şekilde yeniden gündeme getirdi. Bu sadece Hamas’ın mesajı değil. Bu, bir bütün olarak Filistin halkının mesajıdır.

Kaynak: dropsitenews.com

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Söyleşiler

Küresel Bir Direniş Hattı Oluşturmalıyız

Yayınlanma:

-

Aksa Tufanı sonrası süreci merkeze alan röportajlar serimizde bu kez sorularımı Muammer Bilgiç’e yönelttim. Sağ olsun, sorularımı genişçe  cevaplayarak bilgi ve birikimini bizimle paylaştı. Biz diyerek ilgili okuyucu kitlesi başta olmak üzere genel okuyucu kitlesini kastediyorum ki Muammer Bilgiç’in bu genel kitleye esaslı eleştirileri var. Bu ülkenin ortalamasını, kendini Müslüman olarak tanımlayan milyarlarca insanı, yani “Biz”i rahatsız etmeye gelmiş olduğu sonucuna varabilirsiniz röportajı baştan sona okuduktan sonra. O, rahatsız etmekte ne kadar haklıysa, Biz de rahatsız olmakta o kadar haklıyız! Geriye, her birimizin payına düşen muhasebeyi hasat etmek kalıyor. Toprakla, bağ bahçe ile, doğa ile içli dışlı bir kelime ile muhasebeyi bilhassa yan yana getirirken Muammer Bilgiç’e şöyle bir göz kırpıyorum. Bereketli okumalar. 

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufanı, içinde bulunduğumuz coğrafya, Müslümanlar, batılı toplumlar ve daha özelde de Filistin Dostları için farklı düzeylerde kırılmaya yol açan tarihi bir olay. Bu, ana sütü kadar helal özgürlük mücadelesine Amerika ve İsrail’in başı çektiği emperyalist ve Siyonist bloğun verdiği karşılık 20 aydır devam eden bir soykırım oldu. Yıkım ve katliamlarla dolu bu dehşet verici modern soykırım tablosuna baktığınızda ne hissediyorsunuz?

7 Ekim 2023 tarihi her zikredildiğinde benim aklıma hep 6 Ekim 2023 geldi. Aynı gökyüzünün altında yaşayan 8 milyarı aşkın dünya nüfusu. Tek tek kim hangi kaygılarla ve acılarla ya da beklenti ve umutlarla 6 Ekim 2023 sabahına uyandı. Asya Pasifik’te, Sibirya’da, Himalayaların eteklerinde, Hazar’ın kıyılarında, Madagaskar’da, Kafkasya’da, Sahra altında, Şili’de ya da Peru’da. Bir insan güne nasıl başlar, kutuplardan basık ekvatordan şişkince sulu mavi bir morg olan bu gezegende sürüp gitmekte olan döngü ve devinimin ne kadar farkındadır? İstiflendiği apartmanın alt, üst ve yan duvarlarının hemen bittiği yerde başlayan komşularının ne kadar farkındadır? Hatta aynı meskeni paylaştığı eşinin, çocuklarının ya da anne babasının ne kadar farkındadır? Mesela İstanbul. Komşusu açken gökdelen dikenlerin yaşadığı istiflenme merkezi. Gini katsayısının 1’e teğet geçiyor oluşu Ayasofya’da, Sultan Ahmet’te ya da Bezmiâlem Valide Sultan Camii’nde secdeye giden kaç alında çatlatırcasına ağrıya sebep oluyordur? Gazze’de önceki İsrail saldırılarından daha şiddetli, soykırıma varan bir saldırıyla karşı karşıya kalan Filistin halkları ve onların yakınları olan diasporadaki Filistinliler hariç, 7 Ekim 2023’le birlikte tanıklık ettiğimizi düşündüğümüz zaman diliminin, pek azımız müstesna, rutininin konforunda nesneler biriktirmenin çabası içerisinde olan insanlarda bir sorgulamaya ve dönüşüme yol açtığını düşünmüyorum. Her canlı neslini devam ettirme eğilimdedir, kuş ve memelilerde endokrin sistem yavru bakımını da ortaya çıkarmıştır. İnsanı ahlak sahibi yapan, yakın kalıtımsal bağı ya da üzerinde kişisel bir çıkarı olmadığı türdeşlerinin ve diğer varlıkların da hakkını gözetmesidir. Aksa Tufanı ile başlayan süreçte ben kimden gelirse gelsin ve kime yapılırsa yapılsın işgallere, sömürüye, köleleştirilmeye, nimet ve külfet paylaşımında adaletsizliğe, yok sayılmaya ya da asimile edilmeye direnen, toplamın yanında az olsa da yine de yok sayılmayacak kadar çok güzel insanın, Avrupa ülkelerinde, ABD’de ve hatta İsrail’deki varlığından biraz daha haberdar oldum. Diğer taraftan dünyadaki tek zalim İsrail ve zulme uğrayan tek halk da Filistinlilermiş gibi yapan, ki aslında Filistinlileri de umursadıklarını düşünmediğim, böyle davranmanın getirisi olduğuna inanan bir kesimin, tırnak içinde söylüyorum, “ötekine” kayıtsızlığını da her gün yeniden yaşadım. Irak’ın işgalinde ABD ile saf tutan çevrelerin kalabalık meydanlarda getirdiği tekbirlerin, yaptığı duaların ve attığı “kahrolsun İsrail” sloganlarının “soykırımın yakıtı buradan” çığlığını bastırmak, ellerindeki Filistin bayraklarını, boyunlarındaki Filistin atkılarını ve omuzlarındaki kefiyeleri İsrail ile işbirliğini örtbas etmek için kullandıklarını görmek beni şaşırtmadı.

Öyle zannediyorum ki dünya Siyonizm’in ne demek olduğunu, Siyonistlerin nasıl insanlar olduğunu bu süreçte fark etti az çok. 1948’den bu yana müthiş bir göz boyama endüstrisini işgal ve soykırımları için seferber etmiş olsalar da maskeleri düştü, düşüyor. Siz bu değerlendirmeye katılıyor musunuz? Siyonizm nasıl bir ideoloji, Siyonistler nasıl insanlar size göre?

İnsanlarda Siyonizm’e özgü bir gen dizilimi yok. Kişide ya da toplumda ırkçılığın sebebi Mayoz bölünme, crossing-over ve döllenme değil. Siyonizm’in diğer ırkçı tutumlardan farklı olduğunu düşünmüyorum. Fırsat eline geçtiğinde kendinden olmayanı nesneleştirip boyunduruk altına almaya çalışan, kendine hak gördüğünü “ötekine” hak görmeyen, kendi varlığını, dilini, inancını, kültürünü, yaşam hakkını yüceltirken “ötekinin” diline, inancına, kültürüne tahammül edemeyen, bankacılık ve finans sistemi yoluyla (yasal tefecilik) para satarak kendilerinden olmayanları köleleştiren, bilim ve teknoloji üretiminde önde olmayı adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için değil de nimet ve külfet paylaşımındaki eşitsizlikleri artırmak için kullanan, gıdaya, suya, ilaca ulaşımın sürekli maliyetini artıran, kendi cenneti için “ötekini” yersiz yurtsuz bırakmaktan kaçınmayan her organize topluluk en az Siyonistler kadar vicdanını yitirebilir. Hatırlarsanız 6 Mayıs 2021’de İsrail yine Gazze’yi bombalamaya başlamıştı. Yine hedefinde kadınlar ve çocuklar vardı. Türkiye’de yine birçok şehirde İsrail protesto edildi. Tam o günlerde Kâbil’de Şii-Hazara nüfusun yoğun yaşadığı bir bölgede Sayed al-Shuhada okuluna yapılan saldırıda çoğu 11-15 yaş arası kız çocuğu, 100 kadar insan birkaç dakika içerisinde yaşamını yitirdi. Kabil’de çocukları katledenlerin Gazze ve Batı Şeria’da çocuk katledenlerden bir farkının olduğunu vicdan sahibi kimseye anlatamazsınız. Ve tabii, Türkiye’de Kabil’de katledilen çocuklar için meydanlara inilmedi.

Uzun yıllardır varlığını sürdüren, geniş imkânlarla kabalıklar içinde boy gösteren sayısız sivil toplum kuruluşu bu süreçte tutuk ve sinik kalmışken Türkiye, “Filistin İçin 1000 Genç”, “Direniş Çadırı” gibi küçük grupların adını duydu, eylemlerine şahitlik etti. Sizce bu normal miydi? Nasıl değerlendirirsiniz?

Türkiye’de kendilerini “İslami Sivil Toplum Kuruluşları” olarak adlandıran oluşumlar, 7 Ekim sonrasında da İsrail’in Gazze’ye yönelik orantısız saldırılarının muhtemelen bu kadar uzun süreceğini düşünemediler. Irak’ta, Suriye’de ve Libya’da ABD, İngiltere ve İsrail ile saf tutan iktidar, konu İsrail – Filistin çatışması olduğunda da en başından itibaren bir şekilde aynı pozisyonu korumaya devam etmiş ve fakat dünyaya Filistin halkının destekçisi görüntüsü vermişti. Her İsrail saldırısından sonra ekranlarda ve meydanlarda İsrail’i şiddetle kınayan açıklamalar yapılsa da -“one minute” çıkışı da dahil- bu kınamaların muvazaalı olduğunu Türkiye’nin durduğu ekseni ve iki ülke arasındaki ticareti yakından takip edenler zaten biliyordu. Ancak bu bilinirliğin geniş kitlelere ulaşması Aksa Tufanı sonrası oldu. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları hem uzadı hem de tam bir soykırıma dönüştü. Türkiye’de iktidar yine aynı taktiğe başvurarak ekranlarda ve meydanlarda İsrail’e lanetler okuyup kınadı. 12 Aralık 2023’te Kocaeli Milletvekili Hasan Bitmez, Meclis kürsüsüne “Katil İsrail / İşbirlikçi AKP” yazılı bir pankartla çıktı ve 2002’den o güne AK Parti-İsrail ilişkilerini anlatan sert bir konuşma yaptı. Meydanlarda ve ekranlarda İsrail’i kınayan AK Parti iktidarının İsrail ile ticaretini devam ettirdiğini söyledi. AK Parti grubundan Hasan Bitmez’e sataşmalar oldu, yalan söylemekle itham edildi. Kalp rahatsızlığı bulunan Hasan Bitmez, konuşmasını tamamlayıp yere yığıldığında da bunun “Allah’ın gazabı” olduğunu söylediler. Hasan Bitmez, kaldırıldığı hastanede iki gün sonra yaşamını yitirirken, o gün İsrail ile ticareti inkâr eden iktidar ise tam beş ay sonra “İsrail ile bütün ticareti durdurduk” açıklaması yaptı. Tabii bu da fiiliyatta devam etmekte olan ticareti kâğıt üzerinde sıfırlamaktan başka bir şey değildi.

Türkiye üzerinden İsrail’e demir, çelik, çimento, dikenli tel gönderilirken, Azerbaycan petrolü Türkiye üzerinden sevk edilirken, limanlarımız İsrail’e yük taşıyan gemilere açıkken kendilerini “İslami STK’lar” olarak nitelendiren oluşumlar, bir kez olsun iktidara seslenip “Vanaları kapat! Petrolü kes! Ticareti bitir! Limanları İsrail gemilerine açma!” diyemediler. Coca-Cola döktüler, Starbucks bastılar. İki ülkenin Ampute Milli Takımları karşılaşırken, biz nasıl uluslararası bir organizasyonda soykırımcı İsrail’in varlığını kabul ederiz şeklide bir itirazda bulunmayıp, hatta 6-0 maç sonucunu Gazze’de ölen çocukların intikamını almak gibi (kaç gol bir çocuğu geri getirir) tuhaf bir coşkuyla karşılayan “İslami STK’lar”, iktidarın üç günlük yas ilanını, düşük desibelli selalar okutmasını ve İsrail Filarmoni Orkestrası’nın konserini iptal ettirmesini Gazze direnişine destekten saydılar. (Sanatsal aktiviteler yenen ve yenilen olmadığı için mi yoksa günah sayıldığından mı iptal ettiriliyor, tam anlayabilmiş değilim.)

Tüm bunlar olurken, İstanbul’da, Ankara’da, Bursa’da, Eskişehir’de, Adana’da Filistin İçin 1000 Genç Platformu, Direniş Çadırı gibi küçük ama organize gruplar devam etmekte olan Türkiye-İsrail ilişkilerini ifşa etmekten geri durmadılar ve kolluk gücünün müdahalelerine ve baskısına rağmen en stratejik noktalarda eylemler yaptılar. Sözde Filistinlilerin yanında olan iktidarın talimatıyla farklı zamanlarda 100’ün üzerinde genç ya gözaltına alındı ya da tutuklandı.

Bu arada gazeteci Metin Cihan’ın çıkardığı işleri de unutmamak lazım. Hem İsrail ile ticaret yapan şirketleri ifşa etti hem de Türkiye limanlarından İsrail’e giden gemileri. Tabii, Metin Cihan’ın X hesabına erişim engeli getirildi.

Biz, Türkiye’de yaşayan Müslümanlar, Türkiye Devletinin soykırım sürecinde dahi İsrail’i desteklediğine şahit olduk. Buna engel olamadık. Limanlar ve hava sahası Siyonist çetelerin kullanımına açık. Ticaret açık veya örtülü yollardan devam ediyor. Azerbaycan petrolünü Bakü Ceyhan hattı üzerinden İsrail’e sevk ediyor Türkiye. Üstelik, özeleştiri yapacağımız yerde hamaset alıp hamaset satıyoruz. Gerçeklerle yüzleşecek iradeyi neden ortaya koyamıyoruz?

İktidar ile kendilerini “İslami STK’lar” olarak nitelendiren oluşumlar arasında simbiyotik bir ilişki var. Bu ilişki söz konusu STK’ların iktidara muhalefet yapabilme yeteneklerini sıfırladığı gibi bu STK’larda iktidarı zora sokacak taleplerde bulunmama hassasiyeti oluşturmuş. İsrail ile işbirliğinin devam ettiğini gösteren Azerbaycan petrolünün Türkiye üzerinden İsrail’e aktarılmasına son vermesi ya da İsrail ile ticareti fiiliyatta da bitirmesi gibi meselelerde iktidara baskı yapmak yerine, sokaklarda, meydanlarda, basın açıklamalarında olmayacak bir işi, -Türkiye’nin Gazze’ye asker göndermesini- talep ediyorlar. Böylelikle de Türkiye ve İsrail arasında her an çatışma çıkacakmış gibi bir algı oluşturarak, -bilerek- bu işbirliğini örtbas ediyorlar. İsrail ile ilişkilerini ifşa edecek protestoları iktidar partisinin genel merkezinin ya da il ve ilçe başkanlıklarının önüne ya da Beştepe’ye taşımadan, “Kahrolsun ABD!”, “Kahrolsun İsrail!”, “Hamas’a selam, direnişe devam!” gibi sloganlarla ABD, İsrail ya da Mısır büyükelçiliklerinin yahut konsolosluklarının önünde, çok gerekli gördüklerinde İncirlik ya da Kürecik üslerinin önünde iktidara dokunmayan eylem ya da açıklamalar yaparak, işte Starbucks basarak yahut Coca-Cola dökerek iktidarı zora sokmayacak gösterilerle, nüfuz ettikleri kitleleri hem yeniden iktidarın yanında konsolide ediyorlar hem de Türkiye – İsrail ilişkilerine gerçekten tepki gösteren gruplardan uzak tutuyorlar.

Eylemlerde AK Parti iktidarına seslenmek yerine, kim oldukları, nerede oldukları belli olmayan İslam ülkelerinin liderlerine sesleniyorlar. “Ey İslam Ülkeleri!”, “Ey İslam Ülkelerinin Liderleri!” diyorlar. Sanki Türkiye’deki iktidar elinden geleni yapıyor da buna İslam ülkeleri engel oluyormuş gibi bir algı oluşturuyorlar.

Daha ilginci aleni olan Türkiye- İsrail ilişkilerini görmezden gelip, uzun zamandır beri ABD ve İsrail’in hedefinde olan İran’ı İsrail ile gizli işbirliği yapmakla itham ediyorlar. ABD emperyalizminden değil ama Şii Hilali’nden bahsediyorlar. Suriye’de ABD ve İsrail destekli muhaliflerin yönetimi ele geçirmesini fetih olarak nitelendiriyorlar, fethedilmiş Şam’ın Suriye topraklarına giren İsrail’e mukavemet göstermeyişini görmezden geliyorlar.

Aslında yeni olan bir şey yok. 1969’da 6. Filo’nun İstanbul’a gelişini protesto eden öğrenci ve işçi örgütlerine karşı, abdest alıp namaz kıldıktan sonra ABD ile saf tutan milliyetçi-muhafazakâr kitle yine aynı yerde duruyor.

Türkiye’de milliyetçi-muhafazakâr Müslümanlık anlayışının repertuvarında “hidayete eren komünist” hikayeleri vardır. İşte şair, yazar, yönetmen ya da oyuncu, solcu, sosyalist ya da komünistken hidayete ermiş, namaza başlamıştır. Ve fakat aynı repertuvarda “hidayete eren kapitalist” hikayesi yoktur. Bu topraklarda kapitalizmin eli abdestli, dili dualı, alnı secdelidir. Makbul dindarlığın ölçüsü, kimden gelirse gelsin, kime yapılırsa yapılsın zulme karşı olmak değil de CHP’ye ve alkole karşı mukavemet göstermektir. Tabii CHP’ye mukavemet sadece CHP ile sınırlı değildir, hatta İttihat ve Terakki zihniyetini sıradan bir CHP’liden daha fazla kuşanan dindarlar vardır, Türkçe ezana karşıdır ama Tunceli ve çevresindeki topraklara Dersim demeyi, Ermeni ve Rum olmayı kötülük addeder, Kürt kimliğini ve Kürtçeyi yok sayar, Allah’a inanır, devleti kutsar…

Tarihin içinde, hadiselerin tozu dumanı içinde bazen ne yaşadığımızı idrak edemiyoruz. Gazze’de soykırım doludizgin devam ederken, Türkiye’nin İsrail’e olan desteğini eleştiren Filistin Dostlarını, Cumhurbaşkanı, “Siyonistlerin ağzı dili olma”kla suçladı canlı yayında. İtiraz eden gençler tutuklandı, işkence gördü hapsedildi. En az 100 Filistin Gönüllüsü hukuka aykırı olarak yargılanıyor. Çocuklarımız, torunlarımız 30 yıl sonra bugünlere baktıklarında nasıl bir Türkiye görecekler sizce?

Başörtüsü yasaklarının olduğu, imam-hatiplerin orta kısmın kapatıldığı, meslek lisesi öğrencilerinin katsayıya kurban edildiği, tesbih, takke ve gümüş yüzüğün suç unsuru sayıldığı, pek azı müstesna cemaatlerin baskı altına alınarak kurban derisinden dahi mahrum bırakıldığı, tesettürlü annelerin askeri okulda okuyan evlatlarının mezuniyet törenine alınmadığı 28 Şubat post-modern darbe sürecinin ardından, -bu süreç bitti demiyorum, devamında diyorum- neredeyse çeyrek asırdır, her ilçeye en az bir imam-hatip okulu açan, her hâkim tepeye bir cami konduran, neredeyse tüm resmi açılışlarda güzel sesli hafızlara Kur’an-ı Kerim’den bölümden okutan bir iktidar işbaşında. Akademide, silahlı kuvvetlerde, emniyet teşkilatında başörtüsü serbest. Yargı mesnupları ve banka personelleri arasında başörtülü kadınlar var. Millî Eğitim Bakanlığı’nın bünyesindeki yönetici kadroları hiç olmadığı kadar ilahiyat fakültesi mezunlarından oluşuyor. Kendilerini “İslami STK’lar” olarak adlandıran oluşumların organizasyon yetenekleri ve ekonomik gücü hiç olmadığı kadar yüksek. Alnı secdeli insanlar inşaat, enerji, maden ve turizm sektöründe müthiş paralar kazanıyor. Tanıl Bora’ya “İnşaat Ya Resulallah” kitabını yazdıracak kadar mütedeyyin müteahhitler var. İhracatlar, ithalatlar, ihaleler besmele eşliğinde oluyor. TRT’de bol bütçeli, namazlı, niyazlı, rabıtalı, zikirli, tekbirli, tilavetli diziler var. Ormanlarıyla, vadileriyle, gölleriyle, dereleriyle, yaylalarıyla, kıyılarıyla, toprağıyla suyuyla tüm ülke bir Kevser havuzu gibi. Hal böyleyken, TRT WORLD’ün İstanbul Kongre Merkezi’nde gerçekleştirdiği programda, Cumhurbaşkanı’nın konuşması sırasında, tırnak içinde söylüyorum, “Siyonistlerin ağzı ile konuşan birtakım gençlerin” İsrail’e yapılan petrol sevkiyatını protesto etmeleri elbette statüko için makbul ve makul bir davranış değildir. Köprü üzerinde Gazze için yapılan duaları, Hamas’a gönderilen selamları görmezden gelip, köprü altından İsrail’e demir, çelik, çimento, dikenli tel sevkiyatı yapıldığından bahsederseniz Hasan Bitmez’i TBMM kürsüsünde yakalayan “Allah’ın gazabı” elbette size de ulaşır. Başörtünüzün çekilip alınması, çıplak aramalar, kötü muameleler, “Gazze’de çocuklar ölürken Siyonist ağzı ile konuşanlar için” azdır bile.

Marx’ın dediği gibi bugünkü egemen düşünceler egemen sınıfın düşünceleridir. 30 yıl sonrasında da egemen düşünceler yine egemen sınıfın düşünceleri olacaktır. Ancak farklı düşünenler dün ve bugün olduğu gibi yarın da olacaktır. Sınır ötesindeki bir haksızlıkları -ki aslında seçici davranan- gören ama sınırın bu tarafında yapılan haksızlıklara dair tek bir cümle kurmayan koca bir kitle var. Bunu anlamlandıramıyor değilim, konforunun bozulmasını istemiyor insanlar, alışkanlıklarının, yaşam tarzlarının bozulmasını istemiyorlar, hiç düşünmedikleri gibi düşünmek istemiyorlar, sorgulamak, araştırmak, öğrenmek değil, kendilerine öğretildiği gibi, inandırıldıkları gibi yaşamak istiyorlar. Küçük dünyalarına farklı yaşam tarzlarının, farklı düşüncelerin, farklı tarih okumalarının girmesini istemiyorlar. Kutsallık atfettikleri inşaat malzemelerinin ve öteki nesnelerin, kan ve kemikten kahramanlarının yerle yeksan olması ihtimalinden korkuyorlar.

KHK’lıların adalet arayışı, Cumartesi Anneleri’nin evlatlarının ölü bedenlerini arayışı, Barış Akademisyenleri’nin geçimi, Gülistan Doku’nun akıbeti, Dedeoğulları Ailesinin başına gelenler, Şenyaşar Ailesinin yaşadıkları, Emine Büyüknohutçu’nun hukuk mücadelesi, Kaz Dağı’ndaki, Akbelen Ormanı’ndaki, Fatsa Yukarıbahçeler’deki, Cerattepe’deki yağma ve talan, ormansızlaştırma, sulak alanların yok edilmesi, biyolojik çeşitliğin azaltılması, çıplak arama ve işkence iddiaları, üç dönemdir devam eden kayyım uygulamaları, yaşlı ve hasta mahpuslar, Gezi Davası, Cemil Çağırga’nın üç gün derin dondurucuda, Taybet İnan’nın dokuz gün sokakta bekletilen cesetleri, kadın cinayetleri, tutuklu gazeteciler, Ebdo Ailesinden 7’si çocuk 9 kişinin öldürülmesi, Kanun Hükmü filmine getirilen gösterim yasağı, Grup Yorum şarkılarına getirilen erişim yasağı, en son TBMM’den geçen ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilen sakıncalı bulunan mealleri yasaklama, toplam ve imha ettirme yetkisi neden kendini “İslami STK’lar” olarak adlandıran oluşumların hiç gündeminde olmamışsa, 100’den fazla Filistin gönüllüsünün haksız hukuksuz bir şekilde gözaltında alınışı, tutuklu ya da tutuksuz olarak yargılanıyor oluşu da aynı nedenle gündemlerinde olmayacaktır.

Filistin Mücadelesi denildiğinde Türkiye’de “sol” akla gelirdi. Solcular bu dava uğruna mücadele edip bedeller ödediler. Nasıl bir kırılma yaşandı ki bugün bu dava -istisnalar bir yana- Müslüman Mahalle ile sınırlı bir dava halini aldı? Bildiğim kadarıyla dünyanın her yerinde böyle bir ayrışma yaşanmadı.

Hatırlarsanız Aralık 2017’de, Balfour Deklarasyonu’nun 100. Yıl dönümünde, Trump, İsrail’in Kudüs’ün “bir bütün ve ebedi başkent” oluşu kararını tanıdığını açıklamıştı. O zaman da Türkiye’de Filistin yanlısı gösteriler yapıldı. Gösteriler iki şekilde cereyan etti: Gazsız ve susuz olanlar, gazlı ve sulu olanlar. Sol grupların yaptığı Filistin’e destek gösterilere polis müdahale etti. Biber gazı da kullanıldı, tazyikli su da sıkıldı. Bu gösterilere dair haberler ne ana akım medyada yer aldı ne de pek azı müstesna muhalif Müslümanların haber sitelerinde. Aynı zamanda aynı şehrin farklı mekanlarında ya da farklı zamanlarda aynı şehrin aynı mekanlarında Filistin için sokağa çıkan iki grup var ve birinin diğerinden haberi yok.

Siz, Filistin davası -istisnalar bir yana- Müslüman mahalle ile sınırlı bir dava halini aldı diye düşünürken, Filistin için biber gazı ve tazyikli su yiyen, gözaltına alınan ya da tutuklanan sol gruplar da şöyle düşünüyor: “Samimi birkaç küçük mütedeyyin topluluk hariç, Türkiye’deki İslamcılar ABD ve İsrail ile iş tutuyor.”

Ben özellikle takip ettim. 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı operasyonu ve sonrasındaki gelişmeler üzerine sol kesimin tavrı ne olacak. Belki az çok tanıdığım için olsa gerek şaşırmadım, EMEP, SYKP, ESP, Yeşil Sol Parti, TİP, TKP, istisnasız hepsi İsrail işgaline karşı Filistin halkının yanında yer aldıklarını söylediler. 15 Ekim 2023’te İstanbul’da Saadet Partisi, HÜDA-PAR’ın da katılımıyla Filistin’e destek için miting düzenlerken, Ankara’da Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin Olağanüstü Büyük Kongresi’nde konuşan yeni Eş Genel Başkanlar Tülay Hatimoğulları ve Tuncer Bakırhan, İsrail’in 100 yılı aşkındır Filistin toprakları üzerinde devam eden işgal politikalarını reddettiklerini açıkladılar.

İlginç olan şuydu. Sol, sosyalist ya da komünist partilerin ve oluşumların İsrail karşıtlığını ve Filistin halklarına verdiği desteği görmezden gelenler, CHP’nin yeni genel başkanı Özgür Özel’in 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı’nı “HAMAS terör örgütü tarafından yapılan bir saldırı” olarak nitelendirmesine takıldılar. Ki Özgür Özel, partililerinden, en azından bir kısmından uyarı almış olacak ki sonradan “ben HAMAS’a terör örgütü demedim, eyleme dedim” açıklamasında bulundu. Tabii haklarını yememek lazım, AK Parti cenahından hiç kimse HAMAS’a terör örgütü demedi. HAMAS’a selam, Gazze’ye dua, İsrail’e demir, çelik, çimento, dikenli tel ve petrol gönderdiler.

Özgür Özel, milyon defa HAMAS’a terör örgütü dese, bu İsrail jetlerine yakıt olan bir damla petrolün yerini tutmaz. Ayrıca CHP, İstanbul Milletvekili Yunus Emre’nin genel kurulda iktidarın Filistin meselesindeki ikiyüzlülüğünü dile getiren enfes bir konuşması var.

Diğer taraftan ABD’de okuyan, sosyalist bir öğrenci olan Ayşenur Eygi Ezgi’yi unutmamak gerekir. Filistin halkına destek olmak için okyanusu aşıp Batı Şeria’ya geldi ve orada işgalci İsrail askerlerinin namlularından çıkan kurşunla başından vurularak öldürüldü. Dün olduğu gibi bugün de sol, sosyalist, komünist çevreler Filistin halkı için bedel ödemeye devam ediyor, yine dün olduğu gibi 6. Filo eylemlerine karşı ABD ve İsrail ile saf tutan muhafazakâr çevreler birtakım ulusalcıların – ulusalcılar sol, sosyalist ya da komünist olmadıkları halde-, Filistin meselesine yaklaşımı solun İslam düşmanlığı olarak göstermeye çalışıyorlar. Sanırım büyük bir kitleyi de bu konuda ikna ediyorlar.

Diğer taraftan İspanya’dan Ione Belarra başta olmak üzere İrlanda’da, Fransa’da, Almanya’da, Danimarka’da, İngiltere’de, İtalya’da, ABD’de ve başka birçok ülkede azımsanamayacak kadar çok sol, sosyalist ya da komünist siyasetçi, akademisyen, sanatçı, aktivist, parti ve platform Filistin halklarına çok açık ve net destek vermektedir. Bu ülkelerde yapılan Filistin yanlısı eylemlerde de göstericiler defalarca polisle karşı karşıya gelmiştir. Yine ilginç olan bir durum, TRT ve Anadolu Ajansı, Batılı ülkelerinde polisin Filistin yanlısı göstericilere müdahalesini anında haber geçerken Türkiye’de Filistin dostların kolluk tarafından defalarca darp edilmesini görmezden gelmişlerdir.

 

Türkiye’de Filistin Mücadelesi, özellikle 2000 sonrası, şiddet dışı, barışçıl bir hat üzerinde yürüyor. Ara ara “şiddet” nedir, ne kadarı meşrudur gibi tartışmalar gündeme geliyor bazı küçük gruplar arasında. Siz hak mücadelesinde şiddetin bir enstrüman olarak kullanılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

14 Aralık 2008’de Bağdat’ta Iraklı gazeteci Muntazar el-Zeydi ayakkabılarını çıkarıp, Irak Başbakanı Nuri el-Maliki ile ortak basın toplantısı yapan ABD Başkanı George W. Bush’a fırlattı. Şimdi bunu, yani ayakkabı fırlatma olayı hukuki açıdan fiili saldırı girişimi olarak değerlendirilebilir. “Şiddet içeren protesto” veya “saldırı teşebbüsü” diyenler olacaktır. Diğer taraftan bu hedef kişiyi aşağılamak amacıyla yapılan sembolik bir protesto olarak da görülebilir. Bir şiddet eyleminde muhatabına fiziksel açıdan zarar verme amacı vardır. El-Zeydi’nin yaptığı ise politik bir mesaj vermekti. Bunu da agresif bir protesto olarak değerlendirenler olacaktır. İsrail’in yaptığı soykırıma bir Avrupa ülkesinde bir şekilde destek olan ya da sessiz kalan etkili ya da yetkili kimselere yumurta atmak fiziksel bir zarar vermekten ziyade sarsıcı bir mesaj vermek olarak nitelendirilebilir.

Diğer taraftan soykırıma uğrayan, yaşam hakları ellerinden alınan, evleri ve iş yerleri yıkılan, topraklarından çıkarılan insanların buna karşı direnmelerini şiddet olarak nitelendirmek, öz savunma haklarını, direnişi yok saymak ve işgalciyle işbirliği yapmak değilse, nedir?

Gazze’de ya da dünyanın bir başka yerinde çocuklar ve kadınlar öldürülürken, hastaneler ve okullar bombalanırken, insanlar canlarını, gözlerini, ellerini, ayaklarını kaybederken, insanlar tecavüze uğrarken, işkenceye maruz kalırken, geleceklerini kaybederken, vicdan sahibi insanların yasal haklarını kullanarak, bu kötülükleri duyurmalarına, protesto etmelerine ve halkın vergileriyle maaşları alan yöneticilerden buna engel olmalarını istemelerine kolluk gücüyle keyfi bir şekilde engel olmak şiddet değilse, nedir?

Türkiye’de neden belli ilkeler etrafında buluşup partiler, hizipler, ideolojiler üstü bir hak mücadelesi veremiyoruz? Gazze’de cereyan eden ve zalim ile mazlumu, ezen ile ezileni ayıran, ayan beyan ortaya koyan soykırım gibi dehşet verici bir trajedi bile bizi bir araya getiremezken soruyorum bu soruyu.

Sanırım birçoğumuz en dehşet verici trajedi olarak kendi yaşadıkları acıyı görüyor ve insanların ayan beyan olan bu acıyı nasıl görmezden geldiklerini, bu acı karşısında nasıl duyarsız kaldıklarını sorguluyor. Gazze’deki soykırımı dert edinenlerin yapması gereken, “insanlar niçin Filistin meselesi etrafında kenetlenmiyorlar?” demek değil. Biz Gazze için gösterdiğimiz duyarlılığı aynı şehirde yaşadığımız, yolda, sokakta, bir toplu taşıma aracında karşılaştığımız, ama selamlaşmadığımız, ama tanışmadığımız, ama hikayesini bilmediğimiz insanların acıları için gösteriyor muyuz? (“Hangi acılar Gazze’de yaşanan acılarla bir olabilir ki?” demek körlüğün itirafıdır.)

Acıları yarıştırıyoruz ve önceliklerimiz farklı. Yine birçoğumuz kendimizden görmediklerimizin en başta varoluşlarını hak olarak görmüyoruz. Varoluşlarını hak olarak görmediğimiz insanların haksızlığa uğramış olma ihtimalleri ise aklımızın ucundan geçmiyor. Her şeye rağmen onlarla bir arada yaşıyorsak, varoluşlarını bir şekilde kabullenmişsek yine de endişelerimizin, kaygılarımızın, umutlarımızın ve beklentilerimizin farklı olduğu unutup onların bizi anlamasını istiyoruz. Bizim ne onları anlayacak vaktimiz var ne de Gülten Akın’ın dediği gibi “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya.”

10 Ekim Gar katliamının, Suruç katliamının, Roboski katliamının, Maraş, Çorum, Sivas katliamlarının anmalarına gitmiyoruz ama onlar Nekbe (Nakba) Günü’nün yıl dönümünde aramızda olsun istiyoruz. EMEP İzmir İl Örgütü’nün Nakba anmasından ise hiç haberimiz olmuyor.

Kürtlerin bir sözü var, “mirî di mala me de ye, em ji bo xelqê digirîn”, ölü bizim evimizde biz başkasına ağlıyoruz. Tabii ben, önce yakınımızdaki acıları görelim, sonra uzaklara bakalım demiyorum. Aynı anda ikisi de mümkündür diyorum.

Problem ahlakın cinselliğe indirgeyip kendimiz için istediklerimizi başkalarına hak görmeyişimiz, kendimiz için istemediklerimizi başkaları için müstahak görmemiz. Türk’e helal olan Kürt’e de helaldir sözünden rahatsız olanlar var, halbuse (hal bu ise) Arap’a helal olan Ermeni’ye, Rum’a, Sırp’a, Rus’a da helaldir.

Mustafa Akkad’ın The Message (Çağrı) filmini yıllar sonra yeniden izlediğimde fark ettim. Aslında mesaj, filmin ilk sahnesindeydi. Maurice Jarre’nin muhteşem müziği eşliğinde ufukta beliren üç atlı, çölde, kum tepelerinin aralarında bir müddet birlikte ilerlerler ve sonra üç ayrı istikamete yönelirler. Merhum Akkad filmi, Hudeybi’ye sonrasından başlatmıştır. Atlılar Bizans’a, Mısır’a ve İran’a gönderilen elçilerdir. Omuzlarındaki yük, silm’dir, selam’dır, İslam’dır, Türkçe söylersek “barış”tır. Allah, âlemlerin rabbidir, Resul, âlemlere rahmettir, teklif tüm insanlığadır. Hal böyle iken etnisitesi, dili, inancı, mezhebi, partisi, derneği, sendikası, yaşam tarzı farklı diye, yine tırnak içinde söylüyorum, “öteki” olandan uzak duran bir Müslüman tipolojisi ortaya çıkmıştır.

Hak ve adalet mücadelesi vermenin yolu en başta bize benzemeyenlerle oturup çay içmekten ve onların hikayesini dinlemekten geçiyor.

Türkiye’de bilhassa son 10 yılın kelimesi nedir diye bir anket yapsak, “kutuplaşma” ilk sıralarda gelir herhalde. Sizce ilk üçte hangi kelimeler yer alır, merak ettim. Sorum şu: Bu topraklarda kimsenin kimseyi ötekileştirmediği, herkesin bir diğerinin haklarına saygı duyduğu bir toplumsallığı, emin beldeyi nasıl tesis edebiliriz?

Son 10 yıla (zamanın 10 yıl, 50 yıl, 100 yıl ya da1000 yıl olarak taksim edilmesini anlayabilmiş değilim 😊) bana göre damgasını vuran önce olumsuz üç kelimeyi söyleyeyim: Kutuplaşma, keyfilik ve dinbazlık. Yaşadığımız günlere tam olarak sirayet ettiklerini söyleyemesem de yine bana göre çok alametleri beliren olumlu üç kelime ise: Yüzleşme, helalleşme ve kucaklaşma.

Kimsenin kimseyi ötekileştirmediği bir dönem sanırım hiç yaşanmamış ama her dönemde herkes için yaşamı kolaylaştırmanın ve güzelleştirmenin mücadelesini veren insanlar olmuş. Mesele bu insanları organize edebilmek, çünkü iyiliklerin organize olmayışı kötülüğün gücünü artırıyor. İsrail tek başına değildir, başta ABD ve stratejik ortakları olmak küresel sömürü sisteminin tüm enstrümanları İsrail’in yanında yer almaktadır. Filistin halkları da yalnız değildir, Hıristiyan, Yahudi, Müslüman, bir inancı olan ya da olmayan, sol, sosyalist, komünist dünyanın tüm vicdanlı insanları da -Filistin halkları dahil olmak üzere- haksızlığa, adaletsizliğe uğrayan, yok sayılan, sömürülen halkların yanındadır. Biz, insan için tek coğrafi sınırın biyosfer olduğunu görüp, küresel sömürü sistemine karşı tüm bu vicdanlı insanların organize olmasıyla küresel bir direniş hattı oluşturmanın gayretinde olmalıyız.

Sorularınız için, bana söz söyleme imkânı verdiğiniz için çok teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Cumhurbaşkanını Protesto Etmenin Bedeli: Gözaltı, İşkence ve Tutuklama

Yayınlanma:

-

Türkiye’nin tarihi hukuksuzluklarla tıka basa dolu bolca karanlık içeriyor. Hangi ideolojiye sahip olursa olsun, hiçbir suçu olmayan birinin gözaltına alınıp tutuklanması ne yazık ki halen sıradan vakalardan biri sayılıyor. Hukuk’a, yargıya güven yerlerde süründüğü için olsa gerek bilhassa siyasetçiler, zulümleri örtmek için, ikide bir, “Türkiye bir hukuk devletidir”, “Yargı bağımsızdır, kararlarına müdahale edemeyiz” gibi aklımızla alay eden ifadeler kullanıyor. Her şeye rağmen ben şimdiye dek Türkiye’de Filistin Dostlarının barışçıl protesto gösterisinde bulunup gözaltına alındığına ve hem Emniyet’te hem de cezaevinde işkence görüp tutuklandığına şahit olmamıştım. Tüm bunlar biz yaşarken oldu. Başörtüsü meselesi ile iktidar olan ve Filistin Davasının hamiliğine soyunan bir iktidar zamanında başörtülü gençler, içinde “çıplak arama” da bulunan işkence ve kötü muamelelere tabi tutuldular. “Filistin Dostları Neden Yargılanıyor?” diye sormuştuk. Daha pek çok soruyu sormamız gerekiyor. Fotoğrafta gördüğünüz gençler maskeleri düşüren soruları sordukları için mahkeme kapılarında süründürülmek isteniyor. O gençlerden ikisi ile konuştum. “Filistin Direniş Okulu”nun talebeleri olan Gülşah Eldemir ve Şeyma Yıldırım’ın gözünden olan bitenleri ve bir türlü bitmeyenleri okurken eminim siz de birkaç mübarek soru soracaksınızdır. Belki kendinize, belki muhâtaplarına.   

 

29 Kasım 2024 tarihinde İstanbul’da TRT’nin düzenlediği bir programda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı protesto edenler arasında yer aldığınız için gözaltına alınıp tutuklandınız. Kısaca kendinizden bahsettikten sonra neyi, neden protesto ettiğinizi anlatır mısınız?

Gülşah:

İstanbul’da yaşıyorum. Yapay zekâ uzmanı ve aktivistim. 20 aydır SOCAR adlı firmanın Bakü’den aldığı petrolü İsrail’e satmasını protesto ediyorum. Defalarca kez çeşitli yollar ile sesimizi duyurmaya ve kanlı ticarete dur demeye çalıştık, çalışıyoruz. Bu petrol ticareti ile Türkiye’nin soykırıma ortak olduğunu dile getiriyoruz. Ayrıca aylardır Türkiye- Haifa arasında yoğun bir gemi trafiği varken Haydarpaşa Limanı’nda Gazze’ye insani yardım götürmeye çalışan Vicdan Gemisi hukuksuz bir şekilde limanda tutuluyordu. 2024 Kasım ayında sosyal medyada, TRT WORLD FORUM 2024 programına SOCAR firmasının CEO’su Elchin İbadov’un konuşmacı olarak davet edildiğini gördüm. Bu duruma seyirci kalamazdım. Programa giderek sesimi yetkililere duyurmak istedim. Programa kayıt yaptırdım ve içeride olanlardan birisiydim.

Şeyma:

Ben İstanbul’da yaşayan bir genç aktivistim. 7 Ekim’den beri Filistin mücadelesinin içindeyim çünkü orada yaşananlar hepimizin insanlık sınavı. 29 Kasım’da TRT World’ün programında, Türkiye’nin Filistin konusundaki ikiyüzlü politikasına dikkat çekmek için oradaydım. Socar CEO’sunun orda bulunmasını protesto etmek için oradaydım. Filistin’e destek veriyor gibi görünüp aslında İsrail’le ticari ilişkileri sürdüren bir ülkenin liderine seslenmek istedik. Mesele, bir kişinin konuşmasını engellemek değil Filistin halkına karşı süren bu büyük ikiyüzlülüğü ve sahte dayanışmayı ifşa etmekti.

Tutuklanan 9 kişi olarak birlikte mi hareket ettiniz?

Gülşah:

Programa kayıt yaptırıp bireysel olarak katılım sağladım. Sırasıyla TRT Genel Müdürü, İletişim Bakanı ve Cumhurbaşkanı konuşmalarını yaptı. Filistin temalı bir belgesel yayınlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşma yaparken salondan sesler yükselmeye başladı. Düşünün… Bir soykırım işleniyor ve bu soykırıma yakıt bizim elimizle gidiyor. Bu ticaretin muhatabı ise Filistin temalı bir programda konuşmacı olarak yer alıyor. Elbette ki buna birileri karşı çıkacaktı. O anda doğal olarak protestolar gerçekleşti. Ben de o protestoculardan birisiydim. Cumhurbaşkanı’na sorularımı yönelttiğim protestomu gerçekleştirdim. Birkaç kişiyi aylardır yapılan eylemlerde görmemin neticesinde simaen tanıyordum fakat salon içerisinde olan 4 kişi ve dışarıda eylem yaptıklarını bilmediğim 5 kişi olarak gözaltına alındığımız çevik kuvvet aracında tanıştık.

Şeyma:

Eylem öncesi hiçbirimizin birbirinden haberi yoktu, tanışmıyorduk bile ve açıkçası tek başıma olduğumu sanıyordum bu sebeple çok da gergindim. Ama aslında Hepimiz ortak bir vicdanın sesi olmuşuz meğer ve o gün orada aynı hisle buluşmuşuz. Bizi bir araya getiren şey, ortak bir öfke ve dayanışma olmuş.

Bir STK, cemaat veya tarikata mensup musunuz? İçinde bulunduğunuz yapı adına mı hareket ediyorsunuz?

Gülşah:

Bu yaşıma kadar herhangi bir dernek/vakıf/STK/siyasi parti üyeliğim olmadı. Bu protesto tamamen 20 aydır meydanlarda “Filistin için ne yapabilirim, bu soykırıma ses olmak için neler yapabilirim,  çaresiz bir seyirci olarak kalmayıp ülkemde neleri değiştirebilirim” soru ve arayışlarının sonucuydu. Yönlendiren herhangi bir kişi ya da kurum olmadığı gibi birlikte hareket ettiğim kimse de yoktu.

Şeyma:

Hayır, herhangi bir cemaatin, tarikatın ya da resmi bir yapının parçası değilim. Ben bir bireyim, sadece insanlık onuruna sahip çıkan biri olarak oradaydım. Filistin meselesi bir grup ya da kurum meselesi değil, insanlık meselesidir. Orada olmamın nedeni de bu insanlık borcuydu.

Size gözaltında ve cezaevinde kötü muamelede bulunulduğu kamuoyuna yansıdı. Dahası, çıplak aramaya maruz kaldığınız iddiası tartışmalara sebep oldu. Bunları konuşmak sizi rahatsız etmeyecekse, yaşananları aktarır mısınız?

Gülşah:

Haberlerde birinin bunları yaşadığını duymuş olsaydım belki bir ihtimal, “bu kadar da olmaz” derdim. Başıma gelince içinde bulunduğum durumun vehametini daha iyi anlatabiliyorum. Gözaltına alındığımızdan andan itibaren bizimle uğraşıldığını, yıldırmaya çalıştıklarını fark ettik. Hızlıca halledilebilecek işlemler için bile saatlerce aç ve belirsizlik içinde bekledik. Vatan Emniyet’te 3 gün kaldık. Öncelikle bizi narkotiğin deposunun olduğu izbe bir yere götürdüler. Eşyalarımın teslim alındığı ve üst araması yapılan bir süreç ile başladı her şey. 4 kadın polis ile beraber siyah camlı bir odaya gittim. Eşyalarımı teslim ettim ve üst aramam yapıldı. Ayakkabı bağcığı, başörtü iğnesi ve saç tokasını bu aşamada teslim ediyorsun ve mont, başörtü gibi kaba kıyafetlerim çıkartılarak “kaba üst” aramam yapıldı. Evrak işleri tamamlandıktan sonra başka bir üst araması için kadın polis ile başka bir odaya götürüldüm. Burada kaba üst araması olduğunu düşündüğüm fakat kıyafetlerimin çıkartılarak sadece iç çamaşırı ile kalınan ve el ile arandığım daha ayrıntılı, temas edilen bir aramaya tabi tutuldum. Belki genel halleri böyledir bilmiyorum fakat tüm gözaltı sürecinde polislerin kaba tavrı tek başına insana kendini kötü hissettiriyor. Daha sonra 7 kadın olarak aynı koğuşa getirildik. İçerisi oldukça pisti. Üzerimize örtebileceğimiz battaniyeler vardı fakat kokuyordu. Kış ayı olmasına rağmen üzerimi örtemeden uyudum. İnançlı biriyim ve namaz kılmak için gerekli koşulları hiçbir şekilde sağlayamadık. Namaz saatini bilemiyorduk. Yere serebileceğimiz temiz bir örtü yoktu. Ellerimizi yıkayabileceğimiz sabun yoktu. Sabun ve peçetenin yasak olduğunu söyleyip ısrarla getirmediler. Kadın ve erkekler aynı tuvaleti kullanıyorduk ve sabun olmayışı bizi en çok yoran şeydi. 2 gün boyunca yalvardık ve sonunda bir sabun getirdiler. Ben romatizma hastasıyım. Yaşadığım süreç ağrılarımı artırmıştı ve her gün istememe rağmen ilaç raporumun gözükmediği gerekçesiyle ilacımı vermediler. Hâlbuki sistemde bu hastalığı taşıdığım ve kullandığım ilaçlar belliydi. 3 günlük gözaltı süreci sonrası mahkemeye çıkarıldık. Vatan Emniyet’teki gözaltının son günü ve Silivri Cezaevi’ne gidip ilk yemek verilene kadarki süreçte toplamda 36 saat aç bırakıldık. Silivri’ye geldiğimizde ilk kayıt işlemleri için ayakta olacak şekilde 10 saat kadar bekletildik. Bu süreçte medyaya da yansıyan “çıplak arama” ve “başörtü kesilmesi” olayları yaşandı. Dediğim gibi başıma gelmeseydi belki de bu kadar da olmaz diyebilirdim. Adalet Bakanı’nın iftira atarak kabul etmediği çıplak arama maalesef ki yapıldı. Vatan Emniyet sürecinde anlattığım ayrıntılı arama değildi bu. Tamamen çıplak bırakılarak ve uyuşturucu saklama şüphesiyle öksürtülerek yapılan aşağılayıcı ve utanç verici olan “çıplak arama” idi. Kıyafetlerimizin hepsi alındı ve üzerimizde uzun olmayan, tesettüre uymayacak şekilde bırakıldığımız kıyafetler ile kaldık. Benim takmış olduğum şalımı herhangi bir açıklama yapmadan, “kesmemiz gerekiyor” diyerek ortadan kestiler. Kısa kalan parçası ile 2 gün boyunca kendimi kapatmaya çalıştım. En çok zoruma giden şeyler, namaz kıldığımda hiçbir şekilde tesettürümü sağlayamamış olmam ve erkek avukatlarımız geldiğinde de tesettürsüz bırakılmış olmamdı. Bu yaşanılanın “dini inançları önemseyen” bir devlet kurumunda yaşanmış olması ayrıca üzücüydü.

Şeyma:

Evet, ne yazık ki çıplak arama dâhil olmak üzere aşağılayıcı muamelelere maruz kaldık. Bu uygulamalar insan onuruna aykırı ve asla kabul edilemez. Orada bir suç işlemiş gibi değil, sadece sesimizi çıkardığımız için bir cezalandırmaya maruz kaldık. Fiziksel şiddet, psikolojik baskı ve bu tarz insanlık dışı muameleler çok yıpratıcıydı. Bunları anlatmak kolay değil ama bunların üstünü örtmek de doğru değil. Çağlayan’da karar sonrası Silivri’ye gönderilirken yaşadığımız darplar için herhangi bir doktor bizi görmediği için daha agresif davrandılar.

Cumhurbaşkanını protesto etmenin böylesi bir sonuç doğurabileceğini öngörmüş müydünüz?

Gülşah:

Bulunduğumuz program bir FORUM’du. İkinci konuşmacı olan İletişim Bakanı Fahrettin Altun, protestolardan hemen önce Cumhurbaşkanımızın ne kadar bağımsız, dünyaya kafa tutan, haksızlık gördüğünde korkmadan konuşan biri olduğundan ve içinde bulunduğumuz programın özgürce fikirlerimizi konuşabileceğimiz bir yapıda olduğundan bahsetmişti.  Gücü elinde bulunduran, sözü kuvvetli bir devlet reisi olarak cumhurbaşkanının en azından bizleri yanına çağırıp haksız isek haksızlığımızı konuşacağı bir beklenti içinde oluyorsun fakat maalesef bizde ağzını açan hemen susturuluyor. Açıkçası program bitene kadar bir yerde tutulabileceğimi, birkaç günlüğüne gözaltı olabileceğini ya da tutuklanacağımı düşünüyordum fakat “özel muameleye” maruz kalacak kadar tutukluluk yaşayacağımı düşündüysem de kondurmamıştım.

Şeyma:

Açıkçası, Türkiye’de sesini çıkaranların başına neler geldiğini hepimiz biliyoruz. Ama buna rağmen susmak, olanlara ortak olmak anlamına gelirdi. Bu yüzden riskin farkındaydım, ama vicdanım rahat olduğu için o gün orada olmaktan da pişman değilim.

Cumhurbaşkanının siz protestocuları “Siyonistlerin ağzı dili olmak” ile suçladığını işittiğinizde ne hissettiniz?

Gülşah:

Kurduğumuz cümlelerin hepsi videolarda ve ifadelerde medyaya yansıdı. İsrail’e giden gemilere karşı çıkmak mı siyonistlerin ağzı dili olmaktır yoksa bu katiller ile iş yapanlar mı? Canlı yayında ya da videolarda o sözü duymak ile hemen gözümün önünde bu cümleye şahit olmak, “sayın cumhurbaşkanım” diyerek söze başlayan birinin direkt bu söze muhatap olmasını duymak ağır bir durum. Daha ağır olan ise Türkiye’ye değer katacağını düşündüğümüz eğitimli gençlerin olduğu salon ahalisinin ne olup bittiğini hiç sorgulamadan saniyesinde holiganlığa tutulup art arda sloganlar atmasıydı.

Şeyma:

Bunu duyduğumda öfkelendim ama bir yandan da şaşırmadım. Türkiye’de Filistin için sokağa çıkanlara bile Siyonist denmesi, iktidarın ne kadar tutarsız ve samimiyetsiz olduğunu gösteriyor. Filistin için sesimizi yükseltirken, İsrail’e en çok ticari destek verenlerden biri olan bir yönetimin bizi Siyonistlikle suçlaması tam bir çelişki.

Hangi suçtan ötürü yargılanıyorsunuz?

Gülşah:

İlginçtir ki dışarıda kanuni hakları çerçevesinde eylem yapan 5 kişi ile akredite olup programa katılan 4 kişi de aynı suçtan aynı dosya içinde yargılanıyoruz. Gösteri ve yürüyüş kanununa muhalefet ile suçlanıyoruz.

Şeyma:

Cumhurbaşkanına hakaret, toplantı ve gösteri yürüyüşü kanununa muhalefet gibi suçlamalar var. Ama esas suçumuz, gerçeği söylemek. Çünkü bu ülkede gerçeği söylediğinde seni cezalandırıyorlar.

Yargılama ne aşamada? Mahkemede nasıl bir atmosfer var? Bize biraz gözlemlerinizden bahseder misiniz?

Gülşah:

Gözaltı sonrası ilk çıktığımız mahkemede hâkime hanım 5-10 dakika kadar kısa bir süre içinde birbirinden tamamen ayrı kişiler için tek bir karar ile tutuklama çıkarttı! Ellerinde herhangi bir somut delil olmayınca, kanuni hakkımızı kullanarak yaptığımız eylemleri suç kategorisine koyamayınca ellerinden geldiği kadar yıldırma peşindeler. Yurtdışı yasağımız var. Basit gerekçeler ile mahkeme tarihi uzun ay aralıkları ile erteleniyor. Vermek istedikleri gözdağını görüyorum fakat bunun benim için yıldırıcı bir anlamı yok. Mahkemede avukatlarımız her ayrıntıya değinen bir savunma gerçekleştirdiler. “Dönüp de teşekkür etmemiz gereken gençleri bu şekilde yıpratmak tarihi bir ayıptır” diyerek aslında yapılan hukuk zulmünü de belirtmiş oldular. Şu anda 3 yıl hapis istemi ile yargılanıyoruz.

Şeyma:

Mahkemede adil bir ortam olduğunu söylemek zor. Savunmalarımız çoğu zaman dikkate alınmıyor, taleplerimiz ya reddediliyor ya da görmezden geliniyor. Dosyamıza dair taleplerimize dair net bir cevap almak bile zor. Mahkeme salonunda, özellikle bizim davamızda, iktidarın baskısının hissedildiğini düşünüyorum.

Türkiye’de Filistin mücadelesi İsrail zulmü kadar güçlü değilse de köklü bir geçmişe sahip. Filistin Dostları sizi, size yapılan haksız ve hukuksuz muameleyi nasıl görüyor? Destek mesajları alıyor musunuz?

Gülşah:

Silivri’de motivasyonumu en çok dirilten olaylardan birisi de dışarıda bizlere yapılan haksızlığa karşı duran kişilerin olduğunu bilmemdi. Neredeyse her kesim bu hukuksuzluğa karşı çıktı. Adımıza şarkılar yazıldı, tweetler atıldı, destek mesajları geldi, eylemler düzenlendi. Elhamdülillah topyekün dur diyebildik. Sözü direkt muhatabına söylemek halkta büyük bir ilgi uyandırdı. Bir yandan da bugün, ABD’de yaptığı eylemler neticesinde tutuklanan Rümeysa için ayağa kalkan bazı kesimler Türkiye’de tutuklanan Gülşah için aynı tavrı sergilemedi.

Şeyma:

Evet, birçok destek mesajı aldık, bu bizi güçlendirdi. Ama bir yandan da Filistin dostlarının bir kısmı sessiz kalmayı tercih etti, belki korkudan, belki de mevcut baskı ortamında ses çıkaracak gücü bulamadıklarından. Yine de bu süreçte yanımızda olan herkese teşekkür borçluyum, çünkü dayanışma olmadan bu mücadele yürütülemez.

Başınıza gelenler Filistin Davasına ve Türkiye’ye dair bakışınızda herhangi bir değişime yol açtı mı? Duygu ve düşüncelerinizi merak ediyorum.

Gülşah:

Filistin için eylem yapan birilerinin tutuklanmış olması… Bunu bir an için düşünelim. Bugün Türkiye’de 9 kişi işkence, kötü muamele ve hukuksuzluklar ile tutuklandı. Ne için? Kırmızıçizgisi Filistin olan Türkiye’nin Gazze’yi yerle bir eden jetlere yakıt sağlamasına karşı durduk diye mi? Her gün onlarca ticari geminin İsrail’e gitmesine göz yummadık diye mi? Vicdan Gemisi’nin engellenmesine direndik diye mi? Başıma gelenler, bu davada bir avuç olduğumuzu, işbirlikçilere karşı direnişi bırakmayıp Filistin’in sesi olmamız gerektiğini tekraren anlamamı sağladı.

Şeyma:

Aksine, inancım daha da güçlendi. Türkiye’de Filistin meselesine gerçekten sahip çıkanların ne kadar az olduğunu ve Filistin’i sadece bir siyasi malzeme olarak kullananların ne kadar çok olduğunu gördüm. Bu mücadele kolay bir mücadele değil, ama bu kadar zor olması bile neden daha çok ses çıkarmamız gerektiğinin bir göstergesi. Filistin davası bizim onur davamız ve bu baskılar bizi yıldıramaz, aksine daha kararlı yapar.

Devamını Okuyun

Söyleşiler

Mücahit Gültekin: Aksa Tufanı Her Şeyi Altüst Etti

Yayınlanma:

-

Dün gibi hatırlıyorum Mücahit Gültekin ile tanıştığım günü. İnsanın kitapsever, okuyan arkadaşlarının olması ne büyük nimet. Av. Kaya Kartal’ın masasındaki kitaplara göz gezdiriyorken biri hemen ilgimi çekmişti ismiyle: “Algı Yönetimi ve Manipülasyon” Kitabı, vakit kaybetmeden sipariş etmiş, gelir gelmez okumakla kalmamış, hakkında bir de yazı kaleme almıştım. (Şubat 2017) Herkes bu kitabı okusun istemiştim. Kitap, övdüğüm kadar varmış, belgeyle konuşuyorum, bugün 17. baskıda! Bu röportajda da aynı duyguyu yaşıyorum. Herkes bu röportajı okusun istiyorum. Mücahit Gültekin’in, hayatlarımızda tarihi bir kırılmaya yol açacak denli önemli bir hadise olan Aksa Tufanı üzerine değerlendirme ve tespitleri bir hayli kıymetli. Okuduğunuzda bana hak vereceksiniz.

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Aksa Tufanı, içinde bulunduğumuz coğrafya, Müslümanlar, batılı toplumlar ve daha özelde de Filistin dostları için farklı düzeylerde kırılmaya yol açan tarihi bir olay. Bu, ana sütü kadar helal özgürlük mücadelesine Amerika ve İsrail’in başını çektiği emperyalist ve Siyonist bloğun verdiği karşılık 19 aydır devam eden bir soykırım oldu. Yıkım ve katliamlarla dolu bu dehşet verici modern soykırım tablosuna baktığınızda ne hissediyorsunuz?

Şu üç duyguyu sürekli hissettim: Öfke, mahcubiyet ve çaresizlik. Öfke, İsrail ve destekcileriyle ilgili. Mahcubiyet, Gazze’nin metaneti, tevekkülü, izzeti ve inceliğiyle ilişkili. Savaşın ilk günlerdeki Ebu Ubeyde’nin “Savaşı ekranları başından izleyen Arap ve İslam dünyasına savaşın kalbinden sesleniyorum!” diye başlayan o unutulmaz konuşma, kalplerimizi mahcubiyetle damgaladı. Ve bu öfke ve mahcubiyetin daha da derinleştirdiği bir çaresizlik hissi… Özellikle Ebu Ubeyde’nin o konuşmasından sonra Hz. Meryem’in “Keşke unutulup gitseydim!” dediği o dua geliyor sürekli insanın aklına.

Bütün bunların bende oluşturduğu en temel duygu Aksa Tufanı gibi bir şeye hazır olmadığımız hissiydi. Gazze’yle bizim aramızdaki psikolojik mesafenin bizim sandığımızdan çok daha fazla olduğunu fark ettim. Türk filmlerindeki meşhur replikte söylendiği gibi: Biz başka dünyaların insanıyız, onlar başka bir dünyanın insanı. Direnişle aramızda kapatılması zor bir psikolojik mesafe olduğunu hissediyorum. Ebu Şuca’nın şehadetinden bir hafta önce yaptığı son paylaşımı dikkatli bir şekilde okuyan herkesin bu mesafeyi hissedeceğini düşünüyorum: O paylaşım, “Benim için” diye başlıyordu. Yani kendisine sesleniyordu Ebu Şuca. İlk cümlesi şöyle: “Kalbimin asla iyileşeceğini sanmıyorum ve hayatımın geri kalanında, önemli bir şey yapmamış olsam bile, hep bir yetersizlik hissi yaşayacağım. Başkalarının yaptığı fedakârlıkları ve katlandıkları şeyleri gördüğümde hissettiğim o korkunç hissin etkisinden kurtulamıyorum.” Ebu Şuca, bir berberdi. Dükkândaki malzemelerini satıp bir silah almış ve sonra Tulkarem taburunun komutanı olmuştu. İsrail’in en çok arananlar listesinin başındaydı. İsraillilerin yakından tanıdığı bu adam 29 Ağustos sabahı işgal güçleriyle girdiği çatışmada şehid olduğunda 26 yaşındaydı. Ondan bize kalan şu söz aramızdaki mesafeye ilişkin de bir fikir veriyor: “Bir evim yok! Bir arabam yok! Ama uğruna öleceğim bir duruşum var!”

Aksa Tufanı, hakkıyla bakan herkese bizde olanı ve olmayanı gösteren bir ayna olarak karşımıza çıktı. Kimse bu aynaya bakmazlık edemedi. Bakıp da göremeyenler, görüp de görmezden gelenler var. Bunlara diyecek çok bir şeyim yok. Fakat “Görülmesi gerekip de göremediğimiz neler var acaba?” sorusu insanı bunaltıyor.

Bu süreçte sizi şaşırtan şeyler oldu mu? “Her şeye rağmen bunu beklemiyordum!” dediğiniz şeyler…

Tam olarak “şaşırmak” denir mi bilmiyorum ama beni sarsan önemli olaylar oldu. Bunlardan biri Aaron Bushnell’in kendini yakmasıdır. Bushnell’in kendini yaktığı tarih 25 Şubat 2024 idi. O tarihte Türkiye’den İsrail’e gemiler işliyor ve dindar kesim bunu (az bir kesim hariç) ya çok farklı gerekçelerle savunuyor ya da görmezden geliyordu. Bushnell’in kendini yakması kadar öncesinde söyledikleri de çok sarsıcı. Aramızdaki farkı çok iyi yansıtıyor. Öyle çok uzun konuşmadı, birkaç şey söyledi sadece. Özellikle şu cümlesi çok etkileyiciydi: “Aşırı bir protesto eylemine girişmek üzereyim ancak Filistin’de insanların sömürgecilerin ellerinde yaşadıklarına kıyasla bu, hiç de aşırı değil!” Bushnell ile aramızdaki fark, gerçekten çok sarsıcıydı: 10 bin km ötede, ABD ordusunda görevli 25 yaşındaki bir adam, Filistin için kendini yakarken burada ömrü “Filistin!” diyerek geçmiş kimi kişiler Türkiye’nin sorumluluğuna dâir tek bir cümle kurmadılar. Dahası, “Limanları Siyonizm’e kapatın!” diyen gençleri linçlediler. Ben o günlerde şöyle bir şey yazmıştım: “Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kesin. Hiç kimse de eskisi gibi olmayacak. Tufan, her şeyi alt üst etti. Büyük gördüklerimiz zamanla küçüldü, küçük gördüklerimiz her geçen gün büyüdü. Yakındakiler savrulup uzaklaştı, uzaktakiler gelip kalbimize yerleşti. Aaron Bushnell’in kendini yaktığı gün anlamıştık bunu.”

Gazzelilerin bana göre destansı, bir batılıya göre akıl almaz görünen direnişini siz nasıl tarif edersiniz?

7 Ekim sabahı erken kalkmıştım. Tekrar yatmadım. Bilgisayarı açtım, bir şeyler yazacaktım. Sonra bir ara twitter’a girdim. Aksa Tufanı’nı neredeyse başladığı saatlerde görmüş oldum. İlk bir iki saat neler olduğunu anlamaya çalıştım. Açıkçası hafsalamın almayacağı şeyler oluyordu. Ağzımdan dökülen ilk kelime “mucize” oldu. Hâlâ da öyle tanımlıyorum. Daha azını söylemek sanki direnişe haksızlık olurmuş gibi geliyor. Çünkü Gazze’nin şartlarını İsrail’in (ve destekçilerinin) teknolojik, askeri ve istihbari gücüyle kıyasladığımızda o gün olup bitenleri rasyonel kavramlarla açıklamak zor diye düşünüyorum. Nitekim Ebu Ubeyde, 28 Ekim’de yaptığı konuşmada şöyle demişti: “7 Ekim’de düşmanın kalelerine saldırırken Allah’ın yardımının tecelli ettiğini gördük. O kaleler örümcek ağı gibi önümüze çöktü.” Eskiden, Peygamberlerin mucize göstermesine rağmen insanların neden inanmadığına şaşardım. Kızıldeniz’i yarılmasına ve insanların oradan geçmesine rağmen insanların bir süre sonra Samiri’nin buzağısına tapmasına bir anlam veremezdim. Şimdi anlıyorum ki, insanlar bazen gözlerinin önünde gerçekleşen mucizeleri göremeyebiliyor. Daha doğrusu görüyor ama algı yönetimi ve manipülasyonlara maruz kaldıkları için gördüklerine hakkıyla kıymet biçemeyebiliyor. Nitekim “mukavemet” ile “kıymet” kelimeleri aynı kökten geliyor. Kanaatim o ki, Aksa Tufanı olarak isimlendirilen mukavemete gereken kıymeti göstermedik, gösteremedik. Bunun da Allah katında bir sonucu olacaktır, diye düşünüyorum. Allah hepimizi affetsin.

Sizce Aksa Tufanı’nın bize öğrettiği veya hatırlattığı en önemli dersler nedir?

Aksa Tufanı’nın bize verdiği dersleri hakkıyla görmek ve değerlendirmek ahlaki ve zihinsel olgunlukla çok yakından ilişkilidir, diye düşünüyorum. Bu açıdan bakınca Tufan’dan gerekli dersleri çıkarmak bizim olgunluğumuzla sınırlı. Bu sınırlılığın farkında olsam da çıkardığım dersleri dört kavramla özetliyorum: İzzet, zillet, vahdet ve kibr. İzzet, Gazze’yle; zillet, İslam dünyasıyla; vahdet, direnişle; kibr, İsrail ve destekçileriyle ilişkili. Gazze’nin izzeti hakkında çok fazla şey söylemeye gerek yok sanırım. Yokluğun, yoksulluğun ve acının her türünü yaşamış bir halkın gösterdiği metanet ve dirayet gerçekten bizim idraklerimizin ötesinde! İslam dünyasının zilleti hakkında da çok şey söylemeye gerek yok: 595 gündür İsrail’e bir yaptırım uygulamadılar. Bilakis Azerbaycan, Katar, BAE, Ürdün, Mısır, Türkiye gibi ülkeler İsrail’le çeşitli düzeylerde işbirliklerini ve ilişkilerini devam ettirdiler. Fakat kibr ve vahdet kavramlarını biraz açmak istiyorum.

Aksa Tufanı, Batı’nın kimi zaman incelikli ve karmaşık teorilerinin/kavramlarının ardına gizlenmiş kibrini somutlaştırdı ve bu kibrin nasıl bir riyakârlığa ve vahşete yol açtığını bize gösterdi. Aksa Tufanı’nın en önemli bereketlerinden biri budur.

Batılı emperyalist seçkinlerin öjenik reflekslere sahip olduğunu biliyoruz. Gazze’deki soykırım geçmişi çok eskilere dayanan bu güdünün bir sonucu. Kur’an, bu refleksin kaynağını tanımlarken “Onların göğüslerinde erişemeyecekleri bir kibrden/büyüklükten başka bir şey yok.” diyor. Yoav Gallant, Aksa Tufanı’nın ilk günlerinde bu refleksi vermişti: Filistinlileri “insansı hayvanlar” olarak tanımlamış ve hiçbir kurala bağlı kalmayacaklarını söylemişti. Tünellerin altında yaşayan bir grup “insansı hayvanın” irade ve inisiyatif gösterebilmesi onlar için tahammül edilemez bir şey. Onlara acı veren şey, Siyonistlerin rehin alınması ya da bir grup işgalcinin öldürülmesinden öte bir şey. “Büyüklük” yani dokunulmazlık duyguları zarar gördü. O yüzden savaşın başında “HAMAS’ı yok etmek” ve “Gazze’yi direnişten arındırmak” gibi irrasyonel bir hedef belirlediler. 6 günde 6 bin ton bomba attılar. Çılgınca saldırdılar. Bugün itibariyle yaklaşık 100 bin tona yakın bomba attılar. Netanyahu, ilk günlerde bu korkunç bombalamaları resmi hesabından paylaştı. Neden? Çünkü tarihlerinde ilk defa “evlerinden” alındılar; sürüklenerek ciplere bindirildiler. Sokaklarında Hamas askerleri dolaştı.

Bu tablonun onlarda var ettiği şoku, yarattığı travmayı biz tam olarak anlayamıyoruz. Bunu ancak müstekbirler tam olarak kavrayabilir. O yüzden, Batılı devletler İsrail’i anlayışla karşıladılar. Aksa Tufanı’nın onlarda yarattığı şoku belki şu örnek biraz anlamamızı sağlayabilir. İsrail, 2011’de tek bir askerlerinin (Gilat Şilat) karşılığında 1027 Filistinli mahkumu serbest bırakmıştı. Bu, bir kibir gösterisiydi. Dahası İsrail, ölmüş askerlerinin kemikleri karşılığında bile mahkumları serbest bırakabilen bir ülkeydi. Şimdi ise, HAMAS’ın elindeki esirlerini öldürme pahasına korkunç bir bombalama yapıyorlar. Dediğim gibi, bu akıldışı bir şeydi. Esirlerini geri almaktan çok, kırılmış kibrlerini geri almanın savaşını verdiler. Fakat bütün bu vahşete rağmen tatmin olmuş değiller, olamazlar da! 7 Ekim onların sinelerinde sürekli kanayacak bir yara açtı. Bu yaranın acısı hiç geçmeyecek. Çünkü Kur’an’ın buyurduğu gibi “ulaşamayacakları/tatmin olmayacak” bir kibre sahipler. Bu acıyla saldırıyorlar ama bu saldırganlık onları daha da çıkmaza sürükledi. “İnsan hakları” vs. gibi birtakım yalanlar üzerine kurdukları sistemin yıkılması pahasına yaptılar bunu. Şimdi o çıkmazın sancısını yaşıyorlar.

Aksa Tufanı’nın bize öğrettiği en önemli dersin ise vahdet olduğunu düşünüyorum. Fakat bu dersi almadığımızı, alamadığımızı içim acıyarak izliyorum. Bu, gerçekten Aksa Tufanı sürecinde benim en fazla içimi yakan konu oldu. “Tefrika” denilen hastalığın İslam toplumlarında ne denli köklü olduğuna; mezhepçiliğin ve kavmiyetçiliğin benliğimizi saran nasıl güçlü bir virüs olduğuna tanık oldum. Bazı olağan üstü durumlar vardır ki, bazı problemlerin ötelenmesi gerekir; konuşulması-yazılması ayıptır, cürümdür, sorumsuzluktur. Fakat soykırımın en yakıcı günlerinde bile bizim toplumumuzda mezhepçilik ve kavmiyetçilik yapıldı.

Halbuki Aksa Tufanı’nın gerçekleşebilmesi Gazze’deki 10’dan fazla grubun birlikteliği ile mümkün olmuştu. Bu grupların içinde FHKC gibi sol menşeli gruplar da vardı. Fakat hepsi Muhammed Dayf’ın komutası altında birleştiler. Örneğin 8 Ekim 2023’te FHKC Siyasi Büro Üyesi Mervan Abdül-Al ile gerçekleştirilen bir röportajda Abdül-Al, Aksa Tufanı’na bütün grupların katıldığını ama operasyonun başlama ve zamanlama meselesinin Kassam’ın liderliğinde gerçekleştirildiğini söyler. Gazze’nin kendi içinde birlikteliğini sağlamasını, Tufan’ın kendisinden daha azametli bir başarı olarak görüyorum.

Diğer taraftan bu birliktelik sadece Gazze’deki direniş gruplarıyla sınırlı kalmadı. Lübnan’daki Hizbullah, Gazze için çok ağır bedeller ödedi. Eylül’ün son haftasında İsrail jetleri bir gün içinde Lübnan’a 1100’den fazla sorti yaptı. 1 milyon 200 bin kişi yerinden edildi. Hizbullah en seçkin komutanlarını bu savaşta şehid verdi ve nihayetinde Seyyid Hasan Nasrallah ve onun yerine geçen Safiyüddin Haşim şehid oldu. Ancak o günlerde hâlâ Türkiye’de Hizbullah’ın “tiyatro” oynadığını söyleyen kalemler vardı. Üstelik bunları söyleyen kişiler Türkiye’nin İsrail’le ticaretine ses çıkarmadılar. Ben bu tutumun İsrail’in bombaları kadar acımasız olduğunu düşünüyorum. Hâlbuki Aksa Tufanı, “vahdet” açısından büyük bir imkân idi. Şiilerin, Sünni Gazze için kanlarını, canlarını vermesi kalplerin yakınlaşması açısından büyük bir fırsattı. Kaldı ki, Muhammed Dayf başta olmak üzere, İsmail Heniyye, Yahya Sinvar, Ziyad Nehhale, Ebu Hamza ve Ebu Ubeyde gibi liderler bunu defalarca dile getirdiler. Ne var ki, mezhepçilik ve kavmiyetçilik hastalığı böyle bir şey işte! Sahada olup biteni görmezden geldikleri gibi, direniş liderlerinin çağrılarına da kulak tıkadılar. Özetle, Aksa Tufanı mezhep, kavmiyet ve hizip gibi farklılıkları ayrımcılığa dönüştürmediğimiz takdirde İsrail ve müttefikleri karşısında başarılı olabileceğimizi, aksi takdirde zillete mahkum olacağımızı bize öğretti.

Uzun yıllardır varlığını sürdüren, geniş imkânlarla kabalıklar içinde boy gösteren sayısız sivil toplum kuruluşu bu süreçte tutuk ve sinik kalmışken Türkiye, “Filistin İçin 1000 Genç”, “Direniş Çadırı” gibi küçük grupların adını duydu, eylemlerine şahitlik etti. Sizce bu normal miydi? Nasıl değerlendirirsiniz?

Kanaatimce sorunuzda ifade edilen konu Türkiye’nin Aksa Tufanı tecrübesini analiz ederken merkezi konumunu hep koruyacaktır. Şu hep sorgulanacaktır: Filistin ve Kudüs adına kurulmuş dernekler, vakıflar ve ömrünü “Filistin” diyerek geçirmiş kanaat önderleri Türkiye-İsrail ilişkisini neden görmezden geldiler? Neden İsrail’e akan petrole ses çıkarmadılar? Neden Türkiye’de İsrail bayrağının dalgalanmasına ses etmediler? Neden İsrail’e istihbarat desteği sağlayan üsleri gündemlerine almadılar?

Bunların cevaplarını sivil kişi ve kurumların iktidarla ilişkisinde aramak gerekiyor. AK Parti iktidarı bu kişi ve kurumların “tepki sınırlarını” belirledi diye düşünüyorum. Sivil kişiler ve kurumlar toplumun Filistin hassasiyeti doğrultusunda iktidara muhalefet gösterecekleri yerde, kendi kitlelerinin tepkilerini iktidarın hassasiyetleri ile uyumla hale getirmeyi tercih ettiler. Bu noktada Filistin İçin Bin Genç ve Direniş Çadırı gibi iktidarın kontrol alanında olmayan gruplar Aksa Tufanı sınavında başarılı bir imtihan verdiler. Seslerini yükselttiler ve bedel ödediler. Bu sebeple onlara teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Burada dikkat çekici bir nokta var: Bu gruplar, iktidara entegre ya da iktidara yakın gruplara göre hem sayı olarak hem de imkân olarak mukayese kabul etmez bir şekilde zayıf olmalarına rağmen hem iktidar üzerinde hem de geniş kitleler üzerinde etkili oldular. Türkiye’nin ticareti kesmesinde bu grupların yükselttiği sesin belirleyici olduğunu düşünüyorum. Bu da bize şunu gösteriyor ki, direnişin en önemli gücü “haklılık”tır. Bu kişiler, kaldı ki pek çoğu genç ve öğrenciydi, elleriyle yazdıkları pankartlar ve polis arabasına bindirilirken attıkları sloganlarla iktidarın İsrail politikasını sarstılar. Büyük binalara, büyük paralara ve büyük topluluklara sahip olmanın değil, bedel ödemeyi göze alarak hakkaniyetli bir duruş göstermenin daha önemli olduğunu herkese gösterdiler. Diğer taraftan iktidara entegre mikrofon ve kalemlerin yükselen bu itirazı karalamaya çalışmaları utanç vericiydi. Bu kişiler sosyal medyada linç edilmek istendi. Ama bu sesi yine de bastıramadılar. Hz. Ali bu gerçeği çok güzel ifade ediyor: “Haklıysan korkma, Hak seni korur!” Vicdan sahibi herkesin bunun muhasebesini yapacağını düşünüyorum.

Eylemlerde sıkça attığımız “Yaşasın Küresel İntifada” sloganı sizce yaşıyor mu?

Togore’un bir sözü var: “Yeni doğan her çocuk Tanrı’nın insanlardan umudunu kesmediğini gösterir.” diyor. Sloganlar bir umudu, bir özlemi, bir duruşu, bir irade ve ideali yansıtıyor. Bu açıdan bakınca eğer böyle bir slogan atılıyorsa, atılmaya devam ediyorsa bu; umudun, özlemin ve duruşun yaşadığını gösterir diye düşünüyorum.

Yine eylemlerde –sanırım biraz da utandığımız için- ara sıra attığımız “İslam ümmeti kabul etmez zilleti” sloganı sizce yaşıyor mu?

Kuşkusuz meydanlarda atılan en güzel sloganlardan biridir bu. Fakat bu sloganı “Etmemesi gerekir!” şeklinde anlıyorum. Eğer ortada bir İslam ümmeti varsa kuşkusuz bu ümmet, zilleti kabul etmez, etmemelidir. Ne var ki, Aksa Tufanı bu sloganın gerçekliğinin olmadığını bize gösterdi. İsrail izin vermeden Gazze’ye bir pirinç tanesi bile sokamayan, İsrail izin vermeden Mescid-i Aksa’yı ziyaret edemeyen bir ümmetten söz edebilir miyiz? Böyle bir ümmetten söz ediyorsak bu muhayyel bir ümmet değil midir? Fakat yine de bir önceki soruya verdiğim cevapta söylediğim gibi, sloganlar bize ne istediğimizi ve neyi özlediğimizi anlatır. Dolayısıyla bu sloganları atmaya devam edeceğiz ancak bu sloganlardan da öte dünyada hesaba çekileceğimizin farkında olarak. Çünkü Kur’an bize şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyleri neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında şiddetli bir buğza neden olur.” Allah’tan niyazımız attığımız sloganların hakkını verme şuurunu ve dirayetini bizlere vermesidir.

Biz, Türkiye’de yaşayan Müslümanlar, Türkiye Devletinin soykırım sürecinde dahi İsrail’i desteklediğine şahit olduk. Buna engel olamadık. Limanlar ve hava sahası Siyonist çetelerin kullanımına açık. Ticaret açık veya örtülü yollardan devam ediyor. Azerbaycan petrolünü Bakü Ceyhan hattı üzerinden İsrail’e sevk ediyor Türkiye. Üstelik, özeleştiri yapacağımız yerde hamaset alıp hamaset satıyoruz. Gerçeklerle yüzleşecek iradeyi neden ortaya koyamıyoruz?

Bir şarkı vardı, sözlerinde “Yalan da olsa beni sevdiğini söyle” gibi bir mısra geçiyordu. Gerçekleri duymak ve görmek bazen tahammül edilemez olabilir. Özellikle toplumsal kimliğin üzerine bina edildiği söylemlerin gerçekliğinin sorgulanmasının sonuçları çok yıkıcı olabilir. Bu yüzden insan gerçekliktense yalan bir tarihe razı olabilir. Bazı ülkelerin “hafıza yasaları” (memory law) çıkarmasının sebebi budur. İlk hafıza yasaları 1990’ları başında Fransa’da çıkarılmıştı. Gayssot Yasası “Holokost inkarını” suç sayıyordu. Ondan sonra pek çok devlet ulusal tarihlerini makbul kılacak bir şekilde hafıza yasaları çıkarmıştır. İsrail’deki Nekbe Kanunu da bunun bir örneğidir.

Türkiye’deki dindar kesime Aksa Tufanı’na gelinceye kadar “Dünya bizi bekliyor!”, “AK Parti Kazanırsa Gazze Kazanır!” “Biz Kaybedersek Filistin Kaybeder!” propagandası yapıldı. Çok çeşitli düzeylerde yapıldı bu. Bayrak düştüğü yerden kalkacaktı! Yıllarca işlendi bu propaganda. Ne var ki, Aksa Tufanı çok sert ve yıkıcı bir gerçeklik ortaya koydu: Soykırımın yakıtı Türkiye’den gidiyordu. 590 küsur gün boyunca İsrail’le ilişkilerini kesemeyen bir iktidar gördüler. Bu, sarsıcı bir çelişki oluşturdu. Sosyal psikolojide “bilişsel çelişki kuramları” vardır. Bu kuramlar bize şunu söyler: İnsanlar bilişsel bir çelişki yaşadıklarında gerçekliği bu çelişkinin verdiği rahatsızlığı yok edecek şekilde yeniden kurgularlar. O yüzden dindar kesimlere iki şey söylendi: Birincisi, İsrail’le ticari ya da siyasi ilişkiler uluslararası hukukun, uluslararası güçlerin de hesaba katılması gereken, “ha deyince” kesilip atılamayacak şeylerdi. Bu argüman, iktidarın sorumluluğunu hafifleten, yapması gerekeni “onun gücünün dışında gören” bir bakış açısına işlerlik kazandırdı. Ancak Namibya, Güney Afrika, Kolombiya, Nikaragua gibi ülkelerin İsrail’e yönelik yaptırımları gelince bu argüman çok işlemedi.

Bize söylenen ikinci şey şuydu: Hiçbir şey gördüğünüz gibi değil! Gazze’ye en büyük yardımı biz yapıyoruz! Mühendislerimiz Gazze’de, askerlerimiz Gazze’de vs. İsrail’le ilişkilerimiz bu yardımı yapmamızı sağlayan bir perde! Bunlar açıktan da söylendi ama özellikle daha kapalı mahfillerde bu argüman daha abartılı bir şekilde de işlendi. Bu çok mantıklı bir propagandaydı. Bir bizim gördüklerimiz vardı, bir de bizim “bilmediğimiz şeyler” yapılıyordu. Bu “bilmediğimiz şeyler” güçlü bir yatıştırıcı olarak işlev gördü. Hatta “perde/örtü” argümanı görünürde kötü gibi görünen ama “bilmediğimiz daha büyük şeylerin” yapılmasını sağlayan hayırlı bir şeydi. “Ehven-i şer” argümanının bu anlamda kolaylaştırıcı bir işlev gördüğünü de söyleyebiliriz.

Fakat bütün bunlara rağmen, istenilen düzeyde olmasa da, iktidar çevrelerinin oluşturduğu algı belli düzeylerde sorgulandı, sorgulanıyor diye düşünüyorum. Aksa Tufanı’nın kimsenin hayal etmediği kadar uzun sürmesi bunda etkili oldu. Bu sorgulama hayırlı bir şey. Çünkü gelecekte daha etkili bir aksiyon alabilmemiz kendi gerçekliğimizi idrak etmemizle mümkün.

Müthiş bir yalnız bırakılmışlık ve ihanetle kuşatılmış Filistin’i, daha özelde Gazze’yi nasıl bir gelecek bekliyor? Bir öngörünüz var mı?

Kuşkusuz Gazze çok zor durumda. Direniş cephesi büyük kayıplar verdi, ağır bedeller ödedi. Ancak direniş hala vurmaya devam ediyor. Boyun eğmedi. Bu, hiç kimsenin beklemediği bir şeydi. Belki direniş bile bu kadarını beklemiyordu. 7 Ekim sonrası ilk demeçleri hatırlayalım: İsrail birkaç hafta, bilemedin birkaç ay içinde sonuç alacağını söylüyordu. 590 küsur günden sonra direniş hâlâ müzakere masasında. HAMAS hâlâ muhatap. ABD’nin Netanyahu’yu bypass ederek HAMAS’la yaptığı müzakere bunun kanıtı. Diğer taraftan Muhammed Dayf gibi, İsmail Heniyye gibi, Yahya Sinvar gibi, Hasan Nasrallah gibi büyük kurbanlar verildi. Aksa Tufanı tecrübesi, hafızaları sonsuza kadar değiştirdi. Çok büyük tecrübeler edinildi. Normalleşme düşüncesi iflas etti. Direniş doktrini daha kök saldı. Bunun yanı sıra Direniş, Gazze aynasında herkesin röntgenini gördü. Bu röntgenin tahlilini yapacak ve bu tahlilin sonuçlarına göre daha güçlü bir şekilde yoluna devam edecektir inşallah.

Son olarak, yazdıklarınızdan, konuşmalarınızdan çıkardığım şu: Filistin’e gönülden bağlısınız. Sizi bu kadar özverili bir Filistin dostu yapan nedir?

Öncelikle hüsn-ü zannınızdan dolayı çok teşekkür ederim ancak şunu da söylemeliyim: Filistin karşısında boynumuz bükük ve derin bir mahcubiyet içindeyiz. Direnişe karşı ömrümüzün sonuna kadar borçlu kalacağız. Elias Rodriguez manifestosunda müthiş ifade etmiş bunu: “Bizler -bunun olmasına izin verenler- Filistinlilerin affını asla hak etmeyeceğiz!” Evet, bunu hak etmiyoruz ama Allah’ın affına ve direnişin geniş gönüllülüğüne ve hoşgörüsüne sığınarak umut ediyoruz.

Belki de dünyadaki hiçbir mesele taraf olma açısından Filistin davası kadar net değildir. Filistin, dünyanın en temiz davasıdır. Bunda ilahi bir bereket olduğunu düşünüyorum. Allah’ın Mescid-i Aksa’yı ve çevresini “mübarek” kılmasının bir anlamı olmalı. Resul-i Ekrem’i bir gece Mekke’den alınıp, Mescid-i Aksa’ya getirmenin ve oradan Mirac’a yükseltmenin bir anlamı olmalı. Yoksa Allah, Hz. Muhammed’i Mekke’den de Mirac’a yükseltebilirdi. Doğruyla yanlışın bu kadar karıştığı, zihinsel ve psikolojik dünyalarımızın bu kadar kirlendiği bir dünyada Filistin kendisine tutunup arınabileceğimiz bir temizliği temsil ediyor. Kudüs, ilahi âlemden yeryüzüne sarkıtılmış bir el gibi, eğer bu ele tutunursak, bu merkezin etrafında buluşursak insanlığın arasında örülmüş sahte duvarlar yıkılabilir. Birbirimize yakınlaşabiliriz. Hem birbirimize hem de İlahi olana yakınlaşabiliriz.

Teşekkür ederim söyleşi için.

Ben teşekkür ederim.

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x