Connect with us

Köşe Yazıları

Toplum; ya Allah’ın Kulu, ya Sultan’ın!

Yayınlanma:

-

İdeolojik ve kültürel farkları ayırt etmeden Anadolu’da yaşayan insanların toplumsal ve siyasal yaşam biçimlerini bilimsel verilerle anlamak ya da kategorize etmek mümkün olmaz. Buranın kendine has tarihsel ve kültürel genetiği, davranışsal kodlarının olduğunu çoğu zaman unutuyoruz. Örneğin bu toplum her tür kaosa şerbetli ve krizlere alışıktır; uzun süren istikrarlı bir düzene bağışıklı olmadığı gibi.

İnsan; iklim ve coğrafyanın şartlarına, imkânlarına veya imkânsızlıklarına karşı kendini ayarlayabilen bir varlık olduğu gibi sosyo-ekonomik, politik şartlara ve imkânlara veya kısıtlamalara göre de şekillenen bir yapıyı tesise de koşulludur.

Hangi uzmanlık alanında olursa olsun bilimsel veriler genel bir skala yapar; öznel-yerel ve tarihsel-kültürel şartları ve verileri dikkate almadan bir ortalamaya ulaşmayı amaçlar. Böylece tüm denekleri ortalamanın içinde görür; dolayısıyla çoğu kere sahici sonuçlara ulaşamaz, doğru izahta yetersiz kalır.

Anadolu sakinlerine dönersek… Anadolu’yu oluşturan halklar bu coğrafyaya geldi geleli başları selamete erdirmeyen koşullarda ve bugüne fazlasıyla benzer sosyo-politik şartlarda yaşadı; dolayısıyla bize bugün için berbat görünen koşullara gayet şerbetlidir, bağışıktır. Kendini bu tür koşullara göre ayarlamasını iyi bilir.

Aksi olsaydı bugünkü siyasi ve ekonomik şartlarda, hukuki düzende, hızla değişimi zorlayan ve nerede durulacağını kaybettiren teknolojik değişimlerde, böyle bir ülkenin olmaması, böyle bir toplumun yaşamaması gerekecekti; ya iç savaş, parçalanma veya fiili düşman işgali konuşulacaktı…

İspanyollar, Amerika’nın zengin tarım topraklarına sahip güneyini işgal ettiklerinde büyük zenginlik elde ettiler.

Hollandalılar, İngilizler ve Fransızlar bu işte geç kaldıkları için, verimsiz arazilere ve kaynaklara sahip kuzey Amerika’ya razı geldiler; İspanyollar o zamanlar süper güçtü, bunları güneye sokmamıştı.

Kuzeyi işgal edenler zorunlu olarak tarıma değil imalata, sanayiye ve define avcılığına yöneldiler; eldeki kısıtlı imkânları büyütmeye ve geliştirmeye çalıştılar. İç savaş başlayana kadar böyle gitti. Savaşı kuzeyliler kazanacaktı; zira teknolojik fark, savaşın kaderini tayin edecekti.

Burada söylenmesi gereken veya cevabı aranan şu: Dört yüz yıl öncesinin zengin güneylisi, neden bir süre sonra yoksullaştı, yoksul kuzeylisi nasıl zenginleşti?.

Bu durum sadece Amerika kıtasına da has durum değil üstelik.

Vaziyet veya değişim farklı açılardan yorumlanabilir; illa sanayileşme ve teknoloji ile de sınırlı kalınmaz. Başka şeyleri göz ardı etmemek gerek.

Göze batan sonuca yoğunlaşırsak zenginlik, konfor ve güçlenme toplumları bir süreliğine aldatıyor, tembelleştiriyor, zevke, sefaya ve eğlenceye yönlendiriyor; hazırı eritiyor, sonra da sıfırı tükettiriyor!

Yoksulluk ve imkânsızlık koşulları insanları zorluyor; araştırmaya, icada yönlendiriyor, başka alternatiflere motive edip zenginleştiriyor ve güçlendiriyor.

Petrol ve doğal gaz zengini Araplarla İranlılar, kuzey-güney Amerika misalinde güneyi temsil ediyor; Türkler öylesine zengin kaynaklara sahip değil ama bunlardan daha gelişmiş, zenginlikte boy ölçüşen bir ülke yaratarak kuzeyi andırıyor.

Bu işlerin neden böyle olduğunu anlamaya çalışan tarihçiler, sosyologlar, ekonomistler, arkeologlar, etnografyacılar değişik tezler ileri sürdüler.

Aristo’dan Cicero’ya İbn Haldun’dan Machiavelli’ye kadar tarihin ender bilgeleri bu durumu başka şekilde izah ederken detaylarda ayrışsalar da genelde ortak kanaat belirttiler;

Toplumsal yaşamda ve değişip duran koşullarda “evreler”var; her evre kendi koşullarıyla ilerliyor, bir zirveye gelip oradan geri saymaya başlıyor ve başa dönüyor. Böylece döngüsel bir hareket devam ediyor.

Bu dönüşüm politik nedenlerle izah edildiği kadar ekonomik nedenler, hukuk sistemi ve kurumsallaşma ile de izah ediliyor.

Dünya görüşünün ne olduğu burada çok fark etmiyor, sadece süreleri uzatıyor veya kısaltıyor. Şablondaki evre adaleti veya zulmü gösteriyor, bunların evreleri gösteriliyor.

Bu bağlamda Amerikalı Acemoğlu ve araştırmacı arkadaşının buldukları cevap özetle şöyle: “Toplumlar şayet kurumsal yapıları sağlam kurdularsa, adil ve eşitlikçi kuralları yaşattılarsa, zenginlik ve refah, adalet ve huzur devam ediyor; değilse kayıp başlıyor, dibe dönüş engellenemiyor.

Anadolu da benzer bir kaderi yaşıyor. İslam’la ilişkisi bağlamında bakacak olursak Anadolu insanının şeriatla, şer’î hukuk ve siyasi düzenle olan ilgisi göçer toplumun gündelik ve kısa vadeli ihtiyacını karşılamaktan öteye geçmedi. Sembolik unsurlarla yetindi. Derinliğe ve içeriğe sahip şeriatçılık sınırlı bir zümrede kaldı; geniş halk yığını ahlaktan bağımsız bir dini anlayış ve yaşayışla yetindi.

Bu tarz toplumsal yapılar istikrarlı ve uzun süreli bir tarzla değil, gel-gitlerle meşhur, geçici başarılarla hayat sürüyor. Kurallar oturmuyor. En uzun istikrarı Osmanlı’da tecrübe eden Anadolulu, bunun 150 yıl gibi bir zaman diliminde İslami görünümü belirgin ve şer’î düzeni sağladı; sonrası bu güne ışık tutan ve hatta anlamlandıran değişimlerle idare etti.

Geçmişi siyasi krizlerle dolu Anadolu göçmeni ve sonradan Anadolu’nun yerleşiği olan halkı, işte bu nedenle türlü istikrarsızlığa hem şerbetli, hem hazırlıklıdır. Diğer taraftan Anadolu, toplumsal ve yaşamsal kült “menfaat” ilişkisini, geçici ilişkilerin getirisini “ahlaki” ilkelerin ve tutarlılığın önünde tutuyor.

İlahi mesajı buraya yorumlarsak, burada toplumsal evrelerdeki “elitlerin” ahlaksızlığını görmek mümkündür. Elitlerin şu veya bu dinden, kültürden, mensubiyetten olması belirleyici olmuyor; toplumu birlik, düzen, barış ve huzur içinde tutup geleceği sağlam temellerde kurup kurmamakta ayrışıyor…

Velhasıl bu ülkede, bu toplumda, genetik kültür ve davranış kodlarına da bakıldığında, bu toplumun Müslüman elitlerinin “ahlaksız” olduğunu tespit pek mümkün, hatta gerekli!

Fatih’ten sonra devlet müessesesine dönüştürülen medreseleri ya da ilim merkezlerini bu bağlamda anlamak gerekir. Medreselerde ilim ve kültür üretmesi beklenen hocalar (hassaten bu işi tekelinde tutan başkenttekiler) sultanların halk nezdindeki meşruiyetini sağlamaktan ve hukuki ihtiyacını teminden öte geçemediler. Öyle ki, devletin ihtiyaçlarını karşılayacak bir sektöre, sınıfsal bir yapıya dönüştüler. Devlet kurumlarından biri oldular. Devleti yöneten resmî bürokrasinin eğitiminden ve ahlaki kayıtlarla saygın mürebbiliğinden uzak tutuldular. Selçuklu’dan gelen eski güçlerini ve etkilerini yitirip sıradanlaştılar.

Bizim tarihsel genetikte ne ilim ehli, ne de mülk sahibi kaynaklı elit bir zümre yoktur. Tek elit zümre vardır:“devletlü sınıf!” Her şeyin sahibi, her şeyin sorumlusu! Bunlar kendilerine rakip de istemedi; olmak isteyeni ise daha kaynağında teslim aldı.

Şunu yeniden sormalıyız: Kökleri, gelenekselleşmiş ahlaki tutum ve istikrarlı kuralları olmayan elit bir sınıf olur mu? Olmayınca ortak iyide uzlaşmış istikrarlı bir yaşam mümkün mü? Peygamberler misali üst sınıftan değil de kendi içinden elit bir zümre çıkartamayan toplum, niteliğe erişebilir mi?

Bugün bile hâlâ tek siyasi elit zümresi devletlü olan, bu devletlünün hamilik ettiği tüccar, esnaf, sanatkâr, STK, medya, akademyadan müteşekkil resmî elit üreten koşullarda istikrarlı bir düzene, adil bir hukuk sistemine kavuşması ve geleceğe güvenle bakacağı gün görmesi mümkün müdür? Değildir!

Bunun böyle olduğunu devlet de bilir. Anadolu toplumu da bilir.

Özetle;

Tarihin hangi döneminde ve toplumsallık bağlamında hangi evrede yaşadığımızı, hangi koşullarda ve davranışsal ilişki içinde olduğumuzun tespitini yapmayı öncelemeliyiz.

Daha sonra sonuçlara değil, sebeplere yönelecek, ne yapılması gerektiği hususunda aydınlanacağız. Elimizde bir referans ve modelleme varsa hakikatle yüzleşip olması gerekene yöneleceğiz.

Bizim yaşadığımız bu toplumsal evre ve tarihsel zaman dilimi, kendine has olmadığı gibi biricik de değil. Döngüdeki bir evre! Olumlu olduğu çok da söylenemeyecek zirveden hızla aşağı doğru, dibe doğru inilen bir evre!

Şu halde bize devletlü elitin ve devletin hamiliğini yaptığı elit görünümlülerin fısıldadıkları değil, ilahi hakikatin vahyedip örneklediği istikamette hareket edenler gerek!

Anadolu insanı tipik göçer toplum karakteri olan “yağmacı” bir zihniyete sahip öteden beri. Çünkü hala göçer tabiatını koruyor; günlük yaşıyor. Kısa vadeli hesap içinde! İslam’ın ahlaki kurallarının kendisine ayak bağı olmasını istemiyor. Mensubiyeti ve dirliği sağlayacak ritüeller ve sembollerle ihtiyacını gideriyor.

Çünkü uzun vadeli güven ve istikrarı epeydir tanımıyor; başa gelene göre değişen koşullarda yaşamayı sürdürüyor. Bu koşullarda devletçi olması kaçınılmaz çünkü yaşamının zorunlu koşulu, canını ve mülkünü emniyette hissetmeyi gerektiriyor.

Fakat daha fazlası yok; adil bir düzene, hukuki bir teminata nadiren sahip olduğu için kaybettiği şeyin peşinde de değil, dolayısıyla kendi başının çaresine bakmayı öğrenmiş.

Bu zihniyet başkasına neden güvenmez, kendini neden hep garanti altında görmek ister? Elbet bunun birçok sebebi var. Sahip olduğu devletlü elit bunun en belirgin örneği, ne zaman ne yapacağı veya değişen iktidarlarda ne olacağı belli olmaz!

Selçuklular, Bağdat’ı Buveyhilerden aldığında “yabancı” yöneticiydiler. Yönettikleri halk, tüm çeşitliliğiyle yerliydi. İkisi arasında meşruiyet sorunu vardı; yöneticiler bu işin zor gücüyle sağlanamayacağının pekâla bilincindeydi.

Buraya dikkat lütfen, çünkü bu gün dahî aynı yerdeyiz..

Ne yapacaktı Selçuklu? Ya da yönetici zümre?

Halk ile barışık olmak, itaat ve güven sağlamak için ne yapacaktı?

Burada geleneksel toplumlarda var olan medreseye ve ilim ehline, özellikle İslam hukukçularına ihtiyaç vardı; bu ikisinin arası iyi olmak zorundaydı. Kendisi ilk halifeler gibi hukukçu da olmayan sultanların farklı yapıdaki toplumu yönetmek için de hukukçuya gerek duydu. Bunları yüceltti, özerkliğine çok müdahil olmadı.

Fatih’e kadar bu ilişki böyle gitti; sultanlar, medrese ve ilim ehlini el üstünde tuttu. Onlara yüksek maaşlar verdi. Devlet idaresinde imtiyazlı kıldı..

Fatih, devlet dahil her şeyi “merkezileştirirken”, medreseyi ve ilmiye sınıfını da merkezileştirdi, devletin bünyesine aldı, resmi görevli yaptı..

Bugünkü devlet merkezli İslam telakkisi ve içeriğinin kökü de işte tam burada; dinin, “devletin dini” olmasının arka planı da yine burada!

Biz bu dini “din” biliyoruz, halk da böyle biliyor. Devlet etkisi olmadan düşünemiyoruz.

Oysa aynı süreçte veya Selçuklu’da olduğu gibi devlet memurluğunu kabul etmeyen ilim erbabı, özellikle fakihler de vardı ve biz bunları, kavgalarını bilmiyoruz. Bizim kaybımız burada, kafa karışıklığımız da burada!

Gazali’nin “Sultanla yapılacak ticaret de haramdır!” sözü bize bir şey anlatmayabilir; “Sultanın yanına giden ya dininden olur, ya da canından!” sözü de anlamlı gelmeyebilir, sözün bağlamını bilmezsek şayet!

Şayet medrese-devlet ilişkisindeki süreci ve değişimi, bu sözlerin neden söylendiğini bilmiyorsak, ne ifade ettiğini de anlamayız. Burada mesele Gazali’nin “helal ticareti haram kılması” değildir, başka bir şey var. İşte bu “şey”i aramalıyız.

“Ahlak, haram-helal titizliği” bir yanda; “itaat-iktidar ilişkisi” bir yanda; o sözler çok şeyi çağrıştırıyor anlamak isteyene!

Bağlayalım:

“İki tür insan vardır.” ya da “İnsanlar iki kategoriye ayrılır.”

“Ya Allah’ın kulusundur ya da devletin kulu!”

Sonu bağlamadan, buradan “Memuriyet küfürdür.” tekfirciliği çıkartılmamalıdır; okuldu, diplomaydı, vergi levhasıydı vs. kasıt bu değildir. Böyle bir saçmalık murat edilmiyor.

Kasıt veya murat, devletin neyi ifade ettiğini bilmek; devletle kurulacak ilişkide ahlaki titizliği göstermektir.

Ve devlet memurluğundan ilim erbabının çıkmayacağını, ahlaktan bağımsız bir dinin yaşatılmasının mahirlik olduğunun tespitidir.

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Erem Şentürk Neden Mahkemeye Gelmiyor?

Yayınlanma:

-

Erem Şentürk

Ben Erem Şentürk adını kendisi Filistin Dostlarına hakaret edene dek hiç duymamıştım.

Açıkçası ağır eleştirilerde bulunmakla yetinse, haddi aşıp hakaret etmese hiç umursamazdım. Ciddiye alınacak bir insan olduğunu düşünmüyorum.

Kendisini gazeteci olarak tanıtan nice insanın sosyal medya hesapları üzerinden ne amaçlarla, neler yaptıkları akıl ve vicdan sahibi herkesin malumudur.

Bu şahıs da, yaklaşık yarım milyon takipçi üzerinden kamuoyuna kişisel yargılarını boca ederken Filistin Dostlarına fotoğrafta görüldüğü üzere iftira ve hakaret etti.

Elbette kötü söz sahibine aittir. İki defa, yani ısrarla hakaret ettiği için şikâyetçi olundu ve kendisi hakkında Trabzon 7. Asliye Ceza Mahkemesi’nde Hakaret suçunu işlediği gerekçesiyle dava açıldı.

Özür dilemedi, uzlaşmaya yanaşmadı, hakaret ve iftira içerikli paylaşımlarını da halen silmedi.

Böylesi “dik duruşlu” (!) bir arkadaştan ne beklersiniz?

Mahkemeye gelmesini, savcının hazırladığı iddianameye katılmadığını, kimseye hakaret etmediğini, dolayısıyla suçsuz olduğunu beyan etmesini, öyle değil mi?

Öyle olmadı, olmuyor.

Niyeyse, nasılsa Erem Şentürk’e ulaşılamıyor.

İki duruşma geçti, kendisi ortalarda yok. Hâkim, savcı, müşteki ve vekili de dâhil mahkeme heyeti iki duruşmadır bekliyor.

Savcı, müşteki ve vekili, yaptığı paylaşımın hakaret suçunu oluşturduğunu biliyoruz.

Bilgisayar başından kalkıp sanık kürsüsüne geçmesi ve kimin kahpe olduğunu izah etmesi gerekiyor.

3. Duruşma 8 Haziran saat 09.35’te.

İnsan merak ediyor: Koskoca Asliye Ceza Mahkemesi iki duruşma geçmiş aylardır Erem Şentürk’e neden ulaşamıyor. Yoksa kendisi tebligatı almaktan mı kaçınıyor?

Yoksa kendisi resmi yollardan ulaşılmaya kapalı mı?

Sosyal medya üzerinden mi tebligat bekliyor?

Mahkemeye dilekçe verdik ve “adresinin tespit edilebilmesi, çağrı yapılabilmesi ve yargılamanın ilerleyebilmesi için ifadesi alınmak üzere sanık hakkında yakalama kararı çıkartılmasını” talep ettik.

Bekliyoruz.

Ne Olmuştu?

7 Ekim 2023 tarihinde, içinde bulunduğumuz yüzyılın en büyük trajedilerinden biri ve birincisi, Filistin’de yaşanmaya başlandı: Gazze Soykırımı. Türkiye soykırımı durdurmak için elindeki imkanları neredeyse hiçbir şekilde kullanmaya yanaşmayınca 10 Mart 2024 tarihinde Direniş Çadırı çağrısı ile Türkiye’nin 25 ilinde toplanan insanlar iktidardan somut adım talebinde bulunan basın açıklamaları gerçekleştirdi. Gazze’de soykırım olanca vahşetiyle devam ederken, Direniş Çadırı, 2 hafta sonra çağrısını büyüterek 30 ilde sokağa çıktı. Göstericiler “İsrail’le Ticaret İnsanlığa İhanet” sloganı ile sesini yetkililere duyurdular.

Erem Şentürk Ne Demişti?

erem şentürk

Erem Şentürk Direniş Çadırı’nın “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganıyla yaptığı protesto gösterilerinde bulunan Filistin dostlarına hakaret etmişti.

Erem Şentürk, Direniş Çadırı çağrısını takipçilerine duyuran Daily Islamist adlı hesabın, “Yarın 30 ilde eşzamanlı olarak “İsrail’le Ticaret Filistin’e İhanet” sloganıyla protesto gösterileri düzenlenecek.” paylaşımı üzerine aşağıdaki twiti attı.

“Hiç lafı eğip bükmeden söyliyeyim: Bu kahpeler yine her zamanki gibi Filistin maskesiyle Müslümanlara saldırmayı, başa bela olmayı fitne fesat çıkarmayı planlıyorlar. 28 Şubat belası yaşanırken Nurettin Şirin, “Kudüs Gecesi” gecesi diye bir operasyon çekmişti. Sokağa tanklar davet edilmişti ve vesayetçi hainler Türkiye işgal provası yapmıştı, Daha sonra “Sincan Belediye Başkanı Refah Partili Bekir Yıldız yaptırdı” demişti. Aşağıda Filistin destek maskeli fitne fesat işini yine Nurettin Şirin organize ediyor.”

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Filistin Dostlarına Gözaltında Çıplak Arama

Yayınlanma:

-

Bu yazının  fotoğrafında gördüğünüz kısa basın açıklaması, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün resmi (x) hesabından 10.04.2025 tarihinde çıplak arama iddialarına ilişkin olarak kamuoyuna duyuruldu.

Bu, kurumsal ağırlıktan yoksun, parmak sallayan “atarlı giderli” açıklamada bahsi geçen hususların gerçekliğini irdelemek istiyorum.

“TRT World Forum” adlı programda Cumhurbaşkanına soru sormaya çalışırken engellenip yaka paça salondan çıkartılan ve aynı zaman dilimi içinde Kongre Merkezi önünde yine barışçıl protesto gösterisinde bulunan Filistin dostlarından 9’u gözaltına alınmış, tutuklanıp hapse atılmıştı.

Bu 9 kişinden 7’si kadındı ve gürültü, bu suçsuz kadınların önce Emniyet Müdürlüğü’nde, ardından sevk edildikleri Silivri Cezaevi’nde çıplak arama adlı işkenceye maruz kaldıklarının duyulmasıyla koptu!

2012-2020 yılları arasında Türkiye’de pek çok F Tipi Cezaevinde farklı siyasi davalardan mahpus onlarca insanı ziyaret etmiş bir avukat olarak cezaevinde çıplak arama uygulamasının rutin bir aşağılama yöntemi olarak yaygın biçimde uygulandığını biliyordum.

Bu satırları kaleme almadan önce cezaevinde çok uzun yıllar kalmış bir mahpusu aradım, ona da sordum. Bana iki yıl öncesine kadar bunun standart bir uygulama olduğunu aktardı. İlk girişte ve çeşitli sebeplerle farklı cezaevlerine her nakilde mahpuslar çıplak aramaya maruz bırakılıyorlar. Hatta 2005 yılında Kocaeli 2 Nolu F Tipi Cezaevi’ne nakledildiğinde yaşadığı bir olayı anlattı.

Gardiyan kendisini çıplak arama boyunca kameraya almış. O da bu “katmerli aşağılama çabası”nı protesto amacıyla zafer işareti yapınca aralarında hırgür yaşanmış.

Cezaevlerinde bu işkence son iki yıla kadar kesinlikle rutin bir uygulama! (İki yıl içinde insan hakları açısından devrim niteliğinde bir gelişme yaşansa sanırım haberim olurdu!) Bu kısmı geçiyorum.

Peki, Emniyet Müdürlüklerinin nezarethanelerinde bu tür işkenceler yapılıyor mu?

AKP iktidar olduğunda işkenceye karşı sıfır tolerans politikası ile ciddi bir iyileşme yaşanmıştı. 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrasında bu kazanımlarda kesin ve keskin zayiatlar yaşandığı bilinen bir gerçek. Düşmanlaştırılan, kamuoyu önünde aşağılanan insanlara gözaltında çok kötü muameleler yapıldı ne yazık ki! OHAL içindeydik. (O halden çıkıldı mı sahiden?)

Kadınlara, kızlarımıza gözaltında çıplak arama neden infial yarattı peki? Buna kendimce şöyle bir cevap kotarıyorum:

  1. Bu insanlar Gazze’de soykırım yaşanırken silahsız, saldırısız, barışçıl yöntemlerle iktidardan adım atmasını talep ettiler. Tümüyle suçsuz ve masum olmakla birlikte kendi menfaatleri için değil, topluca yok edilmek istenen bir halk adına, Allah rızası için öne atılmışlardı.
  2. İktidar içeride ve dışarıda Filistin davasının hâmisi pozları keserken Filistin dostlarını (Cumhurbaşkanı korumaları marifetiyle) haksız yere darp ettiriyor, gözaltına aldırıyor ve o hışımla bu göstericiler hem emniyette hem de bir hafta kalmadan salıverilecekleri cezaevinde çıplak aramaya maruz kalıyorlardı. Yargılanmış ve suçlu bulunmuş değillerdi, ki böyle olsa bile çıplak arama, insanın onurunu kırmak için yapılan, tasarlanmış bir aşağılama yöntemi, bir işkence! (İstisna olarak uygulanmasının özel şartları ayrı bir yazının konusu.)

Emniyette ve cezaevinde sistematik olarak çıplak aramaya maruz kalmış 7 kadın, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına 09.12.2024 tarihinde dört avukatın imzasıyla sunulmuş 21 sayfalık suç duyurusu dilekçesinde yaşadıklarını ayrıntılı olarak anlattılar.

Yazıyı, İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü’nde yaşanan çıplak arama işkencesinin aktarıldığı o pasajı doğrudan alıntılayarak bitireceğim; siz okuyucularımızı gerçeklerle baş başa bırakarak!

ciplak-arama-roportaji

Gözaltına alınan Filistin dostlarının yaşadıkları çıplak arama ve kötü muamele ile ilgili verdiği röportaj, Emniyet Genel Müdürlüğünün talebi üzerine geçtiğimiz günlerde yayından kaldırılmıştı.

Öncesinde yanıtlanması gereken büyük bir soru var:

Emniyette işkence gerçekse bunun iftira olduğunu öfkeli bir dille beyan eden Emniyet Genel Müdürlüğü, müfteri durumuna düşmüyor mu?

Kararı okuyucuya bırakıyorum.

Ben bu davanın avukatlarından biri olan Adem Bingöl’ü aradım ve ona şunu sordum:

“Filistin dostları nezarethane çıplak aramaya maruz kalmışlarsa avukatları huzurunda alınan ifadelerinde bu iddiaları neden dile getirmediler?”

Cevabı şu oldu:

“Olayın şoku vardı. Korku ve baskı altındaydılar. İlkin gelen avukatlar erkekti ve bunun da etkisiyle anlatmaya çekindiler.”

Filistin dostlarının İstanbul Emniyet Müdürlüğünde ve Silivri Cezaevinde maruz kaldıkları hukuksuzluklara ilişkin bahsini ettiğim suç duyurusunda sıralanan suçlar şunlar:

İşkence, Nitelikli Kasten Yaralama, Cinsel Taciz, Hakaret, Tehdit, Kamu Görevlisinin Suçu Bildirmemesi ve Görevi Kötüye Kullanma!

Bu suçların soruşturulacağına inanan kaç saftrik var bu ülkede?

İşkence ve Cinsel Taciz Boyutunda Çıplak Arama

EGM, öfkeli bir dille algı oluşturmaya dönük yalan yanlış beyanla “kamuoyuna saygıyla duyursa” da çıplak aramaya ilişkin gerçekler, yüzleşmek isteyenler için ortada duruyor:

“Müvekkiller, nezarethaneye girişleri yapılmadan önce ilk olarak aynı katta bulunan camlı küçük bir odaya alınmışlardır. Odada bulunan üç kadın polis memuru, müvekkillerin başörtülerini ve kabanlarını çıkartmalarını söylemiştir. Üstlerinde tişörtleri ve pantolonları kalan müvekkillerin burada üst araması yapılmış, saçları açılarak aranmış ve ayakkabı bağcıkları alınmıştır.

Devamında nezarethane bölümüne girişi yapılan müvekkiller burada bir bölümü perde ile kapatılmış küçük bir odaya teker teker alınmıştır. Küçük oda içerisinde bulunan sarışın, 1,65 – 1,68 boylarında, saçları omuz hizasında, hafif kabarık saçlı, ön dişleri belirgin, hafif kilolu bir kadın polis memuru müvekkillerin kıyafetlerini tamamen çıkarmalarını söylemiştir.

Vücutlarının belden aşağı kısımlarında tayt ve külotlu çorapları, vücutlarının üst kısmında ise yalnızca iç çamaşırları kalacak şekilde kıyafetleri çıkartılan müvekkillere dokunmak suretiyle üst araması yapılmaya başlanmıştır.

İlgili polis memuru müvekkillerin alt ve üst iç çamaşırlarının içerisine iki elini birden sokmak ve gezdirmek suretiyle dokunarak arama işlemi gerçekleştirmiştir.

Müvekkiller ısrarla işbu uygulamaya itiraz etmiş fakat ilgili polis memurunun aşağılayıcı, onur kırıcı sözlerine maruz kalan müvekkillerin itirazları karşılıksız bırakılarak zorla çıplak arama işlemi yapılmıştır.”

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Bir Hak mıdır?

Yayınlanma:

-

10 Nisan Duruşma Eylemi

“Bu nasıl bir soru böyle, elbette ki haktır!” diyeceksiniz.

Doğru, haktır. Hatta anayasal güvence altındaki bir haktır. Gel de bunu polislere, polislere talimat verenlere anlat!

O kadar sık ve hoyratça ihlal ediliyor ki bu hak, işte bu yazı ile isyan ediyorum bu apaçık zulme.

— Direniş Çadırı (@direniscadiri) April 10, 2025

Dün, 10 Nisan’da Ankara Adliyesi’nde bu hakkı ihlal edilen göstericiler, uyduruk sebepler gerekçe gösterilerek yargılandıkları davanın ilk duruşmasına katıldılar.

Duruşma Salonu Önünde Filistin Dostları

Haksız yere yargılanan Filistin dostlarıyla dayanışmak için duruşma salonu önündeydik.

Ardından Mısır Konsolosluğu önünde bir basın açıklaması ve protesto yapmak istediler.

Mısır devletinin, Refah Sınır Kapısını açarak Gazze’de soykırım ve açlık ile imtihan olan insanlar için gönderilen yardımları ihtiyaç sahiplerine ulaştırması çağrısında bulunuyorlardı.

Sertliği ile bilinen Ankara polisi yine göstericileri kasıtlı olarak gerdi, taciz etti, darp etti ve gözaltına aldı.

Bunun adı sertlik değil sadece, ayrıca serserilik de!

“Arkadaşlar, süpürün bunları!”

Görüntülerde, yine barışçıl gösteri hakkını kullanan, çoğu kadınlardan oluşan küçük bir gruba haksız ve hukuksuz olarak müdahale eden polisleri görüyoruz. Bir polis, eline megafonu almış, kaldırıma sıkışmış kadınlar için arkadaşına hiddetle sesleniyor: “Arkadaşlar, süpürün bunları!”

Polise bak! Allah rızası için işini gücünü bırakmış, açlıktan ölen çocuklar için çabalayan, barışçıl gösteri yapan, savunmasız kadınlar için, “Süpürün bunları!” diye talimat veriyor.

Yazıklar olsun senin insanlığına! Ellerinde pankartlarla mazlumlar için çare arayan bu insanlar haşere mi? Sen kimsin ve neyi, kimi süpürüyorsun? Aklınca o insanları aşağıladığını sanıyorsun. Bu iğrenç üslup ve yaklaşımla aşağıladığını sandığın o insanlar, senin kendi ülkenin vatandaşları!

Kirli dil ve üslubunla, zorba tavrınla aslında kendi karakterin hakkında kameralar önünde kanaatini beyan ediyorsun, haberin yok!

Bir Allah’ın kulu bu şikâyetimi Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne ulaştırırsa sevinirim. Memurlarınızı çirkefleşmemeleri, edepli, ahlaklı, birazcık nazik olmaları konusunda uyarır mısınız?

İnsan sormadan edemiyor: Herkesin içinde kadınlarımız, kızlarımız için “Süpürün bunları!” talimatı veren polis, onlara kuytuda neler yapmaz? Nasıl emin olacağız? Mesela kuytuda bir yerde bir polis amiri gaza gelmiş erkek polislere “mıncıklayın bunları” şeklinde talimat verse, bu tacizin nerede ve ne şekilde sona ereceğinden nasıl emin olacağız?

Ankara polisi sertliği ile meşhurmuş. Aman ne güzel bir nam!

Bu işin Ankara’sı, İstanbul’u yok!

Hak ve hukuk var!

10 Nisan Duruşma Eylemi

Barışçıl toplantı ve gösteri hakkı anayasal güvence altındadır, engellenemez.

2911 Sayılı Kanun Neyi Düzenliyor?

Anayasa, madde 34 açık: “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.”

2911 sayılı kanun, bu anayasal hak ışığında düzenlenmiş. Ne var ki bu kanuna, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu‘na, göstericilerden çok daha fazla yerde, çok daha fazla kere polislerin muhalefet ettiğine şahit oluyoruz.

Bu yasaya aykırı davranan onlar, gelin görün ki darp edilen, gözaltına alınan ve tutuklanıp yargılanan çoğu zaman mağdur göstericiler oluyor. Böylece halka gözdağı veriyorlar: “Sakın ha, haklarınız için sokağa çıkmayın. Zulme uğradığınızla kalın! Yıllar sonra bir sandık gelirse önünüze, oy verirsiniz!”

(Oylar geçersiz sayılmaz, çalınmaz, seçimler iptal edilmezse, yönetim değişirse, ölme eşeğim ölme!)

Direnişi Değil Soykırımcıları Yargıla

“Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü” ifade özgürlüğü hakkının ayrılmaz bir parçasıdır.

Barışçıl gösteri hakkı, ifade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasını oluşturuyor.

Polis, gösteri düzenleyenlerin güvenliğini sağlayacağı yerde onları taciz ediyor, engelliyor!

mevzuat

“Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu”nun 3. maddesi

Madde 3 – Herkes, önceden izin almaksızın, bu Kanun hükümlerine göre silahsız ve saldırısız olarak kanunların suç saymadığı belirli amaçlarla toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.

Toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılacağını önceden emniyete bildirmek, izin talebi anlamına gelmiyor. Bunun anlamı şu: Biz; şu gün, şurada, şu saatte bir eylem/protesto/yürüyüş/basın açıklaması yapacağız. Siz de bu hakkımızı kullanmamıza engel olunmaması için gerekli tedbirleri alın!

Gazze'de çocuklar ölürken susamayız

Toplantı ve gösteri sırasında emniyet mensuplarının görevi eylemcilerin güvenliğini sağlamaktır.

Bu hakkı kullanmak isteyenlere polisin yaptığı sistematik hukuksuzluk şöyle oluyor genelde:

Yüzde yüz hakkı olan bir eylemde bulunmak isteyen göstericilere polis, öyle bir tavır takınıyor ki, haklarından habersiz biri şöyle düşünebilir pekâlâ:

“Burada göstericiler yüzde yüz haksız bir iş yapıyorlar da iyi niyetli polis, göstericilere kendi belirlediği bir yerde, kendi belirlediği bir şekilde, uygun gördüğü bir süre için seslerini duyursunlar diye lütfediyor, hak tanıyor!”

Oysaki 2911 sayılı kanun bunun tam tersini söylüyor: Gösteri silahsız ve saldırısız olduktan sonra polise düşen görev, gösterinin sağ salim yapılabilmesi için bu hakkı kullananlara yardımcı olmaktır!

Türkiye’de bu hakkın kullanımında devletin öyle sistematik ve yoğun hak ihlâlleri var ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sayısız kez hak ihlali kararı verdi. Anayasa Mahkemesinin de çok sayıda örnek kararı var bu konuda.

Evet, Türkiye’de hakkı en çok yenen haklardan biridir bu: Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hakkı!

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x