Köşe Yazıları
Toplum; ya Allah’ın Kulu, ya Sultan’ın!

Yayınlanma:
2 yıl önce-

İdeolojik ve kültürel farkları ayırt etmeden Anadolu’da yaşayan insanların toplumsal ve siyasal yaşam biçimlerini bilimsel verilerle anlamak ya da kategorize etmek mümkün olmaz. Buranın kendine has tarihsel ve kültürel genetiği, davranışsal kodlarının olduğunu çoğu zaman unutuyoruz. Örneğin bu toplum her tür kaosa şerbetli ve krizlere alışıktır; uzun süren istikrarlı bir düzene bağışıklı olmadığı gibi.
İnsan; iklim ve coğrafyanın şartlarına, imkânlarına veya imkânsızlıklarına karşı kendini ayarlayabilen bir varlık olduğu gibi sosyo-ekonomik, politik şartlara ve imkânlara veya kısıtlamalara göre de şekillenen bir yapıyı tesise de koşulludur.
Hangi uzmanlık alanında olursa olsun bilimsel veriler genel bir skala yapar; öznel-yerel ve tarihsel-kültürel şartları ve verileri dikkate almadan bir ortalamaya ulaşmayı amaçlar. Böylece tüm denekleri ortalamanın içinde görür; dolayısıyla çoğu kere sahici sonuçlara ulaşamaz, doğru izahta yetersiz kalır.
Anadolu sakinlerine dönersek… Anadolu’yu oluşturan halklar bu coğrafyaya geldi geleli başları selamete erdirmeyen koşullarda ve bugüne fazlasıyla benzer sosyo-politik şartlarda yaşadı; dolayısıyla bize bugün için berbat görünen koşullara gayet şerbetlidir, bağışıktır. Kendini bu tür koşullara göre ayarlamasını iyi bilir.
Aksi olsaydı bugünkü siyasi ve ekonomik şartlarda, hukuki düzende, hızla değişimi zorlayan ve nerede durulacağını kaybettiren teknolojik değişimlerde, böyle bir ülkenin olmaması, böyle bir toplumun yaşamaması gerekecekti; ya iç savaş, parçalanma veya fiili düşman işgali konuşulacaktı…
İspanyollar, Amerika’nın zengin tarım topraklarına sahip güneyini işgal ettiklerinde büyük zenginlik elde ettiler.
Hollandalılar, İngilizler ve Fransızlar bu işte geç kaldıkları için, verimsiz arazilere ve kaynaklara sahip kuzey Amerika’ya razı geldiler; İspanyollar o zamanlar süper güçtü, bunları güneye sokmamıştı.
Kuzeyi işgal edenler zorunlu olarak tarıma değil imalata, sanayiye ve define avcılığına yöneldiler; eldeki kısıtlı imkânları büyütmeye ve geliştirmeye çalıştılar. İç savaş başlayana kadar böyle gitti. Savaşı kuzeyliler kazanacaktı; zira teknolojik fark, savaşın kaderini tayin edecekti.
Burada söylenmesi gereken veya cevabı aranan şu: Dört yüz yıl öncesinin zengin güneylisi, neden bir süre sonra yoksullaştı, yoksul kuzeylisi nasıl zenginleşti?.
Bu durum sadece Amerika kıtasına da has durum değil üstelik.
Vaziyet veya değişim farklı açılardan yorumlanabilir; illa sanayileşme ve teknoloji ile de sınırlı kalınmaz. Başka şeyleri göz ardı etmemek gerek.
Göze batan sonuca yoğunlaşırsak zenginlik, konfor ve güçlenme toplumları bir süreliğine aldatıyor, tembelleştiriyor, zevke, sefaya ve eğlenceye yönlendiriyor; hazırı eritiyor, sonra da sıfırı tükettiriyor!
Yoksulluk ve imkânsızlık koşulları insanları zorluyor; araştırmaya, icada yönlendiriyor, başka alternatiflere motive edip zenginleştiriyor ve güçlendiriyor.
Petrol ve doğal gaz zengini Araplarla İranlılar, kuzey-güney Amerika misalinde güneyi temsil ediyor; Türkler öylesine zengin kaynaklara sahip değil ama bunlardan daha gelişmiş, zenginlikte boy ölçüşen bir ülke yaratarak kuzeyi andırıyor.
Bu işlerin neden böyle olduğunu anlamaya çalışan tarihçiler, sosyologlar, ekonomistler, arkeologlar, etnografyacılar değişik tezler ileri sürdüler.
Aristo’dan Cicero’ya İbn Haldun’dan Machiavelli’ye kadar tarihin ender bilgeleri bu durumu başka şekilde izah ederken detaylarda ayrışsalar da genelde ortak kanaat belirttiler;
Toplumsal yaşamda ve değişip duran koşullarda “evreler”var; her evre kendi koşullarıyla ilerliyor, bir zirveye gelip oradan geri saymaya başlıyor ve başa dönüyor. Böylece döngüsel bir hareket devam ediyor.
Bu dönüşüm politik nedenlerle izah edildiği kadar ekonomik nedenler, hukuk sistemi ve kurumsallaşma ile de izah ediliyor.
Dünya görüşünün ne olduğu burada çok fark etmiyor, sadece süreleri uzatıyor veya kısaltıyor. Şablondaki evre adaleti veya zulmü gösteriyor, bunların evreleri gösteriliyor.
Bu bağlamda Amerikalı Acemoğlu ve araştırmacı arkadaşının buldukları cevap özetle şöyle: “Toplumlar şayet kurumsal yapıları sağlam kurdularsa, adil ve eşitlikçi kuralları yaşattılarsa, zenginlik ve refah, adalet ve huzur devam ediyor; değilse kayıp başlıyor, dibe dönüş engellenemiyor.
Anadolu da benzer bir kaderi yaşıyor. İslam’la ilişkisi bağlamında bakacak olursak Anadolu insanının şeriatla, şer’î hukuk ve siyasi düzenle olan ilgisi göçer toplumun gündelik ve kısa vadeli ihtiyacını karşılamaktan öteye geçmedi. Sembolik unsurlarla yetindi. Derinliğe ve içeriğe sahip şeriatçılık sınırlı bir zümrede kaldı; geniş halk yığını ahlaktan bağımsız bir dini anlayış ve yaşayışla yetindi.
Bu tarz toplumsal yapılar istikrarlı ve uzun süreli bir tarzla değil, gel-gitlerle meşhur, geçici başarılarla hayat sürüyor. Kurallar oturmuyor. En uzun istikrarı Osmanlı’da tecrübe eden Anadolulu, bunun 150 yıl gibi bir zaman diliminde İslami görünümü belirgin ve şer’î düzeni sağladı; sonrası bu güne ışık tutan ve hatta anlamlandıran değişimlerle idare etti.
Geçmişi siyasi krizlerle dolu Anadolu göçmeni ve sonradan Anadolu’nun yerleşiği olan halkı, işte bu nedenle türlü istikrarsızlığa hem şerbetli, hem hazırlıklıdır. Diğer taraftan Anadolu, toplumsal ve yaşamsal kült “menfaat” ilişkisini, geçici ilişkilerin getirisini “ahlaki” ilkelerin ve tutarlılığın önünde tutuyor.
İlahi mesajı buraya yorumlarsak, burada toplumsal evrelerdeki “elitlerin” ahlaksızlığını görmek mümkündür. Elitlerin şu veya bu dinden, kültürden, mensubiyetten olması belirleyici olmuyor; toplumu birlik, düzen, barış ve huzur içinde tutup geleceği sağlam temellerde kurup kurmamakta ayrışıyor…
Velhasıl bu ülkede, bu toplumda, genetik kültür ve davranış kodlarına da bakıldığında, bu toplumun Müslüman elitlerinin “ahlaksız” olduğunu tespit pek mümkün, hatta gerekli!
Fatih’ten sonra devlet müessesesine dönüştürülen medreseleri ya da ilim merkezlerini bu bağlamda anlamak gerekir. Medreselerde ilim ve kültür üretmesi beklenen hocalar (hassaten bu işi tekelinde tutan başkenttekiler) sultanların halk nezdindeki meşruiyetini sağlamaktan ve hukuki ihtiyacını teminden öte geçemediler. Öyle ki, devletin ihtiyaçlarını karşılayacak bir sektöre, sınıfsal bir yapıya dönüştüler. Devlet kurumlarından biri oldular. Devleti yöneten resmî bürokrasinin eğitiminden ve ahlaki kayıtlarla saygın mürebbiliğinden uzak tutuldular. Selçuklu’dan gelen eski güçlerini ve etkilerini yitirip sıradanlaştılar.
Bizim tarihsel genetikte ne ilim ehli, ne de mülk sahibi kaynaklı elit bir zümre yoktur. Tek elit zümre vardır:“devletlü sınıf!” Her şeyin sahibi, her şeyin sorumlusu! Bunlar kendilerine rakip de istemedi; olmak isteyeni ise daha kaynağında teslim aldı.
Şunu yeniden sormalıyız: Kökleri, gelenekselleşmiş ahlaki tutum ve istikrarlı kuralları olmayan elit bir sınıf olur mu? Olmayınca ortak iyide uzlaşmış istikrarlı bir yaşam mümkün mü? Peygamberler misali üst sınıftan değil de kendi içinden elit bir zümre çıkartamayan toplum, niteliğe erişebilir mi?
Bugün bile hâlâ tek siyasi elit zümresi devletlü olan, bu devletlünün hamilik ettiği tüccar, esnaf, sanatkâr, STK, medya, akademyadan müteşekkil resmî elit üreten koşullarda istikrarlı bir düzene, adil bir hukuk sistemine kavuşması ve geleceğe güvenle bakacağı gün görmesi mümkün müdür? Değildir!
Bunun böyle olduğunu devlet de bilir. Anadolu toplumu da bilir.
Özetle;
Tarihin hangi döneminde ve toplumsallık bağlamında hangi evrede yaşadığımızı, hangi koşullarda ve davranışsal ilişki içinde olduğumuzun tespitini yapmayı öncelemeliyiz.
Daha sonra sonuçlara değil, sebeplere yönelecek, ne yapılması gerektiği hususunda aydınlanacağız. Elimizde bir referans ve modelleme varsa hakikatle yüzleşip olması gerekene yöneleceğiz.
Bizim yaşadığımız bu toplumsal evre ve tarihsel zaman dilimi, kendine has olmadığı gibi biricik de değil. Döngüdeki bir evre! Olumlu olduğu çok da söylenemeyecek zirveden hızla aşağı doğru, dibe doğru inilen bir evre!
Şu halde bize devletlü elitin ve devletin hamiliğini yaptığı elit görünümlülerin fısıldadıkları değil, ilahi hakikatin vahyedip örneklediği istikamette hareket edenler gerek!
Anadolu insanı tipik göçer toplum karakteri olan “yağmacı” bir zihniyete sahip öteden beri. Çünkü hala göçer tabiatını koruyor; günlük yaşıyor. Kısa vadeli hesap içinde! İslam’ın ahlaki kurallarının kendisine ayak bağı olmasını istemiyor. Mensubiyeti ve dirliği sağlayacak ritüeller ve sembollerle ihtiyacını gideriyor.
Çünkü uzun vadeli güven ve istikrarı epeydir tanımıyor; başa gelene göre değişen koşullarda yaşamayı sürdürüyor. Bu koşullarda devletçi olması kaçınılmaz çünkü yaşamının zorunlu koşulu, canını ve mülkünü emniyette hissetmeyi gerektiriyor.
Fakat daha fazlası yok; adil bir düzene, hukuki bir teminata nadiren sahip olduğu için kaybettiği şeyin peşinde de değil, dolayısıyla kendi başının çaresine bakmayı öğrenmiş.
Bu zihniyet başkasına neden güvenmez, kendini neden hep garanti altında görmek ister? Elbet bunun birçok sebebi var. Sahip olduğu devletlü elit bunun en belirgin örneği, ne zaman ne yapacağı veya değişen iktidarlarda ne olacağı belli olmaz!
Selçuklular, Bağdat’ı Buveyhilerden aldığında “yabancı” yöneticiydiler. Yönettikleri halk, tüm çeşitliliğiyle yerliydi. İkisi arasında meşruiyet sorunu vardı; yöneticiler bu işin zor gücüyle sağlanamayacağının pekâla bilincindeydi.
Buraya dikkat lütfen, çünkü bu gün dahî aynı yerdeyiz..
Ne yapacaktı Selçuklu? Ya da yönetici zümre?
Halk ile barışık olmak, itaat ve güven sağlamak için ne yapacaktı?
Burada geleneksel toplumlarda var olan medreseye ve ilim ehline, özellikle İslam hukukçularına ihtiyaç vardı; bu ikisinin arası iyi olmak zorundaydı. Kendisi ilk halifeler gibi hukukçu da olmayan sultanların farklı yapıdaki toplumu yönetmek için de hukukçuya gerek duydu. Bunları yüceltti, özerkliğine çok müdahil olmadı.
Fatih’e kadar bu ilişki böyle gitti; sultanlar, medrese ve ilim ehlini el üstünde tuttu. Onlara yüksek maaşlar verdi. Devlet idaresinde imtiyazlı kıldı..
Fatih, devlet dahil her şeyi “merkezileştirirken”, medreseyi ve ilmiye sınıfını da merkezileştirdi, devletin bünyesine aldı, resmi görevli yaptı..
Bugünkü devlet merkezli İslam telakkisi ve içeriğinin kökü de işte tam burada; dinin, “devletin dini” olmasının arka planı da yine burada!
Biz bu dini “din” biliyoruz, halk da böyle biliyor. Devlet etkisi olmadan düşünemiyoruz.
Oysa aynı süreçte veya Selçuklu’da olduğu gibi devlet memurluğunu kabul etmeyen ilim erbabı, özellikle fakihler de vardı ve biz bunları, kavgalarını bilmiyoruz. Bizim kaybımız burada, kafa karışıklığımız da burada!
Gazali’nin “Sultanla yapılacak ticaret de haramdır!” sözü bize bir şey anlatmayabilir; “Sultanın yanına giden ya dininden olur, ya da canından!” sözü de anlamlı gelmeyebilir, sözün bağlamını bilmezsek şayet!
Şayet medrese-devlet ilişkisindeki süreci ve değişimi, bu sözlerin neden söylendiğini bilmiyorsak, ne ifade ettiğini de anlamayız. Burada mesele Gazali’nin “helal ticareti haram kılması” değildir, başka bir şey var. İşte bu “şey”i aramalıyız.
“Ahlak, haram-helal titizliği” bir yanda; “itaat-iktidar ilişkisi” bir yanda; o sözler çok şeyi çağrıştırıyor anlamak isteyene!
Bağlayalım:
“İki tür insan vardır.” ya da “İnsanlar iki kategoriye ayrılır.”
“Ya Allah’ın kulusundur ya da devletin kulu!”
Sonu bağlamadan, buradan “Memuriyet küfürdür.” tekfirciliği çıkartılmamalıdır; okuldu, diplomaydı, vergi levhasıydı vs. kasıt bu değildir. Böyle bir saçmalık murat edilmiyor.
Kasıt veya murat, devletin neyi ifade ettiğini bilmek; devletle kurulacak ilişkide ahlaki titizliği göstermektir.
Ve devlet memurluğundan ilim erbabının çıkmayacağını, ahlaktan bağımsız bir dinin yaşatılmasının mahirlik olduğunun tespitidir.
Yorumlayın
-
Fatih’te “Emperyalist-Siyonist Kuşatma ve Katliama Karşı Somut Adımlar Nöbeti”
-
Büyü Bozulur mu?
-
Müşriklerin Muhammed’le Dertleri Neydi, O’nunla Neden Çatıştılar?
-
Cihat Aydın ile Vicdani Ret Üzerine
-
Halkın ve Devletin “Maddi ve Manevi” Dinamikleri Üzerine – Sait Alioğlu
-
Rutte’nin Bisikleti, Bisikletli Polis ve Parisli Nahel – Ömer Carullah Sevim

19 Mart yargı darbesinin ardından sokağa çıkıp anayasal protesto hakkını kullanan vatandaşlardan kaç bin kişi gözaltına alındı, kaç yüz kişi tutuklandı bilmiyoruz.
25 Mart’ta İçişleri Bakanı 1.418 kişinin gözaltına alındığı bilgisini paylaşmıştı. Bu sayı ne kadar arttı, içlerinden ne kadar insan tutuklandı, bilmiyoruz.
Artık iyice dozunu arttıran hukuksuzlukları protesto edenler bir veya birkaç partiye mensup gençler değil z kuşağı diye tabir edilen çoğu 20’li yaşlardaki üniversite gençliği. Gözaltına alınan ve tutuklananlar da çoğunlukla onlar.
Gözaltındakilere işkence iddiaları vahim. T24’te yer alan habere göre İstanbul Barosu avukatlarından Halil Enes Kavak, Vatan Emniyet ve Gayrettepe Emniyet’de gözaltına alınan gençler hakkında “İçlerinde, darp izi olmayan hiç kimse yok. Çoğunun gözü, kulağı patlamış, vücutları yara bere içinde,” dedi.
Zulme, hukuksuzluğa, tek adam rejiminin vatandaşı hor ve hakir gören anlayışına karşı itiraz eden bu gençlik, ülkede her şeye rağmen umudun yeşerebileceğini gösterdi.
Son 10 yılda kesif bir karanlık ve ağır bir yoksulluk içine düşürülürken ülke, ihtiyarlar ve 40 yaş üstü, üzerine düşen uyarı ve itirazları ne sandıkta ortaya koyabildi ne de sokakta. Açık konuşalım, berbat bir imtihan verdiler.
Gelecek vaad etmeyen, yaşlı, bir ayağı çukurda siyasetçiler ve pısırık, hantal, eski düzen siyaset anlayışı gençliğin umutlarını zayi etmeye daha ne kadar devam edebilir!
Millet, özelde de gençler, “yeter artık!” dedi, patladı ve sokağa taştı.
Hukuksuzlukları protesto edenleri yine hukuksuz şekilde gözaltına alıp tutukluyorlar. Bir kere sınırı aşan iktidarlar için artık sınır yok!
Elbette göstericiler arasında barışçıl olmayan yollara sapanlar da olabilir. İstisnalar vardır ve onlar da tutuksuz yargılanmayı hak ederler. (Sivil polis veya milis güç filan değillerse!)
Bu yazıda, evlerinden gözaltına alınıp tutuklanan kişiler arasından 11’inin tutuklama kararına dair mesleki bilgiler de içeren kısa bir değerlendirme yapacağım.
İstanbul 5. Sulh Ceza Hâkimliği’nin 25 Mart 2025 tarih ve 317 sorgu numaralı 11 sayfalık kararı ile tutuklanan 11 kişinin yaş ortalaması 32. (içlerinde 2005 doğumlu iki genç var.)
Tutuklanma gerekçeleri: Kanuna Aykırı Toplantı ve Yürüyüşe Silahsız Katılarak İhtara Rağmen Kendiliğinden Dağılmama Suçu.
Böyle bir suç mu varmış demeyin!
Anayasa M. 34’e göre “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.”
Bu insanlar anayasanın, yasaların hiçe sayılmasını protesto için orda bulunuyordu. Silahsız oldukları ve polise mukavemet etmedikleri ortada. Çoğu, bir, “dağılın” ihtarı da duymamıştı. Kaldı ki bu ihtar da valiliğin yasağı gibi hukuka aykırı olurdu. Durduk yere “dağılın” ihtarında bulunmaya hakkı yok polisin. Bulunması, gösteriyi tek başına yasa dışı hale getirmez. Göstericiler arasında suç işleyen varsa onları tespit etmeli, ayırmalı ve gözaltına almalı polis.
Sonuçta zulüm üstüne zulüm üstüne zulüm bindirerek bu gençleri, yüzlerce, binlerce insanı apar topar tutuklayıp hapse atarak toplumu baskılamak, yıldırmak, korkutmak ve haklarını arayamaz hale getirmek ve tebaa –kul köle- zihniyetini tahkim etmek istiyor rejim.
Bunun adı artık -en basit tabirle- darbe rejimidir. 10 yılını doldurmuş bu rejime, gözünü Erdoğan iktidarı ile açmış gençler isyan ediyor. Elhamdülillah ki, zulme itiraz ediyor, razı gelmiyorlar. Bir farzı, en azından bir sünneti yerine getiriyorlar.
Açıkça iftira ettikleri, birer gazı ve coplarla müdahale ettikleri, nihayet hapsettikleri bu gençler, kendilerince hakkı tutup kaldırmaya çalışıyorlar. Bir zulmü elinle, dilinle engellemeye çalışmak ibadet değil mi?
Tutuklananlar arasında, Filistin eylemlerinden dolayı bizzat tanıdığımız Hüseyin Arif de var. Öyle zannediyorum ki Türkiye’nin İsrail’e, Gazze’de soykırım devam ederken dahi sağladığı desteği kesmesi için yapılan eylemlerde başı çektiği için bardağı doldurmuş. Bu protestolar da bardağı taşıran son damla olmuş.
Zulme razı gelmeyen, biat etmeyip açıkça itiraz eden herkes, hiçbir suça ve şiddete karışmasa da bu ülkede bardağı dolduruyor, taşırıyor ve hapse atılıyor! Yazık ki ne yazık.
2000 doğumlu Hüseyin Arif, Emniyet Sorgusunda şu ifadeyi vermiş:
“22.03.2025 günü akşam saatlerinde bir iki saat kadar Saraçhane taraflarında mitinge katıldım. Mitingdeki konuşmacılar Özgür Özel ve birkaç siyasetçiydi. Ben polis bölgesinde herhangi bir polis müdahalesi olmadan mitinge katıldım. Kitleler dağılınca ben de saat 23’ten önce oradan ayrılarak evime gittim. Ben mitingden sonra orada kalmadım. Herhangi bir taş atma, sopa sallama gibi eylemde bulunmadım. Bu tarz materyaller temin etmedim. Devlete veya hükümete karşı herhangi bir provokasyonda bulunmadım. Ben sadece demokratik hakkımı kullanmak için oradaydım. Ben bu mitinge tek başıma gittim. Tanıdığım kimse yoktu.”
İşte, gözaltına alınan binlerce insandan biri, bu “suçları” işlediği için tutuklandı! Kaçma ve (olmayan) delilleri karartma şüphesini de hesaba katmış hâkim! Yoksa tutuksuz yargılanması gerekirdi.
Hukuk olmayınca böyle oluyor ne yazık ki. Devirler değişiyor, muktedirler değişiyor lakin zulüm hiç bitmiyor.
Başlığa dönersek… Gençler Neden Tutuklandı?
Zulme, hukuksuzluğa karşı çıktıkları için.
Onlar bu bayrama zindanda girecekler.
Yazık ki bu ülkenin dört bir yanında haksız ve hukuksuz olarak zindanlara atılmış nice vatandaş yıllardır bayram yüzü göremiyor.
Bu ağır ve sistematik adaletsizliğe imza atanlar bir yana, bu zulüm rejimini yıllardır bile isteye destekleyenlerin yüklendiği dehşet verici vebal bir yana…
Biz ülke olarak niye bu haldeyiz, sorusunun cevabı burada, bu suçların, günahların, veballerin altında cansız yatıyor.
*fotoğraf: Ümit Bektaş /REUTERS

Bu yazıda okuyacaklarınızın hiçbir yeni ve özgün tarafı bulunmadığını en baştan ifade edeyim.
Geniş bir kesimin duygu ve düşüncelerine tercüman olur sanırım ve dua ile karşılık bulur umarım.
Mâlûmunuz, 15 Temmuz 2016’da bu ülkenin başına büyük bir felaket geldi: Darbe. Halkın püskürtmesi sonucu teşebbüs aşamasında kaldı lakin o gün bugündür Türkiye iyi değil. Vücutta hızla yayılan bir kansere yakalanmış gibi.
O çağ dışı askeri darbe püskürtüldükten sonra oluşan geniş meşruiyet alanında başka bir darbe meydana geldi ve bir iç kanama gibi “sessiz ve derinden” ülkenin vücuduna yayıldı.
19 Mart 2025’te zirvesine ulaşıp artık infilak etmiş bu sivil darbe Türkiye’nin sinir uçlarında geniş bir dalgalanmaya yol açtı beş gündür.
Göstergeler vahim: Hukuk, yasa, anayasa yok.
Bunu kabul etmenin zorluğunu yaşıyor geniş bir kesim. Bir kesimse, “biz yıllardır uyarıyorduk” diyor. Bir diğer kesim ise kafasını kuma gömmüş, görmemek için çaba sarf etmeye devam ediyor. Kolay değil.
Yargı mekanizması paçavraya dönüştürüldü. Ülkedeki kurumlar iflas etmiş vaziyette.
Basın ve sivil toplum görünümlü yapılar çok büyük oranda çöp. Kötü koku ve yalan dolandan başka bir şey yaymıyorlar ülkeye. Utanmaksa eski devirlerde kalmış bir haslet adeta.
Yoksulluk diz boyu. Geniş halk kesimleri, bilhassa gençler feci derecede umutsuz. Umutları hunharca çalındı, yağmalandı.
Bu rejim, toplumun geniş kesiminin yüreğine nifak, öfke ve umutsuzluk tohumları ekmekle harcadı son 10 yılını.
Bu saatten sonra sanki bir hukuk devletinde yaşıyormuşuz gibi, sanki seçimler, sandık bir anlam ifade ediyormuş gibi yaparak kendimizi kandırmanın âlemi var mı?
İsmet Özel, “tam düşecekken tutunduğum tuğlayı kendime rab bellemeyeceğim” demişti Yahudi Olmamak adlı şiirinde. İsme bak, harika bir şiir.
Tayyip Erdoğan o tuğlayı adeta Rab belledi, “ölene kadar bu koltuğu bırakmam” diyor. Kazanamadığı seçimi iptal ediyor, seçimde yenildiği rakibine kin güdüyor, ilk fırsatta o ve onun gibileri hapse attırıyor. Allah pervasızları sever, eyvallah ama hak yolunda!
Ortalık siyasi dava ve yurdun dört bir yanında o davalardan hapse atılmış siyasetçilerle dolu. Gazeteciler, aydınlar da cabası.
Allah aşkına artık şu işin adını bi’ koyalım ve bu ülkeyi elinde oyuncak gibi gören zat ve çevresindeki menfaat ordusu da rahatlasın.
Diyelim ki ona, “buyur, ülke senindir, sen Allah ömür verdikçe oyna, kafana göre takıl. Kimseye hesap vermeyeceksin, hiç ama hiç endişen kalmasın. Sal bu ülkedeki muhalifleri zindanlardan, sal bizi kafkaesk ülkenden. Sen sağ biz selamet! Allah’ın takdiri ecel, kapımızı çalana kadar takılalım olabildiğince başımızı belaya sokmadan. Sen de rahatla sana karşı olanlar da rahatlasın.”
Trump ve Netanyahu’nun soykırımdan henüz çıkamamış Gazze’de halen ne vahşetlere imza attığını görünce, halimize şükretmemiz gerektiğini bize vaaz eden rejime kulak verelim ey ahali!
Çoktan çivisi çıkmış, bir hayli gözü dönmüş bir dünyada savaşlar, işgaller, terör, türlü türlü kargaşa, kumpaslar, yağma, talan ve yalanlar içinde yaşadığımız gerçeğini kim inkâr edebilir. Allah sonumuzu hayreylesin.
Bana göre Erdoğan ömrünü darbeci olarak sürdürecek, darbeci olarak ölecek ve öyle de anılacaktır tarihte. Yanılıyor olmaktan memnuniyet duyarım. Ben Müslümanım ve Allah şahittir ki herkes için iyilik ve güzellik dilerim. Bir karıncayı bile incitmek istemem, “bile” diyerek hakkına girdiğim için de ayrıca helallik dilerim kendisinden.
Darbe süreci içinde yaşıyoruz. Demokrasi tiyatrosunda perdeler 19 Mart (yargı darbesi) itibariyle tümüyle kapandı, anlamayan kalmasın. Gişe önünde kuyruğa girmeye gerek yok.
Darbe karşısında beş gündür devam eden, belki de Cumhuriyet tarihinin en geniş katılımlı sivil itaatsizlik süreci ne kadar devam eder, ne olur, tahmin etmek güç.
Yalnız, sivil itaatsizlik candır, not etmeden geçmek istemem. İnşallah kan dökülmez, insanlar tutuklanmaz, kimsenin canı yanmaz. Bunun için samimiyetle dua ediyorum. Herkesi hukukun içinde, sakin ve sağduyulu olmaya davet ediyorum. Bolca da gürültü koparmaya elbette. Anayasanın geçerliliği kalmadıysa da, hakkımız bâkî: “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” (M. 34)
Öyle zannediyorum ki belirsiz bir süre, bu acı gerçekleri içimize sindirmekle geçecek.
Bir kesim, söz konusu darbe sürecinde, darbecilerin kanatları altında bu dehşet verici vebali destekleme karşılığında sahte bir güvenlik satın alacak, şu yalan dünyada.
Bir diğer kesimse açıktan veya gizliden sivil itaatsizlik mezhebine geçiş yapıp direnmenin haklı onur ve gururu ile yaşayacak, razı olmayarak karşı gelecek ve “hak, hukuk, adalet” sloganları eşliğinde yaşamaya devam edecek.
Allah mazlum halkları korusun. Bizi haktan, adaletten ve direnmekten alıkoymasın. AMİN.

19 Mart 2025 tarihinde İBB Başkanı ve CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun bir şafak operasyonu ile gözaltına alınması Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcı olsa gerek.
Bu olayın, bir ismin veya partinin ötesinde, Türkiye’nin geleceği ile ilgili önemli bir eşik olduğu aşikâr.
Herhalde o gün yaşananlar, gözaltı ve operasyonlar 19 Mart Hadisesi gibi bir isimle anılacaktır. Bu da 15 Temmuz gibi bir gün işte. 15 Temmuz’da yaşadıkları güç zehirlenmesi ile hak ve hukuk yolundan tümüyle sapan Fethullahçıların darbesi şükür ki yarım kalmıştı. Bu darbe de yarım kalır mı? Milletin karşı çıkmasına bağlı.
Henüz belli değil ne zaman tamamlanacağı veya tamamlanıp tamamlanmayacağı.
Erdoğan’ın görünen en büyük rakibi gözaltında halen. Tutuklanır, mahkûm edilir, İBB’ye kayyum atanır ve CHP kapatılırsa iş bitmiş olur mu?
Seçimlerin de -en azından bir süre için- resmen ortadan kaldırılması lazım. Neden mi? Erdoğan bir süredir seçim kazanamıyor da ondan. (Erdoğan kazanamadıktan sonra seçim yapmanın ne anlamı var?)
Ne acı ki darbelerle, darbecilerle haklı olarak hesaplaşarak milleti arkasına alıp Cumhurbaşkanı olan bir isim yargı mekanizmasına atadığı “emir erleri” (memurlar) üzerinden darbe yapıyor -ülkenin başına darbeci kesilmiş- görüntüsü veriyor. Sayısız gazeteci, köşe yazarı, vatandaş, yıllardır olan bitenleri şu kelimelerle izah ediyor: “darbe”, “sivil darbe”.
35 yıl sonra gelen “diploma kararı” su katılmamış bir hukuksuzluk.
İstanbul Valiliği’nin 19-23 Mart tarihleri arasında sokaklardaki gösteri ve protestoları yasaklamak için aldığı karar su katılmamış bir hukuksuzluk.
İktidarın, pespaye bir cunta gibi apar topar ilave yasaklara sarılması müthiş bir acziyet göstergesi. Kaldı ki valiliğin kararına saygı duyan da uyan da pek yok. On binlerce insan 2 gündür sokaklarda protesto ediyor bu hukuksuzlukları.
Üzülerek belirtmeliyim ki iktidar, hukuk dışında cirit atmaya devam ederse 19 Mart, can çekişen hukuk devletinin resmen öldüğü ve yerine polis devletinin faaliyetlere geçtiği gün olarak, kara bir leke olarak tarihe geçti şimdiden.
Elbette 19 Mart şafağına bir günde gelmedi ülke. 15 Temmuz’dan sonra hukukta ve anayasal haklarda aşama aşama radikal şekilde kısıtlama ve karartmaya gidilmişti. Nasıl ki ilk 10 yıl iktidarın parlak yılları ise, son 10 yıl da feci derecede karanlık yıllardı.
Biz böyle bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Asker veya sivil, tanklı tüfekli veya savcılı hâkimli darbelerin, darbeciliğin sahne aldığı bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Şahsen ülkeyi bu hale getirenlerden ve tüm bunlar olup biterken bile isteye iktidara destek verenlerden razı değilim. Çocuğunun beslenme çantasına yiyecek koyamayan anneler ve karnı aç çocuklar aklıma gelince hakkımı helal edeceğimi hiç sanmıyorum.
Biz hukukun en temel ilkelerinin geçerli olduğu, anayasal hakların korunduğu, ifade ve basın özgürlüğünün bulunduğu, masumiyet karinesinin hayatta olduğu bir ülkede yaşamak istiyoruz.
Fethullahçılar darbe yaparken mesele yolsuzluk değildi. Ak Partili tepe kadronun yaptığı darbede de mesele yolsuzluk değil. Eğer öyleyse, eyvallah, ne güzel. Yolsuzlukla mücadeleye kim hayır der! Her belediye araştırılsın, elbette Ak Parti’nin yönettiği belediyeler dâhil!
Mesela Melih Gökçek yönetiminde Ankara’da vatandaşların hakları parsel parsel kimlere satıldı, neler oldu, araştırılsın. Bunu sıradan bir vatandaş olarak ben değil sonraki belediye başkanı Mansur Yavaş da talep etmiş hatta bunun için yetkili mercilere başvuru yapmış kaç kez. Araştırılsın.
Hukuktan, dürüstlükten, ahlaktan, mertlikten bahsedecekseniz, gelin suçla, suçluyla, yolsuzlukla, adam kayırmayla parti ayrımı yapmadan tam saha mücadele edelim. Bu ülkeyi bu çamurdan, bataktan kurtaralım. Var mısınız?
Birilerinin, “aman Allah korusun!” dediğini duyar gibiyim! Geniş mi dar mı bilmiyorum ama bir kesimin bu hukuksuzluktan çok sağlam menfaatleri var.
Kanun önünde, hukuk karşısında asla ama asla eşit olmak istemiyorlar.
Milleti, bir yaşam tarzı olarak sefalette, bitmek bilmez ekonomik krizlerde, yoksulluk ve açlık sınırının altında eşitlediler.
Yukarlarda hukuktan bağımsız iktidar kapışması son sürat devam ederken, kurumların itibarı yerlerde sürünürken, ülke darbelerle çalkalanırken oluşan faturayı yine gariban millet ödeyecek. Halk daha da fakirleşecek. Kimin umurunda!
Her cuma hutbeden millete “sabır” ayetleri okuyup Allah ile aldatırken, kendileri yedi sülalelerine yetecek konfor içinde yüzmeye devam ediyor nasıl olsa.
Olan millete oldu, oluyor, olacak. Değişmeyen yazgısı budur ülkenin. 100 yılı az çok böyle geldi geçti, Türkiye Yüzyılı da böyle geldi ve geçiyor.
Cumhurbaşkanı için harbiden üzülüyor insan. Sahneye çıkarken karşı çıktığı, kıyasıya eleştirdiği ne varsa yaşıyor, yaşatıyor, yapıyor, yaptırıyor!
“Ölmeden ben bu mevki makamdan, bu koltuktan ayrılmam” fotoğrafı yıllar sonra bir karikatür olarak kahvehane köşelerine asılırsa hiç şaşırmam.
O artık ibretlik bir hikâyenin kahramanı.
Geçmiş olsun diyelim. Ama geçmiyor, gitmiyor ve bitmiyor.
Darbeler ve darbecilik esas, hak hukuk ve özgürlükler bu ülkede istisna olarak ancak ara dönemlerde, yalancı baharlar gibi kısacık yaşanıyor halen. O aralara denk gelmek, o araları açmak, çok açmak, uzatıp yaymak, genişletip temellendirmek, hukukla tahkim etmek temennisi ile.