Connect with us

Köşe Yazıları

Sınır Tanımaz, Mekânlar ve Zamanlar Üstü Bir Çerçeve

Yayınlanma:

-

“İslâmî Hareket” tamlamasını kullanmayı tercih ediyorum “İslamcılık” tabiri yerine ama çok da problem etmiyorum çünkü Türkiye’deki pek çok çevreye mensubiyeti olan kişilerin dilin kullanımı ile ilgili fazlaca kafa yordukları söylenemez.

İslamcılık ya da İslâmî hareket, tam manasıyla dinamik süreçleri ifade ediyor benim için. Bu dinamizm, vahyin işaret ettiği doğrultunun ikâme çabalarından besleniyor. Vahiyle bağlantı kuran ve ona iman edip teslim olan kişilerin, toplulukların ilerlediği güzergâh bu tamlama ya da kavramlarla tanımlanabilir.

Kısa yoldan gidersek, İslamcılığın Türkiye seyrine bakarak çok rahat ve çabucak hükümler verebiliriz. Allah’tan resmî ideolojide ya da İsmet Özel’in kurgusunda olduğu ya da son yirmi-otuz yılda İslâmî çevrelerde pekiştiği gibi İslamcılık veya İslâmî hareket bir Mîsâk-ı Millî meselesi ya da mahkûmu değil! Belki İslamcılık tartışmalarına tam da buradan başlamak gerekiyor: İslamcılığa, bir egemenlik havzası olarak Osmanlı’nın düştüğü çukurdan kendini kurtarma arayışlarında bir proje olarak bakmaktan kendimizi sıyırdığımız ve İslamcılığın kökleri bağlamında yolumuzun kaçınılmaz olarak “gayba iman”la kesişeceği hakikatine muttali olduğumuz anda hakikatin asıl veçhesiyle temas kurmuş olacağız.

İslamcılığın diğer bütün ideolojilerden farklı bir zeminden neş’et ettiği açıktır lâkin pek çok kişi onun bu orijinal ve eşsiz mahiyetini göz ardı eder. İslam ve iman ile kul yapımı ideolojilerin birlikte anılamayacağına dair itirazlar yapılacaktır ancak en nihayetinde iman, yine insan yorumu ile yaşamsal bir vücûdiyet sahibi olacağından bence burada bir çelişki yoktur. İslâmî hareketin gayba ve imana yaslanan varlığının lâyıkıyla ayırt edilmesi, her türlü Mîsâk-ı Millîci çıkarımı baştan devre dışı bırakacağından pek çok tartışmanın daha sağlıklı istikametlere yönelebilmesi açısından lüzumludur.

Türkiye’de iddia sahibi olmak isteyen bütün farklı ideolojik çevrelerin yaşadığı birtakım ortak sorunların İslamcılık için de geçerli olduğu açıktır. Enteresan ve eşsiz örnekliği ile ülkemiz, yüksek kavrayış ve eyleyişlerin toplumsallaşma şansının yüksek olmadığı bir tecrübeler tarihidir. Bunun sebepleri üzerine ehli çokça yazıp çizmiştir ancak “İyi ki Mîsâk-ı Millî kapsamına sığmayacak bir seyyâliyet gerçeği ile karşı karşıyayız!” diyerek başka bir aşamayı adımlayalım.

İnsanlığın büyük bir anlamsızlık batağında çırpındığı evreyi Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler kitabının ilk cümlesine kazımıştı. O günden bugüne bu bataklığın daha da derinleştiği söylenebilir. Nuri Pakdil’in “İnsan; seni savunuyorum, sana karşı!” seslenişi her dâim kulaklarımda çınlamaktadır. Modern kapitalist medeniyetin hiçleştirdiği insanın öze dönüş niyetiyle onarılmasından başka bir şey değildir İslamcılık ve kendini diğer başka ideolojik hatlardan farklı olarak buradan kurar: Sınır tanımaz, mekânlar ve zamanlar üstü bir çerçeveye sahiptir; her şeyden önce nesnel-reel bir çıkış noktasına sahip değildir. İnsanın varlığını tehdit eden şeytanî kurguları tanımlar, onların ürettiği şirk alanlarının insanı nasıl muhasara ettiğini tespit eder ve belirlediği o tuğyânî merkezlerle kapışır.

Modern kapitalist medeniyet, insanlığın rûhunu/özünü çaldı ya da yapıbozuma uğrattı. Varlığın sınırlarını dünyaya, Kur’an’ın ifadesiyle söyleyecek olursak “yakîn olan”a raptetti. Bu müdahale, insanlığın topyekûn başka bir vâroluş istikametinde sevkine sebebiyet verdi. Görünür dinî çerçevelerin içi boşaldı. Rasyonellikler imanın yerini çoktan devşirdi. Kuşaklar arası değişimle de gözlenebilen bu dönüşümünün İslamcılığı da doğrudan etkilememesi mümkün değildi ancak insanın vâroluşsal göbek bağı ile gayb arasındaki mutlak temas, modern kapitalist medeniyet tarafından imhâ edilemeyecek bir mâhiyete sahip olduğundan İslamcılık ya da İslâmî hareketler kesin olarak mağlup edilemedi, bütün bu nedenlerden dolayı da edilemeyecektir!

Galibiyet ve mağlubiyet, gerçekliğin lügatlarında farklı tanımlarla karşılanırken gaybî/vahyî/imanî zeminde çok daha farklı anlamlara sahiptir ve kesin olarak âhirete mütealliktir. Belki de egemen nefislerin ayartısının hızlandırıldığı dönüm noktası neoliberalizmin bütün alanları gözüne kestirdiği 1980’lerin başıdır ve yavaş yavaş örülen ağlar bugünkü rasyonelliklerin inşasını sağlamış ve kazanç-kayıp çelişkisi kadim İslami anlamından sıyrılmıştır.

İslamcılık, modern dönemlerin bir ideolojisi olarak pek çok ma’lûliyete sahiptir ancak onur ve haysiyet mücadelesinin diğer adı olarak vâr olmuştur. Özellikle emperyalizm karşıtı duruşu kıymetlidir. Sahih kaynaklara dönüş idealine paha biçilemez ancak bugün kendisinden epeyce şikâyet olunan entelektüel zaafiyetlere dönük eleştirilerin, başlangıç aşamalarında ilgiye abartılı mazhar oluşu pratik mücadele ayaklarının kadük kalmasına sebebiyet vermiştir. İslamcılığın salt düşünsel bir hareket olarak ikâmesi kendi ipini çeken; yine, kendini hayatın dışına iten bir neticeyi kaçınılmaz kılmıştır. Elbette bu değerlendirme her coğrafya ve her hareket için geçerli değildir.

Egemen dünya düzeninin şekillendiği modern dönemdeki siyasal dayatmalardan, ulus devletlerin boy verdiği dönemlerin güçlü tahakkümünden örgütlenme ve düşünsel tekâmülünü tamamlama alanlarındaki eksiklikleri nedeniyle İslamcılık, fazlasıyla etkilenmiştir. Türkiye’den Pakistan’a kadar nitelikleri tartışmaya açık olan popüler siyasal hareketlerin görece başarılarının zaafların üzerini örtmede yetersiz kaldığı aşikârdır. Moro’dan Eritre’ye, Afganistan’dan Filistin’e, Bosna’dan Çeçenistan’a uzanan geniş bir coğrafyada sıcak çatışmaların enerjisiyle niceliksel sıçrama yapan İslâmî hareketlerin en göz alıcı başarısı açık ara ile İran İslam Devrimi olmuştur.

İslâmî hareketlerdeki niceliksel parlayış, Ali Şeriatî, Seyyid Kutup ve burada adını sayamayacağımız diğer pek çok karizmatik teorisyenlerle nitel bir renk kazanmaya niyet etse de sürecin derinleşmeye vakti olmadan güçlü müdahalelerle akâmete uğratılıp saptırıldığı pekâlâ söylenebilir.

Pek tercih etmediğim ancak yaygın ifade olması nedeniyle kullandığım “İslam dünyası” tamlamasıyla işaretlediğimiz halkların, ezen-ezilen kavgasında dört başı mamur bir çerçeve ile örgütlenip mücadeleye sevk edilmesi önemli oranlarda mümkün olmasa da bu alanda önemli örnekliklerden bahsetmek elbette mümkündür. Bugünden geriye bakınca mezhebî çatışmalara sürüklenerek önü kesilen, saptırılan ve yalnızlaştırılması hedeflenen dinamizme İran-Irak savaşının, Irak işgâlinin, Yemen ve Suriye savaşlarının etkisi örnek olarak verilebilir. 12 Eylül darbe sürecinin o dinamizmi Türk-İslamcı devlet tezleriyle nasıl hedeflediği açıkça görülebilirken 28 Şubat tabii olarak buna eklenebilir. D-8 oluşumuna bile tahammül edemeyen egemen dünya düzeninin sekiz ülkeden altısında aynı yıl içinde darbe tertip ettirdiği bu bahiste anılabilir.

Düşe kalka ilerleyen ve bizim “esas”tan beğenmediğimiz bu gidişâtın bir yandan yok edilemeyen ve arızalarıyla da olsa hep bir şekilde kendini üreten bir süreç olduğu gerçeği bir hak olarak teslim edilmelidir. Son Aksâ Tûfânı da bu bağlamda ilginç ve ileri derecede etkileyici bir örnektir. Egemen dünya düzeninin belini doğrultmasına fırsat vermek istemediği coğrafya ve halkların doğrudan ve öncelikli olarak müslüman halklar ve onların coğrafyaları olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Dediğimiz gibi düşe kalka ilerleyen direniş hat ve öbekler hakkında Türkiye’de yaşayan entelektüel çevrelerin, siyasal analistlerin lâyıkıyla kafa yorduğunu ve bağlantılı olarak gidişâtı kavradığını düşünmüyorum. Mîsâk-ı Millî’yi aşarak evrensel bir muhâtabiyet iddiasına sahip olduğunu ardı sıra saydığımız örneklerle kanıtlayan küresel İslâmî hareketin özellikle Türkiye’de içi çoktan boşaltılan İslamcılık iddialarını ciddiye almayacak bir adanmışlığa sahip olduğunu belirtmek isterim.

Çürüme, yozlaşma ve çaresizlik ile her şeye rağmen irade ve umut üretebilme uçlarında salınan bir sarkaç olarak görebiliriz bu çizgiyi. Sınırları anlamsız kılar çünkü gayba iman temellidir. İfsâda karşı ıslah mücadelesinden yana saf tutar. Düşmanları, kendisine karşı amansız ittifaklar üretebilmeye pek heveslenirler. Geniş bir muârız cephesine sahiptir. Kur’an’da dillendirilen “topukları üzerine geri dönenler”den bahisle bağlılarını her ihtimale sükûnetli bir hazırlayışa sahiptir. Sadece kendi yaşadığımız ülkeden başlayarak bir İslamcılık değerlendirmesi yapma talihsizliğine düşmeyeceksek bu geniş yelpazeyi ve bunun muhtemel yeni etkilerini de görmek durumundayız.

İslamcılığın “projecilik” baskısı altında rasyonelleştirildiğini, bu sûretle modern kapitalist medeniyete katmaya çalışıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ezilenden, yoksuldan, hürriyeti gasp edilenden yana olması gerektiğini Kur’an’dan rahatlıkla çıkarabileceğimiz İslamcılığa da hangi hareket ve çevrelerin dahil edilebileceğini artık kestirebileceksek AKP tecrübesiyle bütün hücreleri bir kez daha ve etkili bir şekilde tahrip olan Türkiye tecrübesi üzerinden bütün bir yeryüzünü şâmil değerlendirmeler yapmanın yanlışlığını da bu vesileyle vurgulamış olalım.

Kur’an’da “bir oyun ve eğlence” olarak vasfedilen dünya hayatının imtihanın gerçekleştiği bir saha olarak devamı söz konusuysa eğer ifsâda karşı ıslahın, zulme karşı adaletin, şirke karşı tevhidin savunulması da devam edecektir. Projeci dayatmaların nihâî bir cenneti yeryüzünde gerçekleştirme baskısı açıkça vahye mugâyirdir. Zulme/karanlığa karşı nûrun/aydınlığın ulaşılması gereken hedef olduğu; nihâî zafer ve kurtuluşun yalnızca Allah katında olabileceği; en büyük irade ve muzafferiyetin yolda olmada sebatla mümkün olabileceği hakikatinin İslamcılığın/İslâmî hareketlerin temel şiârlarından olduğunu biz de bu yaşımızda anlamış olduk.

8 Şubat 1974’te Niksar’da doğdu. Niksar İmam-Hatip Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Kurucu ve yöneticilerinden olduğu TOKAD, Özgür Yazarlar Birliği, Eğitim İlke-Sen bünyelerinde yer almakta ve 2004 yılında yayımlanmaya başlayan Tasfiye edebiyat-düşünce dergisinin editörlüğünü yürütmektedir. 2020 yılında kurulan YeniPencere.com sitesinde editörlük ve yazarlık çalışmalarını sürdürmekte ve 1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Eserleri: Yüzümüzü Ağartan (öykü, 2006), İlim Yayma’nın Penceresi (anı, 2012), Kar Kesilen (öykü, 2020), Kiralık Meydan (öykü, 2020), Ferhat’ın Şemsiyeleri (öykü, 2020), Halkada Duranlara (şiir, 2022)

Tıklayın, yorumlayın
0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Köşe Yazıları

Türkiye İle İsrail’i Aynılaştıran Zindan

Yayınlanma:

-

Küresel Sumud Filosunda yer alan vicdanlı ve yürekli insanlardan Ayçin Kantoğlu ve İkbal Gürpınar’ı dinliyorken aklıma ilk olarak bizim arkadaşlar geldi.

Soykırımcı İsrail tarafından zorla alıkonulup işgal topraklarına kaçırılan ve sonra zorla “sınır dışı” edilen insanlardan ikisi de kadın olarak aynı zulümleri yaşamışlardı. Türkiye’ye dönüşte başlarından geçenleri anlattılar basına:

Müslüman kadınların başörtüleri çıkartıldı, hepsi çıplak aramaya maruz bırakıldı, kendilerine su verilmedi, pis tuvaletlerden su içebilirsiniz, denildi.

Biraz geriye gidelim.

29 Kasım 2024 tarihinde İstanbul Kongre Merkezi’nde düzenlenen TRT World Forum isimli etkinlikte yaşananları kaç kişi hatırlıyor?

Soykırımcı İsrail’e petrol satan Azerbaycan şirketi Socar’ın Türkiye CEO’sunun konuşmacı olarak davet edilmesini, Türkiye’nin Azerbaycan petrolünü BOTAŞ aracılığıyla İsrail’e taşımasını, İsrail’le ticaretin gizli kapaklı şekilde sürdürülüyor olmasını protesto etmek isteyen birbirinden bağımsız ve habersiz gençler Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşurken bu durumu protesto etmek ve soru sormak istediklerinde yaka paça sürüklenip darp edilerek salondan çıkartıldılar. Kongre Merkezi önünde protesto gösterisinde bulunan gençler de gözaltına alındı.

Yedisi kadın toplam dokuz kişi hakarete uğradı, darp edildi, tehdit edildi, 18 saat aç ve susuz bırakıldılar. Üç gün boyunca bilhassa hijyen imkanları bulunmayan nezarethanelerde tutuldular. Ardından tutuklandılar. Cezaevinde çıplak arama gibi aşağılayıcı, onur kırıcı bir muameleye maruz bırakıldılar. Başörtüleri ve feraceleri kesilerek koğuşlara sokuldular.

Ülkeler farklı, “dava” ve muamele aynı. Peki, bu nasıl oluyor?

Ayçin Hanım da İkbal Hanım da bizim ablalarımız, şahitliklerine kesinlikle inanıyoruz. İnanmayan var mıdır? Peki Cumhurbaşkanını protesto eden arkadaşlara, “bizim” arkadaşlara inanır mı bu ülke? Geniş kitleler, en azından Müslüman ahali?

Türkiye’nin önde gelen insan hakları örgütlerinden olan Mazlum-Der, “bizim” arkadaşların maruz kaldığı ağır insan hakları ihlalleriyle ilgili şöyle bir açıklama yayınlamıştı olayların hemen ardından:

“İktidar mensuplarının bu tür protestoların muhatabı olması gayet doğal olup bu protestoları olgunlukla karşılamaları işgal ettikleri makamların gereğidir. Meşru yollarla protesto hakkını kullanan kişilerin yakalama, gözaltı ve tutuklama gibi yollarla sindirilmeye çalışılması kabul edilemez. MAZLUMDER olarak, canlı yayında gerçekleşen bir soykırıma karşı insanlık olarak yaşadığımız çaresizliğin kahredici sessizliğinde, protestocuların susturulmaya çalışılmasını ve insanlara gözdağı verilmesini kınıyor, ifade özgürlüğünü kullanan kişilerin derhal serbest bırakılmasını bekliyoruz.”

Filistin gönüllüsü dokuz genç, işkence ve kötü muamele içinde geçen bir haftanın ardından kamuoyunda yükselen yoğun tepkiler üzerine apar topar serbest bırakıldılar. Haklarında 2911 sayılı Kanuna Muhalefet iddiasıyla dava açıldı.

Söz konusu dokuz genci temsil eden dört avukat 9 Aralık 2024 tarihinde müvekkillerinin maruz kaldıkları devlet şiddetini belgeleriyle ortaya koyan bir suç duyurusu dilekçesini İstanbul Cumhuriyet Başsavcılılığı’na teslim ettiklerinde, işlenen suçları şöyle sıraladılar: İşkence, Nitelikli Kasten Yaralama, Cinsel Taciz, Hakaret, Tehdit, Kamu Görevlisinin Suçu Bildirmemesi ve Görevi Kötüye Kullanma.

Bir sonraki paragrafa geçmeden bu aralıkta biraz durup düşünmeye davet ediyorum sizi. Suçsuz, günahsız Filistin Dostu kadınlara, kızlara, kardeşlerimize “devletin elinin altında” gerçekleştirilen işkenceden, kasten yaralamadan, cinsel tacizden, hakaretten ve tehditten bahsediyorum burada. Bunun ne kadar ağır (bir itham) olduğunu biliyorum, empati yeteneğine sahibim. İftira oklarını kırmak üzere eklemek isterim ki ben bir avukatım ve meslektaşlarımla görüşerek, ifade tutanaklarını ve eklerini incelemiş olarak yazıyorum bu satırları.

Türkiye’de devlet, halkın yoğun Filistin duyarlılığını sivil görünümlü oluşumları/uzantıları aracılığıyla adeta kamulaştırmış durumda. Makbul bir vatandaşlık, makbul bir dindarlık algısı oluşturduğu gibi, bilhassa 7 Ekim 2023’teki tarihi kırılma sonrasında makbul bir “Filistin Davası” edindi kendine.

Dahası ve asıl sorun, bu davasına asla itiraz kabul etmemesi.

Farklı düşünen, itiraz eden, soru soranlara reva görülen muamele baskı, şiddet ve işkence.

Son 2 yılda en az 245 Filistin dostu hakkında adli işlem başlatılmış. Bu insanlardan bir kısmı işkence gördü, bir kısmı gözaltına alınıp serbest bırakıldı, birkaçına şafak operasyonu yapıldı, bir kısmı hapse yollandı, bir kısmı ev hapsine alındı, geriye kalanlar, kendisi bir cezalandırma olan yargılama süreçleri içine sokuldu.

Rahman ve Rahim olan direnmenin adıyla başladık, şiirle bitirelim. Bizi makbul görmeyen devlet için gelsin…

“ey devlet, beni de ötekileştir!
çünkü ötelenen, merkeze göre menzile daha yakındır.
ey devlet, beni de başkalaştır!
çünkü başkalaşan, sana benzemeyi bırakmıştır.
ey devlet, beni de yabancılaştır!
çünkü yabancılaşan, neden sevilmediğini anlayacak kadar
düşünmeye başlamıştır.”

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Kararsız Bir Berzahta Büyüyen Yenilgi Psikolojisinden Kurtulmak

Yayınlanma:

-

Küresel Sumud Filosu ile Trump’ın Gazze’deki sözüm ona “ateşkes plânı” ve elbette Erdoğan-Trump görüşmesi birbirini tamamlayan parçalar olarak bir tablo oluşturdu bizim için.

Atasoy Müftüoğlu’nun çoğu kez aceleci genç kuşaklarda hoşnutsuzluk uyandıran çözümlemeler ve köklü dönüşümler bahsinde sunduğu önerilerle İsmet Özel’in “Uzun yola çıkmaya hüküm giydim” mısraının kesiştiği bir kavşaktayız. Bu kavşak, esasen çok uzun zamandır bulunduğumuz bir berzahtı ancak peşi sıra cereyan eden ve aksiyon alınması gereken hadiseler ile yine onlarla bağlantılı tavırlar, sahte aktörler gibi pek çok nedenle lâyıkıyla muhasebesini yapamadığımız, sürekli ertelediğimiz bir hâlden/sorumluluktan/ödevden bahsediyorum.

Sumud Filosuyla mesafe alan vicdani çıkışların paradigmatik örgütlenme bahsinde bir değerlendirmesini yaptığım yazı[1] buradaki tartışma için bir zemin oluşturabilir.

Türkiye heyetinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan öncülüğünde 25 Eylül 2025 tarihinde Trump’la yaptığı görüşmelerdeki bütüncül tutumu bu yazıda işlemeye çalışacağım mevzuu için önemli bir istinat oluşturacaktır. Bu istinadın diğer ayağında elbette sekiz İslam ülkesinin, daha sonra Trump’ın ilan ettiği Gazze’de ateşkes öneren plâna onay buluşması olduğu anlaşılan toplantı var. Bu toplantı ve takip eden kararın onaylanmasının, yazımızın ana teması bahsinde ne denli ehemmiyete sahip olduğu görülecektir.

Aksâ Tûfânı’nın tam olarak iki yılını tamamladığı bir dönemde oluşan tabloda neredeyse eksik kalmamış gibi! Bu iki yılın ne kadar zorlu geçtiğine, yaşayan herkes doğrudan tanıklık etti. Gazze’deki soykırım ve eşsiz direniş ile Hizbullah’ın kuzeyden açtığı cephe bu sürecin zaten önemli ve temel parçalarındandı. İsrail/ABD-İran savaşı, Yemen’in sürece dâhil oluşu, Katar’ın İsrail tarafından vurulması, Direniş liderlerine suikastlar sanırım dünya tarihinin en hızlı akan döneminin baş döndüren aşamalarını oluşturdu.

Bütün bu çerçevenin dünya halklarınca öfke ile karşılanması, vicdan ve haysiyet mücadelesinin yankılanması olarak Madleen, Hanzala, March to Gaza, Sumud biçiminde somutlaşması benzersiz bir enerji üretse de egemen dünya düzeninin güçlü işleyişini sarsacak seviyeye ulaşamadı. Bunu, dipnota aldığım yazımda gerekçeleriyle tartışmıştım.

Bu tartışmanın vaktine dâir itirazlar gelebilir ancak hiçbir tartışma zamansız değildir. Muhasebe her koşulda kaçınılmazdır. Tartışmaları yürütürken fiilî sorumlulukları ötelemek elbette kabul edilemez ancak fiilî süreçler gerekçe gösterilerek de muhasebeden sakınılamaz.

Trump’ın sekiz İslam ülkesi lideri ile ABD’de pişirip ilan ettiği ve birkaçı hariç umum İslam ülkeleri yöneticilerince heyecanla karşılanıp alkışlanan teklif ile Gazze’nin hâl-i hazırdaki durumu moral bozukluğuna sebebiyet verirken alttan alta da bir yenilgi psikolojisi enjekte etme kabiliyetine sahiptir. Harap edilen Gazze, soykırım silahı olarak kullanılan açlığa maruz bırakılan Filistin halkı ve İslam dünyasının kâhir ekseriyetinin Trump önderliğinde Direniş’e karşı ortak cephede saf tutması bütün bu yenilgi psikolojisinin anlaşılabilir gerekçeleri olarak karşımızda duruyor.

Yüz yıllardır egemen dünya düzeni karşısında yaşanan genel mağlubiyet, sömürü ve horlanmanın Müslümanların zihin ve gönül dünyalarında nasıl bir tesir bıraktığını bilenler için bahsettiğim yenilgi psikolojisi anlaşılabilir bir neticedir. İslam dünyasının bilinç olarak değil elbette ama siyasi, ekonomik, askerî bakımlardan belki de en zayıf, en çaresiz halkası olan cephesinin büyük beklentileri karşılayabilme gücü, peşinen kolayca anlaşılabilirdi ancak asırların biriktirdiği duygusal yük buna engel oldu.

Diğer yandan kritik bir mesele daha var ki ona da Sezai Karakoç’un meşhur mısraı ile çarpıcı bir başlangıç yapılabilir: “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır!” Buradaki “yenilgi”, bütün rasyonel hesaplamaların, aydınlanmacı zihniyetlerin tümüyle dışındadır. Hesapların sadece bu dünya hayatında görüleceğine, galibiyet ve mağlubiyetin sadece burada vukû bulacağına dâir tasavvurlar, bu mısrada ifadesini bulan iman tarafından reddedilmektedir. Zafer, Allah katındandır ve bu dünyada yenilgileri göze alan, ona meydan okuyan bir azim, cehd ve kararlılık âhiretteki zaferin biriktiricisidir. Dolayısıyla mutlak kayıp ve kazancın mahiyetine ilişkin hakiki tavrın ne olduğunu buraya not düşerek yenilgi psikolojisinin ne mana ifade ettiğini sürekli biçimde sorgulamayı itiyat edinmek icap eder.

Şimdi murâdımızı belirginleştiren aşamaya geçelim.

Modern dönem siyasal hareketlerinin meşhur bir sorusu vardır: Ne Yapmalı? Lenin’den Ali Şeriatî’ye, Ümit Aktaş’tan Kur’an ve sohbet halkalarındaki tartışmalara kadar bu soru sayısız kere sorulmuş; kimi zaman kitap sûretinde kimi zaman da sözlü olarak cevaplandırılmak istenmiştir. Pek çok mesele gelip oraya dayanıyor ister istemez ve maalesef çoğu zaman, tatmin edici cevaplar üretilemediğinden bir çaresizlik ve savrukluk bilinçlerden eksik olmuyor.

Fiilî ve zihinsel işgallere maruz kalan müslümanlar için Trump etrafında çevrelenen İslam ülkelerinin liderlerinin sunduğu fotoğraftan bahsetmiştim. Bu fotoğraf, Gazze direnişinin hem dünya genelinde hem de İslam ülkelerinde nasıl bir seyir takip ettiği hususunda güçlü izlenimler verme potansiyeline sahip! İşbirlikçilikleri ile nam salmış ülke temsilcilerinin Filistin direnişini boğma, küresel liderliğin Trump ve avenesinde olduğunu itirazsız kabul etme tavırlarındaki rahatlık, İslam ülkelerindeki İslami siyasi mücadelelerin niteliğini açık etmektedir. Hiçbir toplumsal muhalefetten hiçbir ciddi tehdit algılaması söz konusu değildir ve liderler bu rahatlıkla emperyalist şefin etrafında dizilmişlerdir.

Bu tablodan çıkarılabilecek pek çok sonuç var. Müslüman dünyanın fotoğrafını eleştirirken bütün coşkun görünürlüğüne karşın Batı, bu değerlendirmelerden uzak değildir. O coşkun görünürlüğün aldatıcılığı hakkında yine bir önceki değerlendirme yazıma atıfta bulunacağım, gerekçelerimi, orada sıralamıştım. İnsan hakları mücadelesi dolayımında gezinen toplumsal tepkiler -evet, sadece toplumsal tepki diyebiliriz- kimseyi rahatsız edemez. Kurucu iddialardan uzak hareketlerden kimse endişe edip de köklü politik manevralar yapmaz. Gazze’deki direniş ve soykırım boyunca toplumsal itirazlar bu çaresizliği yaşadı. Eksik ve zaaflarıyla birlikte Gazze’de vücut bulan paradigmatik iradenin zerresine sahip olmayan itiraz dalgalarının bu acziyet hâlini yaşamaması mümkün müydü?

Müslümanlar olarak “özgürleşmeden özgürleştirmek[2]” diye tanımladığım bir patinaj hâlinde enerji tüketiyoruz. Yazının başında işaret ettiğim gibi tam da burada “Ne Yapmalı?” sorusu etrafında şekillenen tartışmalar giriyor devreye. Entelektüel bir kavrayışla şiddet dışı direniş, temel İslami kavramlar, Kur’an ve siyerin teorik siyasal çıkarımlar yapılması beklenen birlikte okunup tartışılması, devlet hakkında birtakım mülâhazalar, öteden beri devredip duran kalıplarla zihinleri donduran telâkkilerle hesaplaşma, siyasal mücadele alanlarını çeşitlendirme, kurucu irade tartışmaları…  Bunların yokluğunda dönüp dolaşıp devletlere müracaat eden çaresizliklerin içinde bağımsız, devrimci söylem üretemeyen hak arayışlarıyla geçen bir süreç![3]

Bağımsız İslami siyasi mücadelelerin üretilmesinin ehemmiyetini Aksâ Tûfânı süreci herkese bir kez daha öğretti. Trump’ın sözüm ona ateş kes plânıyla farklı bileşenlerden oluşan geniş bir rahatlama dâiresi oluşabiliyorsa kendisi özgürleşmediği için başkalarını özgürleştirmeye nefesi yetmeyenlerce domine edilen bir alana mahkûm edilişin hazin tablosu karşımızda duruyor demektir.

Türkiye heyetinin Trump hayranlığı, sekiz İslam ülkesi liderinin Gazze direnişini boğmayı amaçlayan plânı onaylama toplantısı ve bütün bu tabloya rağmen kısmî rahatlamaları hedefleyen toplumsal taleplerin, teslimiyet fotoğraflarını servis etmekten çekinmeyen siyasi aktörlere yöneltilmesi yazımızda bahsetmeye çalıştığımız temel çelişkidir ve mezkûr toplumsal hareketlilikler kurucu irade tartışmalarına evrilmedikçe bu çelişki derinleşecektir. Yerel ve küresel ölçekte hegemonya herhangi bir tehdit algılaması hissetmeyecek ve taşıyıcı kolonlarına “meşruiyet” dağıtmaya devam edecektir!

Yazının başında bahsettiğim istinat noktalarının paradigmatik kavranışındaki zaaflar üzerine kafa yoracak, bu alanda teorik ve pratik mesafeler alacak bir irade ete kemiğe bürünmelidir. Bu, elbette mümkündür. Çaresizlik ancak devrimci bir tutumla, iradeyle aşılabilir. İslami hareketliliklerin düşünce ve pratik ufukları en azından bir başlangıç kabiliyetini bize öteden beri sunmaktadır[4] lâkin “sivil” sıfatının fazlaca yaygınlık kazandığı bir zemin, kabul etmeli ki bu kabiliyetleri yazıda da yer yer bahsettiğim gibi çok boyutlu olarak aşındırdı. Önce bu aşınmayı izale etmek gerekiyor. Yenilgi psikolojisinin kökenlerinin teşhisten sonra kurucu tartışmalara yol bulunmalıdır.

“Özgürleşmeden özgürleştirme” arzusundaki özgüvenin aldatıcılığı, kimseyi egemen dünya düzenince tanzimi yapılan bir somutlukta vicdanları geçici de olsa rahatsız olmaktan kurtaracak kısmî düzenlemelerle yetinmekten öte bir neticeye taşıyamayacaktır.

Dipnotlar:

[1] Vicdan ve Haysiyetin Paradigmatik Örgütlenmesi, Ahmet Örs: https://yenipencere.com/kose-yazilari/vicdan-ve-haysiyetin-paradigmatik-orgutlenmesi/

[2] Aksâ Tûfânı Dersleri: Özgürleşmeden Özgürleştirmek, Ahmet Örs: https://yenipencere.com/kose-yazilari/aksa-tufani-dersleri-ozgurlesmeden-ozgurlestirmek/

[3] İnsan Haklarının Yükü, Emre Berber: On İki Levha yay.

[4] İslamcılığın Trajik Düşüşünden Çıkış Mümkündür, Ahmet Örs: https://www.tasfiyedergisi.net/islamciligin-trajik-dususunden-cikis-mumkundur/

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Sistematik Kötürümleştirme: Aileler Yoksul, Çocuklar Aç

Yayınlanma:

-

Türk-İş araştırmasına göre 2025 Ağustos ayında açlık sınırı[1] 27 bin; yoksulluk sınırı ise 88 bin TL’ye yükseldi. Bu rakamlar, Ankara’da yaşayan dört kişilik bir aile ölçü alınarak belirleniyor.

Asgarî ücret, hâl-i hazırda 22 bin104 lira 67 kuruş olarak uygulanıyor. Asgarî ücret artış periyodu, AKP hükümeti tarafından 2024’ten itibaren yıllık olarak karara bağlandığı için artık sene içerisinde herhangi bir düzenleme yapılmıyor. 2025 yılı asgarî ücreti, hak edildiği ocak ayında açlık sınırının altında kalmıştı (22 bin131 TL).

Emekçiler, yoksullar 2025 yılına başlangıcı “aç” olarak yapmıştı. Aslında pek çok sene birbirine benziyor ancak son yıllarda ivme, çok daha negatif yönde seyrediyor. Önceki yıllarda asgarî ücretin açlık sınırı altına düşmesi bir-iki ayı bulurken şimdilerde ilk hak ediş, açlık sınırının altında gerçekleşiyor.

7 milyondan fazla emekçi, asgarî ücretle çalışırken 7,6 milyon emekçi ise asgarî ücrete bile erişemiyor! Ücretlilerin asgari ücrete “komşuluğu” (asgarî ücretin yüzde 10 üstü ve altı) açısından bakıldığında 8,5 milyon emekçinin asgarî ücretin altında ve civarında ücret aldığı görülüyor. “Asgarî ücretliler, asgarî ücret bile alamayan milyonlar, asgarî ücretten az-biraz fazla kazananlar…” derken vasıflı/eğitimli çalışanlar için de asgarî ücretin genel geçer ücret olduğu[2] bir vasatta milyonlarca emekçinin açlığa gömülü hâlde vâr olma mücadelesi verdiği pekâlâ söylenebilir.

Yoksulluk-Açlık, Yetersiz Beslenme Çocukları Nasıl Etkiliyor?

Asgarî ücretle geçinmeye çalışanların pek çoğunun ailesi, çoluk çocuğu var ve bu çocukların mühim bir kısmı “çocuk yoksulluğu”ndan mustarip. Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) araştırması, ülkede en az 7 milyon çocuğun yoksulluk içinde yaşadığını söylüyor. Araştırmaya göre, en düşük yüzde 20’lik gelir grubuyla en yüksek yüzde 20’lik gelir grubunun tüketim harcamaları arasında beş buçuk kat fark var ve bu makas giderek açılıyor. Bu büyük farkın yoksul çocukların öğrenim yaşamlarına, geleceklerini şekillendirme süreçlerine nasıl tesir ettiğine ise yakından bakmak gerekiyor.

OECD verilerine göre Türkiye’de çocuk yoksulluğu, toplam nüfusun yoksulluk oranından daha fazla! Türkiye’de her 100 çocuktan 22’si yoksulluk içinde büyüyor. TÜİK’in 2022 yılına ait çocuk istatiklerinde 15-17 yaş grubundaki çocukların yüzde 19’u çalışma hayatında yer almaktadır. 2002-2023 yılları arasında yaklaşık 900 çocuk, iş cinayetlerinde can vermiştir. OECD ülkeleri arasında ne eğitimde ne istihdamda olan genç sıralamasında yüzde 28 ile Türkiye, birinci sıradadır. “TÜİK 2022 Türkiye Çocuk Araştırması”, ekmek veya makarna gibi yiyecekleri her gün tüketen çocuk oranını yüzde 63; her gün sebze tüketen çocuk oranını yüzde 33; her gün et, balık ya da tavuk tüketenlerin oranını ise sadece yüzde 13 olarak tespit etmiştir.[3]

Türkiye’de çocuklar ve gençlerle ilgili bu iç karartıcı tabloyu biraz daha açmalıyız. İstanbul Plânlama Ajansına (İPA)[4] göre;

– Her 3 öğrenciden 1’i okula aç gidiyor,

– Her 3 öğrenciden 1’i okula gitmeden önce hiç kahvaltı yapmıyor,

– Çocukların yüzde 60’ı haftada en az 1 gün kahvaltı yapmıyor,

– Öğrencilerin yüzde 19,2’si parasızlık nedeniyle haftada en az 1 gün aç kalıyor,

– Çocukların yüzde 2’si okuldan sonra hiç akşam yemeği yiyemiyor,

– Çocukların yüzde 1,9’u ise yine ekonomik sebeplerle her gün aç kalıyor.

Açlığa maruz kalan çocukların büyüme ve eğitim süreçlerinde hangi sonuçlarla karşılaşacakları hakkında bazı araştırmalar fikir verebilir. Tam da büyüme ve eğitim çağındaki bir çocuğun yetersiz beslenmeden olumsuz etkilenmemesi elbette mümkün değildir. Öncelikle İngiltere’de yapılan bir araştırmanın[5] sonuçlarına bakalım:

Birleşik Krallık’taki en yoksul %25’lik ailelerden gelen 389 “üstün yetenekli” beş yaşındaki çocuğun ilkokul ve ortaokul eğitimleri sırasındaki sonuçları takip ediliyor. Daha sonra, 2000-2002 yılları arasında doğan çocuklardan oluşan en zengin %25’lik ailelerden gelen 1.392 yetenekli beş yaşındaki çocuk için de aynı sonuçlara bakılıyor.

5 yaşında yapılan bilişsel testlerde en yüksek %25’lik dilime giren çocuklar, aile gelirine bakılmaksızın benzer başarılar göstermişken 11-14 yaşları arasında “yüksek yetenekli ama düşük gelirli ailelere mensup çocukların sonuçlarında belirgin ve hızlı bir düşüş” tespit ediliyor. Bu düşüş; “önemli ölçüde daha kötü davranış ve zihinsel sağlık ile 17 yaşına kadar polis tarafından durdurulma, uyarılma veya tutuklanma olasılıklarının yüksek gelirli akranlarına göre daha yüksek olması” gibi diğer farklılıkların ortaya çıkmasıyla örtüşüyordu.

Düşük gelirli ailelere mensup çocukların yalnızca %40’ı 16 yaşında sınavlardan A veya daha iyi notlar alabilirken yüksek gelir grubundaki ailelere mensup çocuklarda bu oran %65’ti. Sınav sonuçlarındaki bu fark, düşük gelir grubundaki çocukların daha azının A seviyesi sınavlarına girmesine yardımcı olabildi.

Bu araştırma; çocukların zihinsel, psikolojik ve bedensel gelişiminin sınıfsal karakterini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Yukarıda bahsi geçen ATO raporunun İngiltere ile Türkiye’deki çocukların sınıfsal seviyelerinin çok farklı olduğunu ortaya koyduğu da düşünülürse nasıl bir vahametle karşı karşıya olduğumuz kolayca tahmin edilebilir.

Açlık sınırı dolayımında yaşayan ailelere mensup çocuklar, İngiltere’de yapılan araştırma sonuçlarında da görüleceği gibi yaşama açıkça yenik ve dışlanmış başlıyor.

Gereği gibi beslenemeyen çocukların akademik performansları %70 oranında düşebiliyor. Mütehassıslara göre okullarında yetersiz beslenme problemi yaşayan çocuklar; odaklanma, hatırlama ve bilgilenme becerilerinde aksaklıklarla karşı karşıya kalmakta ve dil gelişimi ile problem çözme becerilerinde sıkıntı yaşamaktadır. Yeterli beslenemeyen çocuklarda beynin bilişsel işleme yeteneği ile motor ve dil gelişim becerileri zarar görür. Beynin bazı bölümleri zamanla iyileşebilse de hipokampus, beyincik ve sinir reseptörlerinde meydana gelen hasar kalıcıdır. Bu nedenle büyüme geriliği yaşayan çocuklar genellikle potansiyellerini tam olarak gerçekleştiremezler. Yine öfke, kaygı, saldırganlık gibi davranış sorunları da yetersiz beslenmeyle yakından ilişkilidir. Bu sorunlar, çocukların derslere katılmasını veya öğretmenleri ve akranları tarafından anlaşılmasını zorlaştırmaktadır.[6]

Yoksul ailelere mensup çocuklarda yetersiz beslenme sonucu şu belirtilere rastlanmaktadır: Dikkat ve konsantrasyon zayıflığı görülür. Açlık veya düşük besin alımı, çocukların derse odaklanmasını zorlaştırır. Hafıza ve öğrenme güçlüğü olur. Vitamin-mineral eksiklikleri (özellikle demir, iyot, B12 ve çinko) bilgiyi hatırlama ve saklama becerisini azaltır. Dil ve problem çözme becerilerinde gecikme yaşanır. Yetersiz beslenen çocuklarda dil gelişimi ve mantıksal düşünme süreçleri yaşıtlarına göre geride kalır.[7]

Yeterli ve Sağlıklı Beslenme, Yoksul Çocuklar İçin Hayal

Açlık ve yoksulluk sınırı arasında hayata tutunmaya çalışan ebeveynlerin, çocuklarını yeterli ve sağlıklı gıda ile buluşturması her geçen gün daha da zorlaşıyor.

AB ülkeleri gıda enflasyonu ortalaması yıllık yüzde 3.4 iken bizde yüzde 33.1 seviyesinde!
Tarımı desteklemek sûretiyle gıda üretimine yeterli destek vermek yerine AKP iktidarı, ilk 8 ayda bütçeden harcanan her 100 liranın 16 lirasını faize ödedi. Zirai don felaketine rağmen çiftçiye ödenen ise her 100 liranın sadece 1 lirası oldu! Faize 1 trilyon 424 milyar lira aktaran iktidar, bunun sadece 16’da 1’ini -89 milyar lira- çiftçiye destek olarak ödedi.[8] Bu tablodan gıda üretimine ne kadar ehemmiyet verildiği anlaşılabilir.

Cârî ekonomi politikalarından çocukların payına herhangi bir güzelliğin düşmeyeceği ortadadır. Görünen o ki mevcut rakamlara göre çocuklar aç kalmaya, aileler yoksullaşmaya devam edecek! Aslında aileleri “yoksul” olarak tanımlamak hatalı çünkü yazının başında peşinen belirttim: 4 kişilik bir aile için yoksulluk sınırı 88 bin lira! Buna göre bu kategoride yer alan ailelerdeki her bir üye asgari ücret alırsa ancak yoksulluk sınırına ulaşabiliyor.

Okullar yeni açıldı, kantinlerde de fiyatlar yükseldi: bir tost 85 lira![9] Yukarıdaki veriler gösteriyor ki yoksul ailelerin çocukları derslere yine aç girecek, pek çoğu akşam aç yatacak. Bu da onların öğrenme kabiliyetlerini elbette olumsuz etkileyecek, bedensel gelişimleri yavaşlayıp ruhsal dengeleri bozulacak, akademik başarıları kalıcı şekilde olumsuz etkilenecek! Geniş yoksul kitlelerin çocukları böylece yoksulluğu, imkânsızlığı miras olarak devralmaya, derinleşen kölelik düzeninin kaybedenleri olmaya devam edecek!

Sonuç

Gazze’de açlık, işgalci Siyonist İsrail tarafından bir soykırım aracı olarak kullanılıyor ve Gazze’de 7 Ekim 2023’ten bu yana açlıktan hayatını kaybedenlerin sayısının 147’si çocuk olmak üzere en az 435 olduğu bildiriliyor.[10]

Egemen dünya düzeni Gazze örneğinde olduğu gibi ya doğrudan ve en vahşi usullerle ya da gizli-açık sömürü ilişkileri ile soykırım ve kötürümleştirme politikaları yürütüyor.[11] Türkiye’de son yıllarda iyice derinleşen yoksulluk ve yaygınlaşan açlık gerçeği, Turgut Uyar’ın mısralarının zamanlar aşan gücünü davet ediyor:

Gülü çiğdemi filan bırak
Sardunyayı karidesi filan bırak
Acıyı ve ölümleri bırak
Oy pusulalarını ve seçimleri bırak
Evet
Seçimleri özellikle bırak
Çünkü açlık çoğunluktadır   

(…)

Her geçen gün bir öncekinden daha güçlü bir feryatla haykırılması gereken bir hakikatle yüz yüzeyiz. Sonu soykırıma varan büyük bir kötürümleştirme programı, çocuklarımızı gözüne kestirmiştir ve hoyratça ilerlemektedir. Köleci düzen çocuklarımızı sömürü çarkına alıp Yunus Emre’nin ifadesiyle “göğ ekini biçmiş gibi” yaşamlarının baharında dallarından koparıp katletmektedir. “Yaşarken kötürümleştirerek köleliği, ölürken cinayeti dayatan” bu düzen, son 12,5 yılda en az 770 çocuğumuzu çalıştırırken katletmiş ve MESEM adlı projeyle bu sömürüye yasal bir kılıf uydurmuştur.[12]

Ülkenin hemen hemen bütün alanları israfa, yolsuzluğa, talana ve yağmaya terk edilmiş; açlık ve yoksulluğun pençesine fırlatılıp atılan çocuklarımız biyopolitik bir müdahaleyle bütün bilişsel, ruhsal ve bedensel unsurları kötürümleştirilmiş olarak sermayenin sessiz ve itirazsız köleleri olarak biçimlendirilmiştir. Öncelikli itiraz alanlarımızdan biri budur ve ihmale gelmez bir karaktere sahiptir. 

Dipnotlar:

[1] TÜRK-İŞ’in bu çalışmasında, dört kişilik bir ailenin, bilimsel olarak belirlenmiş beslenme kalıbı temel alınmaktadır. Anılan beslenme kalıbı, Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimler Fakültesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nden sağlanmıştır. Günlük kalori ihtiyacının hesabında hem yetişkin kişiler hem de genç ve çocuk nüfus dikkate alınmaktadır. Buna göre yetişkin erkek için 3500, yetişkin kadın için 2300, 15-19 yaş grubundaki erkek çocuk için 3200 ve 4-6 yaş grubundaki çocuk için 1600 kalorilik liste temel alınmıştır:

https://www.turkis.org.tr/turk-is-agustos-2025-aclik-ve-yoksulluk-siniri/

[2] Asgari ücretli oranı yüzde 50’lerde: Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK-AR) hazırladığı Asgari Ücret Araştırması 2024 raporuna göre asgari ücret civarında bir ücretle çalışanların oranı yüzde 50’lerde. Yine rapora göre 2002’de asgari ücret altında ücret alanların oranı yüzde 18.5’ken 2022’de bu oran yüzde 33.8’e yükseldi. Asgari ücretin yüzde 5 fazlası ve altı ücret alanlar 2002’de yüzde 27.8’ken 2022’de yüzde 7.5’e, asgari ücretin yüzde 10 fazlası ve altı ücret alanlar ise 2002’de yüzde 30.7 iken 2022’de yüze 8.4’e düştü. Başka bir deyişle ortalama ücret giderek asgari ücrete yakınsadı:

https://gazeteoksijen.com/ekonomi/4-kisilik-asgari-ucretle-gecinen-aile-ogun-basina-69-lira-ayirabiliyor-215391

[3] “Türkiye’de Çocuk Olmak” ATO Bilgi Notu:

https://ato.org.tr/haberler/2023-haberleri/2605-turkiyede-cocuk-olmak-ato-bilgi-notu.html

[4] İPA: Her Üç Öğrenciden Biri Okul Aç Gidiyor:

https://www.indyturk.com/node/744896/haber/i%CC%87pa-her-%C3%BC%C3%A7-%C3%B6%C4%9Frenciden-biri-okul-a%C3%A7-gidiyor

[5] Poorer High-Ability UK Children Fall Behind Peers At School From Age Of 11 (İngiltere’de Daha Yoksul ve Yüksek Yetenekli Çocuklar 11 Yaşından İtibaren Okulda Akranlarının Gerisinde Kalıyor):

https://www.theguardian.com/education/article/2024/jun/24/poorer-high-ability-uk-children-fall-behind-peers-at-school-from-age-of-11

[6] How Malnutrition Affects Children’s Education? (Yetersiz Beslenme Çocukların Eğitimini Nasıl Etkiler?):

https://www.concern.org.uk/news/how-malnutrition-affects-childrens-education

[7] Özgül Öğrenme Güçlüğü Olan Çocuklarda Çinko ve B12 Vitamini Düzeyleri:

https://jpedres.org/tr/makaleler/ozgul-ogrenme-guclugu-olan-cocuklarda-cinko-ve-b12-vitamini-duzeyleri/doi/jpr.22448

[8] Avrupa’da Yıllık Gıda Enflasyonu Çift Hane Olan Ülke Yok-Neden Ucuza Gıda Tüketemiyoruz:

https://x.com/inanmutlu1

[9] Okul Kantinlerinde Fiyatlar Cep Yakıyor; Simit 25, Tost 85 Lira:

https://t24.com.tr/haber/okul-kantinlerinde-fiyatlar-cep-yakiyor-simit-25-tost-85-lira,1261741

[10] İsrail’in kıtlığı dayattığı Gazze’de son 24 saatte biri çocuk, 4 kişi daha açlıktan hayatını kaybetti:

https://www.aa.com.tr/tr/dunya/israilin-kitligi-dayattigi-gazzede-son-24-saatte-biri-cocuk-4-kisi-daha-acliktan-hayatini-kaybetti/3691063#

[11] Dünya Çapında 5 Yaşın Altındaki 190 Milyondan Fazla Çocuk Yetersiz Beslenmeden Etkilenmektedir:

https://www.unicefusa.org/what-unicef-does/childrens-health/nutrition/fight-childhood-malnutrition

[12] Çocuk İşçiliği ile Mücadele Günü: 14 Yaşındaki Arda Nasıl Öldü:

https://www.bbc.com/turkce/articles/c9wgz754qjno

Devamını Okuyun

GÜNDEM

0
Would love your thoughts, please comment.x