Connect with us

Köşe Yazıları

Savaş Karşıtı Cephe

Yayınlanma:

-

glykys apeiro polemos

Tatlı Gelir Yaşamayana Savaş 

Rusya’nın, komşusu Ukrayna’yı işgale giriştiği şu günler, savaş üzerine yeniden düşünmek, dahası, düşünmenin ötesine geçip savaş karşıtı bir duruş inşa etmek için fırsat sunuyor bize.

Savaşın bozgunculuk, ahmaklık, katliam, yoksulluk, sürgünlük ve dahi en katı haliyle, nesillere sari bir kötülük olduğunu biliyoruz. Doğrudan bir savaşın içinde değilsek de, kendimizi yaşayan milyonlarca savaş mağdurundan birinin yerine koymak bile yeterlidir olan biteni anlamak için.

Saldıran taraf olmak, imha ve katliam emrini vermek, yukarıdan aşağıya bu emrin uygulayıcısı olmak, bunların tümü, silsile halinde ve ortaklaşa icra edilen insanlık suçlarıdır.

Devlet başkanı olmak da, fatih veya kahraman olmak da, “ben sadece bir erim ve bana verilen emri yerine getirdim” demek de katil olmanın mazereti sayılamaz. İşlenen iyilikler kadar kötülüklerin de bir bedeli olacak: ve bu sadece içerisinde bulunduğumuz bu kısacık dünya hayatında değil asıl yüzleşmemiz de ahirettedir!..

Söz konusu insan olduğunda, meleklerin Allah’a sorusunu hatırdan çıkartmamak gerekiyor. Sorudan öte, varoluş üzerine “can alıcı”, kökensel bir tespit bu aynı zamanda. İnsanlık tarihi ile sabit bir hakikat Kur’an’da (Bakara Suresi 30. ayette) şöyle ortaya konuyor:

“Hani Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife kılacağım’ demişti. Onlar, ‘Biz seni övgü ile tesbih ederken ve senin kutsallığını dile getirip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek birini mi halife kılacaksın?’ dediler. Allah ‘Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim,’ dedi.”

Allah’a kulluk ve yeryüzünü imar ve ıslah ile sorumlu insan, meleklerin itirazlarını doğrularcasına başlangıç ahdini unutup şeytanın emrine girerse, pekâlâ savaş açar, savaşa katılır, savaşı destekler; kısacası meleklerin tespitinde olduğu gibi yeryüzünde kanlar dökerek fesat çıkarır; iyilik yerine kötülüğü esas alır, yeryüzünü imar yerine ifsad eder. Oysa ahdi hep hatırda tutar ve Allah’ın sahiplenişini dikkate alırsa öldürmemenin, zulmetmemenin, zarar vermemenin, incitmemenin yalnızca Allah’a layık kul olmaktan ve yeryüzünü barış yurdu kılmaktan geçtiğini de unutmaz.

Bize saldırmadıkları sürece asla saldırmayalım, savaş açmayalım, fesat çıkarmayalım. Kabul.

Buraya kadar kolayca geldik ve öyle zannediyorum ki yaygın bir “kabul”le de karşı karşıyayız. Asıl mesele, buradan sonra ortaya koyacağımız yaklaşımda. Şu soru önümüze dikilmiş, cevap bekliyor:

“Ya bize savaş açarlarsa? Düşmanla savaşmayalım, kendimizi (yurdumuzu), insanlığı savunmayalım mı yani?”

Elbette savunalım. Meşru Müdafaa bir haktır. Ne var ki bunu silahlarla değil, kötülüğe karşı insanlığımızla direnerek, sivil itaatsizlik yollarını uygulamaya koyarak yapmaya çalışalım. Başlangıçta direniş yolu olarak en akla yatkın gelen silahlarla karşı koymanın savaşı daha da büyütüp çok daha büyük kötülüklere yol açtığına binlerce kez tanık olmadık mı? Her iki dünya savaşı bize bunu öğretmedi mi?

“İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussılet Suresi 34. ayet.)

Hiçbir saldırı karşısında öncelikle kötülüğü iyilikle savuşturmanın; şiddeti, şiddet dışı bir direnişle ortadan kaldırmanın imkânlarını denemiş ve tüketmiş değiliz. Oysa ki şiddet şiddeti doğuruyor ve kan kanla temizlenmiyor. 

Bu mesele üzerine yıllardır düşünüyorum. Romantik veya hayalperest olarak küçümsenmek pahasına, bir yandan gerçekliğin öte yandan idealin koluna girerek yürümenin derdindeyim. Yalnızca adaletle değil aynı zamanda merhametle kucaklaşmayı arzu ederim.

Bu yazının başına oturmadan önce, kıymetli yazar Ümit Aktaş’ı aradım. Onun her yazdığını önemsemekle birlikte “Cihad ve Şiddet Dışı Direniş” adlı kitabını ayrı bir yere koyarım.

“Bugün Ukrayna cumhurbaşkanının yerinde siz olsaydınız, işgalci Rusya karşısında ne yapardınız” diye sordum kendisine.

“Şiddetsiz bir direnişi örgütlerdim, hiç değilse bunu denerdim” diye yanıtladı.

“Başarılı olma şansı var mı?”

“Denemek lazım. Denemeden olmaz. Evet, kolay değil ama Gandi için de kolay olmamıştı fakat o başarılı oldu.”

Ümit Aktaş, aktarmadan geçemeyeceğim, kritik bir noktanın da altını çizdi ayrıca: “Gandi şiddetsizliği savunmakla birlikte insanlık onuru söz konusu olduğunda ve barışçıl tüm imkânlar tüketildiğinde, onurunu kaybetmektense şiddete başvurmayı da bir hak olarak görmekte ve şöyle demekte: ‘Şiddet dışı yöntemlerin her zaman en iyisi olduğuna şüphe yoktur, ancak bunların kendiliğinden uygulamaya girmediği durumlarda ve tüm ihtimaller denendikten sonra gerekirse şiddete başvurmak, pasif kalmaktan daha şereflidir.”

Bu konulara kafa yormuş isimlerden biri olan Cevdet Said’in, “Şiddet Erdemi Öldürür” adlı kitabını tanıtan bir yazı kaleme almıştım. Said, kitabın, “kötülüğe iyilikle karşılık vermek” başlıklı makalesinde şöyle bir öneride bulunuyor:

“İdfa’ billetî hiye ahsen: kötülüğü iyilikle karşıla, ayeti çerçevesinde modern sosyoloji ve psikoloji bilimleri alanında uzun araştırmalar yapılmalı ve bu araştırmaların sonuçları okullarda ders olarak okutulmalı, bu sonuçlara ilişkin çalıştaylar ve uygulamalı eğitimler yapılmalı, öyküler yazılmalı, diziler ve filmler çekilmeli, benzer etkinliklerle bu yasanın anlaşılması sağlanmalıdır.”

Habil ve Kabil’den bu yana değişen bir şey olmamakla birlikte, ibret alınsın diye indirilen kıssa orda, Kitabın orta yerinde duruyor:

“VE ONLARA gerçeği göstermek için Âdem’in iki oğlunun kıssasını anlat; nasıl ikisinin Allah’a birer takdime sunduklarını ve birinden kabul edildiği halde diğerinden kabul edilmediğini. [Onlardan biri, Kâbil,] “Seni mutlaka öldüreceğim!” demişti. [Kardeşi Hâbil] cevap vermişti: “Unutma ki Allah, yalnız O’na karşı sorumluluk bilinci duyanların takdimesini kabul eder. Beni öldürmek için el uzatsan bile, ben öldürmek için sana el uzatmayacağım: Ben bütün âlemlerin Rabbi Allah’tan korkarım.” (Maide Suresi 27-28)

Dolayısıyla, tarihin bunca deneyiminden sonra, insanlığımızı ortaya koyabilmek ve temel insanlık değerlerini savunabilmek için, adalet, hakkaniyet ve merhamet çerçevesinde bir savaş karşıtı cephe tahkim edebilir ve bu mübarek cephede barış için sonuna dek mücadele edebiliriz. İşte “haklı savaş” ancak böyle yürütülebilir!

Şiddetsizliğin Gücü‘ne inanırsak, ‘Sivil İtaatsizlik ve Pasif Direniş‘ ile ‘Kamu Vicdanına Çağrı‘da bulunabiliriz.

Bu yol, giderek ifsad edilen ve yaşama dair imkanlarını yitiren yeryüzünün bir nükleer cehenneme çevrilmemesi için, her halükârda denemeyi hak ediyor.

 

*Kapaktaki Görsel: An Artist Painted a Haunting Image of an Injured Syrian Boy

1983 Trabzon doğumlu avukat. Ufak Tefek Şeyler (+10), Sevimli Türkçe Sözlük (+10), Kelebek Ve Arı (+14), Ceza Hikayeleri (+18), Kuzularla Saklambaç (+9), Nasreddin Hoca'nın Bisikleti (+9) ve Gazete Okuyan Tavuk (+9) adlı kitapların yazarı.

Tıklayın, yorumlayın

Yorum yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Saraybosna Günlüğü

Yayınlanma:

-

Neydi 1931 Barselona doğumlu İspanyol şair, yazar ve romancı Juan Gostisolo’yu “caddeleri ve binaları tümüyle yok olmuş, yıkılmış, cerahat, koparılmış organlar, deşilmiş bağırsaklar, hâlâ kokan çürük yaralar, korkutucu izlerle dolu susuz, gazsız, elektriksiz, taşıtsız, telefonsuz, ilk bakışta bir hayalet şehre, parçalarına ayrılmış bir iskelete ya da cansız bir bedene benzeyen” Saraybosna’ya götüren sebep?

Bir Batılıyı, Batı’da müslümanlara karşı girişilmiş bir soykırımın orta yerine gönüllü bir gözlemci olarak yollayan duygu ve düşünceleri merak ettiğim için okudum Saraybosna Günlüğü’nü. Kitabın alt başlığı dikkat çekici: “Barbarlığa Doğru Bir Yolculuğun Notları”

1992 ila 1995 yılları arasında 3 yıl süren, Batılı devletlerin doğrudan izlediği, dolaylı olarak desteklediği saldırılar sonucu Boşnak halkı 140 bin canını kaybetti. Geride 151 bin yaralı, ikametgâhını terk etmek zorunda kalmış yaklaşık 2 milyon insan, 12 bin 100 sakat ya da özürlü, yaklaşık 38 bin tecavüze uğramış kadın bıraktı.

Ketebe Yayınları, Bosna’nın önde gelen kurucu liderlerinden Aliya İzzetbegoviç’in “Unutulan soykırım tekrarlanır!” uyarısını hatırlatmak istercesine, Kasım 2024 tarihinde okurların dikkatine sunmuş bu kitabı. Batı’nın ayakkabısının içindeki bir çakıl taşı bu.

Batı’nın Filistin’de, Gazze’de sergilediği son model barbarlığı, vahşeti, su katılmamış soykırımı, dünyanın bütün coğrafyalarında öfke patlamalarına yol açarken zamanda ve zeminde ufak bir sapmayla aynı filmi seyre dalmak sarsıcı bir “okuma” deneyimi… 

Avrupa’nın “saha ve seyirci” avantajından yararlandığı, internetin olmadığı 30 yıl öncesine götürüyor bizi Goytisolo. Sözünü sakınmıyor, şöyle bir mezar yazısı yazmalı, diyor:

Avrupa Birliği’nin saygınlığı ve Birleşmiş Milletler örgütünün güvenilirliği burada yatıyor, Saraybosna’da öldürülmüştür. Ortakların ve yöneticilerin o emsalsiz korkaklığı ve sinsiliği yüzünden burada can verdiler.”

Yazar, gün içinde canını tehlikeye atarak sokaklarda dolaşmış, insanlarla görüşmüş. Kitap, bu tanıklıklarla genişleyip derinleşiyor. Satır aralarında öğreniyoruz, kaldıkları otelin de pek tekin bir yer olmadığını. Katil sürülerine bağlı insanlık düşmanlarının atışları geliyor her yönden sabah akşam. Keskin nişancılar da cabası.

Otelde, karanlıkta, mum ışığı altında, gün içindeki görüşmelere ait notlarını toparlar; yemek yerken Susan Sontag’ın da yanlarına geldiğini öğreniyoruz. Çok acayip bir his bu da! Katiller etrafta cirit atar, ölüm kol gezerken, kitaplarını okuduğumuz, sevdiğimiz dünyaca ünlü Amerikalı kadın yazara 56 sayfa sonra rastlamak, orada, soykırım savaşının, kuşatmanın orta yerinde. 

Masamda duruyor “Başkalarının Acısına Bakmak”. Hiçbir kitap yazarına altın tepside sunulmuyor. Özgürlük gibi. Bahşedilmez. Gidip almalı, hiç değilse almayı göze almalısınız.

Sanırım, bu kitaptan öğrendiğimiz, sonuç vermemişse de takdire şayan çaba için bile tanınmayı hak ediyor bu insanlar, okunmayı hak ediyor bu kitaplar:

Benim ve Susan Sontag’ın, ünlü yazarları Saraybosna’ya çağırma çabalarımız bir fiyasko ile son buldu.”

Not:

Bizim kuşaklar Gazze’yi asla unutamazlar. Saraybosna’da neler olduğunu hayal meyal değil vücutta bir neşter yarası gibi hatırlamak isteyenler Semezdin Mehmedinoviç’in aynı yayınevinden çıkan şiir ve kısa hikayelerden oluşan Saraybosna Blues adlı anlatısını okumadan geçip gitmesinler.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

Bizi Arındıracak Mücadele

Yayınlanma:

-

Geçen gün yerel bir gazetede tesadüf eseri gözüme ilişen kısa bir yazı tüylerimi diken diken etti.

Yazı, okuru 2007 yılına ışınlayan çarpıcı bir iki hatıra üzerinde boy gösteriyor. Hrant Dink Dünyası başlıklı yazı şu cümleyle başlıyor:

“Hrant, 19 Ocak 2007’de İstanbul’da öldürüldüğünde İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi yöneticisiydim.”

Yazıdan öğreniyoruz ki, İnsan Hakları Derneği Trabzon Şubesi Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine Santa Maria Kilisesi’ne çiçek bırakarak “Biz Ermenilerin düşmanı değiliz” mesajı vermiş.

Ne güzel bir hareket öyle değil mi?

Fakat bu, insan kardeşliğini koruma temennisi, birilerini çok rahatsız etmiş.

Yıllar sonra tanıştığı kişi, yazının sahibine bir gün, “sana bir itirafta bulunmak istiyorum” demiş. Devamını yazıdan okuyalım:

Biz Ermenilerin düşmanı değiliz, mesajı vermemizi bu kişi farklı yorumlamış ve bunun üzerine yönlendirilmiş beni öldürmeye karar verildiğini söyledi. Konuşmasına uzun takip sonucunda bir taksi ile Orman Bölge Müdürlüğüne geldiğimi, arabayı park edip kısa voltalar attığımı görünce hazneye mermi alarak bana doğrulttuğunu söyledi. Ancak tam da bu sırada bir minibüsten yaşlı bir kadının indiğini ve onun koluna girdiğimi görünce bu kadının muhtemelen annem olduğunu düşündüğünü ve kendi annesinin aklına gelmesiyle birlikte silahı indirdiğini anlattı. Annemin sayesinde halen daha yaşadığımı anılarımda yazmıştım.”

Bugün, “Santa Maria Kilisesi” nerde, nasıl bir yer diye arattığınızda karşınıza çıkan ilk sekmede şu yazıyor: Santa Maria Katolik Kilisesi (Trabzon)

Kısacık vikipedi bilgisi de şöyle:

Santa Maria Katolik Kilisesi Trabzon’un Ortahisar İlçesinde bulunan bir kilisedir. Kilise, misafirhane ve iki yardımcı binadan oluşan kompleks, 1869-1874 yılları arasında Sultan Abdülmecid tarafından Trabzon’a gelen turistler için inşa ettirilmiştir. Üç nefli bazilikanın üzeri beşik tonozla örülmüş ve kiremitle kaplanmıştır. Kilisenin içinde birçok ikona ve fresk bulunmaktadır. Yapı, günümüzde de kilise olarak hizmet vermektedir. Kiliseye 2006-2018 yılları arasında çok sayıda saldırı düzenlenmiştir. 2006 yılındaki saldırıda kilisenin rahibi Andrea Santoro silahla vurularak öldürülmüştür.”

Andrea Santoro kimdir diye baktığınızda şu bilgiyle karşılaşıyorsunuz:

“5 Şubat 2006’da kilisede diz çöküp dua ederken arkadan vurularak öldürüldü.”

İnandığı Tanrı’ya ibadethanesinde dua eden bir din adamı ne suç işlemiş olabilir ki! Ülkede misafirimiz sayılan bu insan suç işlemişse bile cezasını hukuka uygun, adil bir yargılama sonucu Mahkemenin vermesi gerekmez mi?

“Arkadan vurmak!”

İnsanlıktan, mertlikten daha ne kadar uzaklaşabiliriz diye düşünüp tasarlanmış eylemler. Rahatsız olmaktan daha beteri ise bu duruma aşina olmak:

Ermeni-Türk gazeteci Hrant Dink’in katilinin de Trabzonlu olması ve 18 yaşından küçük olması nedeniyle, Türk polisi Santoro ve Dink cinayetleri arasındaki olası bağlantıları araştırıyordu. Ekim 2007’de Türkiye’deki Yargıtay, Santoro’nun katilinin hapis cezasını onayladı. 2016’daki darbe girişiminin ardından katil, cezasının 10 yıldan azını çektikten sonra hapisten çıktı.”

Karşımızda birbirinin içinden çıkan matruşka bir kötülük, fitne ve fesat var.

Yabancı düşmanlığının içinden ırkçılık, onun içinden çocuk istismarı, onun içinden cinayet, onun içinden bir toplumu fitne sokarak çürütmek, onun içinden de küçük bir şehri karanlığa sürüklemek çıkıyor.

Bu matruşkayı imal eden kudret, yasamadan, yürütmeden ve yargıdan (damarlarımızdaki kandan, zihinlerimizdeki zandan) en kısa sürede tümüyle sökülüp atılmalı.

Farklılıkların bu ülkenin en büyük zenginliği olduğunu bize unutturmayı başardılar.

Rumlar, Ermeniler, Lazlar, Kürtler… Herhangi bir baskı veya ayrımcılık görmeden dilleri, dinleri ve olanca kültürleriyle bu ülkede en az Türkler kadar güven içinde yaşayabilseydiler biz daha medeni insanlar olacaktık. Hiç şüphesiz hem dünyamızı hem ahiretimizi çok daha nitelikli biçimde imar edebilecektik.

Ötekilerle iletişim ve ilişki kuracak, komşuluk yapacak, tanıyacak, anlayacak, empati geliştirecek, hoşgörülü olmayı yaşayarak öğrenecektik. Ülkenin her köşesinde evlatlarımız potansiyel dünya vatandaşları olarak büyüyecekti.

İlk kez Kürtçe konuşan insanlarla 18 yaşında ancak Trabzon’dan İstanbul’a gittiğinde karşılaşmış bir Türk olarak yazıyorum bu satırları. Bugün en candan, yiğit arkadaşlarım, dostlarım Kürtler.

Müsaade etselerdi eminim Ermeni, Rum, Laz, Süryani arkadaşlarım da olurdu. Çok da güzel olurdu. Birden çok dilden, kültürden nasibimi alırdım.

Beni, bizi, bu toplumu, evlatlarımızı tektipleştiren, yoksunlaştıran, madunlaştıran, renklerinden, kokularından tehcir eden, kopartıp buruşturup atan zihniyetten beriyim ve de şikayetçiyim.

Hrant’a Borcumuz başlıklı yazıma buradan devam edeyim:

Bugün buradan bakınca daha iyi anlıyorum; Hrant kimdi, Hrant’ın arkadaşları kimler!

Biz ayakkabılarımızın altı delik olsun istemiyoruz, biz alçakça vurulup arkadan, kaldırımlara düşmek istemiyoruz asla. Ama insan olmanın, insan kalmanın maliyeti ne kadar artsa da kimi -karanlık- zamanlar, ödemeyi göze alıyor, elimizi cebimize atıyoruz.

O gün orda, cenaze için yürüyüşe geçen kalabalığın içinde “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” diye haykırmamız gerekiyordu. Geri durmadık. Tıpkı yeri geldi, “Hepimiz Filistinliyiz, Hepimiz Arap’ız” dediğimiz gibi.

Hrant’a, Hrantlara borcumuz olduğu aşikar. Ne olduğunu biliyoruz, tek kelimeyle!

Ödemeye buradan: bir bebekten katil yaratan karanlığın pilot şehrinden başlamak güzel olurdu. Bir hukukçunun biçare yazısı neyi değiştirir ki? Sözümüz geçmiyor, dua ve temenniden başka.

Ama bu şehrin temiz akıl sahipleri, bir araya gelip bir açıklama yapabilir, bir adım atabiliriz.

Bu şehir, kayıp bir şampiyonluk kupasını müzesine getirmekten çok daha gerekli, haysiyetli, büyük bir Adalet mücadelesi vermeye layık olabilir.

Bu mücadele bizi arındıracak, olgunlaştıracaktır.

Buna Hrant’ın, Ermenilerin değil bizim ihtiyacımız var.

Devamını Okuyun

Köşe Yazıları

YouTube Ne Tarz Şiddet Sever?

Yayınlanma:

-

2020 yılında yayın hayatına başlayan haber ve analiz sitemiz Yenipencere’nin YouTube kanalı bu ay içinde kapatıldı. Haberlerimize kaynaklık ve eşlik eden video kayıtları ortadan kaldırıldı.

Bu haberi okuyucularımıza duyuruyor, teyit ediyoruz.

Bu zalimce karara itiraz ettik. Bize iletilen yanıt şu oldu:

“Kanalınızı dikkatlice inceledik ve yasa dışı şiddet örgütleri politikası hükümlerini ihlal ettiğini doğruladık. Son derece üzücü bir gelişme olduğunun farkında olmakla birlikte, YouTube’u herkes açısından güvenli bir platform hâline getirmek için çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Kanalınız, YouTube’da yeniden etkinleştirilmeyecek.”

Karar kendi içinde tutarlı olsa bile hukukun en temel ilkelerinden nasibini almamış. Kanalda onlarca yayın var, bunlardan, son yıl içinde İsrail soykırımına karşı durmaya çağrı niteliğindeki hangisi veya hangileri sakıncalı bulunmuş (ağırınıza gitmiş) ise onların yayından kaldırılması gerekir. Hangi devlet bir suçlu için tüm sülaleyi hapse atıyor?

7 Ekim 2023 sonrasında siyonazi terörünün yol açtığı soykırıma karşı direnişin yanında duran pek çok kişi ve kuruluşun başına gelen bir sansür bu. İlk değil, son da olmayacak.

Bu bir savaş ve biz bu savaşta açıkça tarafız. Bir tarafta büyük şeytan ABD ve başta İsrail olmak üzere taşeronları: yeryüzünü ifsad edenler, diğer tarafta işgal, terör ve soykırıma “dur” diyen ve “meşru müdafaa” hakkını kullananlar.

İşgal, terör ve soykırımla sadece Gazze’de son bir yılda çoğu bebek, çocuk ve kadın 50 Binden fazla insanı katledenler “yasa içi” (meşru) şiddet uyguladıkları için olsa gerek, onlara karşı çıkanlar (hayatı, yaşamı, insan haklarını, insan onurunu korumak isteyenler… bizler) “yasa dışı” şiddet örgütlerini desteklemiş oluyoruz.

Haklısınız, kurt yapar bu taksimi kuzulara şah olsa.

Kusura bakmayın ama mazlum halklar kitleler halinde sessiz sedasız ölüp gömülerek ülkelerini siz hırsızlara teslim etmiyorlar diye özür dilemeyecekler!

Dünya denilen bu geçici ikametgâhta bize ayrılan sürenin sonuna gelirken araçları amaç edinmeyeceğiz.

Karşı takıma bir gol attık diye kızıp -topu da alıp- giden çocuktan farkınız var. Siz çocuk değilsiniz. İşgal ve soykırım da oyun değil.

Top sizin olabilir, bize kelimeler yeter. (Haklı olana çok bile!)

Siyonazilerin bu üniformasız askerleri Bakara Suresi’nin 11 ve 12. ayetlerini akla getiriyorlar. Tanrıyı kıyamete zorladılar. Doğrusu ya, onlar için bu ne berbat bir ticaret, bu ne acı bir gelecek.

“Onlara “Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye cevap verirler. Gerçekte onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.”

Sorumuza herkes bir yanıt verebilir.

Ezilenlerin, katledilenlerin, “insansı hayvanların” kendi onurlarını, hayatlarını, yerlerini yurtlarını korumak için karşı çıkmaları “yasa dışı” bir şiddettir emperyalistler için. YouTube işte böyle bir şiddete karşı.

Seni çok iyi anlıyoruz YouTube. Sen ve senin gibileri tanıyoruz. Şaşırmıyoruz.

Devamını Okuyun

GÜNDEM